Arama

Devlet - Tek Mesaj #2

iceslush - avatarı
iceslush
VIP ETC
16 Haziran 2006       Mesaj #2
iceslush - avatarı
VIP ETC
Ad:  3.jpg
Gösterim: 880
Boyut:  20.0 KB

Tür İçlerde ve İslamda devlet


Türklerin İslam öncesi dönemde oluşturdukları yönetsel organizmalar, gerçek anlamıyla devletten çok, kabile konfederasyonları kategorisine girer. İÖ 3. yüzyılda ortaya çıkan Hun konfederasyonundan 10. yüzyıldaki Karahanlılara kadar uzanan bütün bu tür kuruluşlar, step ortamının biçimlendirdiği bir yapı içinde oluşmuşlardı. Geniş bozkırlarda ve dağınık, göçebe bir yaşam biçimi temelinde kurulan bu konfederasyonların kalıcı kurumlara dayanan güçlü bir merkezî yapısı yoktu. Daha çok oymak-boy-il düzeni içerisindeki geniş toplumsal örgütlenmenin en üstünde yer alan federal nitelikli bir yapı görünümünde olan yönetim çekirdeği, başta fetih ve savunma olmak üzere askeri görevler ile belli kamu görevlerini yerine getirir, öbür gereksinimler daha alttaki örgütlenmelerin kendi yapıları içinde (töre) karşılanırdı. Belirli bir aristokratik hiyerarşinin en tepesindeki han, kağan ya da hakan en yüksek buyurma gücünün (kut) sahibiydi. Meşruiyetinin temeli ve sınırı adaletti. Kağanın başa geçişi daha çok boy beylerinden oluşan kurultayın seçimiyle gerçekleşirken, veraset usulüne doğru zaman içinde bir gelişme gösteriyordu. Ayrıca kurultaylarda alınan bütün kararlar kağanı da bağlardı. İslam öncesi Türk devletlerinde görülen önemli bir özellik de çifte hükümdarlık kurumuydu. Bu kurum Batı’daki benzerleri gibi eşit iki hükümdarın ülkeyi birlikte yönetmeleri biçiminde olmayıp, birinin da-. ha üstün olması temeline dayanırdı. Ama bu durumun zaman zaman sert iktidar mücadelelerine (Atilla-Bleda) ya da bölünmelere (Göktürkler) yol açtığı da görülmüştür.

Islamın doğuşunda, Arapların kabile örgütlenmesinden devlete ve çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa sıçrayışları tek bir toplumsal gelişme uğrağı içinde bir araya gelir. Bu çakışma, Batı’da görülen kilise ve devlet ikilemine yer bırakmaz. Mülkün asıl sahibinin Tanrı olduğu inancına dayanan İslami devlet düşüncesi, mülkü yönetenleri de Tann’nın vekilleri olarak görüyordu. İslamın ilk kez siyasal bir güç olarak ortaya çıktığı Medine’de kurulan devleti, kendini Allah’a inananlar topluluğu olarak tanımlayan ve oluşturan İslam cemaatinin önderi konumundaki Hz. Muhammed yönetiyordu. Bir site örgütlenmesi niteliğindeki bu devleti onun ölümünden sonra da halifeleri yönetti. İslam dini Arap Yarımadasının dışına taşmaya başlayınca devletin niteliği de değişmeye yüz tuttu.

İlk halifeler bütün İslam topluluğunun onayıyla (biat) başa geçmişlerdi. Bu bir tür sözleşmeydi. Ama Emevilerle (661-750) birlikte siyasal egemenliğin ele geçirilişinde zor ön plana geçti. Artık devlet başkanlığı (halife-imam) genel bir onaya dayanmadığı gibi, devletin örgütlenmesi de Bizans ve Sasani etkilerine açıldı. Bu oluşum henüz gelişme dönemindeki İslam hukukunda kamu hukukunun kısırlaşmasına yol açtı. Devletle ilgili tartışmalar yalnızca halifenin meşruluğu ve nitelikleriyle sınırlı kaldı. 8. yüzyıldan sonra İslam dünyasında birden fazla devlet ortaya çıkınca, halifeliği elinde tutan Abbasiler bu yeni yönetimlere (emirlere) meşruiyet sağlayan bir makam durumuna düştü. Abbasilerin iyice güçsüzleştiği ve İslam dünyasındaki parçalanmanın uç noktalara vardığı 10. yüzyıldan başlayarak güçlü bir yönetime olan gereksinmenin de etkisiyle İslam devletinin niteliğiyle ilgili görüşler ortaya atıldı. Farabi el-Medinetul-Fazrfa’da Platon’u anımsatan bir biçimde ideal bir devlet düzenini belirlemeye çalıştı.

