Arama

Şeriat Nedir? - Tek Mesaj #2

TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #2
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Şeriat Tanrı'nın Musa peygamber aracılığıyla İsrail halkına vermiş olduğu kanun veya yasaların tümüdür. Bu kanunların bazısı Yahudi halkının ibadet şekli, kurban sunuşları, kahinlerin hizmetiyle (Levililer kitabı) ilgilidir. Bazıları da on emir gibi bizzat Tanrıca verilmiş ahlaksal buyruklardır. Diğer yasalar pratik, sivil veya sosyal yaşamı içeren kanunlardır. Kölelere karşı tutum, mirasların dağılımı, mal mülk edinme, toprağı işlemek vs… gibi pratik yaşamda karşılaşılan sorunların çözümüyle ilgilidir.
Şeriat veya yasanın tümünü Tanrı'yı memnun eder derecede uygulamak veya izlemek olanaksızdır. Örneğin bir kimse on emrin dokuzunu yapıp da birini çiğnerse hepsinde de suçlu sayılmaktaydı. (Galatyalılar 4; ve Romalılar 7'nci bapları okuyunuz) Belki hemen sorabilirsin kimsenin yerine getiremeyeceği bu yasa sistemini neden Tanrı koydu? Hemen söylemeliyiz ki, Şeriatin Tanrı'nın kurtarma programında insanı kurtuluşa kılavuzlaması yönünde hazırlayıcı bir eğitmenlik rolü olmuştur. Elçi Pavlus'un da belirttiği gibi ‘Eğer şeriat ‘tamah etmeyeceksin' dememiş olsaydı biz tamahı veya tamahın günah olduğunu bilmeyecektik. Şeriat günahın varlığını ve yıkıcılığını belirgin kılar (Rom 7:7-14).

  • ‘İmandan gelen doğrulukla donatılalım diye, ruhsal yasa (şeriat) Mesih'in gelişine dek bizlere eğitmenlik yaptı. Ama şimdi iman geldiğine göre bundan böyle ruhsal yasanın eğitmenliği altında değiliz.' (Gal. 3:23)
  • ‘ Mesih kutsal yasanın sonudur.' (Rom. 10:4).
Bu demektir ki, şeriat kurtuluş veremez. Ancak insana insanın günahlılığını ve kendi kendini kurtaramayacağını gösterip, İsa Mesih'e, inayete ve kurtuluşa sevkeder. İşte Yasa'nın başlıca amacı budur. Kutsal Kitap bu nedenledir ki, kurtuluşun kesinlikle şeriatle olmayıp, Mesih'e iman yoluyla inayetle olduğunu ilan eder. Pavlus'un belirttiği gibi:
  • ‘İnsanın şeriat işlerinden değil, ancak Mesih İsa imanı ile salih sayılacağını bildiğimizden biz de Mesih İsa'ya iman ettik.' (Gal. 2:16; 3:11; Rom. 3:20; Elçi. 15:10-11).
Mesih İnanlıları Mesih'in getirdiği yeni inayet düzenlenmesi altında bulunduklarından artık şeriat altında değillerdir (Gal. 3:23) . Bu demek değildir ki, bizler şeriatı çiğniyoruz. İsa Mesih şeriati yıkmak için değil tamamlamak ve ona gerçek anlamını vermek için geldiğini bildirmiştir. Şimdi bizlerin şeriati yalnızca Mesih'in getirdiği yeni inayet ışığı altında algılayıp izlemesi gerekmektedir. Mesih'i ve O'nun getirdiği düzenlemeyi kabul edenler aslında şeriatı tamamlamış sayılırlar. Çünkü belirtmiş olduğumuz gibi şeriatin başlıca amacı insanları Mesih'e ve imanla kurtuluşa kılavuzlamaktır. Mesih geldikten sonra hala eski şeriat düzenlemesinde kalmak lanet altında kalmak demektir (Gal. 3:10-14; Kol. 2:14-15).

Şeriat Nedir?
İSLAM=ŞERİAT değildir.
İslamında bir şeriatı -kanun ve kurallar bütünü, anayasası- vardır.
Beşeri düzenlerin -Laiklik, demokrasi, krallık- de bir Şeriatı -kanun ve kurallar bütünü, anayasası- vardır.
İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran özelliklerin başında, duygularını ve düşüncelerini ifade edebilme kabiliyeti gelir. Genellikle "anlaşma maksadıyla kullanılan işaretler ve sesler sistemi" şeklinde tarif edilen dil, önemli bir vasıtadır.
Türkiye'de; son bir asır içerisinde birçok alanda değişiklikler olmuştur. Devletin şekli, kanunları, yazısı ve hatta adı değişmiştir.
Değişmeyen husus şudur: "Batı hayranları, ısrarla şeriat düşmanlığını resmî ideoloji hâline getirmeye çalışmışlardır" ve bunda muvaffak oldukları sâbittir.
Bilindiği gibi; "Kurulu bir düzenin, kanunlarla yasakladığı fiillere suç denilir" tarifi yaygındır. Bu noktada "Şeriatçı olmak suç mudur?" suali zihnimize takılabilir. Dolayısıyla önce; "Şeriat nedir?" sualine verilecek cevapta anlaşmak mecburiyetindeyiz.
Arapça olan şeriat kelimesi; Şe-Ra-A fülinden gelir. Lûgatta; insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol mânâsınadır. (1) Bu fiilin masdarı olan şeriat "geniş su yolu" demektir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "(Ey Peygamber!) Onlara denizin yakınındaki o kasabayı (onun hâlini ve ahalisinin başına gelenleri) sor. Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlal ederek haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın (şürre'an) meydana çıkarak yanlarına geliyorlardı. Diğer günler ise gelmiyorlardı. İşte biz itaatten çık' makta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk." (2) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada "şürre'an" su yolu , mânâsınadır. Elbette her suyun yolu olduğu gibi, kaynaklandığı bir pınarı da vardır. İşte suyun çıktığı yere "minhac", takip ettiği yola da şeriat denilir. İnsan ve toplum hayatını düzene koyan kuralların, hem bir çıkış kaynağı (esbab-ı mucibesi), hem kaynaktan sonra takip ettiği bir yolu (usûlü) vardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: Her ümmet için bir minhac ve şeriat tayin edildiği, sarih olarak beyan edilmiştir. (3) İslâm tarihçileri; Hz. Âdem (as)'dan günümüze kadar devam eden mücadeleyi el-milel ve'n-nihal temeline dayanarak izah etmişlerdir. el-Milel vahye dayanan ve Allahû Teâla (cc)'nın tayin ettiği şeriatı esas alan ve akıllarının tayin ettiği şeriata tâbi olan cemiyetlerin tarihini konu almaktadır. elMilel ve'n-nihal terkibini Türkçe'de şu şekilde ifade etmemiz mümkündür: "Vahye dayanan dinlerin ve akla dayanan ideolojilerin tarihi." Kısaca; dinlerin ve ideolojilerin tarihi de diyebiliriz.Bir toplumun bütün ferdleri bağlayan kurallara (kanunların tamamına) şeriat denilir. Kuvvetin esas alındığı ve güçlülerin daima haklı olduğu "Orman Kanunu" deyimi, Arapça'da ,reriatü' l-ğaab olarak ifadesini bulmuştur. (4)
İslâm'a karşı savaş açan Mekke müşriklerinin; Dârû'nNedve'de toplanarak, bütün ferdleri bağlayıcı kanunlar çıkardıkları malûmdur. Bu kanunların tamamına "Bâtıl Şeriat" demek mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de: "Yoksa onların (Mekke müşriklerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fâsid) dinlerinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş (işleri bitirilmiş)ti bile. Şüphesiz ki o zâlimlerin hakkı çetin bir azaptır." (5) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse, Dâru'n-Nedve'de kararlaştırılan ve Mekke'de yaşayan insanların tamamına uygulanan kanunlar da "Batıl dinden çıkarılan bir şeriat" olarak isimlendirilmiştir.
Dolayısıyla her toplumun (ister hak, ister bâtıl) bir şeriatı vardır. Mustafa Kemal Nutuk isimli eserinde: "şeriat demek; kanun demektir, nizam demektir" cümlesini bu mânâda kullanmıştır. Kendisi Osmanlı döneminin eğitim müesseselerinde yetiştiği için meseleye vâkıftır.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İnsan için iki yol vardır. Ya şeriatçı (kanun ve nizamdan yana) olacaktır, ya anarşist!.. Bu mânâda her laik devlet; vahyi esas almayan ve akla dayanan bir şeriat peşindedir.
