Arama

Şeriat Nedir?

Güncelleme: 6 Eylül 2015 Gösterim: 33.290 Cevap: 8
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
10 Eylül 2006       Mesaj #1
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Şeriat

Sponsorlu Bağlantılar
Şerîat, bir İslam dini terimi.


Etimoloji ve Tanım

Şeriat, Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilâhî emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın âyetleri, İslam'ın son peygamberi olan Muhammed'in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun"dur. Bu açıdan anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, "dinin insan eylemlerine (amel) ilişkin hükümlerinin bütünü", "dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı", "İslam Hukuku" gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Kısaca dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir.

Şeriat sözcüğü şer' (الشر ع) sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Bu sözcük beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır. Şeriat koyana "Şâri'"denir. İslam dininine göre tek şâri' yani şeriat koyucu (yani kural/hukuk koyucu) Allah'dır. Allah'a bundan dolayı "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği de olur. Ayrıca, İslam dininde peygamberler Allah'ın hükümlerini yani şeriatını ortaya koydukları ve insanlara haber verdikleri nedeniyle şari olarak anılabilirler. Şeriat sözcüğünün çoğulu "şerâyi"dir.

Şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18). İslam inancına göre son peygamber olarak kabul edilen Muhammed'den önce de birçok peygamber gelmiştir, bu peygamberlerin çoğunun Allah tarafından yeni bir şeriat yani kanun bütünü ile gönderildiğine inanılır, Muhammed'in getirdiği şeriat ta önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın şu ayetinde görülebilir: "Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu” (eş-Şûrâ, 42/13). .

Şeriatın Üç Ana Bölümü
Klasik İslam hukuku (fıkıh) alimleri, şeriatı üç ana bölümde incelemiştir: İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.

1. İbadetler: İbadet İslam'da, genel olarak Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban İslam'daki ibadete örnek olarak verilebilir.

2. Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.

3. Ceza hukuku:
İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve/veya toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedeni, mali veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 14 Şubat 2008 22:44
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
10 Eylül 2006       Mesaj #2
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
Şeriat Tanrı'nın Musa peygamber aracılığıyla İsrail halkına vermiş olduğu kanun veya yasaların tümüdür. Bu kanunların bazısı Yahudi halkının ibadet şekli, kurban sunuşları, kahinlerin hizmetiyle (Levililer kitabı) ilgilidir. Bazıları da on emir gibi bizzat Tanrıca verilmiş ahlaksal buyruklardır. Diğer yasalar pratik, sivil veya sosyal yaşamı içeren kanunlardır. Kölelere karşı tutum, mirasların dağılımı, mal mülk edinme, toprağı işlemek vs… gibi pratik yaşamda karşılaşılan sorunların çözümüyle ilgilidir.
Şeriat veya yasanın tümünü Tanrı'yı memnun eder derecede uygulamak veya izlemek olanaksızdır. Örneğin bir kimse on emrin dokuzunu yapıp da birini çiğnerse hepsinde de suçlu sayılmaktaydı. (Galatyalılar 4; ve Romalılar 7'nci bapları okuyunuz) Belki hemen sorabilirsin kimsenin yerine getiremeyeceği bu yasa sistemini neden Tanrı koydu? Hemen söylemeliyiz ki, Şeriatin Tanrı'nın kurtarma programında insanı kurtuluşa kılavuzlaması yönünde hazırlayıcı bir eğitmenlik rolü olmuştur. Elçi Pavlus'un da belirttiği gibi ‘Eğer şeriat ‘tamah etmeyeceksin' dememiş olsaydı biz tamahı veya tamahın günah olduğunu bilmeyecektik. Şeriat günahın varlığını ve yıkıcılığını belirgin kılar (Rom 7:7-14).

Sponsorlu Bağlantılar
  • ‘İmandan gelen doğrulukla donatılalım diye, ruhsal yasa (şeriat) Mesih'in gelişine dek bizlere eğitmenlik yaptı. Ama şimdi iman geldiğine göre bundan böyle ruhsal yasanın eğitmenliği altında değiliz.' (Gal. 3:23)
  • ‘ Mesih kutsal yasanın sonudur.' (Rom. 10:4).
Bu demektir ki, şeriat kurtuluş veremez. Ancak insana insanın günahlılığını ve kendi kendini kurtaramayacağını gösterip, İsa Mesih'e, inayete ve kurtuluşa sevkeder. İşte Yasa'nın başlıca amacı budur. Kutsal Kitap bu nedenledir ki, kurtuluşun kesinlikle şeriatle olmayıp, Mesih'e iman yoluyla inayetle olduğunu ilan eder. Pavlus'un belirttiği gibi:
  • ‘İnsanın şeriat işlerinden değil, ancak Mesih İsa imanı ile salih sayılacağını bildiğimizden biz de Mesih İsa'ya iman ettik.' (Gal. 2:16; 3:11; Rom. 3:20; Elçi. 15:10-11).
Mesih İnanlıları Mesih'in getirdiği yeni inayet düzenlenmesi altında bulunduklarından artık şeriat altında değillerdir (Gal. 3:23) . Bu demek değildir ki, bizler şeriatı çiğniyoruz. İsa Mesih şeriati yıkmak için değil tamamlamak ve ona gerçek anlamını vermek için geldiğini bildirmiştir. Şimdi bizlerin şeriati yalnızca Mesih'in getirdiği yeni inayet ışığı altında algılayıp izlemesi gerekmektedir. Mesih'i ve O'nun getirdiği düzenlemeyi kabul edenler aslında şeriatı tamamlamış sayılırlar. Çünkü belirtmiş olduğumuz gibi şeriatin başlıca amacı insanları Mesih'e ve imanla kurtuluşa kılavuzlamaktır. Mesih geldikten sonra hala eski şeriat düzenlemesinde kalmak lanet altında kalmak demektir (Gal. 3:10-14; Kol. 2:14-15).