11. yüzyılda Nizamülmülk, yönetmenin bir Kuran buyruğu olduğunu, hükümdarın da Tanrı’nın görevlendirdiği seçkin kişi olduğunu savunarak zorla ele geçirilen iktidarları meşrulaştırmaya çalıştı. Gazali de özellikle hadislere dayanarak güçlü bir imamın (hükümdar) gerekliliğini savundu. Ona göre hukuk Tanrı’nın emrettiği adaleti yerine getirmek için vardı; insanların birbirlerine adaletle davranmaları durumunda hukuka gerek kalmazdı. Ama İslam dünyasının durumu adaleti uygulayacak güçlü bir devletin ve âdil bir hükümdarın varlığını zorunlu kılıyordu. 14. yüzyılda İbn Haldun Farabi’de de görülen organizmacı devlet görüşünü geliştirdi. İbn Haldun’a göre, insan vücudu nasıl dört sıvının (kan, balgam, sevda ve safra) dengeli dağılımıyla sağlıklı biçimde çalışıyorsa, toplum da böyle dengeler üzerine kuruludur. Devletin karakterini de (mizac-ı devlet) bu dengeler belirler. Ulema devletin kanıdır. Şeriatı organizmanın her yanma iletir. Tüccar safradır. Bozulması devleti etkiler. Asker balgamdır. Fazlası devleti sarsar. Devletin beyninde de üçlü bir merkez vardır. Hükümdar bilinçtir, vezir güçtür, ulemanın başı da (müftü- şeyhülislam) akıldır. Vücudun sağlığını bu merkez gözetir.

İslami bir devlet kuramı oluşturmaya yönelik bütün bu çabalar, aslında çok değişik gelenekler üzerinde kurulmuş devletlere şer’i temeller, meşruiyet dayanakları bulmayı, İslamiyetin temel ilkelerini devlet yönetimine de uygulamayı amaçlıyordu. Ama İslam dininde ceza hukuku dışında kamu hukukunun gelişmemiş olması bu alanın sürekli olarak örf ve âdet hukukuyla doldurulmasına yol açtı. Devlete yön veren hükümler, yasalar gücünü hep bu kaynaktan aldı.

Devlet uygulamaları ve kuramlarının bu şekilde gelişmekte olduğu İslam dünyasında egemenliği 11. yüzyıldan başlayarak ele geçiren Oğuz Türklerinin kurduğu Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri, artık kabile konfederasyonu değil gerçek birer devletti ve Batı ortaçağına temel oluşturan Roma-Germen sentezine denk düşen bir Türk-İslam sentezini simgeliyordu. Selçuklularda Türk askeri aristokrasisinin egemenliği, şeriatın yanı sıra geniş bir örfi hukuk alanının açılmasında somutlanıyordu. OsmanlIlarda da devlet bütünüyle örf temelleri üzerinde kurulmuştu. İslam dünyasında daha önceleri de görülen siyasetname türü kuramsal yapıtların benzerleri Osmanlı döneminde de yazıldı. Ama bunların devlete yön verici bir etkisi olmadı. Osmanlı yönetimi örf kaynaklı fermanlar, kanunnameler yoluyla devleti istediği gibi düzenledi. Bazen öylesine ileri gitti ki şeriatın açıkça öngördüğü cezaları bile kanunnameler yoluyla değiştirdi.

OsmanlIlar Abbasiler döneminden beri var olan halife-sultan ikiliğini uzun yüzyıllar önemsemediler. I. Selim’in (Yavuz) Mısır’ı ele geçirmesinden (1517) sonra padişahın hilafeti de devraldığı yolundaki düşünce, ancak 18. yüzyıl sonlarında ortaya atıldı ve Osmanlı Devleti’ni İslam dünyasının koruyuculuğu rolünü benimsetmeye yöneltti. Ama 19. yüzyılın yeni ve karmaşık oluşumları karşısında bunun fazla bir etkisi olmadı. 20. yüzyılda beliren, tek bir İslam devleti olduğu (ya da olması gerektiği) yolundaki düşünceler ise, Hz. Muhammed ve dört halife dönemindeki ideal İslam devleti modeline yönelik özlemler olarak canlı bir tartışma ortamı yarattı ve zamanla İslam dünyasındaki gelişmeleri etkileyecek akımlara dönüştü.

