
Ziyaretçi
devlet

çağdaş anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme. Günümüzde ulusal devletle özdeşleşen devlet kurumunun tanımı, niteliği, işlevleri ve toplumla olan ilişkisi çağlar boyunca değişik biçimler almıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Çağdaş devletin gelişimi ve devlet kuramları
Devlet insanlık tarihinde hep var olmuş değildir. Kabile toplumlarmda devlet denebilecek düzeyde örgütlü ve kalıcı, şiddete başvurma yetkisini tekeline almış herhangi bir merkezî kurumlaşma görülmez. Devletsiz toplumlardan devletli toplumlara, bir başka deyişle uygarlığa geçiş, artık üretiminin gelişmesi ve toplumsal katmanlaşmanın derinleşmesi temelinde, önce Eski Mısır ve Mezopotamya’da, İÖ 3000 dolayında gerçekleşti. İlkçağ devletlerinin bu ilk kuşağına, bir tapınak-sarayda yoğunlaşan rahipler aristokrasisi damgasını vurdu. Batı’da ise devletin kökeni Eski Yunan kent-devletine (polis) dayanır. En eski devlet kuramcıları sayılan Platon ve Aristoteles’e göre devlet, bütün bir insan topluluğunun siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinmelerine en iyi yanıt verebilecek, böylelikle daha iyi bir yaşamı gerçekleştirebilecek tek örgütlenme biçimidir. Toplumun uyum içinde bir arada yaşaması için gerekli olan devletin ideal biçimi, Platon’a göre bilge kralların yönettiği devlet, Aristoteles’e göre de kent-devletiydi. Her iki düşünür de yönetenlerin niceliğinden hareketle devletleri kişiler (monarşi), gruplar (oligarşi) ve bütün yurttaşlarca (demokrasi) yönetilenler biçiminde sınıflandırıyordu.
Eski Yunan kent-devletlerinin gelişimi de benzer bir yol izledi. Farklı kent- devletlerinde farklı zamanlarda kurulan küçük krallıkların ardından askeri aristokrasiler ve plutokrasiler geldi. Kentlerde aristokratik, plutokratik ve demokratik hizipler arasında çatışmalar ortaya çıktı. Atina demokrasinin, Sparta da aristokrasinin kale- siyken, aralarında çıkan Peloponnesos Savaşları (İÖ 431-404) sonunda kent-devleti sistemi bir bütün olarak zayıfladı. Büyük İskender’in kurduğu imparatorluk içinde önemini yitiren kent-devleti, bu imparatorluğun dağılmasıyla ortaya çıkan krallıklar döneminde de eski konumuna kavuşamadı. Roma İmparatorluğu’nun yükselmesiyle birlikte, yalnızca Yunan kent-devletleri değil, bütün Yunanistan Roma egemenliğine girdi.
Roma İmparatorluğu’nun evrenselliği devlet anlayışının da değişmesine yol açtı. Eski Yunan’ın devlet anlayışı, çağdaş devletten çok, günümüzde genellikle ortak dil, kültür ve tarihi paylaşan insan topluluğu biçiminde tanımlanan ulus kavramına yaklaşıyordu. Bütün yurttaşların hak ve yetkilerini belirleyen hukuksal bir düzen olan res publica'yı temel alan Roma devlet anlayışı ise çağdaş devlet anlayışına daha yakındı.
Romalı düşünür Cicero, amacı daha iyi bir yaşamı gerçekleştirmek olan devleti, yasalarla bir arada duran insan topluluğu biçiminde tanımladı. Hıristiyanlık öncesi bu dönemde devlete dindışı bir ahlaksal temel sağlama kaygısıyla devletin temelinin yasalar olduğunu öne sürdü.
Hıristiyanlığın, doğuşundan ancak 300 yıl sonra Roma’da kabul edilmesi, öte yandan Batı Roma İmparatorluğu çöktükten sonra da, Karanlık Çağlar boyunca kilisenin ayakta kalmasıyla, Batı’da çağlar boyu sürecek olan kilise-devlet çatışmasının da tohumları atıldı. Aziz Augustinus’a göre devletin işlevi, temelde kötü olan bu dünyada düzeni sağlamaktı; bu da ancak kilisenin ruhani önderliğiyle gerçekleşebilirdi.
