Arama


TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #4
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
İslam Dünyası ve Terör


"Terör ve terörist" kelimeleri günümüz insanının çok sık duyduğu kelimeler arasında yer alıyor. Farklı kulvarlarda yarışan değişik akımlar birbirlerini teröristlikle suçluyorlar. Bazen ülke yönetimleri kendilerine karşı duranları, bazen de bu yönetimlere karşı çıkan akımlar yöneticileri teröristlikle suçluyorlar. Dünyaya kendi istediği gibi şekil vermek ve bütün insanlığa hükmetmek isteyen ABD, "Terörü Destekleyen Ülkeler Listesi" adıyla bir kara liste hazırlıyor ve bunu kendisine kafa tutmak isteyen ülkelere karşı siyâsi baskı aracı olarak kullanıyor. Hatta bununla da yetinmeyip ekonomik baskı aracı olarak da kullanıyor.
Terör kelime olarak Türkçe'deki "tedhiş" ibaresinin karşılığıdır. Fakat bu terimin sabit bir çerçevesi olmadığından isteyen istediği gibi yorumluyor. Ama Müslümanca düşünme gereği duyanların bu tür terimlere anlam verirken kendi kavram literatürlerini bilmeleri ve başkalarının yaptığı suçlamaları kendi anlayış süzgeçlerinden geçirmeleri zorunludur.
Terör kelime ve kavram olarak Müslümanlara yabancıdır. İslam aleminin bu kavramla tanışması da, İslam coğrafyasının sömürgeci güçlerin oyunları sonucu parçalanmasından sonra olmuştur. Günümüzde de İslam alemine bakıldığında şiddet ve terörün kaynağında genellikle Müslüman halkların inanç ve değerlerine aykırı dayatmalar, zorbalıklar ve baskılar olduğu görülür.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan tamamen ayrılmıştır. Kim Tağut'u inkâr edip Allah'a iman ederse en sağlam kulpa yapışmış olur." (Bakara, 2/256) Bu ayeti kerimede Yüce Allah, insanların inanç ve düşüncelerini kendi iradeleriyle belirlemelerine imkân tanımış ve bir inancın herhangi bir kimseye şiddet yoluyla kabul ettirilemeyeceğini bildirmiştir.
Bunun gördüğümüz kadarıyla birçok önemli hikmeti var. Birinci olarak Yüce Allah kendi vahyettiği dinin insanların fıtratlarına ve akli selimlerine uygun olduğunu bildiğinden akıllarını ve fıtri kabiliyetlerini çalışamaz hale getiren herhangi bir dış engelin olmaması durumunda bu dini kabul edeceklerini de biliyor. Dolayısıyla böyle bir dinin kabul edilmesinde herhangi bir zorlamaya gerek olmadığını duyuruyor. İkinci olarak inanç konusundaki zorlama münafıkların sayısının artmasına yol açar. Münafıklar iki türlüdür: Birinciler çıkarlarından dolayı, ikinciler ise karşı karşıya kaldıkları zorlamadan dolayı gerçekte benimsemedikleri bir inanç sistemini, hayat nizamını benimsemiş gibi görünürler.
Yüce Allah, birinci tür münafıkların ortaya çıkmasını engellemek için çeşitli kurallar koyduğu gibi ikinci tür münafıkların ortaya çıkmasını engellemek için de dini yaymada "zorlama" yolunun kullanılmasını yasaklamıştır. Buna rağmen İslâm çok kısa sürede bütün insanlığın gündemine girecek kadar yayılmış ve güçlü bir devlet ortaya çıkarmıştır.