Devletin öğeleri


Devletin, varlığı için zorunlu olduğu kabul edilen üç öğe insan topluluğu, ülke (toprak bütünlüğü) ve egemenliktir). İnsan öğesi, belli bir toprak parçası üstünde yaşayan, devleti kuran ve onun varlık nedeni olan belirli bazı niteliklere kavuşmuş bir insan topluluğu anlamında ele alınmalıdır. Günümüzde bu topluluk ulus, topluluğun sürekli yurdu ülke, oluşturduğu devlet de ulusal devletle eşanlamlıdır. Doğal (coğrafi) ya da yapay (bir anlaşma ile çizilmiş) sınırlarla komşularından ayrılan ülke kapsamına toprak altı, toprak üstündeki hava tabakası, varsa ülkeyi çeviren deniz (karasuları) ve kıyılar girer. Toprak altı sınırsız olarak, hava tabakası ve denizler ise uluslararası antlaşma ve geleneklerle belirlendiği ölçüde o ülkenin varlığı sayılır. Belirli bir yurttan yoksun olan bir toplum devlet kuramaz. Ülke toprakları ve ulusla birlikte egemenlik de devletin bölünmez ve devredilmez parçasıdır. Egemenlik devletin hukuksal düzenini belirleyen en yüksek otorite ve üstün iradedir. Başka devletlerle olan ilişkilerde bağımsızlık biçiminde ortaya çıkar. Devletler hukuku açısından bağımsız olmak, öncelikle öteki devletlerle eşit olmayı gerektirir. Bağımsızlık, bir devletin başka devletlerden emir almaması ve onları iç egemenlik haklarına karıştırmaması hak ve yükümlülüğünü kapsar.

Devlet düzeninin öteki örgütlü toplulukların düzeninden farkı, toplum içindeki bütün öteki düzenleri de bağlaması ve hükümetle temsil edilen, üstün bir merkezî otoritenin eliyle işleyen, gerektiğinde jandarma ve polis gücüyle maddi zora başvurarak gerçekleştirilen hukuksal bir düzene dayanmasıdır.

Devlet hukuksal bir varlık, bir tüzel kişiliktir. Bu tüzel kişilik, onu oluşturan ve yöneten bireylerin kişiliklerinden ayrı ve farklıdır. Tüzel kişiliğin en önemli sonuçlarından biri devletin hak ve yetkilere sahip olması, bir başka deyişle gerçek kişiler gibi hukuksal işlemler yapabilmesidir. Bir başka önemli sonucu da devletin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Siyasal iktidarların, hükümetlerin, hatta insan unsurunun değişmeli durumunda bile devlet devam eder; yapılmış işlemler, yasalar, antlaşmalar çoğu durumda geçerliliklerini korur.

Yeni bir devletin daha önce var olan devletlerle ilişki kurabilmesi, bu devletin tanınması yoluyla olur. Devletlerin tanınması konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bir görüşe göre tanıma, devleti yaratan yapıcı öğelere ek bir öğedir. Bu olmadan devlet hiç ortaya çıkmış sayılmaz. Öteki görüşe göre tanıma, devleti yaratan yapıcı bir öğe değil, onun hukuksal kişiliğinin oluştuğunu saptayan ve açığa vuran bir işlemdir. Böylece fiilen var olan devlet, hukuk açısından da varlık kazanır.
Birinci görüş günümüzde hemen tümüyle bir yana bırakılmıştır. Uygulamada yeni devletin tanınmadan önce de var olduğu ve bu nedenle de uluslararası hukukun öngördüğü hak ve yükümlülüklere sahip olduğu kabul edilmektedir. Böylece henüz öteki devletlerce tanınmamış bir devlete yokmuş gibi davranılmaz. Tanınmamış devletlerin karasuları açık deniz sayılamaz ve hava sahasında izinsiz uçuş yapılamaz.

