Arama

Misyoner ve Misyonerlik - Tek Mesaj #2

asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
5 Ekim 2006       Mesaj #2
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

MİSYONERLİK VE HIRİSTİYAN MİSYONERLER


Latince missio teriminden gelmekte olan “misyon”, sözlük anlamı itibarıyla görev, yetki, bundan türetilmiş olan misyoner terimi ise “görevli olan kişi” anlamlarına gelmektedir. Ancak Hıristiyan geleneğinde misyoner ifadesi, bir kavram olarak, resmi kilise teşkilatı ya da herhangi bir Hıristiyan cemaat tarafından Hıristiyan mesajını ve dinini yaymak amacıyla özel olarak yetiştirilen ve bu çerçevede özellikle Hıristiyanlık dışı toplumlarda görevlendirilen kişi anlamına gelmektedir. Böylesi kişilerin oluşturduğu harekete ise misyonerlik adı verilmektedir.
Misyon ve misyonerlikle yakından ilgili olarak kullanılan diğer çeşitli terim ve kavramlar da bulunmaktadır. Bunlar arasında evangelizm ve evangelizasyon, Hıristiyan mesajının insanlara ulaştırılmasını hedefleyen anlayışı ifade ederken, christanization ve conversion, diğer insanları Hıristiyanlaştırma ya da Hıristiyan inancına ihtida ettirme bağlamında kullanılmaktadır. Bunlardan başka Hıristiyan mesajına şahitlik (witness), mesajın ilanı (proclamation) ve martyria (şehadet) gibi kavramlar da misyonla ilişkili olarak kullanılmaktadır.

Dinsel Öğretilerin Tebliği ve Misyonerlik

Evrensel mesajlar içeren her inanç sistemi, öğretileri arasında, temsil ettiği mesajın diğer insanlara –ya da ötekilere-iletilmesine yer verir ve çoğunlukla bunu din bağlılarının yapmaları gereken bir görev olarak kabul eder. Örneğin Kur’an’da, bu çerçevede, insanlara iyiliği emredecek/öğretecek, hayra çağıracak ve onları kötülükten sakındıracak bir grubun her zaman bulunmasının önemi vurgulanır (Ali İmran 104); ayrıca dinin insanlara tebliğ edilmesinin gerekliliği üzerinde durulur (Tevbe 122; Nahl 125) ve peygambere hitaben “Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan onun mesajını duyurmamış olursun. Allah seni insanlardan korur...” (Maide 67) denilir. Bu bağlamda zaman zaman “ey insanlar” diye başlayan ifadelerle, Kur’an mesajının bütün insanlığa yönelik olduğuna işaret edilir (örneğin bkn. Nisa 170, 174; Hac 49; Bakara 21, 168). Benzer şekilde diğer evrensel dinlerde de dinin öğretilerinin insanlara ilan edilmesi ve yayılması üzerinde önemle durulur. Nitekim gerek MÖ 6. yy’da yaşayan Buddha gerekse MS 3. yy’da yaşayan Mani, savunduğu öğretileri diğer insanlara tebliğ etmeleri için öğrencilerini çeşitli bölgelere göndermişlerdir. Örneğin Buddha, öğretilerine kulak vererek aydınlanan öğrencilerini şu sözlerle Dhamma’nın yayılması misyonuyla civar bölgelere göndermiştir: “Keşişler! Halkların takdisi, mutluluğu, dünyaya merhamet, tanrıların ve insanların refah, mutluluk ve takdisi için yola çıkın” (Vinaya Piteka 1.21).1 Öğrencilerini misyon göreviyle çeşitli yörelere gönderen Mani’nin bizzat kendisinin de inanç sistemini yaymak amacıyla Hindistan’a ve Batı Çin’e seyahatler düzenlediği bilinmektedir.2 Aynı şekilde Hinduizmin birçok modern yorumunda da dinsel öğretilerin tüm insanlara ilan edilmesi oldukça önemli bir görev olarak kabul edilir.
Kabul edilen dinsel öğretilerin öteki olarak değerlendirilen diğer insanlara ilan edilmesine ya da tebliğine, dinsel inancı yalnızca bir ulusa, klana, kabileye ya da doğuştan seçilmiş bir halka ait gören milli dinler, kabile ya da klan dinleri ve komün toplum anlayışını temel edinen sır dinleri (ve bazı Gnostik dinler) yer vermezler. Ortodoks Yahudilik, çeşitli kabile dinleri, Sâbiîlik gibi inanç sistemleri bu şekilde dinsel inanç ve öğretilerini başka insanlara yayma veya onları da kendi dinlerinin müntesibi yapma düşüncesini taşımazlar.
Peki her dini tebliğ etme veya başka insanlara yayma isteği misyonerlik olarak değerlendirilebilir mi? Ya da her evrensel dinde misyonerlik kurumuna yer verilir mi?
Yukarıda vurguladığımız gibi, evrensel mesajlar taşıyan her inanç sistemi, öğretilerini bütün insanlara yayma isteğine sahip olmakla, hatta bunu, inananlar açısından bir görev addetmekle birlikte, diğer dinsel geleneklerin tebliğ faaliyetlerinin, Hıristiyan kültürü ve geleneğiyle özdeşleşmiş olan misyonerlik kavramı ile ifade edilmesi yanlıştır. Zira, misyonerlik, sıradan ya da rasgele bir tebliğ faaliyetinin ifadesi değildir; o, ileride ele alacağımız gibi Hıristiyan geleneğinden kaynaklanan belirli metotları kullanarak Hıristiyan dinsel değerlerinin yayılması ve diğer insanların Hıristiyanlaştırılması için yapılan sistematik aktiviteleri ifade etmektedir. Bu bağlamda misyonerlik, bir kurum olarak İslam’daki tebliğ ve irşat faaliyetlerinden ayrılır. Aynı şekilde Hıristiyan misyonerliği, her ne kadar Batılı din bilimcileri bunların tebliğ faaliyetlerini de misyonerlik kapsamında değerlendirseler de Budizm veya Hinduizm gibi dinlerin yayılması amacıyla faaliyet gösteren, bu dinlere ait misyon kurumlarından da ayrılmaktadır.
Dinler tarihinde, Hıristiyanlığın misyonerlik kurumuna en benzer teşkilata Maniheizmde rastlanmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi Mani, henüz kendi yaşamı esnasında inancını yaymak amacıyla güçlü bir teşkilat kurmuş ve talebelerini Suriye ve Mısır’dan Çin’e kadar çeşitli ülkelere dini yaymak amacıyla göndermiş, hatta bizzat kendisi de bu faaliyetlere aktif olarak katılmıştır. Mani’nin öğrencileri gittikleri yörelerde, halkı Maniheizme çekebilmek amacıyla, günümüz Hıristiyan misyonerliğinde inkültürasyon metodu olarak adlandırılan bir tekniğe paralel (bu metodu ileride ele alacağız) bir metotla inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Örneğin, bu çerçevede, Mani’yi, hitap ettikleri her inanç sistemi ya da kültürün kurtarıcı kişisiyle özdeşleştirmişlerdir. Budist bir toplumda Mani’nin, Budistlerin bekledikleri Maitreya olduğunu, aynı şekilde Mecusilere onun beklenen kurtarıcı Saoşyant, Hindulara ise beklenen Kalki olduğunu anlatmışlardır. Böylelikle muhataplarının geleneğinde önemli bir yer verilen eskatolojik şahsiyetlerle Mani’yi özdeşleştirerek, Maniheizmle onlar arasında bir ünsiyet oluşturmaya çalışmışlardır.
Maniheizmle Hıristiyanlıktaki misyonerlik anlayışı arasındaki irtibatı, bizzat Mani’nin Hıristiyanlığın heterodoksal bir kolu olan Elkesai mezhebi içerisinde yetişmiş olduğu gerçeği açıklamaktadır. Dolayısıyla Maniheizmle Hıristiyanlığın dini yayma metodolojisi arasındaki paralellik her iki geleneğin de aynı kökene dayanmasından kaynaklanmaktadır.

