İbn Battuta
, tam adı Ebu Abdullah Muhammed BİN ABDULLAH EL-LEVATİ ET-TANCİ (d. 24 Şubat 1304, Tanca, Fas - ö. 1368/69, Fas), ortaçağın en ünlü Arap gezgini. Hemen hemen bütün Müslüman ülkeleri, Çin ve Sumatra gibi uzak yerleri kapsayan ve 120.000 km’yi geçen gezilerini anlattığı Tuhfetü’n-Nüzzar fi Garaibi’l-Em- sal ve acaibi’l estar dünyanın en ünlü seyahatnamelerindendir.
Yaşamı ve gezileri
İbn Battuta birçok kadı yetiştirmiş bir ailenin çocuğuydu. Doğduğu kent olan Tanca’da fıkıh ve edebiyat öğrenimi gördü. Daha 21 yaşındayken Mekke yolculuğuna çıktı. Başlangıçta amacı hac görevini yerine getirmek ve Yakındoğu’daki (Mısır, Suriye ve Hicaz) ünlü bilginlerden ders alarak eğitimini ilerletmekti. Tanıştığı bilginlerin ve Sufi ermişlerin adlarından ve çeşitli okullara devam ettiğini gösteren belgelerden amacına ulaştığı anlaşılmaktadır. Böylece kadılık görevine hazırlanmanın yanı sıra daha sonraları, seçkin İslam bilginlerinin öğrencisi olarak birçok sarayda ağırlanma olanağını elde etti. Tunus ve Trablusgrap üzerinden karayoluyla Mısır’a ulaştığında, içinde dayanılmaz bir gezi isteği uyandı ve “hiçbir yoldan iki kez geçmeme” kuralını benimseyerek dünyanın olabildiğince çok yerini gezmeye karar verdi. Genellikle ticaret, hac ve öğrenim gibi amaçlarla dolaşan çağdaşlarının tersine, yeni ülkeleri ve halkları tanıma güdüsüyle yola çıktı. Önceleri bir bilgin oluşundan, zamanla da gezgin olarak elde ettiği ünden yararlanarak, gezginliği aynı zamanda bir geçim kaynağı yaptı. Birçok sultan, hükümdar, vali ye yüksek görevliden aldığı cömert yardımlarla gezilerini aksatmadan sürdürme olanağını buldu. Kahire’den yola çıkarak önce Yukarı Mısır üzerinden Kızıldeniz’e yönelen İbn Battuta, daha sonra geri dönerek Suriye’ye geçti ve orada Mekke’ye giden bir kervana katıldı. 1326’da hac görevini tamamladıktan sonra, Arabistan Çölünü aşarak Irak, Güney İran, Azerbaycan ve Bağdat’a gitti. Bağdat’ta son İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır (hd 1317-35) ve başka yöneticilerle tanıştı. 1327’den sonra Mekke ve Medine’de ibadetle geçirdiği sakin yaşamdan sıkılarak 1330’da yeni bir yolculuğa çıktı.
Cidde’den bindiği gemiyle Kızıldeniz’in iki kıyısını izleyerek Yemen’e indi; Yemen’i karadan geçip Aden’e geldikten sonra yolculuğunu gemiyle sürdürdü. Bu kez, Doğu Afrika kıyısı boyunca Kihva’ya (bugün Tanzanya) kadar uzanarak, ticaretle uğraşan kent-devletlerini gezdi. Dönüşünde Güney Arabistan, Umman, Hürmüz, Güney İran ve Basra Körfezini geçerek 1332’de Mekke’ ye ulaştı. Mekke’deyken Delhi sultanı Muhammed bin Tuğluk’un (hd 1325-51) Müslüman bilginlere gösterdiği cömertliği duyunca, bu kez Hindistan’a gitmeye karar verdi. Hindistan’a doğrudan giden elverişli bir yol olmadığından kuzeye yönelerek yeniden Mısır ve Suriye’den geçti. Lazkiye’de Anadolu’ya giden bir gemiye bindi. Bu sırada çok sayıda küçük beyliklere bölünmüş durumda olan Anadolu’nun çeşitli yörelerini dolaştı. Bütün beyler ve ahi babaları tarafından dostça ve cömertçe ağırlandı. Bu geziyle ilgili olarak anlattıkları, Anadolu’da Selçuklu egemenliğinin sonu ile Osmanlı hanedanının yükselişi arasındaki dönemin tarihi konusunda çok değerli bir kaynaktır.