Şurası muhakkaktır ki, bir müslüman; Allahû Teâla (cc)'nın kitabına ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine, kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Esasen "müslüman" kelimesi, teslim olan mânâsınadır. Her peygamberin görevleri vardır.
Şimdi Kur'ân-ı Kerimde, Resûl-l Ekrem (sav)'e verilen görevleri ana hatlarıyla izaha gayret edelim.
Birincisi: Allahû Teâla (cc)nın emirlerini tebliğ etmektir. Peygamberler Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin tebliğe memurdurlar. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "Ey Peygamber!.. Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan (Allah'ın) elçiliğini edâ ve ifâ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır" [6]. buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla düşünülemez. Zira murakebe altmdadırlar. Resûl-i Ekrem (sav): "Allah'ın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allah'ın sakındırdığı (nehyettiği) hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan menetmiş olmayayım." (7) diyerek, görevini hakkı ile edâ ettiğini belirtmiştir.
İkincisi: Şeriata tâbi olmak ve tâviz vermemektir. Bütün peygamberler, bir şeriati tebliğ etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine tebliğ edilen şeriata uymaması veya muhayyer olması düşünülemez. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Sonra seni de bir emr (hususunda) bu şeriatin üstüne me'mur kıldık. O halde sen ona (şeriata) tâbi ol!.. Bilmezlerin hevâ (ve heveslerine) sakın uyma!.." [8] hükmü beyan buyurulmuştur. Esasen şeriata tâbi olmak şeriattan taviz vermemek sadece peygamberlerin görevi değil, aynı zamanda o peygambere tâbi olan bütün insanların görevidir.
Üçüncüsü: İnsanlar arasında şeriatla hükmetmektir. Bütün peygamberler insanlara Allahû Teâla (cc)'ya ibadet ediniz!... Tâgût'a kulluk etmekten kaçınınız diye, tebliğatta bulunmuşlardır. Resûl-i Ekrem (sav) insanlar arasında, İslâm şeriatının nasıl tatbik edileceğini, bizzat tatbik ederek göstermiştir.
Nitekim bir âyet-i kerimede: "Allah'ın indirdikleriyle (insanlar arasında) hüküm et!.. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçm onlardan. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabul etmekten) yüz çevirirlerse bil ki Allah günahlarının biri (veya sadece yüz çevirmeleri) sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak i. İnsanların birçoğu muhakkak ki, Allah'ın emrinden dışarı çıkanlardır. Onlar hâlâ cahiliyet devrinin (o kötü) hükmünü mü arzu ediyorlar. şüphesiz (salih) bir kanaate (yakine) sahip bir kavm indinde, hükmü Allah'dan daha güzel kim olabilir?" (9) hükmü beyan buyurulmuştur.
Dikkat edilirse üç önemli görev, hep emir sigasıyla verilmiştir. Şeriata tâbi olma hususunda muhayyerlik yoktur. Peygambere vâris olan ûlemanın bu üç önemli görev hususunda titizlik göstermesi zarurîdir.Herhangi bir şeriata tâbi olma suç ilân edilirse, din ve vicdan hürriyetinden söz edilemez.
Kaldı ki sadece müslümanlar değil; TC vatandaşı olan yahudiler ve hıristiyanlar da bir şeriata tâbi olmuşlardır. Keyiflerini kanun haline getirmek isteyen yobazlar; tâgûtlarını memnun etmek için, İslâm düşmanlığını "Şeriatçıların başı ezilmelidir" sloganıyla sürdürmektedirler. Halbuki kendileri de bâtıl bir şeriatın emrindedirler. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi; cahiliyye gayretine kapılmış ve müslümanlara işkence etmeyi marifet zannetmişlerdir. Bu hususu açıkça ifade etmekte fayda vardır.
İSRAİL'de Şeriat Devletidir, Ama Orda "Kamusal Alan" ZIRVASI kabul görmez

Neden Şeriat?
Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.
Gözümüzü dünyaya açmamızla, nazarımızı kâinata salmamızla başlıyor hayat yolculuğumuz. Sonra, o eşsiz manzaralarm gerisinde bir düzeni, bir intizamı tanıyor; onun da gerisinde o düzeni Verenin özellikleri ile tanışıyoruz.
