Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2014       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
AHİRET NEDEN GEREKLİDİR?

Ahiret sözlükte “son, sonra olan, son gün” anlamlarına gelir. Dini terim olarak ahiret: “Ölümden sonra insanların tekrar dirilmesiyle başlayan ve sonsuz olarak devam edecek olan hayata” denir. Kuran ise ahiret hayatına “toplanma günü, hesap günü, din günü, hüküm günü” gibi isimler vermiştir.

İnsan akıllı, bilinçli, düşünen ve bilen bir varlıktır. Var olduğu sürece anlama, bilme, merak etme duygusu gereği kendi kendine bazı sorular sormuştur. ‘Nereden geldik, yok olacak mıyız, bu dünya bir gün yok olacak mı’ gibi. Gözlem ve deneye dayanan pozitif bilim bu sorulara cevap veremez. İnsan her ne kadar deney ve gözlem yoluyla varlığı kavramaya çalışırsa çalışsın, insanın hayatını anlamlandırma isteğine engel olamayacağından dine yönelir ve bu sorulara cevabı ancak din verebilir.

Hayatı anlamlandırma isteğinin engellenmesi durumunda insan var oluş boşluğuna düşebilir, hiçlik ve yoklukla yüz yüze kalır ki bu insanın doğasına aykırıdır. Çünkü tüm canlıların ortak ve değişmez amacı hayatta kalma ve neslin devamıdır esasına dayanır. Hayatta kalma isteği sonsuz/sınırsız olabilen canlının hayatını anlamlandırma yolunda düşünce ve sorgulama üretmemesi ise neredeyse imkansızdır. İlgilendikleri konular her ne kadar birbirinden farklı da olsa, hemen her insan, dünya hayatında kendince bir başarı elde etmeye çalışır. Tüm bu insanların ortak amacı “gösterdikleri çaba ve emeğin karşılığını” alabilmektir.

“Neden varız” sorusunu gereksiz gören insanın; “neden iyi bir eğitim alır, neden en güzle kızla ya da en yakışıklı erkekle evlenmek ister, neden en iyi mahallede oturmak ister, neden iyi arabaya sahip olmak ister’ gibi insanın amacına dair sorulara ise vereceği mantıklı/tutarlı bir cevabı yoktur diyebiliriz.

Bize göre Tanrı insanı madde ve bilinçten/ruhtan yaratmıştır. Madde kısmı bilinç kısmına nazaran zayıf ve kusurludur. Lakin insanın eylemlerini belirleyen bilinç/ruh kısmı ise kusursuzdur. İnsanın yeryüzünde madde kısmının ihtiyaçlarının karşılanmasına izin verilmiş, ancak maddi kısmın ihtiyaçları karşılanırken maddi bedene en uygun ve en yararlı şekilde davranılması şart koşulmuştur. Bilinç/ruh kısmında ise ona hayatta kaldığı sürece iyiyi - kötüden ayırt edebilecek akıl/zeka dediğimiz bir derin kavrayış yetisi verilerek insan bu yeti ile donatılmıştır. Ancak aklını kullanmayı şart koşmamış olup, aklını iyilik ve adaletten yana kullanmadığı zaman haksızlık ve kötülük yapacağı konusunda kendisini vicdan dediğimiz kavramla uyararak seçiminde özgür bırakmıştır. Çünkü bu akıl dediğimiz yeti ile beraber insana birde nefis/ego denen dürtü verilmiş ve ego/akıl çatışmasında insandan yeryüzü sahnesinde daima adaletten, iyilikten ve eşitlikten yana tavır göstermesi tavsiye edilmiştir. Bu tavsiyeye riayet edilmediği takdirde insanın yeryüzünde haksızlık ve zulüm yaptığı tarihle beraber birçok örnekle insana yine sunulmuştur. Lakin hiçbir zaman başıboş bırakılacağı söylenmemiş ve hissettirilmemiştir. Başıboş olmadığının delili de insandaki vicdan dediğimiz olgudur.

Diyebiliriz ki; ‘Evren/doğa kendiliğinden ve kendi başına, naturalistik, açıklanabilir olup; doğaüstü yani supernaturalistik açıklamalara ihtiyacı yoktur. Çünkü tabiatüstü açıklamalar nedensel yasaları bypass yapar. Bunun sebebi de onun, tabiatüstü bir varlığın –eğer varsa- evrene müdahalesini gerekli görmesidir’ denilerek, nedensel kanunların bilinebileceği, kullanılabileceği ve böylece evrene hakim olunabileceği ifade edilmek istenir.