Şeriat Nedir?
İSLAM=ŞERİAT değildir.
İslamında bir şeriatı -kanun ve kurallar bütünü, anayasası- vardır.
Beşeri düzenlerin -Laiklik, demokrasi, krallık- de bir Şeriatı -kanun ve kurallar bütünü, anayasası- vardır.
İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran özelliklerin başında, duygularını ve düşüncelerini ifade edebilme kabiliyeti gelir. Genellikle "anlaşma maksadıyla kullanılan işaretler ve sesler sistemi" şeklinde tarif edilen dil, önemli bir vasıtadır.
Türkiye'de; son bir asır içerisinde birçok alanda değişiklikler olmuştur. Devletin şekli, kanunları, yazısı ve hatta adı değişmiştir.
Değişmeyen husus şudur: "Batı hayranları, ısrarla şeriat düşmanlığını resmî ideoloji hâline getirmeye çalışmışlardır" ve bunda muvaffak oldukları sâbittir.
Bilindiği gibi; "Kurulu bir düzenin, kanunlarla yasakladığı fiillere suç denilir" tarifi yaygındır. Bu noktada "Şeriatçı olmak suç mudur?" suali zihnimize takılabilir. Dolayısıyla önce; "Şeriat nedir?" sualine verilecek cevapta anlaşmak mecburiyetindeyiz.
Arapça olan şeriat kelimesi; Şe-Ra-A fülinden gelir. Lûgatta; insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol mânâsınadır. (1) Bu fiilin masdarı olan şeriat "geniş su yolu" demektir.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de "(Ey Peygamber!) Onlara denizin yakınındaki o kasabayı (onun hâlini ve ahalisinin başına gelenleri) sor. Hani onlar cumartesi gününün hürmetini ihlal ederek haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün balıklar akın akın (şürre'an) meydana çıkarak yanlarına geliyorlardı. Diğer günler ise gelmiyorlardı. İşte biz itaatten çık' makta olduklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk." (2) hükmü beyan buyurulmuştur. Burada "şürre'an" su yolu , mânâsınadır. Elbette her suyun yolu olduğu gibi, kaynaklandığı bir pınarı da vardır. İşte suyun çıktığı yere "minhac", takip ettiği yola da şeriat denilir. İnsan ve toplum hayatını düzene koyan kuralların, hem bir çıkış kaynağı (esbab-ı mucibesi), hem kaynaktan sonra takip ettiği bir yolu (usûlü) vardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: Her ümmet için bir minhac ve şeriat tayin edildiği, sarih olarak beyan edilmiştir. (3) İslâm tarihçileri; Hz. Âdem (as)'dan günümüze kadar devam eden mücadeleyi el-milel ve'n-nihal temeline dayanarak izah etmişlerdir. el-Milel vahye dayanan ve Allahû Teâla (cc)'nın tayin ettiği şeriatı esas alan ve akıllarının tayin ettiği şeriata tâbi olan cemiyetlerin tarihini konu almaktadır. elMilel ve'n-nihal terkibini Türkçe'de şu şekilde ifade etmemiz mümkündür: "Vahye dayanan dinlerin ve akla dayanan ideolojilerin tarihi." Kısaca; dinlerin ve ideolojilerin tarihi de diyebiliriz.Bir toplumun bütün ferdleri bağlayan kurallara (kanunların tamamına) şeriat denilir. Kuvvetin esas alındığı ve güçlülerin daima haklı olduğu "Orman Kanunu" deyimi, Arapça'da ,reriatü' l-ğaab olarak ifadesini bulmuştur. (4)
İslâm'a karşı savaş açan Mekke müşriklerinin; Dârû'nNedve'de toplanarak, bütün ferdleri bağlayıcı kanunlar çıkardıkları malûmdur. Bu kanunların tamamına "Bâtıl Şeriat" demek mümkündür. Nitekim Kur'ân-ı Kerım'de: "Yoksa onların (Mekke müşriklerinin) Allah'ın izin vermediği şeyleri (o fâsid) dinlerinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı aralarında mutlaka (dünyada icra) edilmiş (işleri bitirilmiş)ti bile. Şüphesiz ki o zâlimlerin hakkı çetin bir azaptır." (5) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse, Dâru'n-Nedve'de kararlaştırılan ve Mekke'de yaşayan insanların tamamına uygulanan kanunlar da "Batıl dinden çıkarılan bir şeriat" olarak isimlendirilmiştir.
Dolayısıyla her toplumun (ister hak, ister bâtıl) bir şeriatı vardır. Mustafa Kemal Nutuk isimli eserinde: "şeriat demek; kanun demektir, nizam demektir" cümlesini bu mânâda kullanmıştır. Kendisi Osmanlı döneminin eğitim müesseselerinde yetiştiği için meseleye vâkıftır.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İnsan için iki yol vardır. Ya şeriatçı (kanun ve nizamdan yana) olacaktır, ya anarşist!.. Bu mânâda her laik devlet; vahyi esas almayan ve akla dayanan bir şeriat peşindedir.
Şurası muhakkaktır ki, bir müslüman; Allahû Teâla (cc)'nın kitabına ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnetine, kayıtsız ve şartsız teslim olmuştur. Esasen "müslüman" kelimesi, teslim olan mânâsınadır. Her peygamberin görevleri vardır.
Şimdi Kur'ân-ı Kerimde, Resûl-l Ekrem (sav)'e verilen görevleri ana hatlarıyla izaha gayret edelim.
Birincisi: Allahû Teâla (cc)nın emirlerini tebliğ etmektir. Peygamberler Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeksizin tebliğe memurdurlar. Nitekim bir âyet-i kerime'de: "Ey Peygamber!.. Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan (Allah'ın) elçiliğini edâ ve ifâ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır" [6]. buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla düşünülemez. Zira murakebe altmdadırlar. Resûl-i Ekrem (sav): "Allah'ın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allah'ın sakındırdığı (nehyettiği) hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan menetmiş olmayayım." (7) diyerek, görevini hakkı ile edâ ettiğini belirtmiştir.
İkincisi: Şeriata tâbi olmak ve tâviz vermemektir. Bütün peygamberler, bir şeriati tebliğ etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in kendisine tebliğ edilen şeriata uymaması veya muhayyer olması düşünülemez. Nitekim bir âyet-i kerimede: "Sonra seni de bir emr (hususunda) bu şeriatin üstüne me'mur kıldık. O halde sen ona (şeriata) tâbi ol!.. Bilmezlerin hevâ (ve heveslerine) sakın uyma!.." [8] hükmü beyan buyurulmuştur. Esasen şeriata tâbi olmak şeriattan taviz vermemek sadece peygamberlerin görevi değil, aynı zamanda o peygambere tâbi olan bütün insanların görevidir.
Üçüncüsü: İnsanlar arasında şeriatla hükmetmektir. Bütün peygamberler insanlara Allahû Teâla (cc)'ya ibadet ediniz!... Tâgût'a kulluk etmekten kaçınınız diye, tebliğatta bulunmuşlardır. Resûl-i Ekrem (sav) insanlar arasında, İslâm şeriatının nasıl tatbik edileceğini, bizzat tatbik ederek göstermiştir.
Nitekim bir âyet-i kerimede: "Allah'ın indirdikleriyle (insanlar arasında) hüküm et!.. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiği (hükümlerin) bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçm onlardan. Eğer onlar (indirilen hükümleri kabul etmekten) yüz çevirirlerse bil ki Allah günahlarının biri (veya sadece yüz çevirmeleri) sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak i. İnsanların birçoğu muhakkak ki, Allah'ın emrinden dışarı çıkanlardır. Onlar hâlâ cahiliyet devrinin (o kötü) hükmünü mü arzu ediyorlar. şüphesiz (salih) bir kanaate (yakine) sahip bir kavm indinde, hükmü Allah'dan daha güzel kim olabilir?" (9) hükmü beyan buyurulmuştur.
Dikkat edilirse üç önemli görev, hep emir sigasıyla verilmiştir. Şeriata tâbi olma hususunda muhayyerlik yoktur. Peygambere vâris olan ûlemanın bu üç önemli görev hususunda titizlik göstermesi zarurîdir.Herhangi bir şeriata tâbi olma suç ilân edilirse, din ve vicdan hürriyetinden söz edilemez.
Kaldı ki sadece müslümanlar değil; TC vatandaşı olan yahudiler ve hıristiyanlar da bir şeriata tâbi olmuşlardır. Keyiflerini kanun haline getirmek isteyen yobazlar; tâgûtlarını memnun etmek için, İslâm düşmanlığını "Şeriatçıların başı ezilmelidir" sloganıyla sürdürmektedirler. Halbuki kendileri de bâtıl bir şeriatın emrindedirler. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi; cahiliyye gayretine kapılmış ve müslümanlara işkence etmeyi marifet zannetmişlerdir. Bu hususu açıkça ifade etmekte fayda vardır.
İSRAİL'de Şeriat Devletidir, Ama Orda "Kamusal Alan" ZIRVASI kabul görmez