İslam’daki Tebliğ Kurumu ve Hıristiyanlıktaki Misyonerlik


İslam’daki tebliğ ve irşat çabalarının temel amacı, Kur’an’ın Maide suresi 67. ayetinde ifade edildiği gibi İslami öğretilerin insanlara duyurulmasıdır. Oysa Hıristiyan misyonerliğinde, Matta İncili 28:19-20’de vurgulandığı gibi muhatap alınan kimselerin İsa Mesih öğrencileri yapılmaları ve vaftiz edilmeleri ya da ilk Hıristiyan misyoner Pavlus’un bir mektubunda vurguladığı gibi “ne yapıp edip insanların kazanılması” amaçlanmaktadır.
Hz. Peygamberin yaşamından itibaren Müslümanlar, İslamı insanlara ulaştırmada tebliğ ve irşadı, yani İslami öğretilerin insanlara ulaştırılmasıyla onların aydınlatılmasını hedeflemişlerdir. Bu doğrultuda Kur’an, çeşitli ayetlerinde Hz. Muhammed’e (ve onun şahsında Müslümanlara), görevinin yalnızca duyurmak olduğunu, insanların inanıp inanmamaları konusunun ise Allah’la insanlar arasındaki bir şey olduğunu hatırlatmıştır. Nitekim Müslümanlar, yaklaşık 1400 yıllık İslam tarihi sürecinde yüzyıllarca egemenlikleri altında kalan bölgelerdeki gayrimüslimleri “ne yapıp edip Müslümanlaştırmaya” çalışmamışlar; onlara tabi ki İslam inanç ve değerlerini anlatmışlar, fakat inanıp inanmama konusundaki tercihi kendilerine bırakmışlardır. Burada uzun İslam tarihi boyunca buna aykırı davranışların hiç olmadığını demek istemiyorum. Mutlaka zaman zaman bazı yerel yöneticilerin kişisel tutumlarından kaynaklanan ve gayrimüslimlere karşı İslamın öngörmediği şiddeti ve takibatı içeren marjinal uygulamalar olmuştur. Ancak bütün İslam tarihi dikkate alındığında bu marjinal olayların son derece münferit hadiseler olarak kaldığı, aksine Müslümanların genelde İslami prensipler çerçevesinde, egemenlikleri altındaki halkları her halükarda Müslümanlaştırmayı değil, onlara iyi ve doğru olduğuna inandıkları prensipleri tebliğ etmeyi ön plana çıkardıkları anlaşılmaktadır. Nitekim bu nedenle olsa gerek, uzun süre Müslüman egemenliğinde kalmasına rağmen Hindistan genelin inancını oluşturan Hindu kimliğinden soyutlanmamıştır. Yine bu nedenle, yüzyıllarca Osmanlı egemenliğinde kalmasına rağmen Balkanlar, Yunanistan, Ege adaları ve diğer bölgeler, Hıristiyan kimliğini kaybetmemiştir. Zira Müslümanlar, egemenlikleri altında yaşayan bu gayrimüslim insanlara, İslamı tebliğ etmekle birlikte, geniş bir hoşgörü ve inançlarına saygı göstermişler; onları Müslümanlaşmaları konusunda zorlamamışlardır.
Diğer taraftan misyonerlik anlayışı çerçevesinde Hıristiyanlar, tarih boyu gittikleri yörelerde hitap ettikleri insanlara Hıristiyan mesajını duyurmayı değil, onları Hıristiyanlaştırmayı hedeflemişlerdir. Hıristiyan egemen güçler, egemenlikleri altında yaşayan farklı inanç ve kültür bağlısı halkları hızla asimile etmeyi, İsa’nın ve Pavlus’un kendilerine yüklediği dinsel bir görev addetmişlerdir. Bu nedenle, örneğin Amerika kıtasının Batılı Hıristiyanlarca işgalinden yaklaşık iki yüzyıl geçmeden, güneyi ve kuzeyiyle bütün kıtanın yerli inanç ve kültürleri hızla yok edilmiş; Ortaçağ engizisyonunu aratmayacak yöntemlerle farklılıklar üzerinde şiddet estirilmiş ve yöre halkları hızla Hıristiyanlaştırılmıştır. Aynı durumu Avustralya’da, Yezi Zelanda’da, Batı emperyalizmini yaşayan Afrika ülkelerinde ve diğer bölgelerde görmek mümkündür.

Hz. İsa ve Tebliğ

Hıristiyanlıkta misyonerlikle ilgili referanslar eldeki mevcut İncillerde İsa’ya atfedilen çeşitli ifadelere dayandırılır. Yeni Ahit’te yer alan ve Sinoptik İnciller olarak adlandırılan ilk üç İncil’de, çarmıh hadisesi öncesi İsa’nın, mesajını, öncelikle içinde yaşadığı İsrailoğulları arasında yaymayı hedeflediği anlatılır. Örneğin İsa, Matta İnciline göre “Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gönderildim”3 der. Ayrıca İsa, talebelerinin de kendilerine öğrettiği mesajı İsrail halkı arasında yaymalarını ister: “İsa, onikileri şu buyrukla halkın arasına gönderdi: ‘Diğer uluslara ait yerlere gitmeyin. Samiriyelilere ait kentlerin de hiçbirine uğramayın. Bunun yerine, İsrail halkının kaybolmuş koyunlarına gidin. Gittiğiniz her yerde göklerin egemenliğinin yaklaştığını duyurun’.”4 Böylelikle ikişerli gruplar halinde İsa’nın talebeleri, İsa’nın kendilerine öğrettiği mesajı/öğretiyi yayarak köy köy dolaşmaya başladılar.5
Diğer taraftan, İsa’nın çarmıhta ölüp gömüldüğüne ve üç gün sonra tekrar dirilip bir müddet talebeleri arasında yaşadığına inanan ve İncillerinde bunu dile getiren İncil yazarları, mezardan dirilişi sonrası İsa’nın talebelerine yaptığı son konuşmasında, yalnızca İsrail halkına değil tüm uluslara gitmelerini ve onları dine çağırmalarını söylediğini naklederler. Örneğin Matta İnciline göre İsa, Galilee’de onbir öğrencisine “gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin. Size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin”6 der. Benzer ifadeler diğer Sinoptik İncil metinlerinde de bulunmaktadır7.
Burada dikkati çeken hususlardan birisi, kendi normal yaşamında İsa’nın davetine konu/muhatap olarak İsrail halkını seçerken, çarmıh hadisesi sonrası bütün uluslara yönelmesidir. Bir diğer dikkat çekici şey ise, çarmıh öncesi yaşamında, talebelerinden insanlara gidip mesajı bildirmelerini isteyen İsa’nın çarmıh sonrası konuşmasında onlardan -Matta’da ifade edildiği gibi-, diğer insanları öğrencileri olarak yetiştirmelerini, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz etmelerini
istemesidir. İncillerin bu yaklaşımında, açıkça, mesajın insanlara iletilmesine yönelik yaklaşımlardaki bir gelişim görülmektedir. Bu da bize, ilk cemaatin, inanmayan diğer insanlara yönelik faaliyetlerinde, daha çok onlara kendi inançlarını anlatma ve kendilerini ifade etme amacı güderken, sonraki dönem cemaatlerinin ise diğer insanları kendi dinlerine döndürme hedefi taşıdıklarını anlatmaktadır.
Peki İncillerde yer alan bu ifadeler, Miladi takvimin başlarında Galile bölgesinde yaşayan ve günümüz çağdaş bilim adamlarınca “tarihsel İsa” diye adlandırılan şahsiyete mi aittir?
Şüphesiz bu sorunun cevabı, eldeki mevcut İncil metinlerinin tarihte yaşayan İsa’yı ve mesajını ne kadar yansıttığı ve İncil yazarlarının tarihsel İsa ve mesajıyla ne kadar ilişkili olduğu sorularına verilecek cevapla yakından irtibatlıdır.
Yeni Ahit uzmanı Marcus Borg, eldeki mevcut İncillerin doğrudan tarihsel dokümanlar olmadığını ve bu İncillerde bulunan İsa’ya ilişkin her deyiş ve hikayenin erken dönem kilisesi tarafından şekillendirilmiş olduğunu belirtir.8 Bir başka ifadeyle İsa sonrası dönemde, Antakya merkezli Helenistik İsa cemaati ve Pavlus tarafından savunulan “Tanrısal Oğul Rab İsa Mesih” öğretisi çerçevesinde teşekkül eden ilk Hıristiyan cemaat, Hz. İsa’nın yaşamı ve öğretilerine ilişkin kendilerine ulaşan duyumları, kendi İsa anlayışları doğrultusunda yorumlamışlardır; bu ilk cemaatin dinsel metinleri olarak ortaya çıkan İncillerde ise bu yorumlar yer almıştır. Dolayısıyla İncil metinlerinde gerçekten İsa’ya ait olan otantik söz ve davranışlarla bu ilk dönem kilisesi tarafından yapılan yorumlamalar birbirine karıştırılmıştır.