Ancak Tanrı’yı devre dışı bıraktığımızda eksik ve anlamsız pek çok şeyle karşı karşıya kalırız ve bunların en başında gelenlerden biri de adalet kavramıdır. Şöyle ki: Var ettiği insanlar için değerler sistemi oluşturmayan bir Tanrı, hiçlikten daha beterdir ve ölmesi daha iyidir denmelidir.

Her ne suretle olursa olsun, herhangi bir sistemin temel ilkesi bir kez belirlenip tesis edildiği zaman, bu ilkenin söz konusu sistemle mutlaka uyumlu, sonuçları bakımından da kaçınılmaz olarak tutarlı olması zorunludur. Bu bir (bilimsel) sistemin gerek kendine özgü, içe dönük değerini, gerekse diğerlerine karşı taşıdığı izafi değeri belirlemenin ve yargılamanın tek bilimsel yoludur.

Habil/Kabil çatışması yani akıl/ego çatışması bize şunu gösteriyor ki insanlık var olduğundan beri zulüm/kan/gözyaşı dinmemiştir, dinmeyecektir. Ama bununla beraber insan bu dünyada sonlu olduğunun da farkındadır ve bu kaçınılmaz gerçektir. Evrene/insanlığa kıyasla çok az bir zaman diliminde yeryüzü sahnesinde boy gösteren insandan kendi iradesi ile iyilikten ve adaletten yana tavır alması beklenmiştir ama insan buna uymamıştır. Eğer insanda bu irade olmasa idi insanlarda diğer canlılar gibi sadece yetileri kadar hareket eder ve onlardan beklenen tavrın yani onlara verilenin dışına çıkmaları söz konusu olmayacağından ikincil bir hayat fikride otomatikman geçersiz olurdu.

Biraz tarih sayfalarında gezinelim.
Sanayi Devrimi ile birlikte, emek ve sermaye arasında oluşan çelişki ve sonrasında köylü-burjuva çelişkisinin gelişimi ile birlikte ortaya çıkan sınıfsal ayrımların en temelinde yer alan iki sınıfı iyi görmek gerekmektedir:
1. Sömürenler
2. Sömürülenler

Piyasacılık (Kapitalizm), bildiğiniz gibi DEREBEYLİKlerden sonra ortaya çıkmış bir ekonomik sistemdir. Sanayi Devriminden önce tarıma dayanan ekonominin dinamiklerini oluşturan köylü, derebeyleri tarafından sömürülmekte iken, sanayi devrimi sonrası oluşan konjonktürel koşullar dahilinde, egemenleşen burjuvazi tarafından sömürülmeye başlanmıştı. Buna neden olan temel faktörler ise ; derebeylikler sürecinde, ekonominin temelini oluşturan tarımda, özel mülkiyet yollu (tımarcılık) toprak sahiplerinin, sanayi devrimi ile birlikte SERMAYE SAHİBİ sıfatıyla meydana çıkıp, FABRİKATÖRE evrilmesi ve feodalizmin modernize edilmesi neticesinde, KAPİTALin çok daha önem ve değer kazanmasıdır.

Fransız Devrimine zemin hazırlayan bu yaklaşım ve toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun ciddi boyutlara ulaşması neticesinde oluşan ihtilal ve sonrasında ortaya çıkan modernizm gibi yaklaşımlar da farklı süreçlerin, kapitalist sistemin kalıp ve kılıf değiştirmesinin nedeni olmuştur.

Fransız İhtilali öncesinde toplum, çeşitli sınıflardan oluşmakta idi:
Soylular, Ruhbanlar, Burjuvalar ve Köylüler. Bu sınıflar arasında vergi yükümlülüğü bulunan 2 sınıf mevcuttu. Köylüler ve Burjuvalar.

Soylular ve Ruhbanlar ise vergi ödemiyor; köylüler üzerinde yoğun bir tahakküm üretiyorlardı. Ve bu süreç bir takım aydınlardan oluşan bir ilerici jenerasyonun başlattığı ‘’özgürlük ve demokrasi’’ odaklı çıkış hararetlendiği dönem dahilinde, ihtilal tohumları ekilmiş; Egemenliğin Halka ait olduğu ‘’Cumhuriyet’’ yöntemine geçiş için çalışmalar başlatılmıştı.

