Fransızca’daki Renaissance (Yeniden Doğuş) terimi, İtalyanca’daki rinascimento veya rinascita terimlerinin karşılığıdır. Avrupa sanatlarındaki yenilenme, kökenini İtalya’da bulur. Bu ülkede yenilenme, Antikçağ edebiyatının, felsefesinin ve bilimlerinin yeniden keşfedilmesine ve deneysel yöntemlerin evrimine bağlanır.
Sanatın Öyküsü, Gombrich 1400 yıllarına dek sanat, Avrupa’nın hemen her yerinde benzer bir gelişme göstermişti. O dönemin Gotik ressam ve heykelcilerinin üslubunun uluslararası bir ad taşıdığını anımsayalım. Fransa, İtalya, Almanya ve Borgonya’nm başlıca sanatçılarının gerçekleştirmek istedikleri amaçlar birbirine çok yakındı. Doğaldır ki tüm Ortaçağ boyunca, ulusal farklılıklar hep varolmuştur. Örneğin, XIII. yüzyılda, İtalya ile Fransa arasındaki farklılıklar gibi. Ama genelde, pek önemli değildi bu ayrılıklar. Bu durum, yalnızca sanat için değil, kültür ve siyaset için de geçerlidir. Ortaçağın kültürlü adamlarının hepsi Latince konuşup Latince yazıyorlardı. Onlara göre, Paris, Padova veya Oxford Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmanın hiç bir farkı yoktu. O çağın soylularının ortak yanı şövalyelik ülküleriydi. Krala veya derebeylere bağlılıkları; onların, belirli bir halkın veya ulusun öncüleri olmalarını engelliyordu. Fakat kentsoylularla ve tacirlerle dolan kentler baron şatolarından daha önemli merkezler haline geldikçe, bu durum Ortaçağın sonuna doğru giderek değişmeye başladı. Tacirler ana dillerini konuşuyorlar, dışardan gelen bir yabancıya veya rakibe karşı birlik oluyorlardı. Her kent kendi durumunu, kendi ticaret ve sanayi ayrıcalıklarını kıskanıyor, bununla övünç duyuyordu. Ortaçağda iyi bir usta bir işyerinden ötekisine gidebilir, bir manastırdan ötekisine öğütlenebilirdi, fakat o ustanın uyrukluğu konusunda bilgi toplamak hemen kimsenin aklından geçmezdi. Ama kentler önem bakımından büyüdükçe, bütün zanaatçı ve ustalar gibi sanatçılar da, bugünkü sendikalara çok benzeyen loncalarda örgütlendiler. Bu loncaların görevi, üyelerinin hak ve ayrıcalıklarını korumak, onların ürünlerine güvenlikli bir pazar sağlamaktı. Bir kimsenin, bir loncaya alınabilmesi için, belirli bir becerinin tanıtını vermesi, böylece kendi sanatında gerçekten bir usta olduğunu göstermesi gerekliydi. O zaman dükkân açabilir, çırak tutabilir, sunak masası tabloları, portreler, resimli sandıklar, sancaklar ve benzeri şeyler için sipariş kabul edebilirdi. ( Osmanlı Sanatı bağlamında benzer örgütlenmelerden söz edilecektir) Bu loncalar veya esnaf birlikleri, kentin yönetiminde sözü geçen genellikle zengin derneklerdi. Bunlar yalnızca kentin refahına katkıda bulunmakla yetinmiyorlar, aynı zamanda kentin güzelleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Floransa’da ve başka yerlerde, kuyumcu, yüncü, sepici ve benzeri birlikler, kazançlarının bir bölümünü kilise, sunak masası ve şapeller kurmak veya başka loncalara merkez binaları yapmak için veriyorlar, bu yolla sanatın gelişmesine katkıda bulunuyorlardı. Öte yandan kendi üyelerinin yararlarını özenle koruyorlar, böylece yabancı sanatçıların iş bulup aralarında yerleşmelerini engellemiş oluyorlardı. Kimi zaman, örneğin büyük katedrallerin kurulduğu dönemde, yalnızca çok ünlü sanatçılar bu direnci kırıp istedikleri yere gidebiliyorlardı. Tüm bu koşullar sanat tarihini etkilemiştir, çünkü kentlerin gelişimi sonucunda, Uluslararası Gotik, belki de, Avrupa’da doğan en son uluslararası üslup olmuştur. XV. yüzyılda sanat, birçok “okula” (ekole) ayrıldı. İtalya’da, Felemenk’te ve Almanya’da hemen her kentin veya kasabanın bir resim okulu vardı. “Okul” ikircikli anlayışlara çok elverişli bir sözcüktür. Çünkü o dönemlerde, genç öğrencilerin sahiden dersler izleyebilecekleri sanat okulları yoktu. Bir çocuk ressam olmaya karar vermişse, hemen babası onu, kentin belli başlı sanatçılarından birinin yanına çırak koyardı. Hatta genellikle ustasının yanında yatıp kalkar, ustanın ve ailesinin ayak işlerine koşturur, her durumda yararlı olmaya çalışırdı. Ona verilecek ilk görev boyaların ezilmesinde, tahta panoların veya tuvallerin hazırlanmasında ustaya yardımcı olmaktı. Bir sancağın direğinin süslenmesi gibi az önemli kimi işler yavaş yavaş verilirdi çırağın eline. Sonraları, ustanın özellikle işi başından aşkın olduğu bir anda, büyük bir yapıtın önemsiz kimi bölümlerinin tamamlanması istenebilirdi kendisinden. Örneğin tuvale önceden çizilmiş bir arka düzlemi boyamak veya ikincil önemde bir kişinin