Farabi (Avennasar) (870-940)
Batı'da Latinize edilmiş adıyla "al-Farabius" ya da "Avennasar" olarak tanınan Farabi, önde gelen Müslüman Filozoflardan birisidir. Ayrıca bir sufı ve bir tür müzisyen olarak tanınır. İslam düşüncesine büyük katkı¬sı, Yunan felsefesinin o dönem Müslümanlar'ınca ortaya atılan birçok kritik soruna nasıl yanıt ve destek verdiğini göstermesidir. İlk gerçek sistematik Müslüman filozoftur.
Farabi'nin tam adı Ebu Nasr Muhammed İbn Muhammed'in Tarhan ibn Uzlug'tur. Ancak Türkistan'ın Farab kentinde doğmuş olduğundan, el-Farabi olarak bilinir. Babasının Türk kökenine rağmen İran ordusuna askeri bir yetkili olduğu söylenir. Farabi'nin yaşamına ilişkin çok az bilgi olup elde olanlar tamamıyla güvenilir değildir. Yaklaşık olarak 870'de doğmuş ve ilk eğitimine ilişkin ayrıntılar belirsiz olsa da ilk yıllarını Arapça yanında Farsça ve Türkçe öğrenmeyle geçirmesinin yanı sıra fıkıh, hadis, tefsir eğitimi almıştır. Kırk yaşında Bağdat'a geçen Farabi, burada yirmi yıl yaşamıştır. Bu dönemde Bağdat, İslam dünyasının en¬telektüel ve kültürel merkezi olup burada Hıristiyan Nesturi âlimlerden mantık tahsil ederek antik Yunan filozoflarını özellikle de Aristo'yu öğrenmiştir. Farabi'nin döneminde Eflatun, Aristo ve sonraki Yunan şair¬lerinin büyük bölümü kısmen Doğu Hıristiyanlarınca Süryanice'ye çevrilmiştir. Politik otorite meselelerinin geniş ölçüde tartışıldığı 8.yydan 11.yy'la kadarki dönemde, Yunan felsefesine olan ilgi zirvesine ulaşmıştır. Farabi bu dönemde Bağdat'ta İhsaü'l-Ulum ve Tahsilu's-Saade gibi eserler kaleme almıştır.
Öyle görünüyor ki Farabi bir muallim olmuştur ve yaşamı¬nın büyük bölümünde sarayın himayesinin dışında kalsa da 942'de Bağdat'tan Suriye'ye oradan da Halep'e geçerek Hemdani hanedanından Seyfüddevle'nin sarayına saray müzisyeni olarak katılmıştır. Saray Şii'dir ve Farabi de Şii bir Müslümandır. Başlıca eserleri, özellikle de politik felsefe alanında olanları bu dönemde yazılmıştır. 950'de Şam'da yolculuk esnasında haramilerce öldürüldüğü söylenir. Farabi'ye yüzden fazla eser atfedilse de olasılıkla abartıdır ve bunlardan ancak küçük bir bölümü bize ulaşabilmiştir.
Ayrıca Aristo'nun mantıkla alakalı eserlerine olan şerhleri de içeren mantık ve dil felsefesi üzerine birçok eser kaleme almış ancak Aristo mantığı üzerine kendi yorumlarını geliştirmek yoluyla salt özet ve açık¬lamanın ötesine geçmiştir. Farabi'nin bir ilgisi de felsefi mantık ve sıra¬dan dilbilgisi arasındaki ilişkinin tam olarak sınırlarını çizmektir. Bu ilgi, özellikle Arap âlimler Arapça'ya olan çeviriler bağlamında Yunan felsefi mantığını anlamada sıkıntı çektikleri için yerinde bir durumdur. Farabi, mantığın ithal bir şey olmayıp kişi hangi dili benimserse benim¬sesin muhakeme için ortamın kuralları sağlayan bir tür evrensel dilbil¬gisi olduğunu, öte yandan dilbilgisinin belli bir kültürün diline özgü olduğunu belirtir. Bu açıdan dilbilgisi (gramer) ve mantık, biri evrensel diğeri özel iki farklı bilimdir. Farabi bir mantık anlayışının kişinin seçti¬ği dil ortamı yoluyla nasıl yorumlandığına bağlı olduğunu ortaya koyar. Mantığın doğruyu yanlıştan ayırmaya yardım ettiğini ve bir kılavuz ola¬rak da kişinin düşünce süreçlerinin nerede başlayıp nihai çıkarımlara nasıl ulaşacağını da göstererek Aristo mantığının adımlarını izlemiştir. Farabi, Eflatunu izleyerek tüm hakiki filozofların felsefelerini diğerleri¬ne aktarma göreviyle yükümlü olduklarını ve bu nedenle retorik, poe- tika ve diyalektik sanatlarının mantıkla aynı şekilde evrensel olmasa da felsefenin asli unsurları olduklarını belirtir. Çünkü bunlar bir filozofun insanların büyük çoğunluğuyla iletişim kurduğu araçlardır.