Kapitalizmin baş gösterdiği-ki derebeylik/feodalizm sürecide esasen buna dahildir- süreçte, ruhban sınıfının SOYLULAR ve BURJUVALAR tarafından desteklenmesinin temel nedenleri;
- Sömürülmeye müsait bölgeleri işgal etmek için gerekli konjonktürel ortamın hazırlanması sürecedir. Özellikle Haçlı Seferleri incelendiğinde burası daha net ve anlaşılır olacaktır.
- Köylüler üzerinde yapılacak pasivizasyon çalışması ile sermaye tröstlerinin karşısında muhalif kanat oluşmamasını sağlamak
- Totaliter rejimi güçlendirmek
- Manevi istismar yolu ile, karşıtları imha etmek

2. madde yani totaliter rejimi güçlendirmek amaçlı oluşum ise, tarihin en acı, en vahim, en haysiyetsiz katliamıdır ki, ortaçağ engizisyonlarının ardı sıra koşan ‘’Dindar Kesim’’ bu pasivizasyonun en büyük örneğidir. Ayrıca; günümüz coğrafyasında mevcut konjonktürel koşullar dahilinde yaşanan bunalımlara hiçbir şekilde muhalif olmayan halkın içinde bulunduğu durum da bu gerçeğe çok açık bir örnektir.

2. madde bağlamında, Ortaçağ Avrupa’sında ‘’Ahiretçilik’’ kavramının öne çıktığını görmekteyiz. Pavlus uydurmalarını dinleştiren ve PAPA gibi büyük bir RUHBAN merkezi üreten SOYLULAR ve KRALLAR, ‘’ARTI DEĞER’’ elde ettikleri yoksul halkın; tüm bu olanları kabul etmesi, hiçbir suretle mecbur olmamasına rağmen sömürülmesine tepkisiz kalmasını sağlamak adına, ‘’Ahiretten ARSA SATIŞI’’ dahi yapmışlardır.

Anti-sekülerleştirilen DİN üzerinden yozlaştırılan toplum değerleri ve halk, adeta tüm bu olanları kabullenmiş ve dünya’yı çile hane, ahireti zevk hane haline çevirmiştir.

Bunu, Osmanlı ve Arap toplumlarının genelinde de net biçimde görmekteyiz.
Sıkıntının odağında yer alan; Sermaye ile Emek arasındaki temel çelişki ve ‘’Artı Değer’’ sorunu, her türlü fikir ve inanışın yozlaştırılmasında en temel faktör olmuştur.

Sömürenler ile Sömürülenler arasındaki bu ciddi uçurum büyüdükçe oluşan tepkiler, ‘’Diyalektik Materyalizm’i’’ doğurmuş, adeta Kapitalizmin aracı haline getirilen DİN olgusuna karşıt alelacele üretilen diyalektik ile ‘’YOK SAYMA’’ ve ‘’YOK ETME’’ taktiği uygulanmıştır. Marksist perspektiften bakıldığında ; DİN en tehlikeli olgudur. Çünkü tarihsel süreçte, hiçbir zaman KAPİTALİZM’in buyruğundan çıkmamıştır.

Savaşlar, Darbeler, ihtilaller, Devrimler, Feodalizm….vs. Tamamında DİN Başrol oyunculuğunu hiçbir olguya teslim etmemiştir.

Haçlı Emperyalizminden, 1. Dünya Savaşına kadar, halkın SÜRÜ haline gelmesi adına, ‘’Dini Motifler’’ en çok rağbet gören unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Özellikle, tepkisel çıkışı ile göze çarpan ‘’Hegel’’, tinsel unsurların özünde yer alan ‘’ruh’’ kavramı için ; ‘’tüm ineklerin siyah göründüğü bir geceden ibarettir’’, şeklinde bir açılım yaparak, esasen ‘’bilimsel sosyalizmin’’ temelini teşkil eden bu açılımı ile ‘’Dinleri DOGMA’’ olarak tanımlamıştır. Dialektik Materyalizmin referans olarak gösterdiği ‘’STOACILAR’’ da Kozmik-Evrensel bir Tekliğin Tanrısallığına atıflarda bulunmuş, fakat hiçbir zaman TANRI kavramını kabul etmemişlerdir. (Deizm’in çıkışı için stoacıları anlamak gerekir).