İsa ve Hıristiyanlık

Antakya merkezli cemaat tarafından oluşturulan ve öğretilerinin temelinde İsa’nın bedenleşmiş ilahi oğul ve Mesih olduğu inancı yer alan bu harekete, muhalifleri tarafından, Miladi birinci yüzyıl ortalarından itibaren, Mesihçi düşünceyi merkez alan görüşlerinden ötürü Hıristiyanlar (yani Mesihçiler) adı verilmiştir. Nitekim Resullerin İşleri’nin yazarı Luka da ilk kez Antakya’da elçilerin Hıristiyan (Kristianous) olarak adlandırıldıklarını anlatmaktadır.9
Bu durumda Hz. İsa’nın, tarihsel açıdan Hıristiyan ve Hıristiyanlık terimleriyle bir irtibatı olmadığı açıktır. Esasen, İsa’nın yaşadığı dönemde muhalifleri (genelde Sadukilik ve Ferisilikle irtibatlı Yahudiler) İsa’yı ve cemaatini Nasuralardan olmakla itham etmişlerdir. Nitekim gerek çeşitli Yeni Ahit metinlerinde gerekse Filip İncili, Mısırlılar İncili gibi apokrif (Hıristiyanlarca sahih sayılmayan) metinlerde İsa ile ilgili olarak bu terim kullanılmaktadır. Bu metinlerdeki ifadelerden anlaşıldığına göre, İsa ile ilgili olarak kullanılan bu terim, İsa öncesi dönemlerden itibaren varlıkları bilinen ve Kudüs merkezli Yahudileri sapkınlıkla, Musa’nın mesajını ve kitabını bozup tahrif etmekle suçlayan Nasuralar mezhebiyle ilişkilidir. Kendilerine karşı şiddetli eleştiriler yönelten ve onları ısrarla Musa hukukuna davet eden İsa’yı, Yahudiler Nasuralardan olmakla itham etmişlerdir.10 Erken dönem Hıristiyan yazar Epiphanius’un verdiği bilgilere göre, daha sonraları Yahudiler, İsa cemaatine, “İsa yanlıları” anlamında Yeşuanlar (İseviler) adını vermişlerdir.
Temsil ettiği mesajlar açısından da Hz. İsa’nın Hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin elimizdeki mevcut kanonik (Hıristiyanlarca sahih sayılan) İncil metinlerinden tarih itibarıyla en eskileri olan Sinoptik İncillerde (yani Matta, Markus ve Luka’da) İsa, kesinlikle kendisini Tanrı Oğlu, Tanrı, bedenleşmiş Kelam, Mesih ve benzeri, Hıristiyan teolojisinde son derece merkezi ve belirleyici olan isim ve niteliklerle adlandırmaz; aksine İsa’nın kendisine atfedilen ifadelerde İsa kendisi için sıklıkla “insanoğlu” tanımlamasını kullanır. Bundan başka çeşitli ifadelerde kendisinin bir “peygamber” olduğuna işaret eder. Bu konudaki en çarpıcı ifadeler Luka 13:31-34 ve Markus 6:1-4’te geçmektedir. İsa’nın talebeleri ve etrafındaki kişiler de onu peygamber olarak tanımaktadırlar.11 Aynı şekilde eldeki Sinoptik metinlerde İsa ile İsa’nın çağdaşı olan ve İsa öncesi bir peygamber olarak yörede halkı aydınlatmaya çalışan Yahya arasında kurulan irtibat ve her iki şahsiyetin mesajlarındaki paralellik de dikkat çekicidir.
İsa’nın halka tebliğ ettiği mesaj, başlıca üç husus etrafında yoğunlaşmaktaydı. Bunlardan ilki Tanrı’nın egemenliğine halkı davet etmesiydi. Tanrı’nın (ya da göklerin) egemenliği ise bir taraftan insanların Tanrı’ya iman ve onun emirlerine bağlanmakla yaşamlarında onun emrettiği yola girmelerini, bir taraftan ise yaklaşan hesap gününe inanmalarını ve ona hazırlık yapmalarını ifade etmekteydi. İsa’nın diğer temel mesajları ise, toplumdaki ahlaksızlıkların ve din istismarının tenkit edilmesiyle toplumdaki seçkinler/elit grubuyla din adamlarından kaynaklanan sosyal bozuklukların ve halkın üzerinde estirilen şiddet, sömürü ve terör düzeninin reddedilmesiydi.
Dolayısıyla günümüzde yaygın şekilde - yanlış olarak- anlaşıldığı gibi, tarihsel İsa’nın Hıristiyanlıkla bir ilişkisi yoktur ve bu bağlamda İsa bir Hıristiyan (ya da ilk Hıristiyan) değildir. İsa ile ilgili yapılabilecek en basit bir tanımlama, onun bir Musevi (yani Hz. Musa’nın mesajını izleyen, onu tebliğ eden ve yaşadığı toplumda Musa hukukunun geçerliliğini savunan) olduğudur. Gerek Sinoptik İnciller gerekse Tomas İncili gibi metinlerde İsa’nın sözleri üzerinde yapılan araştırmalar, bunu ortaya koymaktadır. Nitekim Kur’an’da da Hz. İsa’nın bu özelliklerine vurgu yapılmaktadır (örneğin Ali İmran 48-51).

Pavlus: İlk Hıristiyan Misyoner

Hıristiyanlığın misyon anlayışının oluşumunda/gelişiminde hiç şüphesiz Pavlus’un önemli bir yeri vardır. Esasen Pavlus, bir bütün olarak Hıristiyan geleneğinde (tarihinde, teolojisinde, etik anlayışında vs) oldukça önemli bir şahsiyettir; Hıristiyanlık açısından olmazsa olmaz bir değerdir. Meşhur Hıristiyan ilahiyatçı H. Küng’ün yerinde tespitiyle, “Pavlus olmaksızın ne Katolik Kilisesinden, ne Yunan ya da Latin patristik teolojisinden ve ne de Hıristiyan-Helenistik kültürden bahsedilebilir.”12
Her ne kadar Hıristiyanlar, misyonun diğer insanlara iletilmesi konusunda referanslarını Yeni Ahit’te yer alan İncil metinlerinde geçen İsa’nın bazı sözlerine dayandırsalar da Hıristiyanlık tarihinde ilk sistematik misyon faaliyetinin Pavlus’la başladığı görülür. Pavlus, Helenistik İsa cemaati tarafından kurgulanan ve kendisi tarafından geliştiren “ilahi Oğul Rab İsa Mesih” inancını temel alan öğretileri yaymak amacıyla Anadolu, Yunanistan ve Makedonya’ya yönelik üç önemli misyon seyahati düzenlemiştir. Pavlus’un bu seyahatlerini konu alan anlatılar ve bunlarla ilişkili çeşitli topluluklara (veya kimselere) gönderdiği mektuplar, Yeni Ahit metinleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Pavlus, mektuplarında, öğretilerini yaymayı hedeflediği bu misyon faaliyetlerinde uyguladığı metodolojiye ilişkin çeşitli bilgiler de vermektedir ki misyona ilişkin metodolojiyi konu alan bu bilgiler, Yeni Ahit öğretilerini yaşamlarında temel alan Hıristiyan çevreler (özellikle de kutsal kitabı dinde temel referans sayan Protestanlar ve bunun uzantısı olarak faaliyet gösteren Evangelik cemaatler) için bağlayıcı bir özellik taşımaktadır.
Pavlus, Korintlilere birinci mektubunda, inandığı öğretileri yayarken yaptığı fedakarlığı ve karşılaştığı zorlukları konu aldığı sözlerinde, dini yaymada hedef aldığı kişilere misyonu götürürken esas aldığı metodu şöyle anlatır:
Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa’nın (Musa hukukunun) denetimi altında olmadığım halde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım. Tanrı’nın yasasına sahip olmayan değil de Mesih’in yasası altında olan biri olarak, Yasa’ya sahip olmayanları kazanmak için Yasa’ya sahip değilmişim gibi davrandım. Güçsüzleri kazanmak için güçsüzlerle güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum (1 Kor. 9:19-22).
Pavlus, bir başka ifadesinde ise şöyle der: “Bana her şey serbest; ancak ben hiçbir şeyin kölesi olmam”.13 Yine o, bir başka yerde ise “... kurtulsunlar diye birçok kimsenin yararını gözeterek herkesi her yönden hoşnut etmeye çalışıyorum” demektedir.14
Açıkça görüldüğü gibi bu ifadelerinde Pavlus, insanları kendi öğretilerine inandırabilmek için adeta her şeyi caiz gördüğünü ve her yolu denediğini, inanıp kabul etmediği halde karşısındakileri kendi tarafına çekebilmek amacıyla onların çeşitli inanç ve değerlerini kabul ediyormuş gibi görünüp, -en masum bir ifadeyle- “takiyye” yaptığını, kısaca amacını gerçekleştirebilmek için her yolu denediğini anlatmaktadır. Nitekim, Yeni Ahit’te yaşamı ve seyahatleriyle ilgili anlatılardan da onun bu metodolojisini nasıl yürürlüğe koyduğunu anlamak mümkündür. Örneğin Musa yasasına şiddetle karşı çıktığı bilindiği halde zaman zaman Yahudi bir çevrede bulunduğunda bunun gereklerine uyduğu görülmektedir. Mesela, katı bir sünnet olma karşıtı olduğu halde, ortam onu gerektirdiğinde öğrencisi Timoteyus’u sünnet ettirmekten kaçınmamış, yine Yahudi halka hoş görünmek amacıyla tapınakta Musa hukuku çerçevesindeki arınma törenlerine katılmakta bir beis görmemiştir.15 Bu tutum, İslam düşüncesinin son derecede önem verdiği “olduğun gibi görün göründüğün gibi ol” prensibine karşı, hedefe ulaşmak için “gerektiğinde olmadığın gibi görünebilirsin” tavrının yeğlenmesidir. Muhataplarına karşı açık, dürüst ve şeffaf olmamayı caiz gören bu tutumda ahlaki bazı sorunların bulunduğu aşikardır. Nitekim Pavlus’un bu metodolojisi, kendisinden yüzyıllarca sonra yaşayan Makyevelli’nin (N. Machiavelli) çokça tartışılan meşhur “davaya giden her yol mubahtır” ilkesini akla getirmektedir. Bir başka ifadeyle Pavlus, Makyevelli’den çok önce bu anlayışı prensip edinmiş ve kendisini rehber edinenlere bunu miras bırakmıştır.
Açıkça anlaşılacağı gibi Pavlus’un bu misyon anlayışı, muhatap aldığı insanları ne yapıp edip kazanmayı ya da Hıristiyanlaştırmayı amaçlayan ve bu uğurda gerekiyorsa her yola başvurmayı caiz gören bir anlayıştır. Günümüz misyonerlerinin, -ileride inceleyeceğimiz şekilde- gittikleri yörelerde başvurdukları yöntemler dikkate alındığında, Pavlus’un bu metodolojisinin misyonerlikte temel alındığı anlaşılmaktadır.