Ortaçağda uzun süre gözardı edilen devlet düşüncesi, Kilise Babaları’nın katkısıyla yeniden önem kazandı. Salisbury’li John Roma’nın merkezî devlet anlayışını savunurken, Aquino’lu Aziz Tommaso, kent-devletinin en yetkin topluluk olduğu konusunda eski Yunan düşünürleriyle aynı görüşteydi. Devletin amacını toplumun ortak çıkarlarını gözetmek biçiminde tanımlayan Tommaso’nun çağdaş devlet düşüncesine temel katkısı, devleti yönetenlerin güçlerini yönetilenlerden aldıkları yolundaki görüşü oldu. Toplumsal alandaki tutuculuğuna karşın, bir hükümdarın ancak gücünü halktan aldığı ve bu gücü doğru bir biçimde kullandığı sürece meşru sayılabileceği yolundaki görüşleriyle çağdaş hukuk devleti kuramına da öncülük etti. Tommaso’ya göre yönetenler barışı, insan yaşamını ve devleti korumakla yükümlüydü. Ortaçağda, antik Batı uygarlığı çökerken, devletin amacı, hukukun üstünlüğü ve sorumlu iktidar gibi Yunan-Roma kavramları Hıristiyan düşüncesine uyarlanmış biçimleriyle varlıklarını sürdürdü.
Avrupa’daki bütün kurumlarm imparatorluk ve kilise arasındaki çekişmelerle zayıfladığı, feodalizmin çözülme sürecine girdiği 14. yüzyılın başlarında Dante, De monarchia (y. 1313; Monarşi Üzerine) adlı yapıtında evrensel barışın ancak dünyevi bir “monarşi” tarafından sağlanabileceğini ve hükümdarın gücünü papa aracılığıyla değil, doğrudan Tanrı’dan aldığını öne sürdü. Dante’ye göre, uygarlığın amacı insanlığın potansiyelinin gerçekleşmesiyse, monarşi de bu amaca ulaşmada gerekli bir araçtı. Dolayısıyla Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu kamu yararına hizmet etmekteydi.
Ortaçağ ve Rönesans’ta devletler hemen her zaman kendilerinin üzerinde bir dinsel otoriteyle birlikte var oldular. Çağdaş devlet kavramı ise 16. yüzyılda ortaya çıktı. Niccolö Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes ve başka bazı düşünürler merkezî devletlerin ortaya çıktığı bu dönemde kiliseye karşı laik devleti savunurken, ulus ve devlet kavramlarının da ilk çağdaş tartışmasını başlattılar. Bütün siyaset felsefesiyle devlet anlayışının laikleşmesine yol açan Floransak Niccolö Machiavelli, devletin her türlü ahlaksal kaygıdan uzak, kendi kurallarını kendi koyan güçlü bir hükümdarca yönetilmesi gerektiğini, en yüce amaçlar olan devletin güvenliği ve genişlemesinin ancak böylelikle sağlanabileceğini savundu.
Machiavelli’nin çağdaşı Fransız Jean Bodin de toplumsal istikrarı sağlayacak tek gücün merkezî devlet olduğunu öne sürmekle birlikte, gücün tek başına hükümdar yaratmaya yetmeyeceği görüşündeydi. İktidar sürekli olmalıydı ve süreklilik de ancak toplumun ahlaksal değerlerine uygun davranan hükümdarlarca sağlanabilirdi. Bodin’in verasete dayanan bu süreklilik anlayışı, krallığın ilahi bir hak olduğu biçimindeki öğretinin de habercisiydi.