Esasen, EVRİM fikrine karşı ortaya koyulan ‘’Genesis merkezli yaratılışçılık’’ fikri de, aynı şekilde SOYLU-KRAL ve RUHBAN işbirliği ile hazırlanmış, büyük bir çelişkidir. Bu çelişki ve güçlenen KİLİSE ile birlikte, halk içinde bulunduğu sefil duruma karşı hiçbir çıkış yolu bulamayacak kadar ciddi bir acziyete itilmiştir. Tıpkı günümüzde MODERATE(uysallaştırılmış) İSLAM yoluyla, Türkiye ve Ortadoğu üzerinde geliştirilen senaryo gibi…

Fabrikalar kurulmuş, zanaatkar değersizleşmiş, eski toprak ağaları fabrikatör olmuş ve zanaatkar kesim ise işçi olmanın ötesine geçememiştir. ‘’Artı Değer’’ dediğimiz, işçi sırtından kazanma felsefesine ve serbest piyasa ekonomisine dayanan SİSTEM dahilinde, PARA; insan öznesinin ötesine geçmiş, insanlık değerleri ve kozmik hakikatler bertaraf edilmiştir.

Öyle ki; bu sermaye tröstleri; her yerden çöreklenmek sureti ile saltanatlarını meşrulaştırmışlardır. Mesela; Fransız Devrimi ile birlikte gelişen ‘’milliyetçilik’’ akımını dahi kullanarak, egemenlik kurmak istedikleri coğrafyalarda kaosu egemen kılmışlardır.

Emperyalizm bu sistemin BİR ÜST AŞAMASIDIR.
Coğrafyamızda ise, bu çalışmalar Ortaçağ Avrupa’sı ile eş zamanlı olarak farklı üsluplarla yürütülmüştür. Ben gibi inanırların tek avantajı ise, yozlaştırılan ve Ruhbanlarca KAPİTALİZMİN SİLAHI haline getirilen DİNİ anlayışımızı vahyin özünün dışına çıkmadan algılayışıdır.

Bir toplumun ‘’Sadaka Kültürüne’’ entegrasyonu neticesinde, hiçbir suretle ‘’Gerçek anlamıyla kullanılmayan’’ sadaka’nın araç haline getirilmesi neticesinde, SÖMÜRENLERİN, EZİLENLERE verdiği sus payına şahit olmak ve en vahimi; sus payını alanların adeta bayram yaparcasına sevinişini görmek, toplumsal yozlaşmanın geldiği noktaya işaret edici ehemmiyette bir durumdur.

Bu nedenlerden ötürü insan birey olarak adil ve eşitlikçi bir yönteme yani dine ihtiyaç duyduğu gibi toplum olarak da ona muhtaçtır. Çünkü o, yaratılış itibariyle toplu yaşayacak şekilde programlanmıştır, hayatını devam ettirmek için başkalarına muhtaçtır. Hiçbir insan tek başına bütün ihtiyaçlarını karşılama gücüne sahip değildir. Bir arada yaşama birtakım kuralları ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını gerektirir. Toplumun düzeni ancak bu şekilde sağlanabilir. İnsanlar dünya hayatında karşılıklı bazı hak ve ödevlerle birbirlerine bağlanmış durumdadır. Böyle olmadıkça toplumun devamı mümkün değildir. Bize göre tabiat Tanrının tekvini(doğal) kanunu olduğu gibi, din/yöntemde Tanrının teşrii (hukuki) kanunudur ve her ikisi de vazgeçilmezdir. Yerçekimi kanununun tabiat için ifade ettiği anlamın bir benzerini toplumun huzur ve mutluluğunu esas alarak adalet ve eşitlikten yana uygulanan kurallar ifade etmektedir. Biz bu kurallar bütününe ahlak diyeceğiz.