Hıristiyanlığın Siyasallaşma Süreci ve Misyonerlik

Miladi ikinci ve üçüncü yüzyıllarda çeşitli baskılarla yüz yüze olan Hıristiyanlık, önce 313 Milan Fermanıyla birlikte Roma İmparatorluğunda korunma altına alınan bir din olmuş, bunu izleyen dönemde ise Roma’nın resmi dini haline gelmiştir. Bu süreç kilisenin siyasallaşmasını da beraberinde getirmiştir. Zira Roma İmparatorluğu, kendi siyasal yapısıyla bütünleştirdiği Hıristiyanlık inanç ve öğretilerini, resmi bir söylem olarak kabul etmiş ve tebası konumundaki halklara bu inancı gönüllü ya da gönülsüz benimsetme yoluna gitmiştir. İmparatorluğun resmi dinsel söylemi olarak belirlenen anlayışın dışında oluşan ya da oluşabilecek teolojik anlayış ve değerlendirmeler, doğrudan imparatorluğun egemenlik hakkına karşı bir başkaldırı ve isyan olarak kabul edilmiştir. Nitekim bu nedenle dördüncü yüzyılda farklı bir İsa anlayışıyla ortaya çıkan Donatizm ve Arianizm gibi akımlar, Roma İmparatorluğunun siyasal ve askeri gücü kullanılarak şiddetle bastırılma yoluna gidilmiştir. Yine bu nedenle başta Konstantin olmak üzere Roma imparatorları, Hıristiyanlığın çeşitli inanç konularının görüşüldüğü teolojik toplantılara taraf olarak katılmışlar; hatta belirli kararların alınması için bizzat kendileri böylesi toplantıların düzenlenmesini istemişlerdir.
Böylelikle Hıristiyan inanç ve öğretileri çeşitli siyasal iktidarların resmi dini/söylemi haline dönüşmüştür. İktidarlarca benimsenen Hıristiyanlığın belirli bir teolojik yorumunun dışında kalan düşünceler, şiddetle itham edilmiş ve taraftarları zındıklık ve heresi ile suçlanarak takibat altına alınmışlardır. Bu nedenle, tarihte “Ayrılmış Doğu Kiliseleri” adıyla ortaya çıkan Monofizit ve Diyofizit doğu kiliseleri (yani Süryaniler, Ermeniler ve Nasturiler gibi akımlar), farklı teolojik inançları nedeniyle erken dönemlerden itibaren imparatorluk ve onun resmi inancının savunucusu olan ana kilise tarafından aforoz edilmişler ve bu kiliselere bağlı halklar Roma tarafından imparatorluğa isyan ve zındıklık suçlamasıyla takibat altına alınmışlardır. Nitekim, Roma ve sonraki dönemlerde Bizans’ın bu baskı ve şiddetinden usanan doğu Hıristiyanlarının yedinci yüzyıldan itibaren Müslüman hükümranlığını adeta bir kurtuluş olarak görmüş olmaları ve genellikle yapılan bir barış anlaşmasıyla İslam egemenliğine girmeleri boşuna değildir.
İşte bu bağlamda Ortaçağda misyonerlik kurumu, iki farklı grubu muhatap almaktaydı. Bunlardan birincisi Hıristiyan olmayan halklardı. Başta Avrupa ve Kuzey Afrika’nın farklı inançlara sahip olmayan halkları olmak üzere, Hıristiyanlık dışı insanların Hıristiyan inancına sokulması için Roma ve Bizans imparatorluklarının siyasal ve askeri desteklerini arkalarına alan Roma ve İstanbul kiliseleri, yoğun bir misyon faaliyetine giriştiler. Nitekim bu çabaların bir sonucu olarak kısa zamanda Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde ya da imparatorluğun siyasal ve askeri etki alanı altında kalan bölgelerde yaşayanlar büyük oranda Hıristiyanlaştırıldı. Misyonerlik faaliyetlerinin muhatabı olan ikinci grubu ise İsa’nın şahsiyeti, sakramentler vb konularda farklı teolojik değerlendirmelere sahip olan ve bu nedenle heretik sayılan gruplar oluşturuyordu. Ortaçağ boyunca Roma ve Bizans’ın resmi akidesine bağlı misyonerler, Süryaniler, Nasturiler, Ermeniler, Keldaniler vb bu farklı kiliselere bağlı inananları, Roma ve Bizans merkezli siyasal iktidarların resmi öğretilerine inandırmak için yoğun bir faaliyet gösterdiler. Hatta çoğunlukla arkalarına aldıkları siyasal ve askeri destekle, farklı düşünen bu insanları kendilerine döndürmek için zor kullandılar. İlerleyen dönemlerde de bu tür faaliyetler azalmaksızın devam etti. Özellikle Latin Kilisesi olarak da bilinen Roma Kilisesi, diğer bütün farklı kilise mensuplarını (Bizans imparatorluğunun resmi öğretisini temsil eden İstanbul Kilisesi bağlıları da dahil) kendi inanç ve değerlerine bağlayabilmek, bir başka ifadeyle onları kendi bünyesinde sindirebilmek amacıyla yoğun bir kampanya yürüttü. Örneğin Ortaçağ boyunca Kilisenin önderliğinde, özelikle Müslümanlara karşı düzenlenen askeri seferler olarak bilinen Haçlı Seferleri, aynı zamanda Balkanlar ve Güney Avrupa’nın çeşitli bölgelerindeki farklı Hıristiyan gruplara karşı da düzenlendi. Yine, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı Seferlerinde, Katolik Roma’ya bağlı Haçlı orduları yalnızca Müslümanları değil Ortodokslar, çeşitli doğu kiliseleri bağlıları vb karşıt Hıristiyan grupları da (tabi ki bu arada Yahudileri de) hedef aldılar.
Böylelikle Batıdaki siyasal güçlerin desteğiyle hareket eden ve bu siyasal güçlerin resmi din söylemini temsil eden misyonerler, faaliyette bulundukları yerlerde, yalnızca inandıkları öğretilere halkı inandırma çabasında olmadılar, aynı zamanda irtibatlı oldukları siyasal güçlerin otoritesini ve egemenlik yetisini ifade eden resmi kültürel anlayışın temsilcisi oldular ve bunun propagandasını yaptılar. Dolayısıyla bu bağlamda misyonerlik, dinin siyasallaşması çerçevesinde, siyasal erkin otoritesinin kabulü ve pekiştirilmesi için gerekli olan kültür ihracıyla resmi din anlayışının savunusunda ve yayılmasında hayati rol oynayan bir kurum olageldi.
Miladi beşinci yüzyılın ikinci yarısında Batı Roma’nın çöküşüyle Roma Kilisesi, Batı Roma’nın iktidar alanı üzerinde doğan otorite boşluğundan yararlanarak kısa sürede siyasal bir güç olarak ortaya çıktı. Hıristiyanlığın mimarı Pavlus’un, otorite ve egemenliği ikiye ayıran ve metafizik bağlamda egemenliği tanrıya verirken dünyevi anlamda egemenliği siyasal güçlere hasreden ve siyasal güçlere itaati tanrıya itaatle eşdeğer görerek egemenlik alanında tanrı ile kral arasında gerçekleşen bir güçler ayrımını esas alan yaklaşımına rağmen kilise ve Papalık, lehine gelişen mevcut şartlardan yararlanmış ve dini olmanın yanı sıra dünyevi bir iktidar olarak da ortaya çıkmak suretiyle dinin siyasallaşması hadisesini doruğuna çıkarmıştı. Kısa zamanda askeri, ekonomik ve sosyal kurumlarını tesis ettiren ve resmi din söylemine karşı çıkanları sindirip yok etmeyi hedefleyen engizisyon yargı sistemini geliştiren Roma Kilisesi, misyonerlik kurumu vasıtasıyla kendi teolojik ve siyasal iktidarını etrafa yaymaya ve böylelikle egemenlik alanını genişletmeye çalıştı. Ancak Roma Kilisesinin bu çabası, Hıristiyanlık dünyasında bir dizi ayrılık hareketini de beraberinde getirdi. Öncelikle, 15. yüzyıl ortalarına kadar ayakta kalan Bizans’ın resmi din anlayışını temsil eden İstanbul kilisesi, Roma’nın bu girişimine karşı mücadele başlattı ve Roma ile İstanbul arasındaki bu çekişme ve karşıtlık sonuçta Roma İmparatorluğunun mirasını paylaşan Hıristiyan dünyasının iki büyük (ve birbirine düşman) akım halinde ortaya çıkmasına neden oldu; Katolik ve Ortodoks Kiliseleri oluştu.
16. yüzyıldan itibaren, başta ünlü Martin Luther olmak üzere çeşitli reformistler, bir dizi teolojik yenilik yanı sıra kilisenin siyasal/dünyevi bir güç olmasını sorgulamaya başladılar. Luther ve arkadaşlarının hareketi, aslında Hıristiyanlıkta reformdan çok bir öze dönüş hareketiydi; zira dinde temel referans olarak kutsal kitabı kabul eden bu reformistler, örneğin egemenlik konusunda Pavluscu çizginin esas alınmasını öngördüler. Pavluscu yaklaşım, tanrının egemenliğini yalnızca metafizik alana ve iman, tövbe, yargılama vb konulara hasretmekte, dünyevi konularda ise siyasal/laik iktidarlara mutlak egemenlik tanımaktaydı. Dolayısıyla “kimin toprağı onun dini” ilkesi çerçevesinde reformistler, kilisenin ve Papalığın dünyevi iktidar iddiasını (dolayısıyla teokrasiyi) reddetmekteydiler. Bu teolojik ve sosyolojik ayrılıklar kısa zamanda kuzey Avrupa’nın önemli bir kesiminin, Hıristiyanlığın ana gövdesinden Protestanlar olarak kopmasına neden oldu. Dolayısıyla Roma Kilisesinin (Papalığın) dinsel ve siyasal tavrının savunucusu ve yayıcısı olan Katolik misyonerler için, faaliyet alanlarına yeni bir muhatap kitle, Protestanlar eklenmiş oldu. Diğer taraftan, Protestan hareketinin de Hıristiyanlığın siyasallaşması sürecinden bağımsız olduğu ya da dinin siyasallaşmasına karşı çıktığı söylenemez. Zira, tanrı adına iktidarı elinde bulundurduğunu iddia eden Papalığa karşı çıkan Protestanlar, yine Tanrı adına iktidarın kilise dışı siyasal egemenlere verilmesi gerektiğini savundular. Hatta Protestanlar arasında bazıları, dünyevi iktidarların otoritesini o kadar vurguladılar ki dinsel alanın dahi siyasal iktidarlarca düzenlenmesi gerektiğini savundular. Böylelikle dinin siyasallaşma sürecinde Katolisizm Papalık ve kilise merkezli bir din anlayışını vurgularken, Protestanlık ise kilise dışı iktidarlar merkezli bir din anlayışını ön plana çıkardılar. Yine, Katolisizm, Papalığın hegemonyacı gücünü arkasına alırken, Protestanlık da başta Alman prens ve derebeyleri olmak üzere çeşitli Avrupa siyasal güçlerini arkasına aldı. Protestan akım içerisinde yer alıp teşkilatlanan kiliseler kısa zamanda kendi anlayışları doğrultusunda bir misyon ve misyonerlik kurumu oluşturmakta gecikmediler. Protestan misyonerler de tıpkı Katolik meslektaşları gibi, Hıristiyan olmayan muhataplarla birlikte gerek Katolikleri gerekse diğer Hıristiyan kilise bağlılarını hedef aldılar. Kendi siyasal-sosyal anlayışlarını ve bu çerçevede oluşturdukları din yorumlarını diğer bölgelere ihraç etmeyi hedeflediler.
İlerleyen dönemlerde gerek Katolik gerekse Protestan misyoner kuruluşlarının önemli bir hedefi, başta Ortadoğu ve Doğu Avrupa olmak üzere çeşitli yörelerde yaşayan ve genellikle Müslümanların siyasal egemenliği altında bulunan doğu Hıristiyanları oldu. Özellikle sömürge dönemlerinde, bu farklı Hıristiyan grupların Katolikleştirilmesi veya Protestanlaştırılması amacıyla çeşitli Katolik veya Protestan ülkelere mensup misyonerler yoğun bir uğraş verdiler. Bunun neticesinde örneğin Katolikleşmiş ya da Protestanlaşmış Süryaniler, Ermeniler vb gruplar (Türkiye’de mevcut olan Protestan Ermeni Kilisesi gibi) ortaya çıktı.