giysisini bitirmek gibi. Genç çırak, beceri gösterip ustanın tarzını iyice taklit etmesini öğrenmişse, yavaş yavaş daha önemli görevler, hatta ustanın çizimine dayanarak ve onun yönetimi altında tüm bir tabloyu boyama görevini üstlenebilirdi. Anlayacağınız, XV. yüzyılın “Resim Okulları”. bunlardı işte. Gerçekten çok iyi okullardı bunlar. Bugün de birçok ressam böyle eksiksiz bir yetişme dönemi geçirmek isterdi kuşkusuz. Bir kentin ustalarının kendi deney ve yöntemlerini daha genç kuşağa aktarış biçimi; bu kentlerin resim okullarının niçin bunca belirginlikle, yalnızca o kentlere özgü kişiliği belirleyebildiğini açıklayabilir. Nitekim, bir XV. yüzyıl tablosunun Floransa’dan mı yoksa Siena’dan mı, Dijon veya Bruges’dan mı, Köln’den veya Viyana’dan mı geldiği hemen anlaşılır. Rönesans’ın Serüveni, John Addington Symonds Böylece, dünyanın keşfi bir anlamda uygar insanın yaşanabilir yeryüzünün her köşesini değerlendirmeye, başlaması diğer anlamda da doğa ve evren hakkında bütün bildiklerimizin Bilim yoluyla ele geçirilmesidir. Pagan antikitesiyle örneklendirilen zamansal ilişkilerinde insan, İncil antikitesinden gösterilen ruhsal ilişkilerinde insan: Görünüşte birbirinden ayrı ama daha sonra birbirine kaynadığı anlaşılan eleştirel ve sorgulayıcı Rönesans dehâsının incelemeye açtığı iki alandı. Bu bölgelerden birincisinde iki aracı olduğunu görürüz: Sanat ve ilim. Ortaçağlar boyunca felsefe gibi plastik sanatlar da kısır ve anlamsız bir skolastisizme dönüşmüş, bozuk modellerden herhangi bir esin olmadan teknik olarak kopyalanan, cansız biçimlerin soğuk reprodüksiyonlarından oluşuyordu. Resimler sembolik olarak insanların dinsel duygularıyla bağlantılıydı. Belirlenen formüllerden sapılırsa sanatçı Tanrıya hürmetsizlik edecek ve ibadet edenlerin kafasını karıştıracaktı. Batıl inançlarla bağlanan ressamlar, çocukluklarından beri hayranlıkla seyrettiği azizlerin katı eklemlerini ve badem gözlerini kopya etmek zorundaydı. Zaten tersini yapmak isteseydi de kendi çevresinde gördüğü doğal biçimleri taklit etme yeteneğinden yoksundu. Ama Rönesans’ın doğuşuyla sanatta yeni bir ruh ortaya çıktı. İnsanlar, insan bedeninin kendisinin de asalet taşıdığını ve sabırla incelenmeye değer olduğunu anlamıştı. Sanatçı nesnesinin, kutsal efsaneye saygı ve adanma duygularını resmin güzelliği ve aslına uygunluğuyla birleştirmeye başladı. Ressam çıplaklığı çalışmaya başladı; insan bedenini her pozisyondan resimliyordu. Elbise ve kumaşları düşledi, tavırlar geliştirdi, figürlerinin hareketlerini ve yüz ifadelerini seçtiği konu ve modellere uyguladı. Bir başka deyişle, sunaklarda ve fresklerde gördüklerini çalıştığı modellerle insanlaştırdı. Bu şekilde eski semboller arasından ortaya çıkan ressamlar cenneti yeryüzüne indirdiler. Madonna ve oğlunu yaşayan insanlar gibi çizerek, Hıristiyan tarihini dramatize ederek, Kilisenin ilkelerinin yerini sessizce güzelliğe duyulan sevgiyle ve gerçek hayatın ilgi alanlarıyla doldurdular. Azizler ve melekler, fiziksel mükemmeliyetin sergilenmesi için birer fırsat oldular; “un bel corpo ignudo”nun kompozisyonlara girmesi, Magdalena’nın sulandırılmasından daha fazla önem taşır oldu. İnsanlar böylece bu kalıntıların arkasına bakmayı ve ona ifade veren güzel biçimlerdeki dogmaları unutmayı öğrendiler. Sonunda klasikler bu süreçte ilerlemelerinde onların yardımına gelmişti; yeni bir düşünce ve hayal dünyası, ilahi bir güzellikle ve tamamen insan biçiminde şaşkın gözlerinin önüne serilmişti. Böylece Kilisenin efsanelerini insanlaştırmaya başlayan sanat, öğrencilerin dikkatini güzellik çalışmalarına yöneltiyor, onları dinsel geleneklerden sıyırarak insan bedeninin ihtişamını ve yüceliğini takdir edecekleri bir ortama sokuyordu. Sanatın, eklektik tuzaklardan kurtuluşu, İtalyan resminin bu büyük çağında gerçekleşmişti. Sistine Kilisesinde Michelangelo’nun peygamberlerine baktığımızda, orijinalinde dinsel olan fikirlerle karşı karşıya kalırız. Ama bu fikirler, Pheidias’ın heykelleri gibi kesinlikle ve salt insani tavırlar taşıyan fikirlerdi. Titziano’nun Vergilius’un cennete alınışı, ona taç giydirmeye inen başmelek ve onu takip etmeye can atan havariler az çok bir Madonna Assunta’dır. Resimde sofu olan, mistik olan, adanmayla ilgisi olan hiçbir şey yoktu. Rönesans resmi burada bitmedi. Daha ilerleyip, paganizme daldı. Heykeltıraşlar ve ressamlar, mimarlarla birleşerek sanatı Kiliseden koparmak için Hıristiyanlığa yabancı bir ruh ve duygu ortaya çıkarmıştı.