Geçmişten bugüne uzanan tüm hukuk sistemleri suç-ceza ilişkisi üzerine kuruludur. Ancak bu salt ceza sistemi insanın maddi ve manevi/ruhi kavramlardan oluştuğu gerçeğine uygun değildir. Bugüne kadar toplumların belirlediği hiçbir hukuki normda kurallara uyana şu şu ödüller verilecektir denmemiştir. Aksine kuralı ihlal edene şu şu cezalar uygulanacaktır esası hakimdir. Bu kısım elbet insanın madde kısmı ile ilgilidir. Peki, insanın manevi/ruhi/mana kısmının ödülü nerededir? İnsanın maddi kısmının cezası zaten hapis ile özgürlüğünün kısıtlanması ise veriliyorsa peki bu vicdan dediğimiz, direk insanın mana kısmına isabet eden ceza da neyin nesidir? Yaptığı hiçbir eylemin arkasına ilahi bir gücü oturtmayan bir insan bile kimsesiz bir çocuğun başını okşadığında bir haz alır. Peki, bu hazzın yeri neresidir? Bu haz insandaki manevi/ruhi kısmın ödülü değildir de nedir?

Gözlemleyebildiğimiz dünya soğuk-sıcak, aydınlık-karanlık, küçük-büyük, erkek-dişi gibi zıtlar dengesi üzerine kuruludur. Bu zıtlar dengesi üzerine gözlemlediğimiz gerçek/var dediğimiz dünyada kendini salt maddeye endeksleyen insanın iyilik-kötülük, doğru-yanlış, mutluluk-mutsuzluk gibi kavramları, insanın ruhi/manevi kısmına giydirmekte neden zorlanıyoruz? Bu ruhi/manevi kavramları insanın içsel dünyasında uygun yere koymak yerine, bunlar göreceli kavramlardır ve kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir demek insanın kendine ve kendiyle buluşturduğu ve barıştırdığı bu kavramlara yapılabilecek en büyük haksızlıktır.

Birazda ahiret fikrinin mantıksal delillerine bakalım.
Ahiret fikrinin esası adalet kavramına dayanır. Kısaca her yapılanın karşılığını bulacağı bir hayat sistemi diyebiliriz. Bu nedenle ahiret hayatının en önemli mantıklı delillerinden biri de bu adalet kavramıdır diyebiliriz.

Bilim bize bugün gösteriyor ki doğada asla bir yok olma söz konusu değil. Gözlemlenebilen tek gerçek değişim. Bu; objektif bir bakışla ve insanın gözlemlediği dünyada yukarıda anlattığımız gibi mana boyutunu da görmezden gelmeden dürüst bir yaklaşımla irdelendiği zaman insanın ikincil bir hayatı kaçınılmazdır. Şöyle ki; Bilimsel veriler insanın ölünce azot olarak toprağa karıştığını yani bir şekilde yok olmadığını ve farklı maddi bileşenlerle var olduğunu gösteriyor. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere akıl/ego çatışması yüzünden tam bir adalet ve eşitliğin insan eliyle sağlanamayacağı gerçeğinden hareketle ikincil bir hayat ve bunun bir uygulayıcısı mantıksal olarak zorunlu hale geliyor.

Bilim diyor ki; evrenin oluşmasında Tanrı’ya gerek yoktur, her şey eşyanın tabiatıyla alakalıdır ve bu döngüyü sağlayan madde ve kendi yapısıdır. Canlılığın tek amacı neslini devam ettirme ve hayatta kalma çabası olduğundan canlılar bu yönde eğilim gösterirler. İnsan dışındaki varlıklara baktığımız zaman onlarında kendilerince sosyal bir hayat tarzı benimsediğini görürüz. Çoğunluğun faydasına aykırı davranış sergileyen canlının ise gruptan soyutlandığını/dışlandığını biliyoruz. Ama durum insan denen canlıya gelince farklılaşıyor. İnsan da diğer canlılar gibi hayatta kalma ve neslini devam ettirmekle beraber gücü sayesinde eşitlik ve adaletten yana bir toplum oluşturmasının aksine gücü elinde bulunduranın her şey hakkıdır zihniyetini ön plana çıkarmıştır ve bunun adına da en bencil dürtüsünü saklarcasına ilericilik demiştir.

Ahiretin gaye ve hedefinin ahiret hayatı değilde bu dünya hayatı olduğu gerçeğini kavrayamadığımız sürece ahiret gereksiz ve anlamsız bir olgu olacaktır. Ahiret varlığının nedeni bu dünyadır. Dünyaya nizam vermek içindir ve insan kendine verilen yetileri bu nizam için kullanmalıdır. İnsanın sorumluluğu da bu esasa dayanır.