Müslümanlara Yönelik Misyonerlik Faaliyetleri

Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki ilişkilerin tarihi oldukça eskidir; İslam’ın ilk dönemlerine kadar uzanır. Yedinci yüzyılda İslam, genç ve dinamik bir inanç sistemi olarak, tarihte hiçbir dinin başaramadığı oranda hızlı bir yayılma göstermiş, kısa zamanda farklı etnik ve kültürel kimliklere sahip kitleleri kendine taraftar edinmiştir. İslam’ın bu dinamizmi, Müslümanları kısa zamanda siyasal, kültürel ve ekonomik bağlamda oldukça güçlü egemen bir hale getirmiş; böylelikle İslam, Hıristiyanlığın ana vatanı sayılan yörelerde, yani Filistin-Ürdün, Suriye, Anadolu ve Kuzey Afrika’da hızla yayılmıştır. Hatta Müslümanlar, ilerleyen dönemlerde İspanya’nın önemli bir kısmında Balkanlarda ve benzeri yerlerde de egemenliklerini tesis etmişlerdir.
Şüphesiz İslam’ın bu hızlı yayılışıyla siyasal ve kültürel açıdan Müslümanların sahip oldukları güç, diğer İslam karşıtlarıyla birlikte Hıristiyanları ve teokratik yapısıyla Batı Hıristiyanlığının patronajlığını yürüten Papalığı fazlasıyla rahatsız etmiştir. Nitekim Ortaçağ boyunca Batı Hıristiyan dünyası, bu hızlı yükselen gücü durdurmanın ve geri püskürtmenin yollarını aramışlardır. Bu çerçevede birkaç yüzyıl sürecek olan çeşitli Haçlı Seferleri düzenlenmiş, bu seferlerin bazılarında elde edilen kısmi başarılarda ele geçirilen yörelerin Hıristiyanlaştırılmasına ve buralardaki İslami kültürel değerlerin yok edilmesine çalışılmıştır.
Müslümanların her açıdan güçlü oldukları bu dönemlerde, kilisenin ve Hıristiyan misyonerlerin önceliği, İslam egemenliği altında yaşayan ve ana kilise (Roma) tarafından heresi ile suçlanan Hıristiyan grupları kendi cemaati yapmaya çalışmak olmuştur. Bununla birlikte misyonerler, kitleler halinde insanları kendisine çeken ve siyasal ve kültürel yönden güçlü olanların dini konumunda bulunan İslam’ın cazibesine karşı, kendi inanç esaslarını savunmak, Hıristiyan halkların İslam’a yönelmesine engel olmak, İslam’a giren Hıristiyanları yeniden Hıristiyanlığa döndürmeye çalışmak ve İslam’a karşı polemik üretmek konusunda yoğun çaba sarf etmişlerdir. Dolayısıyla Müslümanların her yönden güçlü oldukları bu dönemde Hıristiyan misyonerlerin Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya yönelik çabalarından çok, İslam’a karşı kendi cemaatlerini bir arada tutabilmek ve Müslümanların otoritesi altında yaşayan farklı Hıristiyan grupları kendi kiliselerine çekmek yönünde faaliyetleri olmuştur. Bu arada, çeşitli İslam ülkelerine seyahatler yapan belirli Hıristiyan tarikatlarına mensup keşişler ve Hıristiyan seyyahlar, İslam’a karşı mücadele edebilmek amacıyla İslam’ı ve kendilerine göre İslam dininin eleştirilebilecek zayıf yönlerini öğrenmeye çalışmışlardır. Örneğin, Ortaçağ’da çeşitli İslam ülkelerine seyahatler yapan Fabri ve Piloti gibi Hıristiyan seyyahlar bu çerçevede faaliyet göstermişlerdir. Bunlardan Piloti, Müslümanların Hıristiyan oldukları ya da Hıristiyanlaştırıldıkları taktirde, onlardan çok iyi Hıristiyan olacağını; zira onların adalet ve bağışa/ihsana büyük önem verdiklerini vurgulamıştır. Yine bu dönemde kilise, İslam’a karşı mücadele kapsamında İslam inancının öğrenilmesinin önemini vurgulamıştır. Bu bağlamda 1311-1312’de gerçekleşen Viyana Konsili’nde Hıristiyan Batı ülkelerindeki üniversitelerde Arapça dili ve İslam kültürü okutan kürsüler kurulması yönünde kararlar alınmıştır.
Şüphesiz kilisenin İslam’ı öğrenmeye ve Müslümanları tanımaya yönelik bu çabaları yalnızca kendi cemaatlerini İslam’ın cazibesine karşı korumak amaçlı değildi. Müslüman halklar arasında yapılacak misyon faaliyetleri için kullanılacak/kullanılabilecek bilgi birikimini elde etme amacı da taşımaktaydı. Nitekim, bu amaçla Kettonlu Robert’in yaptığı gibi Kur’an çeviri çalışmaları yapılmış, erken dönemlerde İslam’a karşı yazılan Arapça polemik türü eserler Batı dillerine kazandırılmış ve Cusalı Nicholas, Denys van Leeuwen (Dionysius Carthusians) ve Pedro de Alfonso gibi yazarlarca İslam’a karşı çeşitli eserler kaleme alınmıştır.
Ortaçağ’da İslam ülkelerine yönelik sistematik misyon faaliyetleri Haçlı Seferlerine kadar uzanır. Bu seferler sırasında Francis Assisi gibi bazı keşişler ve –yukarıda bahsettiğimiz- Piloti gibi seyyahlar, Müslümanlar arasında Hıristiyanlığın yayılmasına dikkat çekmişlerdir. Bununla birlikte Müslümanlara yönelik ilk ciddi misyonerlik girişimin, genellikle, 1299-1306 yıllarında Raymund Lull’un Tunus’a yaptığı misyon gezisiyle sistematik olarak başladığı düşünülür. Her ne kadar Raymund Lull bu gezisinde umduğunu bulamamış ve herhangi bir başarı elde edemeden geri dönmüşse de Hıristiyan misyonerlerin İslam toplumlarına yönelik faaliyetleri, özellikle Hıristiyan Batının Müslümanlara karşı gücü eline geçirmeye başladığı dönemlerden itibaren canlanmaya başlamış, o tarihten günümüze çeşitli şekillerde devam etmiştir.
İslam ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetleri, özellikle 18. yüzyıl ve sonrası yoğunlaşmaya başladı. Çeşitli Batı devletlerinin sömürge hareketlerine paralel olarak, gerek Katolik gerekse Protestan misyonerlik teşkilatları Ortadoğu Müslüman halklarıyla, Ön Asya ve Uzakdoğu’nun Hindistan, Endonezya ve Malezya gibi Müslümanların yoğun yaşadığı çeşitli bölgelerinde Hıristiyanlığın yayılışı için çaba gösterdiler. Özelikle 19. yüzyılda Hıristiyan olmayan toplumlar arasında Hıristiyan misyonunun yayılışı amacıyla Kuzey Amerika’da ve Hıristiyan Avrupa ülkelerinde binlerce merkez oluşturuldu. Örneğin 1893’te yalnızca ABD merkezli Birleşik Presbiteryen Kilisesi’ne bağlı misyonerlik teşkilatlarının sayısı 861’di. Ayrıca yine bu kilise etrafında iki büyük misyoner cemiyetleri kurulu teşekkül etmişti.