Neden Şeriat?
Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.
Gözümüzü dünyaya açmamızla, nazarımızı kâinata salmamızla başlıyor hayat yolculuğumuz. Sonra, o eşsiz manzaralarm gerisinde bir düzeni, bir intizamı tanıyor; onun da gerisinde o düzeni Verenin özellikleri ile tanışıyoruz.
Sonra, yolumuz insanlık alemine yürüyor. Ve ne iç dünyamızda, ne de beraberce yaşayan insanlarm dünyasında aynı mükemmellikte bir düzen görünmüyor. Zira, insan iradesini yanlış tercihte kullanmakla, düzene muhalefet edebiliyor; kâinatın düzenine aykırı davranıp kendi âlemini fesada verebiliyor.
Ve işte orada, insanın âlemini düzenleyen emirler, kanunlar ile yüz yüze geliyoruz. Arıyı başsız, karıncayı emirsiz bırakmayan Rabbimizin nebiler aracılığıyla insana göndermekle insanı sevdiğini gösteriyor ve ona en büyük nimetini sunuyor.
Öylece anlıyoruz ki, "şu kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine Odur." Şu kâinatı rahmetini, sevgisini, hikmetini, ilmini, kudretini... "Ol!" emriyle tecelli ettirerek var eden kim ise, vahy ile din ve şeriatı bildiren de Odur.
Sözün özü, kâinatın sahibi kim ise, dinin sahibi Odur. Kâinatta gördüğümüz kanunları Koyan kim ise, dinin getirdiği emirlerin sahibi Odur. Yaratılış kanunlarmm yani "şeriat-ı fıtriye"nin Şârü kim ise, vahiyle gelen şeriatın Şârü odur.
İşte bunu tesbit için, "Din ve şeriat-ı Muhammediyede (a.s.m.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki, kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığmı gösteriyor" der Bediüzzaman Said Nursî. Ve işte bu yüzden, "İslâmiyet ve şeriat kâinatı kendiyle beraber tarif etmektedir."
Yani, şeriat ve kâinat ayrı değildir. Kâinatta iş gören yaratılış kanunları ayrı, vahyin gefirdiği emirler ve kanunlar ayrı değildir. İkisi bir bütündür. Biri birisiz olmaz. Gerçek veçhesiyle şeriat, bu bütünü temsil eder. Şeriat, "şeriat-ı fıtriye" ile vahiyle gelen şeriatı beraberce içerir.
İnsan, iradesinin söz konusu olmadığı yerde, zaten Allah'ın kâinata koyduğu nizama göre yaşıyor. Yememiz, içmemiz, sindirim, kan dolaşımı zaten Yaratanm ağza, mideye, kalbe, damarlara verdiği emirler dahilinde gerçekleşiyor. Kezâ, yürürken, otururken yerçekimi kanununa tâbi oluyoruz. Tohum ekip toprağı gübrelerken, yine yine o nizama uyuyoruz. Biliyoruz, "eken, biçer." Çalışıp çabalarken de o nizama, yani fıtrî şeriata göre hareket ediyoruz. Biliyoruz, "Çalışan kazanır."
Ve her bir kabiliyetimiz, bize fıtrî kanunlara uymayı emrediyor. Kudretin verilmesi çalışmayı emrediyor. Zekânın verilmesi ilmi emrediyor. İlmin verilmesi, o ilimle işgörmeyi emrediyor.
Bu mânâda, hepimiz nizama tâbiyiz; zira hepimiz fıtrî kanunlara, fıtrî şeriatın emirlerine uyarak yaşıyoruz.
Peki, irademizin söz konusu olduğu yerde ne yapacağız? Meselâ bir alışveriş ânında, o ilâhî emre nasıl uyacağız? Veyahut bir insan ile konuşurken, konuşmamızın konusu ne olacak ve nasıl konuşacağız?
İşte bu noktada, cevabı, iki şeriat birden veriyor. Ve Hz. Peygamber (a.s.m.) hem vahiyle gelen şeriatın ilk muhatabı, hem de şu kâinatta işgören fıtrî şeriata tâbi olan bir insan olarak, bize ıŞık tutuyor, yol gösteriyor rehber oluyor.
Nitekim, onun hayatına baktığımızda, vahyi biz insanlığa bildiren Hz. Peygamberin (a.s.m.) hepimiz gibi yiyen, içen, uyuyan, uyanan, çalışan, konuşan, gezen, alışveriş eden, sevinen, acı çeken, hasta olan, musibet gören bir insan olduğunu görüyoruz Her insan gibi, bir toplum içinde yaşadığmı görüyoruz.
Ve gün geliyor, o Peygamber (a.s.m.) ashabıyla bir sohbet anında, bize aklımızdaki o "nasıl ve niçin"in cevabını sunuyor. Yakınlarınlarında bir yerden, bir Yahudînin cenazesi geçerken soruyor bir sahabi:
"Ya Resulallah! Yanımızdan Yahudî cenazesi geçiyor. Ayağa kalkacak mıyız?"
Peygamber (a.s.m.) cevap veriyor: "Evet, kalkınız." İşte "nasıl"ın cevabı... Ardından, "niçin" de cevlanıyor: "Çünkü siz, o Yahudî cenazesine kalkmıyorsunuz. İnsanların canını kabzeden Zât-ı Zülcelâlin azametini tasdik için kalkıyorsunuz."
Böylece, Hz. Peygamber, cenazeye kalkıp-kalkmama gibi en basit bir gündelik hareketin dahi ölçüsünü veriyor. Hem "nasıl"ı, hem "niçin"i gösteriyor. Şeriata uyarak yapacağımız fülin kalkma mı, kalkmama mı olacak ğını, o fülin "niçin"i ile beraber gösteriyor.
Onun Sünrıetine tâbi olmayı çeşitli veçheleriyle ortaya koyduğu Sünnet-i Seniyye Risalesi'nde, Bediüzzman "doğrudan doğruya Sünnete ittiba etme"nin izahını o yüzden bu noktadan yapıyor. Öylece, ona uyularak yapılan ufacık bir hareketin dahi nasıl adetten ibadete dönüşeceğini açıklıyor.
"Doğrudan doğruya sünnete ittiba etmek," öncelikle "Resûl-i Ekrem'i (a.s.m.) hatıra getiriyor" diyor Said Nursî. Ve o insan, o hatırlama ile Hz. Peygambere (a.s.m.) uyarak işlediği o hareketin, "şeriatm bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. O dahi bir huzur verir."
Yani, Peygamberin (a.s.m.) Sünnetine uyan, hareketini ona göre yapan biri, önce Hz. Peygambere, sonra onun getirdiği şeriata, sonra o şeriatı vahyedene yönelir ve sonuç olarak, o hareketi sanki Onun huzurunda imiş gibi yapar. Sanki, doğrudan Ondan "Bunu böyle yap. Bunu bunun için böyle yap" diye emir alıyormuşcasına yapar.
Zaten, "en küçük bir muamelede, hatta yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeye mürâmat ettiği [uyduğu] dakikada, o adî muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor."
Meselâ, bakkala gittik, diyelim. Alışveriş yapacağız. Ekmek, peynir, zeytin alacağız. "Üç lira, beş kuruş" hesap-kitap deyip, hemencecik alıp vermez insan, düşünür: "Nasıl alışveriş etmeliyim? Sünnete göre 'nasıl'ın cevabı nedir?" Or'adan, Hz.Peygamberin "nasıl" yaptığına intikal eder. Ve o nasıl yapmışsa öyle yaparak, nasıl yapması gerektiğini vahiyle Bildireni, Şârü hatırlar. Kalbi Ona yönelir. O an, Onun huzurunda olduğunun şuuruyla, âdeta Ondan "Bunu böyle yap" emrini alarak, öyle alıp verir.
Ve ardından, "niçin" gelir elbette. Şeriatın ve Sünnetin bildirdiği o emir içinde, Onun rahmeti, hikmeti, adaleti, sevgisi, şefkati, ilmi, iradesi, kudreti, kendisini gösterir O emre uymakla, o emirde tecelli eden Rahîm, Rahman, Hakîm, Vedud, Alım, Kadîr, Adl, Hakem, Mürid, Hannan gibi güzel isimlerine ayna olur. Meselâ, bakkaldan peyniri, zeytini alırken, kendisini o rızk veren Rezzak'ın, o ikram eden Kerîm'in, o ihtiyacımızı gören Rahîm'in, o nimeti veren Mün'imin huzurunda hissederek, alışverişini yapar. Hz. Muhammed'in o tek hadisede örneğini verdiği gibi, cenazeye kalkar; ama "Zât-ı Zülcelâlinin azametini tasdik için" kalkar. Zeytini nlır; ama Mün'imin, Rezzak'ın, Kerîm'in, Rahîm'in merhametine şahit olarak alır.