Daha iyi ve kaliteli yaşam adı altında sömürü ve adaletsizlik ilke edinildi, desteklendi ve palazlandı. Mülkiyet kavramı ile her canlının eşit miktarda ve eşit hakka sahip olduğu yeryüzü parsel parsel bölüşüldü. Bu sistemin insanlığı birbirine kırdıran sistem olduğunu savunanlar hep kavga etti ve bu kavga edenler ya kaybetti ya da kaybettirildi. Binlerce yıl önce söğüt gölgesinde serinleyen bedende huzur bulan yüreğimize bugün koca evren az gelmeye başladı. Söğüt gölgesi yeter dediğimiz aklımıza maldiv adaları, hawaide tatil yetmez oldu. Ve böylece ‘içimizdeki kendi’mizden koparılıp ‘dışımızdaki başkalarının beğenilerine göre hareket etmeye başladık.

Okullarımızda okuma-yazma öğretilirken ilk aşamada Lafonten’in “Cırcır Böceği ile Karınca”sı ezberletilir. Yaz boyu çalışmayıp saz çalan Ağustos Böceği, kış gelince mutlu yuvasında keyif çatan, çalışkan karıncanın kapısından kovulur. Dışarısı tipi-ayaz. Lakin karınca tembel diye cırcır böceğine el uzatmaz. Çünkü kendisi yaz boyu çalışmıştır. İşte aşağılık çocuk hikayesinin özü budur. Tam da bireyci, egoist zihniyete yaraşır cinsten.

Çalışkan karınca tembel böceğe yardım etmiyor. Peki yardım nedir? Yardım: “Çalışıp kazananın değil, çalışabilme ve kazanabilme imkanlarına sahip kişilerin varlıklarını yoksunlarla paylaşabilme erdemidir. Ben çalıştım, sende çalış kazan felsefesi biriktiren cimrilerin cimriliklerini örtmek için kurdukları mantık kurmacasıdır. Kahrolası karınca, hatalarıyla kapısına gelen cırcır böceğine ahlak dersi veriyor. Ahlak dersle olmuyor, ahlak ceptedir ve avuçla dağıtılır. Fakirin ahlakı olmuyor ve zaten olunca da inanmıyorlar.

Ayrıca larvaları toprağın altında yıllarca kalan Ağustos Böcekleri, sadece Ağustos ayında hayatta olabiliyorlar. Bir aylık ömürlerinde niçin çalışsınlar? Çoğalıp evlenmeleri gerekiyor. Zira çiftleşebilmeleri en güzel sesi çıkarabilmelerine endeksliyken! Şu halde cırcır böceğinin kışın ortasında pinti karıncanın kapısına gitmesi imkansız! Çocuk masalı yazdınız diye çocuk mu kandırıyorsunuz.

Bir lokma, bir hırka ile doyurduğumuz bedeni önce patlayana kadar şişirdik, sonra bu şişkinlikten rahatsız olduk diye kelepçe taktırdık. Hırkaların yerini en az biz kadar yaşam hakkına sahip canlıların elbiseleri aldı.

Halbuki Tanrının lütufları, nimetleri, arz ve talepleri, mükafatları ve cezaları da ortadadır. Akıl dediğimiz yeti bunu görmek ve kavramak için yeterlidir. Halen kendisine yönelmek istemeyen bizlere “Dinde Zorlama Yoktur” derken bağlarını bizden kopartıp hidayetini bizden esirgediğini anlatıyor. Din vardır, zorlama yoktur. Varı yokla yok edemeyiz ama yokun ilacı varlıktır.

Günümüz hukuku haksız yere insan öldüren katile hapis cezası veriyor ve bunun arkasındaki esas amacında katilin topluma kazandırılma süreci olduğunu savunuyor. Öncelikle bana yapılan zulüm için benim adıma bir başkasının ceza sunması her şeyden önce hak ve adalet sistemine tamamen aykırıdır. Tanrının ise bu konuda tavrı şudur: Cana can diyerek insana kısas hakkı vermekle beraber, bağışlama sizin için daha hayırlıdır öğüdü ile, zulme aynısı ile karşılık verme hakkını verirken ana gayenin zulme karşılık verme değil de, zalim bağışlanarak zalime bir kez daha fırsat verilmek suretiyle hem topluma kazandırma anlamında öncü bir adım atmış, hem de katilin karşılaştığı iyilik tavrı ile hayatını devam ettirmekle beraber tercihini iyi ve doğrudan yana devam ettirebileceğinin de önü açılmıştır.