Amerika merkezli Presbiteryen Kilisesi, 19. yüzyılda Ortadoğu’nun Müslüman halkları arasında en aktif çalışan misyonerlik teşkilatlarını yönetmekteydi. Bu kilise bünyesinde faaliyet gösteren misyonerler, 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Suriye ve Mısır’ın çeşitli önemli yerleşim birimlerinde misyonerlik merkezleri oluşturdular. Bu merkezler aracılığıyla, özellikle açtıkları okullar ve diğer eğitim kurumları sayesinde, kısa zamanda yerli halk arasında büyük bir saygınlık kazandılar. Bu dönemde, yalnızca Kahire’de 125 misyon merkezi ve bu merkezin idare ettiği 113 okul ile 117 Pazar-okulu bulunmaktaydı.16 Amerika merkezli Presbiteryen Kilisesi çevresinde aktif olan misyoner örgütlerinin dışında İngiltere, İskoçya, İrlanda, Hollanda ve diğer çeşitli Avrupa ülkeleri merkezli Protestan misyoner gruplar da İslam ülkelerine yönelik misyonerlik faaliyetlerinde önemli rol oynadılar. Doğal olarak Katolik misyoner gruplar da boş durmadılar. Bunlar da başta Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde yer alan çeşitli büyük yerleşim birimleri olmak üzere, Ortadoğu’da ve Afrika’da Hıristiyan misyonunu yaymaya çalıştılar.

Anadolu’da Misyonerlik Faaliyetleri

Ermenilikten Ortodoksluğa ve Süryaniliğe kadar farklı Hıristiyan gruplar yüzyıllarca Müslümanlarla birlikte aynı topraklarda yaşamalarına rağmen, Anadolu Müslümanlarına yönelik sistematik Hıristiyanlaştırma faaliyetleri 19. yüzyıla kadar fazla görülmedi. Doğal olarak bunun en önemli nedeni, -yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- bu dönem öncesi Osmanlıların siyasal anlamda henüz gücünü kaybetmemiş olmasıydı. 19. yüzyıl ve sonrasında da Müslümanlara yönelik misyonerlik faaliyetleri, yüzyıllarca Müslümanlarla bir arada yaşayan Ermeniler, Ortodokslar, Süryaniler ve Nasturilerden kaynaklanmadı. Bugün hâlâ Ortadoğu’da yaşayan bu Hıristiyan grupların sistematik misyonerlik faaliyetleri içerisinde yer almamaları dikkat çekicidir. Tabi bu gruplar arasından Protestanlaşmış veya Katolikleşmiş olanları ayırmak gerekir. Zira Protestan veya Katolik misyon grupların etkisiyle Protestanlaşan ya da Katolikleşen bu gruplar, yeni katıldıkları Hıristiyan çevrenin misyon ve misyonerlik anlayışını da adapte etmişlerdir.
Henüz 17. yüzyılda, Fransa’yla yakınlaşma siyasetine paralel olarak bazı Cizvit ve Franziskan din adamlarının ve misyonerlerin Osmanlının çeşitli şehirlerine gelip yerleşmelerine izin verildi. Fakat bu misyoner gruplar, Müslüman halktan ziyade Osmanlı vatandaşı Hıristiyan azınlıklarla diğer gayrimüslimleri hedef edindiler.
19. yüzyıl ise Anadolu’da faaliyet göstermeleri açısından misyonerler için tam bir altın çağ oldu. Osmanlının ekonomik, siyasal ve askeri yönden zayıflamasına paralel olarak Avrupa devletlerine tanınan ayrıcalıklar, bu devletler himayesinde çalışan misyoner örgütler için bulunmaz bir fırsat olmuştur. İngiltere ve sonraları Amerika himayesinde Anadolu’ya gelip yerleşen misyoner örgütleri, özellikle Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde açtıkları okulları üs edinerek Hıristiyanlığı yaymaya çalışmışlardır. Bu dönemde misyonerlerce bazı illerde açılan okulların sayısını vermek, bu aktivitelerin ulaştığı boyutu anlamak açısından yeterli olacaktır. Örneğin 1894’te yalnızca Elazığ’da (Harput ve civarında) Protestanların açtığı okul sayısı 83’tür. 20. yüzyılın başlarında ise, çoğunluğu Amerikan Protestan gruplara bağlı olmak üzere Protestan ve Katolikler tarafından açılan okul sayısı 800 civarındadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Anadolu’ya yönelik misyonerlik faaliyetlerinde ciddi bir kesinti yaşandığı görülür. Zira, savaşın öncesinde ve sonrasında, çeşitli güçlerin tahrik ve kışkırtmalarıyla isyan eden ya da yabancı istilacı güçlerle işbirliği yapan Hıristiyan azınlıklarla Müslüman halk arasında ciddi sorunlar yaşandı. Azınlıklardan kaynaklanan bu ihanet nedeniyle Müslüman halk genelde Hıristiyanlara karşı mesafeli durmaya başladı. Dolayısıyla Müslümanlara yönelik faaliyet sürdüren ve teşkilat olarak çeşitli Batı ülkelerine dayalı olan misyoner örgütleri büyük ölçüde Anadolu’yu terk etmek durumunda kaldı; bunların işlettiği okulların ise önemli bir kısmı kapandı. Cumhuriyetin ilan edilişi dolaylarında, misyoner kurumları çerçevesinde Anadolu’da aktif olan hâlâ çeşitli eğitim kurumları bulunmaktaydı. Ancak ilerleyen dönemlerde bunların birçoğu ya kendiliğinden ya da devletin müdahalesiyle kapanmak zorunda kaldı. Örneğin Bursa’da faal olan Amerikan Kız Koleji, burada eğitim gören kızlardan üçünün Hıristiyan olduğu haberlerinin yayılması üzerine, bizzat Atatürk’ün direktifiyle kapatıldı.
İlerleyen yıllarda da Anadolu’daki misyonerlik aktivitelerindeki duraklama ve gerileme devam etti. Şüphesiz bunda, henüz yeni kurulmuş olan Cumhuriyetin izlediği genellikle içe dönük politikaların ve İkinci Dünya Savaşı’nın büyük tesiri olmuştur. Ancak, çok partili sisteme geçilmesine ve Türkiye’nin izlediği politikanın dışa açılmaya başlamasına paralel olarak misyonerlik faaliyetlerinin de yeniden canlanmaya başladığı dikkati çeker.

