Arama

Semiha Berksoy - Tek Mesaj #4

bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
26 Aralık 2012       Mesaj #4
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye
SEMİHA BERKSOY
Kuşağının En Yaratıcı Sanatçılarından Biriydi


İstanbullu olmanın bir imtiyaz olduğu dönemde, II. Meşrutiyet yıllarında, bu metropolün Boğaziçi kıyılarındaki Çengelköy’de Semiha Cenab doğdu. Görünüşte mütevazı bir memurun çocuğuydu. Mütevazı memur Ziya Bey’in eşi Fatma Saime Hanım eğitimliydi. Güzel resim yapıyordu. Yetenek irsîdir, nitekim ailenin üyeleri ve yakın akrabaları içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun mareşalleri, geleceğin ünlü tıp profesörü Kemal Cenap (Berksoy) gibileri de vardı.

Osmanlı başkentinde aydınlanma ve rütbe muhakkak servet ve mülkle bağlantılı değildi. I. Cihan Harbi’nin sıkıntıları içinde küçük Semiha annesini bulaşıcı bir hastalıktan dolayı kaybetti. Savaş sırasında İspanyol gribi cephedekinden daha çok kurban almıştır. Sanatçının hayatı boyunca en yaratıcı eserlerine yansıyan yarası işte böyle açıldı. Iztırab ve özlemi olmayan bir sanatçı düşünmek mümkün değildir. Tanıdığımız Semiha Berksoy; savaşlar, imparatorluğun toprak kayıpları, göçler ve felaketlerin getirdiği yıkımlara alışkın bir toplumun insanıydı.

Özlemlerinden ve hedefinden fedakârlık yapmadı ama Boğaz kıyıları onu her zaman kendine çekti. Bu onun kariyerindeki bazı karar ve hareketleri izah eder. Zira Berlin’de Hochschule für Musik’te Richard Strauss’un “Ariadne Auf Naxos”unda başrolü teganni eden genç kızın, Anadolu bozkırının ortasındaki devlet operasına özlemle koşuşunu başka türlü açıklamak mümkün değildir. Daha müreffeh, daha teşkilatlı bir eğitim ve hayat yasalar da; dünyadaki başka başkentlerin, 1500 yıllık bir başkentin hayatı ile rekabet etmesi mümkün değildi. O kuşağın Türkleri için hangi dünya görüşüne sahip olurlarsa olsun bu en önemli noktadır.

Semiha’nın tahsili zamanın İstanbulu’nda eğitim gören önemli Türk kızlarının arasında farklılık gösterir. Regüler bir tahsil; tıp, kimya veya edebiyattır. O ise müziğe yönelir. İstanbul Belediye Konservatuvarı’na burslu kabul edilir ve ses hocası Nimet Vahid Hanım’ın öğrencisi olur ama müziğin yanında da zamanın Türk resminin ustalarından Namık İsmail’in atölyesinde tamamen klasik bir resim eğitimi de görür.

Semiha’nın aldığı müzik eğitimi kısa zamanda İstanbul’un operet sahnelerinde başarılı temsillere katılmasıyla sonuçlanır. Opera sahnesindeki kariyeri Atatürk’ün önünde başlar, zamanının bütün entelektüelleri gibi Kemalist Cumhuriyete karşı kendisini borçlu olarak görmektedir.

1934’te Iran Şahı Türkiye’yi ziyarete gelir. İran Batılılaşma yolunda bazı reformlar yapmakta ve Kemalist Türkiye’yi örnek almaktadır. Bir ay boyu Türkiye’de Şehinşah Rıza Pehlevi’ye her şey gösterilir, kendisi şehir şehir gezdirilir. En önemli gösteri ise ilk Türk operasıdır. Şarkta opera I. Cihan Harbi’nden önce başlamıştır ama bu operada yani “Özsoy”da İran ve Turan’ın müşterek tarihi müzikle vurgulanmaktadır. Adnan Saygun’un bestelediği “Özsoy” operasında Semiha’ya başrol verilir. Bu temsilden sonra Atatürk karar vermiştir; kurulacak Türk operasına kuvvetli sesler lazımdır ve Semiha da bunun için Berlin’e gönderilir.