Sonra, yolumuz insanlık alemine yürüyor. Ve ne iç dünyamızda, ne de beraberce yaşayan insanlarm dünyasında aynı mükemmellikte bir düzen görünmüyor. Zira, insan iradesini yanlış tercihte kullanmakla, düzene muhalefet edebiliyor; kâinatın düzenine aykırı davranıp kendi âlemini fesada verebiliyor.
Ve işte orada, insanın âlemini düzenleyen emirler, kanunlar ile yüz yüze geliyoruz. Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.
Öylece anlıyoruz ki, "şu kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur." Şu kâinatı rahmetini, sevgisini, hikmetini, ilmini, kudretini... "Ol!" emriyle tecelli ettirerek var eden kim ise, vahy ile din ve şeriatı bildiren de Odur.
Sözün özü, kâinatın sahibi kim ise, dinin sahibi Odur. Kâinatta gördüğümüz kanunları Koyan kim ise, dinin getirdiği emirlerin sahibi Odur. Yaratılış kanunlarmm yani "şeriat-ı fıtriye"nin Şârü kim ise, vahiyle gelen şeriatın Şârü odur.
İşte bunu tesbit için, "Din ve şeriat-ı Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığmı gösteriyor" der Bediüzzaman Said Nursî. Ve işte bu yüzden, "İslâmiyet ve şeriat kâinatı kendiyle beraber tarif etmektedir."
Yani, şeriat ve kâinat ayrı değildir. Kâinatta iş gören yaratılış kanunları ayrı, vahyin gefirdiği emirler ve kanunlar ayrı değildir. İkisi bir bütündür. Biri birisiz olmaz. Gerçek veçhesiyle şeriat, bu bütünü temsil eder. Şeriat, "şeriat-ı fıtriye" ile vahiyle gelen şeriatı beraberce içerir.
İnsan, iradesinin söz konusu olmadığı yerde, zaten Allah'ın kâinata koyduğu nizama göre yaşıyor. Yememiz, içmemiz, sindirim, kan dolaşımı zaten Yaratanm ağza, mideye, kalbe, damarlara verdiği emirler dahilinde gerçekleşiyor. Kezâ, yürürken, otururken yerçekimi kanununa tâbi oluyoruz. Tohum ekip toprağı gübrelerken, yine yine o nizama uyuyoruz. Biliyoruz, "eken, biçer." Çalışıp çabalarken de o nizama, yani fıtrî şeriata göre hareket ediyoruz. Biliyoruz, "Çalışan kazanır."
Ve her bir kabiliyetimiz, bize fıtrî kanunlara uymayı emrediyor. Kudretin verilmesi çalışmayı emrediyor. Zekânın verilmesi ilmi emrediyor. İlmin verilmesi, o ilimle işgörmeyi emrediyor.
Bu mânâda, hepimiz nizama tâbiyiz; zira hepimiz fıtrî kanunlara, fıtrî şeriatın emirlerine uyarak yaşıyoruz.
Peki, irademizin söz konusu olduğu yerde ne yapacağız? Meselâ bir alışveriş ânında, o ilâhî emre nasıl uyacağız? Veyahut bir insan ile konuşurken, konuşmamızın konusu ne olacak ve nasıl konuşacağız?
İşte bu noktada, cevabı, iki şeriat birden veriyor. Ve Hz. Peygamber (a.s.m.) hem vahiyle gelen şeriatın ilk muhatabı, hem de şu kâinatta işgören fıtrî şeriata tâbi olan bir insan olarak, bize ıŞık tutuyor, yol gösteriyor rehber oluyor.
Nitekim, onun hayatına baktığımızda, vahyi biz insanlığa bildiren Hz. Peygamberin (a.s.m.) hepimiz gibi yiyen, içen, uyuyan, uyanan, çalışan, konuşan, gezen, alışveriş eden, sevinen, acı çeken, hasta olan, musibet gören bir insan olduğunu görüyoruz Her insan gibi, bir toplum içinde yaşadığmı görüyoruz.
Ve gün geliyor, o Peygamber (a.s.m.) ashabıyla bir sohbet anında, bize aklımızdaki o "nasıl ve niçin"in cevabını sunuyor. Yakınlarınlarında bir yerden, bir Yahudînin cenazesi geçerken soruyor bir sahabi:
"Ya Resulallah! Yanımızdan Yahudî cenazesi geçiyor. Ayağa kalkacak mıyız?"