Günümüz Hıristiyan Kiliseleri ve Misyonerlik

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Hıristiyan dünyasında Mesih öğretisi inanlılarından oluşan kilisenin gerçek rolü ve Hıristiyanların ötekiler arasında üstlenmesi gereken işlev konusunda bir dizi önemli toplantı yapıldı. Kilisenin yeniden tanımlanması bağlamında önceki konsillerde alınan kararlar gözden geçirildi ve misyonerlik-kilise kurumu arasındaki sıkı ilişki vurgulandı. Buna göre kilise, yalnızca Hıristiyan inancına bağlı olan insanların oluşturduğu ve Hıristiyan cemaatin inanç ve ritüellerini ifade eden bir kurum değildir. Zira kilise, Yeni Ahit’te belirtildiği gibi İsa Mesih’in bedeni olarak aynı zamanda İsa Mesih misyonunun da ifadesidir. Bu bağlamda kilise kurumuna bağlı her organın ya da kilise ile ilişkili her kurumun en temel işlevi etrafa İsa Mesih öğretisini ifşa etmek ve İncillerde bizzat İsa tarafından yapılması istenen, bütün ulusların İsa Mesih yanlısı yapılmaları misyonunu yürütmektir. Dolayısıyla, bir TV tartışma programında konuşmacı olarak katılan bir Hıristiyan din adamının da belirttiği gibi,17 her kilise bir misyonerlik kurumudur. Kilisenin faaliyet alanı ise bütün ulusları kapsayan tüm yeryüzüdür. Böylelikle Pavluscu öğretiler etrafında şekillenen Hıristiyan inancının kiliseye yüklediği tarihsel misyon, yeniden vurgulanmıştır.
1962-1965 yılları arasında gerçekleştirilen 2. Vatikan Konsili, Katolik Hıristiyanlığın kendisini yeniden ifade etmesi ve Hıristiyan olmayan insanlara yönelik kilisenin geleneksel tavrını sorgulaması açısından önemli bir olay olarak tarihe geçti. Bu konsile ilişkin belgelerde, diğer insanlara İsa Mesih mesajını götürmenin ve bu çerçevede onlara yönelik misyonerlik faaliyetlerinin önemi tekrar tekrar vurgulandı. Gerek bu konsilde ısrarla önemi vurgulanan dinler arası diyalog gerekse geleneksel misyon yöntem ve tekniklerinin güncellenmesi bağlamında, misyonerliğin daha verimli yürütülebilmesinin yolları tartışıldı.

1- Diyalog:


2. Vatikan Konsilinde gerek Müslümanlarla gerekse Hıristiyan olmayan diğer kişilerle ilişkilerin hangi boyutta olması gerektiğine dair önemli kararlar alındı. Örneğin Müslümanlara yönelik belgede, İslamın tarih boyu hep olumlu meyveler verdiği ve Müslümanların gerek İsa’ya gerekse Meryem’e büyük saygı duydukları belirtildikten sonra, her ne kadar tarihte Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında bir takım olumsuz hadiseler yaşandıysa da artık her iki dinsel topluluk arasında daha yapıcı ve olumlu ilişkilerin kurulmasının gerekliliği vurgulandı. Ayrıca kilisenin çeşitli belgelerinde ve toplantılarında, günümüz dünyasında yaşanan çeşitli krizler ve insanlığın yüz yüze kaldığı çeşitli sorunlara karşı dinler arası diyalogun ne kadar önemli olduğunun altı çizildi. Bununla birlikte yine çeşitli kilise belgelerinde ve yakın zamanlarda alınan kararlarda, dinler arası diyalogun diğer inanç bağlılarına Hıristiyan misyonunu ulaştırmanın önemli bir aracı olduğu belirtildi. Bir başka ifadeyle, buna göre kilisenin anlayışına göre dinler arası diyalog, misyonerlik faaliyetleri açısından olmazsa olmaz bir araçtır.
Böylelikle kilise öncülüğünde, gerek Müslümanlarla gerekse diğer inanç bağlılarıyla (hatta ateistler ve benzeri diğer kişi ve cemiyetlerle) diyalogu öngören çeşitli toplantılar düzenlendi. İfade ettiğimiz gibi, toplumlar arası barışın tesisi ve açlık, fakirlik, şiddet, anarşi ve kaos gibi insanlığın geleceğini tehdit eden sorunlara karşı evrensel işbirliği gibi görünür amaçların ötesinde kilisenin bu toplantılardaki temel amacı, ötekilere Hıristiyan misyonunun anlatılması açısından uygun ortamın oluşturulmasıydı.
Her ne kadar kilise dinler arası diyalogu, misyonerlik faaliyetleri için bir zemin kabul etse de diyalog süreci, diyalog kurulan toplumların ve dinsel geleneklerin de uygun şartlar oluştuğunda kendilerini Hıristiyanlara anlatmaları ve kendi inançlarını Hıristiyan inançlarına karşı ifade etmeleri ortamını da oluşturmaktadır. Dolayısıyla diyalog, eşit şartlarda ve yetkin kişiler tarafından yürütüldüğünde, bu süreç, yalnızca bir tarafın hegemonyacı dayatmaları şeklinde gerçekleşmeyecek, farklı inançlar ve kültürlerin birbirlerini tanımaları ve birbirlerine karşı kendilerini ifade etmeleri şeklinde cereyan edecektir. Bu da diyalogu, yalnızca Hıristiyanlığın yayılmasının vazgeçilmez bir yolu olarak gören ve diyalog sürecini bu bağlamda oluşturmaya çalışan kilisenin planını altüst edecektir.
Nitekim kilise, son dönemlerde diyalog ile hedeflediği şeylerin ne kadar gerçekleşip gerçekleşmediğini sorgulamaktadır. Hatta kimi kilise yetkilileri, görünürde barış, hoşgörü, uzlaşı vb hususları ön plana çıkaran diyalogun, kilisenin asli görevi ve önceliği olan misyonerliği ikinci plana ittiğini, Hıristiyan misyonunun diyalogdan olumsuz etkilendiğini, dolayısıyla kilisenin diyaloga ilişkin tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerektiğini ifade etmektedirler.
Diyalog bize ve kültürümüze yabancı bir kavram değildir. Zira Kur’an, diğer inanç bağlılarına diyalog kapısını sürekli açık tutmakta ve onlara Tevhid inancı temelinde bir arada olmayı teklif etmektedir (Ali İmran 64). İslam, Müslümanları, hakikatin ifadesi ve kurtuluşun yegane yolu olarak gördüğü Tevhid ilkesini bütün insanlara iletmekle ya da kurtuluşun vesilesi olan bu doğru’yu diğer insanlarla da paylaşmakla görevlendirmekte ve bu çerçevede “hakkı ve sabrı tavsiye etmenin” veya “iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın” zararda olmayan insanların özellikleri olduğunu vurgulamaktadır. Aynı şekilde tarih boyu Müslümanlar, farklı inanç bağlısı kimselerle bir arada yaşamışlardır; çok kültürlülük ve çok inançlılık Müslümanlara yabancı değildir. En azından Anadolu’da İslam’dan Hıristiyanlık ve Yahudiliğe, Yezidilikten diğer çeşitli heterodoksal akımlara kadar birçok inanç sistemi yüzyıllardır aynı coğrafyayı paylaşmışlar ve zaman zaman çeşitli dış ve iç kışkırtmalar nedeniyle vuku bulan bazı olumsuz olaylar dışında birbirleriyle barış ve hoşgörü ortamı içerisinde yaşamışlardır.
Dolayısıyla Hıristiyanlarla ve diğer inanç bağlılarıyla (aynı şekilde ateistler ve benzeri kimselerle) diyalog kurmak, onlara ve inançlarına saygı göstermek, onları anlamaya tanımaya çalışmak, İslam’ın da öngördüğü barış ve huzur ortamının tesis edilmesi için zorunludur. Hıristiyanlar ya da başkalarıyla eşit şartlarda diyalog toplantılarını yürütecek yetkin/aydın kişilerin yetiştirilmesi, diyalogu misyonerliğin bir yolu olarak gören ve düzenledikleri diyalog toplantılarından bu gayeye yönelik sonuçlar elde etmeye çalışan kilisenin çabalarını boşa çıkaracaktır.