Tarihe ve bugüne baktığımızda tam bir adalet ve eşitliğin tesisi insanın egosu yüzünden mümkün olmamıştır. Toplumların hukuk kuralları bazen öyle esnek yerleştirilmiştir ki zalim ile mazlum adeta yer değiştirmiştir. Peki, böyle bir dünya düzeninde zalim kendi eliyle var ettiği hukuk sisteminde daima haklı ve güçlü görünecek, mazlum ise zulme uğramaya devam ederken zalim ilan edilecektir. Mazluma yapılan bu haksızlığa da insanın kendi eliyle var ettiği hukuk sistemi çözüm bulamayacak olduğundan son bir mahkeme ve son bir yargılayıcı olarak Tanrı gerekli değil midir?

Bilinçli bir şekilde iyilik ve adaletten yana tavır alanlar ahirette misli misli ödüllendirilir, kötülük yapanlar ise sadece yaptıkları kötülük kadar ceza alırlar diyen Tanrı mı adil ve cömert, yoksa biz mi?

Bu sebeple kaçınılmaz olan ikincil hayat ve Tanrı zorunlu olarak karşımıza çıkmaktadır. İnanca göre kıyamet ile son bulacak canlı yaşamdan sonra ikincil bir hayat başlayacaktır ve yaratıcı için zorunlu olarak olmak zorunda olan 2. var etme Tanrı için zor olmayacaktır, zira 2. yaratmanın ilk yaratmadan hiçbir farkı yoktur hatta daha da kolaydır diyebiliriz. İşte bu ikincil hayata dini terminoloji ahiret der.

Şimdi de olayı biraz inananlar ve inanmayanlar açısından irdeleyelim:
İnanan için durum şudur:
İman – vahiy = Önbilgi
Bu önbilgiyi kabul için insanı, eşyayı tanıma, objektif bakış ve dürüst yaklaşım yeterlidir.

İnanmayan için ise durum şudur:
İnkar için önşart yoktur. Önyargı yeterlidir. Her şeyin sebepsiz ve nedensiz bir ortamda canlılığın hayat bulduğu düşüncesinden hareketle kişi hiçbir yaptığına neden/sebep gösterme gibi bir eğilime girmek zorunda değildir. Nasıl eşyanın tabiatı öyle ve öyle hareket ediyor diyorsa, insanın tabiatı da bu gibi bir önyargıya hayatını bağlayarak kendinden başkasına iyilik ve yaşam hakkı tanımama üzere tercih gösterebilir. Ahiret inancı olmayan ya da zayıf olan insan SABIR yeteneğinden mahrum olabileceğinden BEKLEMEK onun için ızdıraba dönüşebilir. Ve hedefine giden yolda kendinden başka bir canlıya yaşam hakkı tanımadan ilerler. Bu bilinçli inkardır.

Bilinçsiz inkâr için ise şu söylenebilir:
Nasıl ki çok kuvvetli bir ışık karşısında bu ışığa sürekli bir müddet bakma sonucu gözlerimiz kamaşır ve bir müddet göremez/algılayamaz oluruz, bilinçsiz inkarı ise buna benzetebiliriz.

İkincil hayatta muhatap alınacak kişiler işe şunlardır:

Bilinçli bir şekilde eylemde bulunan insanlar muhatap alınacaklardır. Bana göre ahiret bazı kişilerce bu dünyanın birebir yansıması, bazı kişilerce de çapraz yansımasıdır.

Bilinçli bir şekilde iyilik ve adaletten yana tavır alanlar iyilik ile karşılık bulacaklar, bilinçli bir şekilde kötülük ve haksızlıktan yana tavır alanlar ise kötülük olarak karşılık bulacaklardır.