Genç kızın bir sevdiği vardır; zamanın ünlü solcu şairi Nazım Hikmet... Nazım Hikmet’in bu seyahatten önce Semiha’ya yazdığı mektup 1936 yılının ortamında Türklerin Avrupa toplumunu nasıl değerlendirdiğine bir örnektir: “Güle güle Semiha, sana kanlı Hitler’in değil, Beethoven’in ülkesinde başarılar diliyorum”.

Semiha Hitler’in hakim olduğu ülkede başarılı bir eğitim ve kariyere başlar. Richard Strauss’un 75’inci doğum günü için “Ariadne auf Naxos” operasında Ariadne rolüyle sahneye çıktığında, başrol bir Alman sanatçısına verilmediği için sahneyi protesto eden Hitler Jugend (Hitler Gençliği) üyelerine ünlü şef Clemens Schmalstich’in cevabı çok kısa ve kesindir: “Semiha bu rolü söyleyecek çünkü o gerçek bir sanatçıdır”.

Ölümünden birkaç yıl önce Köln TV’sinde bir programda Semiha Berksoy’un yanında ünlü sosyolog, Lordlar Kamarası üyesi, Oxford Üniversitesi Rektörü Rolf Dahrendorf vardı. Semiha 1930’ların Türkiyesi’ni, opera dünyasını, Wagner’i, Nazım Hikmet’i anlatıyordu. Üstelik birbirine zıt bu kavramların hepsi Batıyı ve Batılılaşan Türkiye’yi ifade ediyordu. Nitekim Dahrendorf heyecanlandı; “Bu Guiscard ve Kohl gibi herifler ne zannediyor ki, Türkiye dönemeçleri atlamış bir ülkedir” dedi. Semiha’yı dinleyenler büyülenmişti.

Bir Berlin seyahatinden önce aklına esti, evdeki bütün tablolarını trene yükleyip götürdü. Hiçbir angajmanı yoktu, sergi açacağını rüyada örmüş değildi. “Bu resimler orada beğenilir” dedi. Gülüyoruz ama toplamaya yardım ediyoruz. Eşi Ercüment Bey; “Hanımefendi, angajmanımız var mı?” diyor. Cevap; “Ne angajmanı yahu, orası Berlin böyle deli resimlere bayılırlar”. Resim malzemeleri satan bir mağazada adresini aldığı Galeri Hammer’de birkaç eskizini gördüler, derhal sergi açtılar. Bir ay sonra bu sergi patladı ve Semiha Berksoy ısrarlı taleplere rağmen hiçbir resmini satmadan döndü.

Semiha Berksoy resimde, opera hayatındaki tutkularını gizlememiş ve sanatçı kişiliğini hassasiyetle korumuştur. Kendini takdim şekli ressam veya devlet tiyatrosu sanatçısı şeklinde değildi; herkese devlet operası sanatçısı olduğunu söylüyordu ama diğer taraftan da hayatı boyunca resim yapmadığı gün neredeyse çok azdı. İşte bu sebeplerden Türk tiyatrosu onun rollerini hiçbir zaman unutmuyor. Haldun Taner’in “Lütfen Dokunmayın” adlı komedisindeki tek kelimelik bir rolü de dahil.

Bir operaya hazırlandığı zaman sadece kendi rolünü değil, bütün partisyonları gözden geçirir, Wagner çevirir, Beethoven okurdu. Yaptığı resimlerin ardında bir gözlem, düşünce ve tartışma vardı.

Semiha Berksoy küçüklüğünden beri ortak bir dram yaşayan bir kavmin çileli aydın kuşağına mensuptur ve o kuşağın en yaratıcı portrelerinin başında gelir. Bunu bizde de anlayanlar var, başkaları da çoktandır anlıyorlar.

kaynak: Defterimden Portreler (İLBER ORTAYLI)