2- Evangelizm


Diyalog kavramıyla birlikte, misyonerlik faaliyetlerinde ön plana çıkarılan bir diğer kavram evangelizm ve evangelizasyon oldu. Hıristiyan mesajının/öğretisinin ya da iyi-haberinin bütün insanlara iletilmesi anlamına gelmekte olan bu terim, özellikle misyonerlik teriminin Hıristiyan olmayan kültürler ve bağlıları arasında oluşturduğu olumsuz imajı değiştirmek amacıyla kullanılmaya başlandı. Aslında evangelion yani “iyi haber, müjde” terimi İsa Mesih’in hayat hikayesi ve mesajını konu edinen dinsel metinler içinler kullanılmaktadır ve Yeni Ahit metinlerinde Pavlus’un yaydığı bir iyi haberden bir müjdeden bahsedilmektedir. Dolayısıyla evangelizm, Hıristiyan müjdesinin yayılmasıyla ilgili tarihsel geleneğin yeniden vurgulanmasını hedeflemektedir.
Evangelizmin muhatabı yalnızca Hıristiyanlık dışı diğer din mensupları değil, dine karşı ilgisiz kalan Hıristiyan halklar da dahil tüm insanlar olarak görülür. Dolayısıyla evangelizm, misyonerlikten farklı olarak hem Hıristiyanlara hem de Hıristiyan olmayanlara yönelik İncil mesajının sunulması amacına yöneliktir.
Evangelizm kavramı özellikle Protestan misyonerlik faaliyetlerinde anahtar bir kavram olarak kullanılmaktadır. Bugün birçok evangelik kilise, kurduğu misyoner teşkilatlarıyla dünyanın dört bir tarafında Hıristiyanlık propagandasını yürütmektedir.

3- Sosyal Adaletin Temini


Çağdaş misyonerliğin tanımlanması bağlamında kilisenin üzerinde durduğu önemli bir kavram sosyal adalet kavramıdır. Kilise resmi belgelerinde, yeryüzünün farklı bölgelerinde insanların karşı karşıya olduğu eşitliksizliklere ve adaletsiz paylaşımlara dikkat çekilmekte ve Hıristiyan misyonunun bu insanlara ulaştırılabilmesi için misyonerlik esnasında bu sorunlara yönelik çabalara da mutlaka yer verilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Bu bağlamda açlık, fakirlik, işsizlik ve kaos ortamlarına ilgisiz kalınamayacağı vurgulanarak bu sorunlarla uğraşmanın tanrısal mesajın insanlara iletilmesiyle yakından irtibatlı olduğu belirtilmektedir. Özellikle İsa Mesih’in fakirlere ve açlara yönelik yaklaşımını ele alan kutsal metinlerden hareketle, bu insanların sorunlarıyla ilgilenmenin, kilisenin temel görevleri arasında olduğu ifade edilir. Böylelikle kilise, misyonerlerin dünyanın fakirlik, yoksulluk, açlık vb felaketlerle cebelleşen bölgelerinin halklarına gidip, onların sorunlarıyla yüzleşmelerinin, bu sorunlara karşı çözümler üretmelerinin, bu insanların İsa Mesih’in mesajını almaları açısından son derece önemli olduğunu düşünmektedir.
Örneğin, uzun süre çeşitli Müslüman toplumlar arasında Hıristiyanlığı yayma faaliyetlerinde bulunan Fransizkan misyonerlerin, misyonerliğe hazırlık bağlamında, aralarında misyonerlik yapacakları halkları tanıma ve yürütecekleri faaliyet öncesi halkın sempatisini kazanma amacına yönelik uyguladıkları metotlarıyla ilgili olarak diğer Hıristiyan misyonerlere yaptıkları şu öneriler oldukça ilginçtir:
... bütün Hıristiyan misyonerler, bir yere, bir kültüre veya belirli bir halk arasına gitmeli; orada onların yaşam tarzlarını öğrenmeli, onları dinlemeli/gözlemeli, bir Hıristiyan olarak onların arasında yaşamalı, insanların ihtiyaçlarını öğrenmeli ve buna yardımda bulunmalı, İncil vaazı (daveti) için uygun bir zamanı beklemeli.18

4- İncil Mesajının Farklı Kültürel Yapılara Adaptasyonu


Günümüz kilisesinin, yine misyonerliğe ilişkin geleneksel Hıristiyan yaklaşımından hareketle, önemle üzerinde durduğu bir konu, farklı dinsel ve kültürel yapıya sahip topluluklara/halklara Hıristiyan mesajı götürülürken, o toplumların aşina oldukları dinsel ve kültürel yapıya uygun tarzda Hıristiyan mesajının yorumlanması, biçimlenmesi ve o toplumlara bu şekilde sunulmasıdır. Katolik misyonerlik çevrelerinin “inkültürasyon”, Protestanların ise “contextualization” kavramlarıyla ifade ettikleri bu metot, Hıristiyan inancına ve değerlerine karşı tarihten ve kendi kültürel değerlerinden kaynaklanan bir bakış açısıyla olumsuz tutumlara sahip olan toplumların, Hıristiyanlığa karşı bu olumsuz yaklaşımlarını gidermeyi ve onların kendi kavram ve değerleriyle Hıristiyanlığı tanımalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Özellikle İslam ülkelerine ve yurdumuza yönelik misyonerlik faaliyetlerinde yoğun şekilde kullanılan bu metodoloji, kaynağını yine Hıristiyanlığın kutsal kitabından almaktadır.
Yuhanna İnciline göre İsa Mesih, talebelerine, “size esenlik olsun; Baba beni gönderdiği gibi ben de sizi gönderiyorum” demiş ve bunu söyledikten sonra onların üzerlerine üfleyerek “Kutsal Ruh’u alın, kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız bağışlanmamış kalır” demiştir (Yuhanna 20:21-23). Hıristiyan inancına göre tanrısal oğul İsa Mesih, insanlara iyi mesajı iletmek ve onları kurtuluşa sevk etmek için yeryüzünde bir insan şeklinde bedenleşmiş ve bir Musa hukukuna bağlı bir Yahudi gibi yaşamış, sonunda günahkar ilan edilerek çarmıha gerilmiştir. İnsanlığın aydınlanması ve kurtuluşa iletilmesi için bizzat İsa’nın şahsında gerçekleşen bu metot, yani mesajın iletilebilmesi için muhatap alınan insanların kültürel değerlerine ve yaşam biçimlerine adaptasyon, bütün Hıristiyan misyonerler için de geçerlidir. Zira yukarıda alıntıladığımız ifadesinde bizzat İsa’nın kendisi bunu söylemektedir. Bundan başka Hıristiyanlar, yukarıda da hakkında kısaca bilgi verdiğimiz ilk Hıristiyan misyoner Pavlus’un da yaşamında bunu uyguladığını, misyonerlik görevi esnasında oldukça esnek bir tutum izlediğini, gerektiğinde Yahudiye Yahudi ve Yahudi olmayana Yahudi değil gibi davrandığını düşünürler. Bütün bunlardan hareketle Hıristiyan misyonerler, birazdan maddeler halinde sıralayacağımız gibi, misyonerlik faaliyetlerinde İncil mesajının farklı kültürel yapılara adaptasyonuna oldukça önem verirler.
Son düzenleyen Safi; 12 Ekim 2018 20:25
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....