Peygamber (a.s.m.) cevap veriyor: "Evet, kalkınız." İşte "nasıl"ın cevabı... Ardından, "niçin" de cevlanıyor: "Çünkü siz, o Yahudî cenazesine kalkmıyorsunuz. İnsanların canını kabzeden Zât-ı Zülcelâlin azametini tasdik için kalkıyorsunuz."
Böylece, Hz. Peygamber, cenazeye kalkıp-kalkmama gibi en basit bir gündelik hareketin dahi ölçüsünü veriyor. Hem "nasıl"ı, hem "niçin"i gösteriyor. Şeriata uyarak yapacağımız fülin kalkma mı, kalkmama mı olacak ğını, o fülin "niçin"i ile beraber gösteriyor.
Onun Sünrıetine tâbi olmayı çeşitli veçheleriyle ortaya koyduğu Sünnet-i Seniyye Risalesi'nde, Bediüzzman "doğrudan doğruya Sünnete ittiba etme"nin izahını o yüzden bu noktadan yapıyor. Öylece, ona uyularak yapılan ufacık bir hareketin dahi nasıl adetten ibadete dönüşeceğini açıklıyor.
"Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek," öncelikle "Resûl-i Ekrem'i (a.s.m.) hatıra getiriyor" diyor Said Nursî. Ve o insan, o hatırlama ile Hz. Peygambere (a.s.m.) uyarak işlediği o hareketin, "şeriatm bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. O dahi bir huzur verir."
Yani, Peygamberin (a.s.m.) Sünnetine uyan, hareketini ona göre yapan biri, önce Hz. Peygambere, sonra onun getirdiği şeriata, sonra o şeriatı vahyedene yönelir ve sonuç olarak, o hareketi sanki Onun huzurunda imiş gibi yapar. Sanki, doğrudan Ondan "Bunu böyle yap. Bunu bunun için böyle yap" diye emir alıyormuşcasına yapar.
Zaten, "en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeye mürâmat ettiği [uyduğu] dakikada, o adî muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor."
Meselâ, bakkala gittik, diyelim. Alışveriş yapacağız. Ekmek, peynir, zeytin alacağız. "Üç lira, beş kuruş" hesap-kitap deyip, hemencecik alıp vermez insan, düşünür: "Nasıl alışveriş etmeliyim? Sünnete göre 'nasıl'ın cevabı nedir?" Or'adan, Hz.Peygamberin "nasıl" yaptığına intikal eder. Ve o nasıl yapmışsa öyle yaparak, nasıl yapması gerektiğini vahiyle Bildireni, Şârü hatırlar. Kalbi Ona yönelir. O an, Onun huzurunda olduğunun şuuruyla, âdeta Ondan "Bunu böyle yap" emrini alarak, öyle alıp verir.
Ve ardından, "niçin" gelir elbette. Şeriatın ve Sünnetin bildirdiği o emir içinde, Onun rahmeti, hikmeti, adaleti, sevgisi, şefkati, ilmi, iradesi, kudreti, kendisini gösterir O emre uymakla, o emirde tecelli eden Rahîm, Rahman, Hakîm, Vedud, Alım, Kadîr, Adl, Hakem, Mürid, Hannan gibi güzel isimlerine ayna olur. Meselâ, bakkaldan peyniri, zeytini alırken, kendisini o rızk veren Rezzak'ın, o ikram eden Kerîm'in, o ihtiyacımızı gören Rahîm'in, o nimeti veren Mün'imin huzurunda hissederek, alışverişini yapar. Hz. Muhammed'in o tek hadisede örneğini verdiği gibi, cenazeye kalkar; ama "Zât-ı Zülcelâlinin azametini tasdik için" kalkar. Zeytini nlır; ama Mün'imin, Rezzak'ın, Kerîm'in, Rahîm'in merhametine şahit olarak alır.
Nitekim, Said Nursî, işte bu sır içindir ki, "Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları (hükümleri) içinde, cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın (Allah'ın güzel isimlerinin) her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi (bütün kâinatta görünen tecellileri temsil eden biri) olmaya çalış" der.