Yasaların gücü değil, gücün yasaları doğurduğu görüşünden yola çıkan 17. yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes, çıkarları her zaman çatışan insanların doğal koşullarda kendilerini savunmak için birbirlerini öldüreceklerini öne sürdü. Dolayısıyla kişisel güçlerini “Leviathan”a devreden insanlar için güvenliğin bedeli, bir toplumsal sözleşmeyle tek bir merkezî otoriteye bağlanmak, bir devlet içinde ve onun egemenliği altında yaşamaktı.
Bu sözleşme kuramı, 17. yüzyılın sonlarında John Locke ve Jean Jacques Rousseau ile yeni bir anlam kazandı. Locke, sözleşmenin iki tarafı da bağlayacağını, dolayısıyla devletin otoritesinin sınırsız olmadığını savundu. Devlet yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi temel doğal haklarının korunması için bir araya gelen ve kendilerinden üstün bir otoriteye, devlete bağlanan insanların güvenliklerini sağlamalı, kamu yararını korumalıydı. Locke’la birlikte meşruiyet kavramı da yeniden öne çıktı. Yönetim biçimi ne olursa olsun, devletler yasalarla yönetilmeli, inanç özgürlüğü ve mülkiyete saygı gösterilmeli, kısacası yönetenler yönetilenlere karşı sorumlu olmalıydı. Böylelikle Locke toplumsal görüşlerinin tutuculuğuna karşın, liberal devlet anlayışının gelişiminde öncü bir rol oynadı.
Jean-Jacques Rousseau ise devletin ve hükümdarın gücünün Tanrı’dan değil, genel iradeden kaynaklandığını öne sürdü. Ona göre asıl egemen olan ulustu ve hukuk aslında yönetilen halkın iradesinden başka bir şey değildi. Bir noktada Platon’dan etkilenen düşünür, devleti insanlığın ahlaksal gelişimini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesine olanak veren bir ortam olarak değerlendiriyordu. Hobbes’un tersine insan doğasının iyi olduğuna, ama kişisel çıkarların kaçınılmaz olarak çatışacağına inanıyor, sağlıklı bir devletin, toplumsal sözleşmeye uyduğu ve kamu yararını gözettiği ölçüde var olabileceğini düşünüyordu.
16-18. yüzyıllarda Avrupa’nın egemen devlet biçimi olan mutlak krallıklar içinde giderek karmaşıklaşan yönetim, geniş bir merkezî bürokrasinin de ortaya çıkmasına yol açtı. Farklı devlet biçimlerini, hukuk ve uygarlıkları inceleyen 18. yüzyıl düşünürü Montesquieu, devletin yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki güçler ayrılığını vurguladı. Burke ise halk egemenliği adına geçmişin mirası olan değerlerin yok edilebilmesi tehlikesine karşı, meşru ve sorumlu olmanın yanı sıra güçlü olan merkezî devleti savundu.
18. yüzyıl sonlarında Batı’da bir yandan serbest ticarete dayalı kapitalist ekonomi çerçevesinde gelişen liberal siyaset felsefesi ve anayasal devlet anlayışı egemen olurken, bir yandan da merkezî devlete karşı görüşler ortaya çıktı. William Godwin, Pierre Joseph Proudhon, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin devletin varlığına tümüyle karşı çıkan anarşizmin temsilcileri oldular.
19. yüzyılın yararcı düşünürü Jeremy Bentham toplumsal sözleşme, kamu yararı, genel irade gibi kavramların gerçekçi olmadığını, devletlerin ancak ne kadar çok sayıda insanı ne kadar çok mutlu ettiklerine bakılarak yargılanabilecekleri savundu. Benthamcı mutluluk kavramından yola çıkan James Mili ise, aydın bir seçmen kitlesinin iyi bir devlet yaratmaya, laissezfaire’ci (bırakınız yapsınlar) ekonominin de toplumsal uyum ve dengeyi sağlamaya yeteceğine inanıyordu.