Nitekim, Said Nursî, işte bu sır içindir ki, "Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları (hükümleri) içinde, cilveleri intişar eden Esma-i Hüsnanın (Allah'ın güzel isimlerinin) her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi (bütün kâinatta görünen tecellileri temsil eden biri) olmaya çalış" der.
Zaten, şu dünyaya, Sânünin isimlerini tanıyıp ona külli bir muhatap olmak için gönderilmiş insanın yaratılış sırrı, ancak böylece tahakkuk etmiş olur. Kuvvetlerine, duygularına had konulmayan insan, Allah'ırı güzel isimlerinin hadsiz tecellîlerine ancak böylelikle ayna olabilir.
Ve insan, ancak bu şekilde, sonsuzluğu bulabilir. Bu şekilde aşağıların en aşağısından kurtulup, yücelerin en yücesine erişir. Bu şekilde, o sınır konulmamış duygular tohumunu çürütmemiş, bilâkis sınırsız kılmış olur.
Yoksa?
Aksi halde, yaratılış sırrma muhalefetle kendi kendine insanî mahiyetine konulan o güzel çiçeğin tohumunu çürütür insanoğlu. Ruhu cehennemler içinde yanan bir insan olarak yaşar, "acınacak bir misafir" olarak manen yaşadığı yere göçer. Bu kadarla da kalmaz, kendi âlemini fesada verdiği gibi, o ilâhî emirlere, şeriatın emrine uymamaktan gelen zulümler, kavgalar, hır-gürler ile âlemi de fesada verir.
Binlerce yıldır dünyanın yaşadığı onca acının, onca dövüşün, onca savaşın, onca kargaşanm altında yatan da, bu değil midir?
Hepimiz insanız. Hepimiz, bir devletin sınırları içinde yaşıyoruz, beraberce yaşadığımız başkaca insanlar var; bir toplumuz da. Ama, bütün bunlar insanı tarife kâfi gelmiyor. Keza, onun beslenme, barınma vs. gibi maddî ihtiyaçları da insanın ne olduğunu izahta yeterli olamıyor.
Çünkü, insan, bütün bunlarla beraber merak ediyor, düşünüyor, seviyor, inanıyor, acı çekiyor, lezzet alıyor. Aklı var; nazar ediyor, düşünüyor. Duyguları var; hissediyor. Kalbi var; seviyor, inanıyor. Vicdanı var; iyiliği emrediyor. Nefsi var; kötülüğü mellediyor. Hevası var; kötülüğü emrediyor. İradesi var; tercihte bulunuyor...
Böyledir insan.
Ve bu haliyle, aşağıların en aşağısı ile yücelerin en yücesi arasında gelgitler yaşar durur.
İnsanın yaratılış sırrına ermesi; her bir kabiliyetini veriliş maksadına göre kullanması, bu gel=git içindeki insanın duygularının, aklmın, kalbinin, her ne verilmişse, yücelerin en yücesine yönelişi ile mümkün olur.
İşte, şeriat, getirdiği hükümler, koyduğu emirler ile insanın bu yönü tercihine; kendisine verilmiş herşeyin doğru yönde kullanılmasına kapı açıyor, yol gösteriyor, ışık tutuyor.
Ve insanı bu yöne yine İslâmiyetin gösterdiği emirler dahilinde yöneltiyor. Zora, cebire başvurmuyor; birden bire kabule, düşünüp inanmadan iltizama mecbur etmiyor. Tazyik etmiyor; teŞvik ediyor. Kur'ân'da ayân-beyan görüldüğü üzere, öncelikle insanın gözünü, kulağına kâinata saldırıyor. Onu, gördüğünü, duyduğunu, tattığını... zahirî duygularıyla nazar ettiğini, aklıyla düşünmeye davet ediyor. O görülenin, o duyulanın gerisindeki fülleri bulmaya çağırıyor. İnsanın kâinata· dâvet edildiği henâyetin sonunda olduğu gibi, bu füller perdesi altındaki isimleri, o füleri işleyenin Hakîm, Alîm, Azîz, Rahîm, Vahid, Ehad, Samed.. bir Zât olduğunu bildiriyor. Onu bildirmesiyle kalbe imanı neşrediyor. Ondan haber vererek, vicdanı tahrik ediyor. Onun namına duygulara sesleniyor. Onun selâmı olarak, nefsin önüne yasaklar koyuyor. Onun iradesini bildirerek, cüz'î irademize doğru tercihi gösteriyor.
Mâdem öyledir, ancak iradesi bu yolu gösteren; aklı, kalbi, vicdanı, duyguları bu yönde işleyen biridir ki, onun bildirdiği emirleri yaşayabilir. Ancak böyle biridir ki, onun getirdiği din ve şeriatı hayatına taşıyabilir.
Tersinden alırsak, iradesi aksi yönü gösteren; aklı tabiat ve esbab içinde boğulmuş, Onun güzel isimlerini bulamamış; kalbindeki iman nuru sönmüş; vicdanı susmuş bir insan, Kur'ân'ın bildirdiği emirleri yaşayamaz. Bu durumdaki biri, vahiyle gelen ve Hz. Peygamberin bizzat yaşadığı ilâhî emirleri şeriatı hayatına taşıyamaz.
Bediüzzaman Said Nursî'nin "Şu zamanda üç mesele var: biri hayat, biri şeriat, biri imandır" dedikten sonra koyduğu "Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı iman meselesidir" hükmünü, işte bu açıdan dikkatlice değerlendirmek gerekir. Öyledir, ama "şimdiki umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat göründüğü"nü söyler Bediüzzaman. Oysa, insanların üçü noktasında da birden vebir anda vaziyetlerini değiştirmelerini, fıtrî şeriatın gösterdiği emirler çerçevesinde, muhal bulur. Çünkü böylesi birşey, "nev'i beşerdeki câri olan âdetullaha ' muvafık gelmez."
Fıtratının gösterdiği gibi insanın düşünceden amele ulaşan hayat çizgisi, hayali kullanıp tahayyül etmekle başlar, hayaline suret giydirme ile devam eder; sonra akleder, kalbiyle tasdik eder, iz'an eder, iltizama erişir, itikad eder; ondan sonradır ki, o itikadına göre yaşar. Kur'ân'ın 49 defa "iman edenler ve amel-i salih işleyenler' derken, bir defa olsun "amel-i salih işleyenler ve iman edenler" demeyişi, fıtrî şeriatın bu mutlak hükmüne bir işaret değil midir?
Mâdem öyledir, Kur'ân'ın da işâret ettiği fıtrî şeriatın emri gereğince "en azim mesele yap(ıl)ıp, ötekileri esas yap(ıl)mayacaktır." Yani iman esas yapılıp, hayat ve şeriat esas yapılmayacaktır. Çünkü, fıtrî şeriatın emri budur. Çünkü, Kur'ân'm gösterdiği budur. Çünkü, Peygamberin (a.s.m.) gösterdiği budur. Çünkü, diğer ikisi de, esasında ancak böylelikle yaşanabilir.
Bu bakımdan, Bediüzzaman Said Nursî'nin 31 Mart Vak'ası sırasında "Şeriat istiyoruz!" diye sokağa fırlayan askerlere söylediği söz, bilhassa dikkat çeker. Askerliğin bir nizamı vardır; bir emir-komuta zinciri vardır. O nizamın dışına çıkmak, fıtrî şeriatın zıddınadır, dinin emirlerine de zıttır. Onun için şöyle der Bediüzzaman:
"Hem de şeriat istiyorsunuz. Fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz. Siz şeriat dersiniz, halbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz."
Bediüzzaman'm, "Sen de şeriat istemişsin" isnadı ile çıkarıldığı 31 Mart Divan-ı Harbindeki şu cevabı da, bu bakımdan önemlidir:
"Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet [mutluluk sebebi] ve adalet-i mahz [mutlak adalet] ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin istediği gibi değil."
Ki, Divanda Bediüzzaman, "şeriat"ı şöyle tarif. etmiştir: "Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir."