Tanıma hukuksal sonuçlar yaratan bir siyasal işlemdir. Bu nedenle devletler bir devleti tanıyıp tanımama sorununu kendi siyasal çıkarları açısından değerlendirir. Hiçbir devlet uluslararası hukuka göre yeni bir devleti tanıma yükümü altında değildir. Ayrıca bir devlet, yeni bir devleti ne zaman tanıyacağını da kendi özgür iradesiyle belirler.

Devlet biçimleri


Batı’da düşünsel temelleri 16. yüzyılda atılan çağdaş devlet kavramı, ilk kez 1648 Vestfalya Barışı ile uluslararası alanda geçerlik kazandı. Bu barış ile Avrupa’daki siyasal ve toplumsal örgütlenme, dolaylı olarak, her biri meşru ve dokunulmaz egemenlik haklarına ve bütünlüğüne sahip birimlerden oluşan bir devletler topluluğu biçiminde tanımlandı. 1814-15 Viyana Kongresi’nde yalnızca Batılı Hıristiyan devletler için geçerli olmak üzere yeniden vurgulanan bu tanım, Kırım Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’ni, daha sonra Balkan devletlerini, 19. yüzyıl sonunda da İran, Siyam (bugün Tayland), Çin ve Japonya gibi Batı dünyası dışındaki devletleri de kapsar duruma geldi. Ulusal devletler topluluğunun fiilen ortaya çıkmasıyla bu topluluğa üye olma, bir başka deyişle uluslararası düzeyde devlet olarak tanınma, uluslararası hukuk çerçevesinde de birtakım kurallara bağlandı.

Uluslararası düzeyde devletin alabileceği biçimler konusunda ilk önemli ayrım bağımsızlık temeline dayalıdır. Bağımsız devletlerle bağımsızlıkları kısıtlı devletler arasındaki bu ayrımda belirleyici öğe, egemenliğin ulusal ve uluslararası (bağımsızlık) düzeylerde kullanılışına ilişkindir. Uluslararası hukukun birincil kişileri sayılan bağımsız devletler için, egemenliğin hukuk kuralları çerçevesinde kullanılışı konusunda herhangi bir sınırlama yoktur. Bağımsız devletler uluslararası ilişkilere girmek, antlaşma imzalamak, uluslararası örgütlere üye olmak, hükümetlerinin ulaslararası eylemlerinden sorumlu olmak, bağımsızlığı kısıtlı devletleri yönetebilmek ve belirli koşullarda silahlı kuvvetlerini kullanabilmek konularında özgürdürler. Bağımsızlıkları kısıtlı devletler ise egemenlik haklarını tam olarak kullanamadıklarından, teknik olarak devlet tanımının dışında tutulabilirlerse de, uluslararası hukukun dışında sayılmazlar.

Bunlar protektora, tâbi devlet (vasal devlet) ve manda devleti gibi biçimler alır. Bağımsız devletlerle bağımsızlığı kısıtlı devletler arasında tarafsızlaştırılmış (nötralize) devletler ve bölünmüş devletlerden oluşan bir ara kategoriden de söz edilebilir. Tarafsızlaştırılmış devletlerin başlıca özelliği savaş açma yetkisinin ortadan kaldırılmış olması ve böylece egemenliğin sınırlandırmasıdır. Ama Birleşmiş Milletler’in, savaşı devletlere tanınmış bir yetki olmaktan çıkarmasıyla bu sınırlandırma hukuksal düzeyde anlamını yitirmiştir.

Ulusal ve toprak bütünlükleri kendi iradeleri dışında kısıtlanmış, bölünmüş devletlerin egemenlikleri tartışma konusu yapılabilir. Uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerin tarihsel gelişim süreci içinde niteliksel değişikliklere uğrayan bu geleneksel kategoriler bir bakıma mutlak olmaktan uzaktır. Örneğin Vatikan devletinin ya da Avrupa’nın Monako, Liechtenstein gibi küçük devletlerinin hangi konumda oldukları tartışılabilir. Bunların yanı sıra uluslararası topluluğun devlet niteliği taşımayan üyeleri olan manda ve vesayet altındaki ülkeler, kondominyumlar, serbest kentler ve kabileler de uluslararası hukukun kişileri arasında ele alınabilir.