Bugün İslam coğrafyasında ortaya çıkmış devletlerin hemen hemen tamamının terörle başı derttedir. Bu terör hareketlerinde bazen etnik kimlikler, bazen siyasi ve ideolojik değişim talepleri, bazen ekonomik problemler, bazen hürriyetlerin kısıtlanması, bazen insanların dini kimliklerine yönelik baskılar, bazen genel siyasi baskılar, bazen de daha başka şeyler besleyici unsur olmaktadır. Fakat ilginçtir ki bunların çoğunun söz konusu unsurları kitlesel taban kazanmak için kullandıkları, aslında o fikri altyapıyı pek temsil etmedikleri görülür. Örneğin etnik bir unsura yönelik baskılardan kaynaklanan problemleri besleyici unsur olarak kullanan örgütlerin en başta o etnik unsuru hedef alan terör eylemleri gerçekleştirmeleri bu açıdan dikkat çekicidir. Yine bazı örgütlerin dini bir kimlikle ortaya çıkmalarına rağmen en başta kendilerine rakip olarak gördükleri dini oluşumları hedef alan terör eylemleri gerçekleştirmeleri, öncelikle onların üstünde bir tehdit unsuru olmaları da üzerinde düşünülmesi gereken bir noktadır.
Bu arada şuna da işaret edelim ki, terör aynı zamanda çağdaş sömürgeci güçlerin geri kalmış ülkelere karşı kullandıkları demir sopalardan biridir. Bu yüzden terör örgütlerinin çoğu söz konusu güçlerin maşası durumundadırlar. Ancak bu örgütlerin kitlesel tabanını oluşturanlar bunun farkında değildirler. Onlar genellikle önlerine konulan ve çoğu zaman da kutsal olarak gösterilen gayelere hizmet ettiklerine inanırlar. Bazen örgütlerin lider kadrosunu oluşturanlar da bunun farkında olmazlar veya geç fark ederler. Fark ettikleri zaman da işin işten geçmiş olduğunu, kollarının, bacaklarının sıkı sıkıya bağlandığını yahut boyunlarına bir ip geçirildiğini, cendereden çıkmaya çabalamaları durumunda o ipin çekileceğini anlarlar.
Şiddet ve terörün iki yönü var: Bir yönünü saltanat ve gücü ellerinde bulunduranların bu konumlarını devam ettirmek için başvurdukları şiddet oluşturmaktadır ki buna resmi şiddet denilebilir. Diğer yönünü de saltanat ve gücü ele almak isteyenlerin başvurdukları şiddet oluşturmaktadır.
Resmi şiddet karşısında marjinal kalan gruplar şiddete başvurmak suretiyle hedeflerine ulaşamazlar. Çünkü hakimiyeti ellerinde bulunduranlar genellikle muhalefetteki marjinal gruplara nispetle çok daha güçlü olurlar. Ayrıca yukarıda zikrettiğimiz gibi marjinal grupların şiddete başvurması onlara karşı uygulanan resmi şiddet metoduna da bir gerekçe oluşturur. Bu yüzden bazen hakimiyeti ellerinde tutanlar marjinal grupları ezmek ve tasfiye etmek için onları şiddete başvurmaya teşvik ederler. Ancak halk tabanını karşısına alan resmi şiddet sonunda pes etmeye ve halk selinin önünden çekilmeye mecbur kalır. Bunun örneklerini görmek için yakın tarihe bakmak yeterlidir.