KAYNAKLAR
(1) Geniş bilgi için bkz. Râgıb el-Isfahanî, el-Müfredatfi Garibi'I-Kur'ân, İstanbul 1986, Kahraman Yay., sh. 379-380.
(2) A'râf sûresi:163.
(3) Mecmualû't-Tefasir, İstanbul 1979, Çağrı Yay., c. II, sh. 296-297 (Mâide sûresi: 48.nci âyetin tefsiri).
(4) Osman Zeki Soyyiğit, Şericıt Kaı,gası, İstanbul 1987, sh.19 vd.
(5) Şûara sûresi: 21.
[6] Maide sûresi: 67(Tebliğle ilgili olarak bkz.: ÂI-i İmran sûresi:110; Ra'd sûresi: 40; Nahl sûresi: 82).
(7) İmam-ı Şafü, er-Risale, Kahire,1972,(2. bsm.), sh.87, Madde: 286.
[8] Casiye sûresi: 18,(Şu âyetlerde vahye uyması emredilmiştir: En'am sûresi:106; Ahzab sûresi: 2,45)
(9) Mâide sûresi: 49-50


yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
10 Şubat 2008       Mesaj #3
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.

Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.

Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.
Şeriat ne demektir?

Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara geliyor.
Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.

İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.
Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”

Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan içerü.

Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır

Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur.Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.
İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.

İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.

Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz. Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.

Şeriatın imandan tam alarak ayrı olup olmadığı meselesinde imanın iki konusunu görmemiz gerekir: Birincisi, teolojik meseleler, kelam ilminin konusu olan uygulaması olmayan (amel dışı) meseleler. İkincisi, amellerin hela, haram, faz gibi teklifi değerleriyle ilgili hükümler. İşte bu ikincisinde şeriatın aynı zamanda bir iman konusu olarak ortaya çıktığını göstermekteyiz. Buna göre şu gerçeğin altını çizebiliriz. Şeriat, İslam'dan ayrı, İslam'ın dışında bir şey değildir. Şeriate karşı çıkmak dine karşı çıkmaktır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar ve netten alıntılar
MaRCeLLCaT - avatarı
MaRCeLLCaT
Ziyaretçi
28 Kasım 2008       Mesaj #4
MaRCeLLCaT - avatarı
Ziyaretçi
Kaynak Vikipedia

Şeriat

Şeriat, Arapça kökenli bir sözcük olup; "yol; mezhep; metod; âdet; insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol" anlamına gelir. İslam dinindeki terimsel anlamı ise "ilâhî emir ve yasaklar toplamı", "İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın âyetleri, İslam'ın son peygamberi olan Muhammed'in söz ve fiilleri (sünnet/hadis) ve İslâm bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları hususlara dayanan ilâhî kanun"dur. Bu açıdan anlam olarak din terimine benzeyen şeriat teriminin din teriminden farklılığı kullanım şeklindedir. Zira şeriat, "dinin insan eylemlerine (amel) ilişkin hükümlerinin bütünü", "dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı", "İslam Hukuku" gibi anlamlar için kullanılmaktadır. Kısaca dini hükümlerin bütünü ve dinin dünyevi ve maddi yönü olarak tanımlanabilir.
Şeriat sözcüğü şerea' (الشر ع) sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Bu sözcük beyan etmek anlamında olup, şeriat koymak manasında da kullanılır. Şeriat koyana "Şâri'"denir. İslam dininine göre tek şâri' yani şeriat koyucu (yani kural/hukuk koyucu) Allah'dır. Allah'a bundan dolayı "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği de olur. Ayrıca, İslam dininde peygamberler Allah'ın hükümlerini yani şeriatını ortaya koydukları ve insanlara haber verdikleri nedeniyle şari olarak anılabilirler. Şeriat sözcüğünün çoğulu "şerâyi"dir.
Şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18). İslam inancına göre son peygamber olarak kabul edilen Muhammed'den önce de birçok peygamber gelmiştir, bu peygamberlerin çoğunun Allah tarafından yeni bir şeriat yani kanun bütünü ile gönderildiğine inanılır, Muhammed'in getirdiği şeriat ta önceki şeriatların bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Bu İslam'ın kutsal kitabı Kur'an'ın şu ayetinde görülebilir: "Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu” (eş-Şûrâ, 42/13). .

Şeriatın Üç Ana Bölümü

Klasik İslam hukuku (fıkıh) alimleri, şeriatı üç ana bölümde incelemiştir: İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.

  1. İbadetler: İbadet İslam'da, genel olarak Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit eylemi kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetlerin uygulanması kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban İslam'daki ibadete örnek olarak verilebilir.
  1. Muameleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslam dini doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ve hatta devletler hukukuna ait hükümler getirmiştir.
  1. Ceza hukuku: İslam şeriatının kullanımda olduğu bir İslam ülkesinde, İslam dininin emir ve yasaklarına uymayan ve/veya toplumsal düzeni bozmaya çalışan kimselere karşı verilecek bedeni, mali veya caydırıcı bazı cezai hükümleri kapsar.
İslam Şeriatının Kaynakları

İslam şeriatı klasik olarak temelde dört delile dayanır. Bunlar Şer'i deliller olarak da anılan: Kitap Kur'an, Sünnet, İcmâ' ve Kıyas'tır.