Uluslararası kişiler olarak devletlerin biçimlerini belirleyen ikinci özellik tek yapılı (üniter) ya da karma yapılı (birlik) oluşlarıdır. Ulusal düzeyde egemenliğin tek bir siyasal iktidar tarafından kullanıldığı ve hukuk birliğinin bulunduğu devletler üniter devletlerdir. Günümüzde Türkiye’nin yanı sıra çok sayıda devlet, bu biçim içine girer. Birliklerde ise devlet otoritesi birliği oluşturan ülkeler arasında yatay ya da dikey olarak bölünebilir. Birlikler genelde dört grupta incelenebilir. Kişisel birlikler, gerçek birlikler, konfederasyon ve federasyon. Kişisel birlikler aynı hükümdarı devlet başkanı olarak tanıyan iç ve dış işlerinde bağımsız ve egemen birden çok devletten oluşur. Son dönemde bazı üye ülkelerin İngiltere hükümdarını devlet başkanı olarak tanımaktan vazgeçmesine karşın İngiliz Uluslar Topluluğu buna en yakın örnek sayılabilir. Gerçek birlikler ise, aynı devlet başkanım tanımanın yanı sıra uluslararası alanda tek bir tüzel kişiliğe sahip, dışişlerinin ortak bir organla yürütüldüğü buna karşılık ayrı anayasal ve hukuksal sistemlere sahip devletlerden oluşur. 1867-1918 arasında Avusturya- Macaristan İmparatorluğu gerçek birliğe örnektir.

Konfederasyon ise egemenliklerini, hukuk yapılarını, devlet başkanlarım ve uluslararası kişiliklerini koruyarak ortak bir amaç için antlaşmayla birleşmiş bağımsız devletlerin oluşturduğu topluluktur. Günümüzde konfederasyona örnek olarak Birleşik Arap Emirlikleri gösterilebilir. Konfederasyonun üye devletler dışında kendi tüzel kişiliği bulunmakla birlikte, diplomatik ilişkiler doğrudan devletlerce de yürütülebilir. Federasyon ise kendi başına bir tüzel kişilik taşır. Federasyonu oluşturan birimler bir anayasa temelinde bir araya gelir ve birleşme uluslararası hukuk yerine iç hukuk düzeyinde saptanır. Ama bu her zaman geçerli kesin bir ayırım değildir. Federasyonun ya da federal devletin temel özelliği, üye (federe) devletlerin her birinih ayrı yasama, yürütme ve yargı organlarının yanı sıra federal düzeyde de bu organların bulunması ve uluslararası ilişkilerin federal hükümet tarafından yürütülmesidir. Günümüzde federal devlet örnekleri arasında ABD, Almanya, Hindistan sayılabilir. Yukarıda sözü geçen birlikler içinde gerçek kişiler, yalnızca federasyonda hem birlik üyesi federe devletin, hem de federal devletin yurttaşı sayılırlar.

Uluslararası sistemde bağımsızlık derecesine ve yapılarına göre farklı gruplarda toplanan devletler, egemenliğin ulusal düzeyde kullanımına göre de çeşitli biçimler alırlar. Devletin uluslar topluluğu içindeki hukuksal konumunu etkilemeyen bu farklılaşma daha çok ulusların benimsediği siyasal sistemlere) dayanır.

Devletler siyasal sistemleri açısından Platon ve Aristoteles’ten bu yana öncelikle egemenliğe sahip olan ve bunu kullanan gerçek kişi ya da kişilerin niceliğine göre sınıflandırılmıştır. Bu gelenekselleşmiş ayrıma göre başlıca devlet biçimleri monarşi, oligarşi ve demokrasidir.

Egemenliğin meşru kaynağı açısından devlet biçimleri arasındaki en temel ayrım ise monarşi ve cumhuriyet
arasındadır. Monarşilerde egemenliğin kaynağı tek kişidir; hükümdarlık veraset yoluyla geçebileceği gibi, seçimle de olabilir. Her iki durumda da egemenlik hükümdarındır, devlet onun kişiliğinde somutlaşır. Monarşiler, hükümdarın yetkilerinin sınırlı olup olmamasına göre mutlak ya da meşruti monarşi (anayasal krallık) olarak adlandırılır. Batı’da ortaçağın geç dönemlerinde, Avrupa feodalizminin merkezileşmesi temelinde ortaya çıkan; Doğu’da ise kabile toplumundan sonra binlerce yıl sürüp gelen mutlak monarşide, hükümdarın yetkileri sınırsızdır, onu bağlayan bir organ ya da anayasa yoktur. Meşruti monarşide ise hükümdarın yetkileri anayasa ile sınırlandırılmıştır. Hükümdar devletin tek organı değil, ulusun temsilcilerinden oluşan parlamento ile birlikte, egemenliği anayasanın verdiği yetkiler çerçevesinde kullanan devlet organlarından biridir. Bazı monarşilerde egemenliğin ideolojik kaynağı Tanrı’dır. Egemenliği kullanan hükümdar, Tanrı’nın düzenini yeryüzünde gerçekleştiren kişi olarak görülür. Bu tür monarşiler teokratik monarşi olarak adlandırılır. Kişisel diktatörlükler de çoğu kez egemenliğin zorla ele geçirildiği bir monarşi türü sayılabilir.