Milliyetçiliğin ve ulusal devletlerin hızla geliştiği 19. yüzyılda, sivil toplumla devleti bütünleştirme çabası içinde olan Alman düşünürü G.W.F. Hegel devleti siyasal örgütlenmenin en yüksek biçimi olarak tanımladı. Hegel için evrenselliği temsil eden devlet özgürlüğün somutlaşmış biçimiydi; birey gerçek özgürlüğüne ancak devlet içinde kavuşabilirdi. Ona göre zamanının en yüce devleti de Prusya’ydı. Hegel’in devrimci düşünürler üzerinde etkisi büyük oldu. Onun “baş aşağı duran” diyalektik yöntemini “ayakları üzerine oturtan” Kari Marx ve Friedrich Engels, tarihin itici gücünü sınıflar arasındaki çatışmanın oluşturduğu kuramından hareketle, devleti yeni bir yorumla ele aldılar. Marx ve Engels’e göre feodalizmden bu yana her zaman bütün topluma ait bir kurum olarak görülmüş olan devlet, aslında her dönemde egemen sınıfın baskı ve denetim aygıtı olmuştu. Var olan üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin sürmesini sağlamakla yükümlü olan devlet, sınıflar arası çatışmaları egemen sınıf lehine sonuçlandırmaya çalışan bir araçtı.
Sınıfsız bir topluma ulaşıldığında gerçekten bütün topluma ait duruma gelen devlet, varlık nedeni ortadan kalkacağı için sönüp gidecekti. Lenin’in devlet anlayışı bu kuramın Sovyet Devrimi pratiğine uygulanarak proletarya diktatörlüğünün vurgulandığı bir biçimini yansıtır. Çağdaş Marksistler arasında György Lukacs, Herbert Marcuse ve Antonio Gramsci’nin görüşleri birçok açıdan 19. yüzyıl anarşizmiyle Marksizmin 20. yüzyıla uyarlanmış, bir ölçüde de kaynaşmış biçimleri olarak dikkati çeker. Marksizmin bir inanç olmaktan çok düşünsel bir araç olduğunu savunan Lukacs’ın görüşleri, sosyal demokrasi ve refah devletine karşı düşünsel bir başkaldırının da temelini oluşturmuştur. Marcuse günümüzde devletin birey özgürlüğünü kısıtladığını ve gelişmiş kapitalist toplumlarda toplumsal değişme ve ilerlemenin işçi sınıfınca değil, topluma yabancılaşmış azınlıklarca (örn. öğrenciler) gerçekleştirilebileceğini savunmuştur. Marcuse gibi çağdaş demokrasilerde işçi sınıfının kapitalist düzenle uzlaşmasının tehlikesine işaret etmekle birlikte, işçi sınıfının rolü konusunda ondan ayrılan Gramsci, işçi sınıfının devleti ele geçirerek yeni bir uygarlık yaratmasını savunmuş ve proletarya diktatörlüğünün dondurulmasına da karşı çıkmıştır.
20. yüzyıl düşünürlerinden İtalyan Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca ise, devletin seçkinlerce yönetildiğini ve iktidar değişikliklerinin siyasal gücün bir seçkin grubundan ötekine devrinden başka bir şey olmadığını savunmuştur. Mosca, en iyi değilse bile, “en az kötü” devlet biçiminin gücün kötüye kullanımının yasalarla denetlendiği anayasal devlet ya da hukuk devleti olduğunu öne sürmüştür.
20. yüzyıl siyaset felsefesinde devlet kavramı daha çok devlete temel olacak toplumsal ve ekonomik yapının siyasal ve ideolojik düzeye yansıma biçimlerine göre liberal-kapitalist, sosyalist, faşist ya da korporatist ulusal devlet bağlamında ele alınmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’da liberal devletin değişime uğramasıyla ortaya çıkan refah devleti içinde, devlete uygulamada yeni, ama düşünsel olarak kökleri Eski Yunan’a uzanan işlevler yüklenmiştir. Buna göre ülke içinde tek egemen olan devlet, yalnızca toplumu yönetmekle ve uluslararası ilişkilerde onun bağımsız temsilcisi olmakla kalmayıp, toplumsal refahı artırıcı bir rol de üstlenmelidir.
kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 15:10