  • Kur'an, içerdiği hükümler)
  • Sünnet, (İslam'ın son peygamberi Muhammed'in söz ve fiilleri)
  • İcmâ' (İslam bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları konular)
  • Kıyas, (birbirine benzeyen meselelerin hükümlerinde de benzerlik bulunması)
Fakat azınlıktaki bazı İslam hukuku bilginleri bu dört temel delilden İcmâ' ve Kıyas'ı kabul etmemişlerdir; Zahiri mezhebi gibi.
Bir hükmün İslami nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır.
Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen maslahat (toplum yararı), örf ve adet, İslam'dan önceki şeriatlar (Şer'ü men kablena), Sahabe görüşleri (Sahabi kavli) gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır.
İslam dininin en önemli İslam hukuku bilginlerinden olan; Ebû Hanîfe (ö. 767), Şâfiî (ö. 819), Mâlik b. Enes (ö.795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 855)'in temsil ettiği İslam hukuku (fıkıh) ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirmişlerdir.
ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
19 Eylül 2011       Mesaj #5
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Şeriat
MsXLabs.org & İslam Ansiklopedisi & Vikipedi

Sözlükte takip edilecek yol, ırma­ğın su içilecek yeri demektir. Terim anlamı, Allah tarafından peygamber vasıtasıyla bildirilen hükümlerin, emir ve yasakların karşılığıdır. Çünkü bu anlamıyla hem usûl-i dini hem de fürû-ı dini içermektedir. Daha tam anlamıyla şeriat, kulun Allah'la ve kulun kullarla olan ilişkilerini düzenleyen hükümler topluluğudur demek­tir. Her türlü ibâdet, alışveriş, evlenme-boşanma, miras, akitler (söz­leşmeler) vasiyet, vd. şeriatın kapsamı­na giren konulardır.

İslam Şeriatının Kaynakları
Tüm müslüman hukuk otoriterlerinin ortak kabul ettiği iki ana kaynak Ku'ran ve sünnettir. İcmada farklı yorumlanmakla beraber üçüncü ortak kaynak kabul edilir. Dördüncü kaynak olarak Şia İsna aşeriye aklı kabul eder. Sünni Hanefi ve şafilerde kıyası kabul ederler. Hanbeliler üç esasdan sonrasını kabul etmezler. İslam şeriatı klasik Hanefi hukuk ekolü olarak temelde dört delile dayanır. Bunlar Şer'i deliller olarak da anılır:
  • Kur'an (içerdiği hükümler)
  • Sünnet (İslamın Peygamberi Muhammed'in söz ve fiilleri)
  • İcmâ (İslam bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları konular)
  • Kıyas (birbirine benzeyen meselelerin hükümlerinde de benzerlik bulunması)
Fakat azınlıktaki bazı İslam hukuku bilginleri bu dört temel delilden icmâ ve kıyası kabul etmemişlerdir; Zahiri mezhebi gibi.
Bir hükmün İslami nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır.
Şerîat hükümleri kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan başka fer'î deliller adı verilen maslahat (toplum yararı), örf ve adet, İslam'dan önceki şeriatlar (Şer'ü men kablena), Sahabe görüşleri (Sahabi kavli) gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır.
İslam dininin en önemli İslam hukuku bilginlerinden olan; Cafer-i Sadık (ö 765), Ebû Hanîfe (ö. 767), Şâfiî (ö. 819), Mâlik b. Enes (ö.795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 855)'in temsil ettiği İslam hukuku ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirmişlerdir.

Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!
CeLebRindaL - avatarı
CeLebRindaL
VIP why did you go why
24 Aralık 2011       Mesaj #6
CeLebRindaL - avatarı
VIP why did you go why
OXFORD’A GÖRE ŞERIAT NEDIR?
Birçok kişi için, şeriat kelimesi alarm zilleri çaldırır...Bu tepkilerdeki endişeler, şeriat teriminin ortak yanlış algısını yansıtır. Yanlışlık, terimin iki anlama geldiği gerçeğinden kaynaklanır. En yaygın kullanımda, şeriat (yol, izlek) İslam kanunundan söz eder. Dünyanın her yerindeki Müslüman ülkelerde, evlilik, boşanma ve miras konularına bakan şeriat mahkemeleri vardır. Bazı ülkelerde, örneğin Suudi Arabistan ve Pakistan’da, şeriat kanunun yetkisi ceza ve ticaret hukukun belirli yönlerini de kapsar. Her iki ülkede de, örneğin, yasal kanunlara had(hudüd) cezaları da dâhil edilmiştir. Had cezaları –örneğin, zina için taşlama ve hırsızlık için elin kesilmesi- İslam’ın ilk zamanlarında uygulanmıştır ve yargıcın takdiriyle cezalandırılabilecek ve tazmin ya da kısas yoluyla çözülebilecek diğer suçların aksine mecburi sayılmışlardır.Ancak şeriatın çok daha geniş bir anlamı da vardır. Kur’anda vahyedilen ve Peygamber Muhammed’in Sünnet’te örneklendirdiği İslam’ın çekirdek inançları ve uygulamalarıyla bu kaynaklardan çıkarılan kanunları kapsar. Esas inançlar ve uygulamalar sabit kalırken, onlardan çıkarılan kanunlar zamanla değişir ve belirgin farklılıklar gösterir. Bunun nedeni bu kanunların çoğunun Kur’andan ve Sünnet’ten yorum yoluyla çıkarılmasından kaynaklanır. Kur’an, örneğin, miras tanzimi gibi bazı kesin yasamalar içerir. Ekseri otoriteler, bu düzenlemelerin yoruma bağlı olmadığına inanmaktadır. Ancak Kur’an öğretilerinin çoğunluğu belirli hukuki kurallara tercüme edilmesi için insani çabaya ihtiyaç duyan ahlaki rehberlik ve tavsiyeler şeklindedir. Kur’an ve Sünnet’i yasal anlamlarının anlaşmasındaki insani çabaya fıkıh (anlama) adı verilmektedir.Fıkıh terimi aynı zamanda insani çabayla tertiplenmiş yasalara atıf için de kullanılır. İlahi kaynaktan geldiğine yani mükemmel ve değişmez olduğuna inanılan şeriat kanunlarının aksine, fıkıh kanunları insan mahsulüdür ve bu nedenle gayri mükemmel ve yenilenmeye meyilli olarak görülürler. Gerçekten de, İslami hukukun gövdesi 14 yüzyıldan beri gelişmektedir ve farklı şartlar ve değişen şartlara göre uyarlanmıştır ve İslami yasal yürütmenin 5 ekolü ortaya çıkmıştır. Diğer herhangi bir yasal sistemde olduğu gibi, yorumlar farklılıklar göstermektedir, bazı kurallar yürürlükten kaldırılırken yenileri ortaya çıkmıştır. Fıkıh’ın resmi “kökler”inden biri de, şartlar zorladığında kuralları yeniden yorumlama amacı taşıyan entelektüel çabadır. (içtihat)...Sürgündeki Tunuslu düşünür Raşit Gannüşi, toplumun otoritesi olarak tanımladığı şura yani Kur’anın katılımcı hükümet prensibine dayanarak, laik demokrasilere Müslümanların katılımını savunur. “Bağımsızlık, kalkınma, sosyal birlik, sivil haklar, insan hakları, siyasi çoğulculuk, yargının bağımsızlığı, basın özgürlüğü, cami ve İslami ibadetlerinin özgürlüğü” gibi hayati İslami amaçlara ulaşmak için yardımcı olmaya hevesli herkesle Müslümanlar çalışmalıdır.Hangi kanunların kesin olarak içtihada tabi olması noktasında birçok farklı görüş vardır. Muhafazakar alimler arasında inandıkları kanunların şeriat olarak korunması ve bu nedenle de içtihada tabi olmaması gerektiği yaygındır. Reformcu düşünürler, şeriat ve fıkıh arasındaki farkı çok daha önemli vurgu yaparlar. Bu tartışma tarih boyunca İslami söylemin bir özelliği olmuştur.Ünlü hukuk alimi İbni Teymiye (1328) Allah’ın vahyi ve ideal olara şeriatın teknik kullanımıyla, belirli kurallardan söz eden jenerik kullanımı arasını ayırmada başarısız olanları eleştirmiş ve cahil ve adil olmayan kadıların kararlarının şeriatla karıştırılmasına karşı uyarmıştır. Şeriat metinleri hangi kanunlarla adil ya da değil hüküm verilebileceği ölçüsü dahi koymuştur: şeriatın “maksatları” ve “amaçları” (makaşit). Bu amaçlar arasında yaşama, din, aile, mülk ve fikir hakkı olarak tanımlanan insan haklarının korunması da vardır. Eğer bu haklar korunmuyorsa, kanunlar yeniden düşünülmelidir.Müslümanların şeriatın ebediyetine ve evrenselliğine vurgu yaptıkları doğrudur, ancak bu İslami kanunların değiştirilemez olduğu ya da herkesin İslami kanunla yönetilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bunun anlamı şeriatın değer ve amaçlarının hayatın tüm yönlerini kapsadığıdır. Bazı alimler şeriatın amaçlarını yerine getiren her yasanın doğal olarak İslami olduğu dahi öne sürmüşlerdir. Şeriatla yönetildiğinde dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanan Müslümanların var olduğu doğrudur. Açık sözlü bir azınlık dışında yine de bu duruş ruhsaldır, siyasi değil. Tamara Sonn ( 21 Ağustos 2008 )
O Kadar Kalabalik ki Yalnizligim..
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
9 Eylül 2012       Mesaj #7
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Şeriat
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