Cumhuriyet, genelde egemenliğin dar ya da geniş bir topluluğa ait olması ve eğer varsa devlet başkanmm da bu toplulukça seçilmesidir. Egemenliğin sahibi kabul edilen topluluğun belirli bir sınıftan oluşması durumunda bu tür cumhuriyetler aristokratik cumhuriyet ya da seçkinler cumhuriyeti olarak adlandırılır. Egemenliğin sahibi geniş halk topluluğuysa, devlet biçimi demokratik cumhuriyettir. Günümüzde genellikle demokratik cumhuriyet anlamında kullanılan cumhuriyetin içeriği de genişlemiştir. Artık gerçek bir cumhuriyette, yalnızca egemenliğin topluma ait olması ve devlet başkanmm seçilmiş olması yeterli değildir. Devlet başkanı başta olmak üzere, egemenliği kullanan bütün organların doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak halk tarafından seçilmiş olmaları gerekir. Bu bağlamda temsili ve parlamenter demokrasi çoğu kez cumhuriyetle eşanlamlı olarak kullanılmakla birlikte, demokrasi ve cumhuriyet farklı kumrulardır. Cumhuriyet devletin biçimini, demokrasi ise bir siyasal sistemin içeriğini niteler.

Devletin organları ve işlevleri


Devletin egemenliğini kullanan ve etkinliklerini yürüten devlet organları, tüzel kişi olarak devletin iradesini açıklamaya ve kullanmaya yetkili gerçek kişilerden oluşur. Bu organlar egemenliğin kullanımında oynadıkları role göre devletin asli (temel/birincil) ve tali (yan/ikincil) organları olarak ikiye ayrılabilir.

Devlet organlarının işlevlerine göre tanımlanması ve ayrıştırılması, Montesquieu ile başlayan bir gelişim sürecinin günümüzdeki yansımasıdır. Devlet gücünün yasama, yürütme ve yargı işlevleri çerçevesinde ele alınması, hukuk devletinin gelişimiyle yakından ilgilidir. Yasama, yürütme ve yargı güçlerini kullanan devletin asli organları, devletin ana örgütü ve varlığı için zorunlu olan ve anayasalarca kurulmuş organlardır. Asli organlar hem devletin hukuksal varlığını sağlar, hem de aralarındaki ilişkilerle onun siyasal yapısını belirlerler.

Tali organlar, asli organlar gibi devletin temel işlevlerini yürüten ve ana örgütünü oluşturan organlar olmadığından bunların yokluğu devletin varlığını ortadan kaldırmaz. Ama devletin bu tür organlara da gereksinmesi vardır. Bu tali organların bir bölümü il, ilçe ve bucak gibi merkezî örgüte, yani asli organlara bağlı ve onların ülkedeki zorunlu uzantılarıdır. Bir bölümü de, il özel idaresi, belediye ve köy gibi merkezden uzak ve görece özerk yerel yönetimlerdir. Devletin asli organları ile bunların ülkedeki uzantıları niteliğindeki tali organlar arasındaki ilişki yetki genişliği esasına dayanır ve alt üst ilişkisi biçimini alır. Asli organlar ya da merkezi örgüt ile özerk ya da yerel yönetimler arasındaki ilişki ise bir hiyerarşi ilişkisi değil, yönetsel vesayet ilişkisidir. Özerk yönetimler devletin bir tali organı olmakla birlikte, tüzel kişiliğe sahip, kendi başlarına kararlar alabilen, haklar kazanıp, borçlar yüklenebilen organlardır. Bunlar üzerinde merkezî örgüt organlarının sınırlı bir yönetsel denetim yetkisi vardır.

kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 15:11
http://www.msxlabs.org/forum/signaturepics/sigpic813898_4.gif