Karadeniz’i aşarak Kırım’a, oradan Kuzey Kafkasya’ya ve Altın Orda hükümdarı Özbek Han’ın (hd 1312-41) Aşağı Volga yöresindeki başkenti Saray-Berke’ye kadar gitti. Saray-Berke’den sonra Yukarı Volga kıyısında Bulgar adlı bir kente ve Kama’ya geçtiğinden söz ederse de, bu noktanın doğruluğu konusunda kuşkular vardır. Öte yandan Özbek Han’ın bir Bizans prensesi olan karısının maiyetiyle birlikte Konstantinopolis’e (İstanbul) gidişiyle ilgili bölümler, bazı küçük kronolojik tutarsızlıklara karşın, bir görgü tanığının izlenimleri gibi görünmektedir. “İkinci Roma”yı anlatışı canlı ve genelde gerçeğe uygundur; ayrıca dinsel önyargılardan uzak, öğrenmeye tutkun ve oldukça hoşgörülü kişiliğini yansıtır. Bununla birlikte yazılarından Müslüman ülkelerde Hıristiyan, Hindu ya da putperest ülkelere göre daha rahat ve mutlu olduğu anlaşılır. İbn Battuta Konstantinopolis’ten ayrılarak Rusya stepleri üzerinden Saray-Berke’ye döndükten sonra, yolculuğunu Hindistan yönünde sürdürdü. Orta Asya’ya giden bir kervana katılarak Buhara, Semerkand ve Belh’e uğradı; bu eski kentlerin hepsi hâlâ Moğol istilasının bıraktığı izleri taşıyordu. Oldukça dolambaçlı yollardan Horasan ve Afganistan’ı geçti ve Hindukuş Dağlarını aştıktan sonra, kendi verdiği tarihe göre, 12 Eylül 1333’te İndus Irmağı kıyısında Hindistan sınırına vardı. O çağda Mekke’den Hindistan’a uzanan böylesine uzun bir yolculuğun yalnızca bir yılda alınması olanaksız olduğundan bu tarihin doğruluğu kuşkuludur. Dolayısıyla 1348’e değin verdiği tarihler de pek güvenilir değildir.
İbn Battuta kalabalık maiyeti ve haremiyle birlikte Hindistan’a ulaştığında, artık ünü az çok yayılmış bir kişiydi. Zenginliği ve cömertliğiyle beklentilerini haklı çıkaran Muhammed bin Tuğluk’un sarayında onur konuğu olarak ve armağanlarla karşılandı. Daha sonra Delhi başkadılığına getirildi ve önemli bir gelir getiren bu görevde birkaç yıl kaldı. Görünürde oldukça rahat bir yaşama ulaşmasına karşın, çok geçmeden bu konumun tehlikeler de içerdiğini gördü. Cömert olduğu kadar acımasız da olan Sultan Muhammed, Hindistan’ın büyük bir bölümünü Müslüman ya da Hindu, zengin ya da yoksul ayrımı yapmadan demir bir yumrukla yönetiyordu. Sultanın ve yönetiminin bütün görkemine ve zayıf yanlarına tanık olan ibn Battuta, birçok dostunun kuşkucu hükümdarın kurbanı olduğunu görerek, yaşamından her an kaygılanır hale geldi. Çizdiği Sultan Muhammed portresi olağanüstü bir psikolojik çözümleme örneği olmanın yanı sıra korku ve sempati karışımı duygularını tam bir açıklıkla yansıtır. Davranışlarına son derece özen göstermesine karşın, bir ara gözden düştü ve canını ancak şans eseri kurtarabildi. Yeniden göze girdikten sonra 1342’de sultanın elçisi olarak Çin imparatoruna gönderildi. Büyük bir hoşnutlukla başladığı bu gezisi de birçok tehlikelerle doluydu. Delhi’den fazla uzaklaşmadan kafilesi Hindu asilerce pusuya düşürüldü ve canını zor kurtardı. Malabar Kıyısı’nda yerel savaşlara karıştı; sonunda bindiği geminin Kalikut yakınında batmasıyla bütün servetini ve Çin imparatoruna götürdüğü armağanları yitirdi. Sultanın öfkesine uğramaktan çekindiği için Çin yerine Maldiv Adalarına gitmeyi yeğledi. Bu ülkede iki yıl kadılık yaptı; siyasal olaylara etkin biçimde katıldı, kral ailesine damat oldu ve yazılarından anlaşıldığı kadarıyla sultan olmayı bile düşündü.