İslâm inancına göre, Tanrı'nın insan eylemlerine verdiği yön, insanların izlemeleri için gösterdiği yol. Şeriat, insanın, yalnız çevresi ve Tanrı ile olan dış ilişkilerini düzenler, iç dünyasıyla, inançlarıyla ilgilenmez. İnsanî edimler iki türlüdür.
  • Tanrı'ya karşı olan yükümlülüklerin yerine getirilmesi (namaz kılmak, oruç tutmak vb.),
  • İnsanların birbirleriyle ve dış dünyayla olan ilişkileri.
Bunları hukuk ve ahlâk kuralları düzenler. Her insan, eylemlerinin şeriata uyup uymadığını bilemez, bilmek için uzmanlık gereklidir. Şeriat uzmanları fıkıhçılardır, gerektiğinde onlara başvurulur. Bu görevi üstlenen fıkıhçılara müftü denir. Müftülerin, bir işin şeriata uyup uymadığı konusundaki sorulara verdikleri yanıtlara da fetva adı verilir. Eskiden, müftüler ve kadılar, çözemedikleri sorunları, başkanları olan şeyhülislâmdan sorarlardı. Türkiye'de şimdi bu görevi Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenmiştir. Şeriat, Şiî mezheplerde ve tasavvuf tarikatlarında çok değişik anlayışlarla yorumlanır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
theMira
tuğba31 - avatarı
tuğba31
VIP Özel Üye-VIP
9 Haziran 2013       Mesaj #8
tuğba31 - avatarı
VIP Özel Üye-VIP
Şeriat Nedir?
MsXLabs & Dini Kavramlar Sözlüğü

Şeriat kelimesi, "ş-r-`a" kökünden gelmekte olup türevleriyle birlikte Kur'ân'ın dört ayrı yerinde geçmektedir. Sözlükte "su yolu, bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su içmek ve almak için gidilen yol, doğru yol, Hak din yolu, büyük ve geniş cadde, aydınlık ve ışık" gibi manalara gelmektedir. Toplumlar için amelî hükümler, emir ve yasaklar anlamına gelen şeriat, bütün ilâhî dinlerde peygamberlerin aracılığıyle gönderilen ortak bir unsurdur: "Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma." (Câsiye, 45/18), "(Ey ümmetler) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı..." (Mâide, 5/48).
İslâm bilginlerinin bu âyetlere getirdikleri yorumlara göre din; esasa ilişkin inanç, usul ve prensip, şeriat ise her peygamberin kendi devrinde bu usule dayalı olarak ortaya koyduğu amelî kurallar ve tatbikatın adı olmuştur. Geniş yol anlamına gelen minhac da ilk insandan bu yana, Allah'ın dininde değişmeden gelen îmân esasları olarak açıklanmıştır. Bu durumda minhac ile şeriat dinin içeriğini ve sınırlarını oluşturmaktadır.
Toplumların ihtiyaçlarına göre gönderilen dinlerde tedricî değişiklikler olmuştur. Önceki dinde yasak olan bazı fiiller, sonraki dinde helâl kılınmış veya bunun tersi olmuştur. Ancak inanç esasları hepsinde birdir. İsimleri ve hükümleri farklı da olsa bütün ilâhî dinlerin özü birdir. Peygamberimiz, bu hususu şöyle açıklamıştır: "Biz peygamberler baba bir kardeşleriz. Dînimiz birdir." (Buhârî, Enbiyâ, 48)
"Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü"nde bu terim şöyle açıklanmıştır: "Şeriat, dîn manasında da müstameldir. Bu takdirde hem ahkâm-ı asliyye denilen itikadıyyatı, hem de ahkâm-ı fer'iyye denilen ibadetleri, ahlâkı ve muamelatı ihtiva etmektedir." (F.K.)
Cici
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
6 Eylül 2015       Mesaj #9
Safi - avatarı
SMD MiSiM
ŞERİAT, -ti a. (ar. şer"den şerfat).
1. Kuran'a dayanan İslam hukuku. (Bk. ansikl. böl.)
2. Esk. Doğru yol.
3. Tanrı buyruğu, ilahi kanun.
4. Şeriat-ı garra, İslamiyet. |j Şeriat-ı iseviye, İsa peygamberin ilettiği ilahi buyruklar; İsa peygamberin şeriatı. || Şeriat-ı islamiye, şeriat-ı Mu- hammediye, şeriat-ı Ahmediye, İslam şeriatı. || Şeriat-ı Müsaviye, Musa peygamberin ilettiği ilahi buyruklar, Musa peygamberin şeriatı.

—isi. Allah'ın, insanların eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü. (Bk. ansikl. böl.)