Farabi'nin mantık üzerine yazdıkları, ona Ortaçağ Müslüman fel¬sefecileri arasında bir ün sağlamıştır. Tarih felsefecisi İbni Haldun'un sözleriyle bu Farabi'ye Aristo'dan hemen sonra gelen "ikinci öğretmen" (muallim-i sani) unvanı verilişini haklı çıkarır. Bununla birlikte Farabi, politik felsefe alanına büyük önem vermiştir ve burada Eflatunun et¬kisi görülmektedir. Eflatunun filozof krallarca idare edilen mükemmel devlet kavramına Farabi de inanmış ve bu durum Şii dünya görüşünün imamın otoritesine olan vurgusuyla çok iyi örtüşmektedir. 10. yüzyıla Şia yüzyılı olarak atıfta bulunulur çünkü bundan sonra Şia'nın nüfuzu hayli yükselir. Halifenin -Sünni Müslümanların lideri- payitahtı Bağ¬dat yavaş yavaş yeni bir Şii askeri hanedan olan Büveyhiler (Buyiler) tarafından ele geçirilir ve Farabi hayattayken 12. İmam 941'de küçük gaybet'ten (gaybe-i Suğra) büyük gaybet'e (gaybe-i Kübra) geçer; dini ve politik otoriteye ilişkin ciddi sorunlar ortaya çıkar.
Farabi, Hz. Muhammed dahil tüm Peygamberlerin ilk ve önde gelen filozoflar olduklarına inanır. Çünkü -müminlerin aksine- gerçek filo¬zoflar ilahi bilgi anlamında "vahye" ulaşabilirler. Farabi'ye göre "Tanrı" Faal Akıla eşittir ve bu nokta Eflatunun muhakeme yoluyla "ulaşılan" İyinin Sureti kavramına zıt değildir. Tanrıya ilişkin bu "Faal Akıl" kav¬ramı, bir Neoplatonist Tanrı kavramından türer. Neoplatonizm Mısırlı Plotinus (Ö.270) ve öğrencileri tarafından kurulmuştur. Neoplatonizm en iyi biçimde Eflatuncu, Aristocu, Pisagorcu ve Stoacı düşünceyi bir araya getiren ve onları bir doğulu dini mistik dünya görüşüyle yeniden biçimlendiren bir Yunan felsefesi biçimi olarak tanımlanabilir. Arap Müslümanlar'ın Batı felsefesiyle ilk karşılaşmaları, doğrudan Eflatun ya da Aristo'nun eserleriyle değil İskenderiye'nin 641'de zapt edilmesiyle ortaya çıkan Neoplatonculukla olmuştur. İskenderiye, büyük kütüpha¬ne ve üniversiteleriyle antik dünyanın kültür merkezine dönüşmüştür. Araplar'ın bu antik metinleri çeviriye ilk başladıkları dönemde Eflatun, Aristo ve Neoplatonizm arasındaki farkın ne olduğu konusunda bir kafa karışıklığı olması söz konusudur. Yazarın kim olduğu konusunda yan¬lışlıklar söz konusu olmuştur.
Aşırı şekilde iyi olarak, bu iyiliğin kendisinden tıpkı güneş ışınları gibi "sudur" ettiği bir Kâmil varlık olan Tanrı, tam bir Neoplatonist kav¬ramdır. Bu sudurun sonucu yaratılış dereceleridir ancak Tanrı tarafından neden olunmayıp doğal bir "yan ürün" dürler. Kısaca ifade etmek gerekirse, insanların dünyası sudurun bu hiyerarşik sürecinde oldukça aşağıda bulunur; bununla birlikte insan ruhu Faal Aklın tahtıdır ve do¬layısıyla insanlar bile içlerinde ilahi bir "kıvılcım'a sahiptir. Ruh nihai olarak Faal Akıl'da bulunur ancak maddi bedene mecburdur. Tabi saadetle akledilebilir dünyayla ruhun yeniden birleşmesini karşılaştırır. Fakat buna ulaşmak için inziva ya da çileciliğe değil insanın ancak diğerleriyle etkileşim yoluyla bunu yerine getirebilecek bir "politik hayvan" olduğuna inanır. Dolayısıyla kişisel gerçekleştirme yalnızca toplumsal gerçekleştirmeyle mümkün olur ve bu kendi içinde eğer toplum daha önce böylesi bir mutluluk halini elde edenlerce yönetilirse mümkündür.