Resmi şiddet ve baskı yoluyla resmi ideolojilerin halk tabanına kabul ettirilmesi mümkün değildir. Çünkü ideolojiler genellikle düşünce ürünleridir. Düşünce ürünlerinin kabul edilmesi ise ikna olmaya, benimsemeye bağlıdır. İdeolojilerin baskı ve şiddet yoluyla halka zorla kabul ettirildiği ortamlarda sessiz ama kalabalık bir muhalefet oluşur. Bu muhalefetin resmi şiddet ve baskıya karşı harekete geçememesinin tek sebebi örgütlü olamamasıdır. Örgütsüz kalabalıklar dağınık boncuk taneleri gibidirler. Sayıları çoktur ama her biri kendini sadece bir fert olarak hisseder. Bu yüzden güç ve hakimiyeti ellerinde tutanlar bu tür bir muhalefeti "potansiyel tehlike" olarak görürler. "Potansiyel tehlike" pasif tehlikedir. Bu yüzden hakim sistem bu kalabalığın örgütlü hale gelmesini yani karşısındaki pasif tehlikenin aktif tehlikeye dönüşmesini önlemek için elinden geleni yapar. Ama bazen sistem bunu yapmaya çalıştığını zannederken ipin ucunu kaçırır ve o kalabalıkları arkasında tutan baraj setinin zorlanmasına yol açar. Sonuçta set bir yerinden çatlayınca önü alınamayacak bir sel akmaya başlar. Bu merhaleden sonra artık kalabalıkların örgütlü olmasına hiç ihtiyaç yoktur. İnsanların aynı acıdan dolayı ve aynı hedefle bir araya gelmesi söz konusu pasif tehlikenin aktif tehlikeye dönüşmesi için yeterlidir. Bu durumda rejimin baskı ve şiddet metodu da sonuç vermez ve daha önce Arnavutluk'ta, Güney Afrika'da, bazı komünist ülkelerde ve son olarak da Endonezya'da olduğu gibi hakimiyeti ellerinde tutanlar yenilgiyi kabullenmek zorunda kalırlar.
Güç ve hakimiyeti elde tutmak için baskı ve şiddet metoduna başvurulması bu yüzyılın başlarında olduğu kadar rantabl bir metot değildir. Bugün kitleler daha ciddi bir etkileşim içindedirler. Dolayısıyla "hak arama" duyarlılığı geçmişe oranla bir hayli artmıştır. Bu yüzden İslam coğrafyasında önemli çıkarları olan Batı bile artık bu metodu onaylamamakta bunun yerine halkla bir konsensüs oluşturulmasını önermektedirler. Tabii çok açık zıtlıkların karşı karşıya geldiği ortamlarda konsensüs oluşturulması mümkün değildir. Ancak kitlelerin kendilerini ifade etme ve haklarını dile getirme imkanlarının sağlandığı ortamlarda fikri konsensüs sağlanamasa bile şiddete başvurmadan hedefe doğru ilerleme konusunda konsensüs sağlanabilir.
Güç ve hakimiyetlerini sürdürmenin kitle tabanının büyük bir çoğunluğunun dizginlenmesine bağlı olduğunu düşünerek bu çoğunluğu hukuka ve insan haklarına aykırı yasalarla ayrıca bu yasaların da resmi şiddet yoluyla desteklenmesi suretiyle kontrol altına almaya kalkışanlar büyük bir yanılgı içindedirler. Bunu en son Endonezya örneği gözler önüne serdi. Endonezya'da diktatör Suharto kendi hakimiyetini ideolojik altyapıya kavuşturmak için "Pancasila (Beş Temel İlke)" adında bir ideoloji uydurdu. Ancak bunun kitlelerce kabul görmediğini görünce 1985'te Topluluk Yasası adında bir yasa çıkarıp halka zorla kabul ettirmeye çalıştığı fikirlerini yasal korumaya aldı. Üstelik bu yasanın uygulanabilmesi için resmi şiddeti de sonuna kadar kullanmaktan geri kalmadı. Ama kitlesel kalabalıkları tutan baraj setinin çatlaması sonucu akan selin önünde duramadı ve yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldı. Ne var ki şiddet şiddeti doğurdu ve sonuçtan bütün halk zarar gördü.
Huzur ve istikrarın ana unsuru hürriyet ortamıdır. Hürriyetlerin ablukaya alındığı bir ortamda huzur ve istikrar aramak karanlıkta iğne aramaya benzer. Şu da bilinmelidir ki insan fıtratı zaten doğruları kabullenmeye meyyaldir. Yeter ki muhatap alınan insanın fıtratı dejenere edilmiş olmasın ve siz de doğruları anlatmasını, tanıtmasını bilin.