Zaten, şu dünyaya, Sânünin isimlerini tanıyıp ona külli bir muhatap olmak için gönderilmiş insanın yaratılış sırrı, ancak böylece tahakkuk etmiş olur. Kuvvetlerine, duygularına had konulmayan insan, Allah'ırı güzel isimlerinin hadsiz tecellîlerine ancak böylelikle ayna olabilir.
Ve insan, ancak bu şekilde, sonsuzluğu bulabilir. Bu şekilde aşağıların en aşağısından kurtulup, yücelerin en yücesine erişir. Bu şekilde, o sınır konulmamış duygular tohumunu çürütmemiş, bilâkis sınırsız kılmış olur.
Yoksa?
Aksi halde, yaratılış sırrma muhalefetle kendi kendine insanî mahiyetine konulan o güzel çiçeğin tohumunu çürütür insanoğlu. Ruhu cehennemler içinde yanan bir insan olarak yaşar, "acınacak bir misafir" olarak manen yaşadığı yere göçer. Bu kadarla da kalmaz, kendi âlemini fesada verdiği gibi, o ilâhî emirlere, şeriatın emrine uymamaktan gelen zulümler, kavgalar, hır-gürler ile âlemi de fesada verir.
Binlerce yıldır dünyanın yaşadığı onca acının, onca dövüşün, onca savaşın, onca kargaşanm altında yatan da, bu değil midir?
Hepimiz insanız. Hepimiz, bir devletin sınırları içinde yaşıyoruz, beraberce yaşadığımız başkaca insanlar var; bir toplumuz da. Ama, bütün bunlar insanı tarife kâfi gelmiyor. Keza, onun beslenme, barınma vs. gibi maddî ihtiyaçları da insanın ne olduğunu izahta yeterli olamıyor.
Çünkü, insan, bütün bunlarla beraber merak ediyor, düşünüyor, seviyor, inanıyor, acı çekiyor, lezzet alıyor. Aklı var; nazar ediyor, düşünüyor. Duyguları var; hissediyor. Kalbi var; seviyor, inanıyor. Vicdanı var; iyiliği emrediyor. Nefsi var; kötülüğü mellediyor. Hevası var; kötülüğü emrediyor. İradesi var; tercihte bulunuyor...
Böyledir insan.
Ve bu haliyle, aşağıların en aşağısı ile yücelerin en yücesi arasında gelgitler yaşar durur.
İnsanın yaratılış sırrına ermesi; her bir kabiliyetini veriliş maksadına göre kullanması, bu gel=git içindeki insanın duygularının, aklmın, kalbinin, her ne verilmişse, yücelerin en yücesine yönelişi ile mümkün olur.
İşte, şeriat, getirdiği hükümler, koyduğu emirler ile insanın bu yönü tercihine; kendisine verilmiş herşeyin doğru yönde kullanılmasına kapı açıyor, yol gösteriyor, ışık tutuyor.
Ve insanı bu yöne yine İslâmiyetin gösterdiği emirler dahilinde yöneltiyor. Zora, cebire başvurmuyor; birden bire kabule, düşünüp inanmadan iltizama mecbur etmiyor. Tazyik etmiyor; teŞvik ediyor. Kur'ân'da ayân-beyan görüldüğü üzere, öncelikle insanın gözünü, kulağına kâinata saldırıyor. Onu, gördüğünü, duyduğunu, tattığını... zahirî duygularıyla nazar ettiğini, aklıyla düşünmeye davet ediyor. O görülenin, o duyulanın gerisindeki fülleri bulmaya çağırıyor. İnsanın kâinata· dâvet edildiği henâyetin sonunda olduğu gibi, bu füller perdesi altındaki isimleri, o füleri işleyenin Hakîm, Alîm, Azîz, Rahîm, Vahid, Ehad, Samed.. bir Zât olduğunu bildiriyor. Onu bildirmesiyle kalbe imanı neşrediyor. Ondan haber vererek, vicdanı tahrik ediyor. Onun namına duygulara sesleniyor. Onun selâmı olarak, nefsin önüne yasaklar koyuyor. Onun iradesini bildirerek, cüz'î irademize doğru tercihi gösteriyor.