Farabi Aristo'yu izleyerek siyaset bilimin ana bilim olduğunu çün¬kü nihai amacının gerçek mutluluk olduğuna inanır. Dolayısıyla nasıl yaşamamız gerektiği ve ne tür bir toplumun mutluluk ve gerçekleştir¬meyi teşvik ettiğiyle alakalı olduğu için ahlaki bir yöne sahiptir. En çok bilinen eseri el-Medinetu'l Fazılada (942-943'te yazılmıştır) Farabi ideal devleti oluşturmak için gerekli bilgi olan siyasi bilginin ancak ilm-i si-yasetle elde edilebileceğini öne sürer. Aristo gibi Farabi de politik be¬ceriyi kişinin o becerinin doğru ve yanlışlarını öğrenerek gelişebildiği diğer hüner ve becerilerle eş tutar. Örneğin, iyi bir doktor, hünerinde iyi deneyim kazanmış ve gerekli bilgiye sahip kişidir. Aynı şekilde iyi bir politikacı işinde uzmanlaşan ve bu durumu sürdürmek için gerekli "bilgiyi" öğrenmiş kişidir. Kuşkusuz sorun iyi bir durumu sürdürmek için gerekli bilginin hasta bir kişiyi iyileştirmek için gerekli bilgiyle eşit olup olmadığıdır. Bu, Eflatun ve Aristo'ya karşı yöneltilen bir eleştiridir ancak zamanın çoğu Müslüman filozoflarının aksine, Farabi hem Eflatun hem de Aristo'nun öğretilerini eleştirmeksizin doğru olarak kabul etmiştir.
Yine felsefenin yalnızca bir seçkinler grubuna açık olduğunu ve Fi- lozof-kralların yönetici olacak birkaç kişi arasından seçildiğine inanan Eflatun gibi Farabi de felsefeye yetkin olan birkaç kişiyle dine ihtiyaç duyan çoğunluk arasında açık bir ayrımda bulunur. Eflatun ve Şii ke- lamcılar gibi Farabi, liderliği bilgiye (bilgi, yanılmaz olan bilgi anlamında anlaşılmalıdır) dayandırır. Farabi böylesi bir şeyin "hakiki" olduğunu ve bu hakikate ulaşmanın en iyi yönteminin felsefe yoluyla olacağını göz önünde bulundurarak felsefecilerin yönetme eylemi için en vasıflı ki¬şiler olduklarını ifade eder. Çünkü onlar nasıl yönetileceğini (insanlar için neyin en iyi olduğunu) bilirler. Bu elitist görüşe göre "sıradan insan¬lar" vahyin batini anlamını ve dolayısıyla Tanrının gerçek buyruklarını anlamada zihni kapasiteye sahip değildirler. Çünkü onlar Kuranı onun sembolik, metafizik anlamından ziyade lafzi bir düzeyde anlayabilirler. Yalnızca felsefenin araçlarında değil ayrıca fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi îslami ilimlerdeki bilgilerinde de uzman olan elitler, İlahi bilgiye yakındırlar. Bir ölçüde Tanrının iradesine "iştirak" ederler. Bu, Şia'ya özgü imamların yeni bir vahiy getirmedikleri anlamında Tanrı tarafından geniş bir güç verilerek rehberlik edildikleri velayet kavramıdır. Ancak kâmil (mükemmel) yönetici olmadan hiçbir mükemmel kent olamaz. Farabi, Eflatun kadar pratik detaylara girmese de ikna becerileri ve ka- nıtlayıcı bilgi eğitimi alan yönetici olacak kişiler için gerekli eğitim sis¬temini ana hatlarıyla ifade etmede Eflatun un Devlet'ine atıfta bulunur. Eflatunun Devlet'i gibi el-Medinetul Fazıla ahlaki ve teorik bir model¬dir. Farabi'nin ideal devleti olarak İmamlarca idare edilen Şii devleti göz önünde bulundurduğu açıktır. Öte yandan Eflatun için yönetici, aslen belli bir kültür ya da inanç sisteminden çok esasen "akıl"dır. Bununla birlikte Farabi burada doğru olarak anlaşıldığı takdirde dinin akılla eş olduğu konusunda bir çelişki görmemektedir.
Farabi'nin mantık ve dil felsefesi üzerine, özellikle de dünyamıza dair anlayışımızda dilbilgisinin önemine ilişkin yazıları modern Anglo- Amerikan analitik felsefesi alanında asla yersiz olmayacaktır ve Farabi felsefesinin bu yönü (eserleri halen İngilizce'ye çevrilmektedir) etkile¬yici olarak tanınmaktadır. Müslüman, Yahudi ve daha küçük ölçüde Hıristiyan filozoflar arasındaki yüksek saygınlığının nedeni, onun felse¬fesinin bütününden çıkan şeyin görünürde birbirinden ayrı inançlarla tutarlı olması ve anlaşılır bir şekilde iletişim kurma niyetidir. Eflatuncu felsefenin gerçekten Şii İslam'la harmanlanma derecesi tartışılabilir olsa da onun ortaya koyduğu bağlantılar yalnızca entelektüel açıdan etkileyici olmakla kalmayıp ayrıca, örneğin, İmam Hüseyin'in 20.yy sonlarında İran'da bir "faziletli devlet" oluşturma çabalarında pratik işaretlere sahiptir. İbni Sina ve İbni Rüşd dahil birçok Müslüman filozof Farabi'ye borçlu olduklarını ifade etmişlerdir.
KAYNAK: İSLAMDA 50 ÖNEMLİ İSİM