Peki, bugünkü yetersiz/haksız/çapraşık hukuk sistemine göre haksızlığa ve zulme uğrayan ve zulüm içinde hayatını sonlandıran kişinin durumu ne olacaktır? İnsanın akıl ile kavrama yetisi hiç kimseye sinerek/susarak/mücadele etmeden beleş bir ikincil dünyayı sunmaz. Bu kavrama yetisi kişiye çabalamadan, haksızlığa başkaldırmadan bedava bir cennet vaat etmez. Tüm çabalarına rağmen zulme uğrayanın hakkı iyilik olarak kendisine geri dönecektir. Ve canlılığın amacının nesli devam ve hayatta kalma çabası savıyla her türlü zulmü yapanın ve bu dünyada her türlü refaha ve mutluluğa sahip olanın ikincil hayatta karşılığı da zulüm ve ızdırap olarak kendisine geri dönecektir.

Peki sakat doğanlar, zeka geriliği olanların durumu ne olacak?
Zeka geriliği demek yeter seviyede kavrama kabiliyeti yoksunluğu olduğundan bu kişiler yaptıkları eylemlerden sorumlu tutulmayacaklar/tutulamazlar.

Peki ya sakat doğanlar. Bize göre bütün uzuvları tam dünyaya gelen ile eksik gelen arasında pek bir fark yok. Ayrıca bu gibi durumlar Tanrı’nın sisteminde sebep-sonuç ilişkisi olarak da değerlendirilebilir. İnsan kendi egosu yüzünden kendine benzeyeni, kendi gibi düşüneni kabul eder ve benimser, diğerini ise dışlar. Bu tür ayrımcılık bireyler/toplumlar arasında haksızlık ve adaletsizliğe yol açar. İnsan şöyle düşünmelidir: ‘Benim neye hakkım varsa onunda vardır. Bize göre eksiklik/kusur olarak algılanan verilerle bile bizden tam bir adalet ve eşitlik ilkesi ile tavır bekleniyor’ demelidir. Yani insana pinti karınca olmaması, pinti kimliğinden sıyrılıp imkan bulabildiği için edindiği edinimleri çeşitlik imkansızlıklar yüzünden sahip olamamış yoksunlarla paylaşması önerilmiştir.

Hayatı yanlış ya da eksik algılayanlar ölümü hatırlamayı arzu etmezler. Çünkü bu hatırlama, onlara yaşadıkları bu hayatın akla ve vicdana uygun düşmediğini gösterir. Ölüm düşüncesinin dehşet ve korku doğurması, insanın maddi varlığının ortadan kalkması ile son bulacağı endişesinden kaynaklıdır. Hayatı bir bütün olarak kavrayanlar için ‘hayatını kaybetme/yok olma korkusu’ söz konusu değildir. Çünkü bir kere var olduk ve varlıktan yokluk çıkmayacağına göre bizler için artık bir yok olma söz konusu değildir diye düşünürler. Bu nedenle akıl/ego çatışmasında aklı zafere götürecek eylemlerde bulunurlar.

Özetle şunu görüyoruz ki:
Hiçbir dini öğretinin ulaşmamış olduğu ilkel diye nitelendirdiğimiz bir kabilede bile biri diğerine haksız yere bir taş attığında illaki bunun kötü bir eylem olduğunun farkındadır. Bu farkındalığı ona akıl ile verilen derin kavrayış yetisi sunar. Akıl-vicdan işleyişi insan tarafından amacına uygun kullanılmadığından tam ve eksiksiz bir adalet ve eşitliğin tesisi için ikincil bir hayat ve bu ikincil hayatta bunu uygulayıcı adil/tarafsız/objektif bir Tanrı şarttır.

Güzellik şu ki; ellerindekini dağıtarak dünyadaki topraklarını azaltan yürekten inanırların öbür dünyadaki arazileri katlanarak çoğalır. İçimizdeki Freud’lar bu dediklerimi şizofrenik bulacaklardır. Diyelim ki öyledir ve bu inanç yumağı deliliktir. Şimdi soruyorum: Böyle bir deliliğin hangi insana zararı dokunur? Herkes böyle düşündüğünde yeryüzü cennet olmaz mı? Yada ölümlü insan için başka cennete gerek var mıdır?

Bir varlığı gerçekten seviyor olmanın en temel ölçüsü, sevdiğinizin isteklerinin size ağır gelmemesidir. Yürekten inanırlar Tanrıya sevgi bağı ile bağlıdır, korku ile değil. Onların Tanrıyla ilişkili tek korkuları ölmekten değil ADAM olamadan ölmekten korkmalarıdır. .