Mâdem öyledir, ancak iradesi bu yolu gösteren; aklı, kalbi, vicdanı, duyguları bu yönde işleyen biridir ki, onun bildirdiği emirleri yaşayabilir. Ancak böyle biridir ki, onun getirdiği din ve şeriatı hayatına taşıyabilir.
Tersinden alırsak, iradesi aksi yönü gösteren; aklı tabiat ve esbab içinde boğulmuş, Onun güzel isimlerini bulamamış; kalbindeki iman nuru sönmüş; vicdanı susmuş bir insan, Kur'ân'ın bildirdiği emirleri yaşayamaz. Bu durumdaki biri, vahiyle gelen ve Hz. Peygamberin bizzat yaşadığı ilâhî emirleri şeriatı hayatına taşıyamaz.
Bediüzzaman Said Nursî'nin "Şu zamanda üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır" dedikten sonra koyduğu "Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı iman meselesidir" hükmünü, işte bu açıdan dikkatlice değerlendirmek gerekir. Öyledir, ama "şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğü"nü söyler Bediüzzaman. Oysa, insanların üçü noktasında da birden vebir anda vaziyetlerini değiştirmelerini, fıtrî şeriatın gösterdiği emirler çerçevesinde, muhal bulur. Çünkü böylesi birşey, "nev'i beşerdeki câri olan âdetullaha ' muvafık gelmez."
Fıtratının gösterdiği gibi insanın düşünceden amele ulaşan hayat çizgisi, hayali kullanıp tahayyül etmekle başlar, hayaline suret giydirme ile devam eder; sonra akleder, kalbiyle tasdik eder, iz'an eder, iltizama erişir, itikad eder; ondan sonradır ki, o itikadına göre yaşar. Kur'ân'ın 49 defa "iman edenler ve amel-i salih işleyenler' derken, bir defa olsun "amel-i salih işleyenler ve iman edenler" demeyişi, fıtrî şeriatın bu mutlak hükmüne bir işaret değil midir?
Mâdem öyledir, Kur'ân'ın da işâret ettiği fıtrî şeriatın emri gereğince "en azim mesele yap(ıl)ıp, ötekileri esas yap(ıl)mayacaktır." Yani iman esas yapılıp, hayat ve şeriat esas yapılmayacaktır. Çünkü, fıtrî şeriatın emri budur. Çünkü, Kur'ân'm gösterdiği budur. Çünkü, Peygamberin (a.s.m.) gösterdiği budur. Çünkü, diğer ikisi de, esasında ancak böylelikle yaşanabilir.
Bu bakımdan, Bediüzzaman Said Nursî'nin 31 Mart Vak'ası sırasında "Şeriat istiyoruz!" diye sokağa fırlayan askerlere söylediği söz, bilhassa dikkat çeker. Askerliğin bir nizamı vardır; bir emir-komuta zinciri vardır. O nizamın dışına çıkmak, fıtrî şeriatın zıddınadır, dinin emirlerine de zıttır. Onun için şöyle der Bediüzzaman:
"Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz. Siz şeriat dersiniz, halbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz."
Bediüzzaman'm, "Sen de şeriat istemişsin" isnadı ile çıkarıldığı 31 Mart Divan-ı Harbindeki şu cevabı da, bu bakımdan önemlidir:
"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz [mutlak adalet] ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin istediği gibi değil."
Ki, Divanda Bediüzzaman, "şeriat"ı şöyle tarif. etmiştir: "Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir."


KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredatfi Garibi'I-Kur'ân, İstanbul 1986, Kahraman Yay., sh. 379-380.
(2) A'râf sûresi:163.
(3) Mecmualû't-Tefasir, İstanbul 1979, Çağrı Yay., c. II, sh. 296-297 (Mâide sûresi: 48.nci âyetin tefsiri).
(4) Osman Zeki Soyyiğit, Şericıt Kaı,gası, İstanbul 1987, sh.19 vd.
(5) Şûara sûresi: 21.
[6] Maide sûresi: 67(Tebliğle ilgili olarak bkz.: ÂI-i İmran sûresi:110; Ra'd sûresi: 40; Nahl sûresi: 82).
(7) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire,1972,(2. bsm.), sh.87, Madde: 286.
[8] Casiye sûresi: 18,(Şu âyetlerde vahye uyması emredilmiştir: En'am sûresi:106; Ahzab sûresi: 2,45)
(9) Mâide sûresi: 49-50