—ANSİKL. Sözcük, genellikle İslam dini, dinin buyruk ve yasaklarının tümü ve daha özel olarak Allah'ın Hz. Peygamber aracılığıyla insanların eylemlerini düzenlemek için koyduğu yasalar anlamına gelir. Ayrıca, daha çok çoğul (şerai) olarak hükümler anlamına da kullanılır.
Kuran'da şeriat sözcüğü bir tek ayette (XLV, 18) “din işlerinde uyulması gereken yol" anlamında geçer. Ayrıca bir ayette (V, 48) aynı anlamda (şir'a), bir ayette (XLII, 13) "şeriat yaptı” anlamında tekil (şeraa), bir ayette de (XLII, 21) "şeriat yaptılar” anlamında çoğul (şeraû) biçiminde fiil olarak kullanılır.
önceleri “şeriat" ve "şer" sözcükleri genellikle İslam dini, tanrısal buyruklar ve yasakların bütünü anlamına kullanılırken, VIII. yy.'dan başlamak üzere, giderek aka- id ve ahlak konulanna ilişkin buyruk ve yasaklar, ayrı alanlar durumuna geldi ve şeriat, özel olarak "muamelat" (ibadet ve hukuk konuları) içeren bir disiplin oldu. Şeriat konularını inceleyen bilime de fıkıh" adı verildi. Şeriatın bir parçası olarak ibadet, yükümlülük koşullarını taşıyan müs- lümanların Allah ile ilişkilerini, hukuk ise öteki insanlar ve eşya ile olan ilişkilerini düzenler. Her iki durumda da şeriat, nesnel (objektif) bir kurum olarak kişiyi, iç dünyası, duygu, niyet ve taşanları bakımından kendi haline bırakır ve öncelikle kişinin eylemlerinin biçimsel yönden yasalara uyup uymadığını göz önüne alır. Ancak bu durum, giderek katı bir biçimciliğin doğmasına yol açmış; bu nedenle özellikle sufiler, "ehl-i zahir", "ulemayı rüsum" (biçimci bilginler) dedikleri şeriat bilginlerini, dinin biçimsel yanına ağırlık vererek ahlaksal özünü ihmal ettikleri gerekçesiyle şiddetle eleştirmişlerdir. Şeriat bilginlerinin tam tersine, kendilerini "hakikat ve batın ehli" sayan Hallacı Mansur, Rabiat ül -Adeviye, Hamdun el-Kassar gibi bazı sufiler, ahlaksal özden yoksun şeriatçılığı gereksiz, hatta zararlı bir biçimcilik sayarlar. Bunlardan başka Haris-i Muhasibi, Ebu Talip el-Mekki, Kuşeyri, Gazali gibi hem şeriat hem de tasavvuf alanlarında otorite sayılan kişiler, biçimsel yanlarıyla birlikte dinin ahlaksal özünü de korumak gerektiğini savunarak uzlaşmacı bir yol izlemişlerdir.
Şeriat bilgisi temelde Kuran ve hadislerden elde edilir. Bu nedenle özellikle yöntembilimsel açıdan özel bir bilim dalı olan tefsir ve hadis de şeriat bilimi, anlamına gelen fıkıh için yardımcı disiplinlerdir. Şeriatta sorunların çözümü, öncelikle Kuran ve hadislerde aranır. Eğer, bu iki ana kaynakta ortadaki sorunla ilgili açık bir hüküm bulunamazsa, hakkında hüküm bulunan başka bir benzer soruna kıyas yapılarak çözüm aranır. Bu nedenle kıyas, şeriatta önemli bir yöntem oluşturur Şeriatta fıkıh otoritesine müçtehit denir. Müçtehit, şeriata ilişkin bir sorunun çözümü konusunda Kuran ve hadislerden hüküm bulup çıkartmak için olanca gücüyle çalışır (istinbat); ancak, çözüm bulamaması durumunda, yine bu temel kaynakların genel ilkelerine aykırı düşmemesi koşuluyla, kendi içtihad'ı ile yeni bir çözüm getirir. Bu yöntemlerle saptanan hükümler üzerinde fıkıh bilginlerinin (fukaha) görüş birliğine varmalarına ya da Şafiilikteki anlayışa göre, müslümanların uygulama birliğine gitmelerine "icmaı ümmet" ya da kısaca "icma" denir. Ne var ki, tüm fıkıh bilginleri Kuran ve hadislerin temel kaynaklar olduğu konusunda görüş birliği etmişlerse de kıyas, içtihat ve icmanın geçerliliği, sınırları, koşulları ve değeri gibi konularda fıkıh mezhepleri farklı görüş ve uygulamalara gitmişlerdir. Bu nedenle tüm müslümanların ortaklaşa benimseyip uyguladıkları bir tek şeriattan söz etmek olanaksızdır. Bir mezhebin şeriat doktrini öteki mezheplerden her zaman az çok farklı olmuş ve bu görüş ayrılıkları sorunlara değişik açılardan yaklaşmaya, değişik çözümler önermeye olanak verecek değerde zengin bir şeriat literatürünün doğmasına yol açmıştır, özellikle son yüz yıl içinde bazı müslüman bilginlerinin uzlaştırma girişimlerinden de söz etmek gerekir.

Şeriat, yalnızca kesin buyruklar ve kesin yasaklar biçiminde hükümler koymakla yetinmez; ayrıca yapmaya ya da yapmamaya (vazgeçmeye) özendirici hükümleri de içerir. Bu açıdan şeriat hükümleri- beş ana başlık altında incelenir:
1. farz ya da vacip, işlenmesi ödüllendirme, işlenmemesi cezalandırma sonucu doğuran işlere ilişkin kesin buyurucu hüküm;
2. haram, işlenmesi cezayı gerektiren hüküm;
3. sünnet, müstahap, mendup, işlenmesi öğütlenen ve ödüllendirilen, ancak, işlenmemesi cezalandırma sonucu doğurmayan işlere ilişkin hüküm;
4. mekruh, şeriatça hoş görülmeyen, bununla birlikte cezayı gerektirecek kadar da kötü sayılmayan işlere ilişkin hüküm;
5. mubah, yapılması ya da yapılmaması tümüyle serbest olan işlere ilişkin hüküm.
Şeriatta farz ya da haram hükümlerini taşıyan eylemlerden, özellikle ibadetlere ilişkin olanlarının çoğunun hukuksal yaptınmı yoktur; buna karşılık insanlar arasındaki ilişkileri (insanın insan, insanın eşya ile olan) düzenleyen farzlarla haramların hem dinsel (âhire! azabı ya da ödülü) hem de hukuksal yaptırımı vardır. Sünnet ve mekruhların yaptırımlarıysa tümüyle dinsel ve ahlaksaldır.
Eylemler, şeriatta medeni hukuk açısından sahih, batıl ve fasit olmak üzere başlıca üç bölüme aynlır. Kurallara (erkân) uygun ve tüm gerekli koşulları taşıyan işlem sahih, kurallara aykırı işlem batıl, koşullarında eksiklik bulunan işlem fasittir. Bu eksiklik sonradan tamamlanırsa işlem sahih, tamamlanmazsa batıl olur.
Şeriatı uygulayan kişiye kadı denir. Kadının resmi görevi yargıçlıktır ve verdiği kararlar bağlayıcıdır. Bunun dışında bir de müftü (müfti) vardır ki, onun kararlarının bağlayıcılığı yoktur Müftü, yalnızca isteyen müslümanların sorunlarını resmi olmayan yoldan çözümlemelerine olanak sağlar; ayrıca kadı yalnız hukuksal sorunlara bakarken müftü ibadet ve itikat konularında da fetvalar verir. Müftü, şeriata ilişkin olayların ahlaksal özüne de önem verdiğinden, bazı durumlarda kadının hükmü ile müftünün fetvası çelişik olabilir. Bu nedenle şeriatta kaza ve fetva ayrılığından söz edilir.
Kaynak: Büyük Larousse

Benzer Konular

9 Ağustos 2010 / misafir Soru-Cevap