Maldiv Adalarındaki durumunun tehlikeye girmesi üzerine, Seylan’a (bugün Sri Lanka) doğru yola çıktı; adanın hükümdarını ve ünlü Âdem Doruğunu ziyaret etti. Doğu Hindistan’ın Koromandel kıyısında gemisi battı. Kayınbiraderinin giriştiği bir savaşa katıldı ve yeniden Maldiv Adalarına, oradan Bengal ve Assam’a gitti. Çin’deki elçilik görevini üstlenmeye karar vererek Sumatra’ya doğru yelken açtı. Orada Müslüman sultanın verdiği yeni bir gemiye binerek Çin’e doğru yola çıktı. Bu gezisine ilişkin anlatımlarında bazı tutarsızlıklar vardır.
Çin’in büyük limanlarından Zeytun’da (Chuanzhou, Amoy yakınları) karaya çıkan ibn Battuta, su yollarını kullanarak Pekin’e ulaştı ve aynı yolla geri döndü. Yapıtında gezisinin bu bölümünü çok kısa geçer, izlediği yola ilişkin olarak verdiği bilgi ve tarihler, henüz çözülmemiş birçok sorun ve güçlük yaratmıştır. Bu nedenle Çin’deki gezinin gerçekliği konusunda bazı kuşkular vardır. Sumatra, Malabar ve Basra Körfezinden geçerek Bağdat ve Suriye’ye ulaşmasının öyküsü de aynı ölçüde kısadır. Suriye’de 1348’deki veba salgınının yol açtığı yıkıma tanık oldu. Bu ülkede ve Mısır’da birçok kenti yeniden dolaştı. Aynı yıl Mekke’ye son hac ziyaretini yaptı. Sonunda yurduna dönmeye karar vererek gemiyle İskenderiye’den Tunus’a, oradan Sardinya ve Cezayir’e gitti. Kasım 1349’da Maruni sultanı Ebu Inan’ın başkenti Fez’e vardı. İbn Battuta’nın görmediği iki Müslüman ülke kalmıştı. Bu nedenle dönüşünden kısa bir süre sonra İspanya’daki son Magrip hükümdarının bulunduğu Gırnata’ya (Granada) gitti. İki yıl sonra da (1352) sultanın isteği üzerine Sahra Çölü ve Batı Afrika üzerinden Batı Sudan’a doğru gönülsüz bir geziye çıktı. Sahra’yı geçerek, o sırada Mansa Süleyman’ın yönetiminde en güçlü dönemini yaşayan Mali İmparatorluğunda bir yıl kadar kaldı. Bu geziyle ilgili olarak verdiği bilgiler, bölgenin tarihi açısından en önemli kaynaklardan sayılır. 1353’ün sonuna doğru Fas’a döndü. Sultanın isteği üzerine anılarını İbn Çuzeyy (ö. 1355) adlı bir yazara yazdırdı. İbn Cuzeyy onun yalın anlatımını süslü bir üslupla ve şiirlerle bezedi. Bu tarihten sonraki yaşamı konusunda tek bilgi, 1368 ya da 1369’da Fas’ta bir kentin kadılığını yaparken öldüğü ve doğduğu Tanca’da gömüldüğüdür.