Müslüman toplumların huzurlarını kaçırmak için ortaya çıkarılan terör örgütlerinin iplerini ellerinde tutan çağdaş sömürgeci güçlerin terör kavramını en çok İslami bilinçlenmeyi karalamak için kullanmaları da son derece ilgi çekicidir. Ne yazık ki günümüz dünyasında önemli bir yönlendirici güç haline gelen medyayı ellerinde tutan çağdaş sömürgeci güçler ve onların uzantıları bizzat kendilerinin yön verdikleri terörü yine bu terörden birinci derecede zarar görenleri karalamakta, hatta onlara karşı kamuoyunda yaygın bir kanaat oluşmasını sağlamak için kullanmaktadırlar.
Terörün kavram olarak da çoğu zaman saptırıldığına şahit oluyoruz. Dünya kamuoyunda teröre karşı bir tepki oluştuğundan herhangi bir fiili mücadelenin terör olarak nitelendirilmesi çoğu zaman, onun kitlelerin nazarında mahkum edilmesi için yeterli olmaktadır. Örneğin Rusya, haksız bir şekilde Çeçenistan'ı işgal etmesine karşı verilen haklı mücadeleyi terör olarak niteleyerek dünya kamuoyunun nazarında kendini haklı çıkarmaya çalışıyor. Gerçi Rusya bu konuda başarılı olabilmiş değildir. Ama ne yazık ki siyonist İsrail, hizmetindeki medya organlarının gücünden yararlanarak bunu kısmen başarabilmiştir. Oysa Filistin'de verilen mücadelenin esas itibariyle Çeçenistan'da verilen mücadeleden, Kosova'daki hak mücadelesinden hiçbir farkı yoktur. Siyonistler o topraklara, işgal, gasp ve şiddet yoluyla girmişlerdir. İsrail işgal devleti de çeşitli terör örgütleri tarafından katliamlarla kurulmuştur. Siyonistler terör yoluyla bu devleti kurduktan sonra da aynen Nazilerin metotlarını kullanarak milyonlarca Filistinliyi öz yurtlarını terk etmeye zorladılar. Filistin'de verilen mücadele de bugün ortaya çıkmış bir mücadele değildir. Siyonist terör örgütlerinin ortaya çıktığı, bu örgütlerin insanları katletmeye başladıkları tarihten buyana devam emektedir. Yani teröre karşı bir hak mücadelesi olarak ortaya çıkmıştır ve öyle devam etmektedir. Netice itibariyle Filistin'deki mücadele bütün yönleriyle incelendiği zaman Türkiye'deki İstiklal savaşından, Çeçenistan'daki, Bosna-Hersek'teki ve Kosova'daki mücadeleden hiçbir farkının olmadığı görülecektir.
Bizim Müslüman olarak hak mücadelesini desteklememiz ve zalime karşı mazlumun yanında yer almamız gerekir. Başkalarının bu hak mücadelesini terör olarak nitelemesi bizi ilgilendirmez. Rusya'ya göre Çeçen halkının mücadelesi bir terör ve isyandır. Ama bize göre şanlı bir direniştir. Çünkü yüzyıllardan beri zulüm altında inletilen bir halkın yeniden kendi onuruna kavuşturulmasını ve hakkın yerini bulmasını amaçlamaktadır. Keşmir halkının bağımsızlık savaşını Hindistan bir terör olarak nitelese de biz Hint zulmünün terör olarak nitelenmesinin daha doğru olacağına inanırız.
Sonuç itibariyle bütün kavramlar gibi terör kavramını da çok iyi tahlil etmek ve yerli yerine oturtmak gerekmektedir. Özellikle Müslüman toplumların başını ağrıtan terör örgütlerinin de kimler tarafından yönlendirildiklerinin iyi tespit edilmesine ihtiyaç var.