Değerlendirme
İbn Battuta’nın “İslamın seyyahı” olma iddiası tümüyle haklıdır. Buharlı gemi çağından önce hiç kimsenin aşamadığı uzun bir yolculuğu gerçekleştirmiş olması bile bu sıfat için yeterlidir. Öte yandan Orta İran ve Kafkasya dışında bütün Müslüman ülkelerini ve Müslümanların elinde olmayan komşu bölgeleri gezmiştir. Yeni ya da bilinmeyen topraklar keşfetmemesine ve bilimsel coğrafyaya çok sınırlı bir katkıda bulunmasına karşın, ortaya koyduğu yapıtı belgesel değeriyle kalıcı tarihsel ve coğrafi bir önem kazanmıştır. En az 60 hükümdar, çok daha fazla sayıda vezir, vali ve devlet adamıyla tanışan İbn Battuta, yapıtında kişisel olarak tanıdığı ya da mezarlarını ziyaret ettiği 2 binden fazla kişiden söz eder. Bu kişilerin çoğu başka kaynaklarda da belirtilmektedir. Ayrıca verdiği ad ve tarihlerde şaşılacak derecede az hata vardır. Daha çok Rihle adıyla tanınan yapıtı, İslam dünyasının büyük bir bölümünün toplumsal, kültürel ve siyasal tarihine birçok yönden ışık tutan önemli bir belgedir. Çeşitli ülkelerin yaşam biçimleriyle ilgilenen meraklı bir gözlemci olarak, gördüklerini resmî tarih yazımında pek ender rastlanan insani bir yaklaşımla anlatmıştır. Yapıtın Anadolu, Doğu ve Batı Afrika, Maldiv Adaları ve Hindistan’daki gezilere ilişkin bölümleri, bu bölgelerin tarihi açısından önemli bir kaynaktır. Yakındoğu’nun Arap ve Acem yöreleriyle ilgili bölümler ise, bu ülkelerin toplumsal ve kültürel yaşamının çeşitli yönlerine ilişkin zengin ayrıntıları kapsaması bakımından değer taşır. İbn Battuta’nın seyahatnamesi genelde güvenilir bir kaynaktır. Yalnızca Bulgar adını verdiği kente yaptığını iddia ettiği gezinin gerçek olup olmadığı anlaşılamamıştır. Gezilerinin Uzakdoğu’ya ilişkin bölümü hakkında da kuşkular vardır. Verdiği tarihlerde görülen bazı tutarsızlıklar, hayal ürünü anlatımlardan çok, unutkanlıktan kaynaklanmıştır. Daha önce belirsizlik taşıyan bazı noktalar (örn. Anadolu’daki gezileri ve Konstantinopolis’i ziyareti) yakın zamanlarda yapılan araştırmalarla ve yeni kaynakların keşfedilmesiyle doğrulanmıştır. Rihle'nin bir başka ilginç yanı, okundukça yazarının kişiliğini de ortaya çıkarmasıdır. Yapıttan 14. yüzyılın ortalarında yaşamış orta sınıftan bir Müslümanın görüş ve tepkileri kolayca anlaşılabilir. İbn Battuta Müslümanlığa derinden bağlı olmakla birlikte, birçok çağdaşı gibi yerleşik inançlara uyma ile tasavvufa yönelme arasında bocalamış ve sonunda ikisini bağdaştırmayı başarmıştı. Derin bir felsefe ortaya koymaksızın yaşamı olduğu gibi benimsemiş, gelecek kuşaklara kendisinin ve döneminin gerçeklere uygun bir görüntüsünü bırakmıştır. Rihle'nin bir bölümü Türkçede İbn Batuta Seyahatnamesinde Seçmeler (1971) adıyla yayımlanmıştır.
Kaynak: MsXLabs.org & Ana Britannica