Arama

Efsane Nedir? - Tek Mesaj #7

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
4 Şubat 2018       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM
BİR YENİ - ZELANDA EFSANESİ
Bütün yaratıklar ilk karanlıkların ortasında buluşan Gök ve Yer tanrıları Rangi ve Pepe tarafından yaratıldılar. Dünyayı kapkaranlık gören ve bundan büyük üzüntü duyan oğulları onları öldürmeyi, ya da birbirlerinden ayırmayı tasarladılar. Bu komploya yalnız rüzgarların ve fırtınaların babası katılmak istemedi: Gece olmuş, gündüz olmuş umurunda değildi onun... İstediği zaman dilediği gibi esiyordu ya! Kardeşleri kuvvetlerini birleştirdiler. Tek amaçları besleyici Yer tanrıçası Pepe’yi aşağıya yerleştirmek, ışıklı gök tanrısı Rangi’yi de yukarı çıkarmaktı. O zaman işe ormanların babası Tane-Manuata karıştı. Başını anasının göğsüne dayadı, ayaklariyle de saygıdeğer babasını itti yukarılara kaldırdı, onu ta yükseklerde, havalara tutturdu. İşte o zamnadanberi toprak boş yere kokularını göklere doğru yükseltmekte, bir türlü teselli bulmayan gökler de onun üzerine göz yaşlarını yağmur halinde dökmektedir.

KURBAĞA
Mezarlıklar, su başları, ıssız bölgeler vb. tekin olmayan yerlerdir. Halkın inanışına göre, özellikle mezarlıklarda, cin ve şeytanlar değişik şekillere girerek insanları korkuturlarmış. İşte bu hadiselerden birisi de. Elazığ ilimizin Ağın ilçesine bağlı Şıhlar köyünde, bir hanımın başına gelmiştir.
O köyde oturan bir kadın bahçesini sulamak için suyun başına gider. Orada karnı şişmiş bir kurbağa görür ve kendi kendine konuşur:
“Şu kurbağa doğursa da ben de ebesi olsam.”der.
kadın, işini bitirdikten sonra, evine gider. Aradan birkaç gün geçer . Bir gece, çok geç bir saatte, kadının kapısı çalınır. Kadın kapıyı açtığında, karşısında tanımadığı bir sürü insan görür. Kadın, şaşkınlıktan ne yapacağını bilmez, sadece:
“Hayrola, niye geldiniz?” diye sorar.
Adamlar:
“Filan yerde doğum var. Seni oraya götüreceğiz.” Derler.
Kadın kabul etmez:
“Olmaz, ben gece vakti hiçbir yere gidemem.”der.
fakat, adamlar söz dinlemeyip ısrar ederler.
“Sen filan zamanda, bahçeni sularken gördüğün kurbağanın ebesi olmak istememiş miydin?” “İstemiştim.”
“İşte, şimdi o kurbağa doğum yapıyor.” Derler. Kadın aldıkları gibi bir mağaraya götürürler.
Kadın orada yatmakta olan bir gelinin doğumunu yaptırır. Fakat, nerede olduğunu, kimlerle karşılaştığını hiç anlayamaz.
Kadın, doğumu yaptırdıktan sonra, aynı insanlar buna bir heybe hazırlarlar. Ancak, heybenin bir gözünde soğan kabuğu, diğer gözünde de sarımsak kabuğu vardır. kadın ayıp olmasın diye heybeyi alıp getirir. Fakat, evine yaklaşınca:
“Ben bu kabukları ne yapacağım?” diyerek, oraya, bir kenara boşaltır, heybeyi de evine koyup yatar. Sabah olduğunda bakar ki kadın, heybede kalan soğan ve sarımsak kabukları altın olmuş! Hemen kabukları döktüğü yere gider, fakat, orada hiçbir şey bulamaz. Cinler, verdikleri heybeni atıldığını görünce, oradan tekrar almışlar.
(Ali Berat Alptekin, Fırat Havzası Efsaneleri, Antakya, 1993, s. 135 – 136)

CENNET BURSA

“Bursa, insan ruhunun yeşile hayranlığından doğmuştur. Bu hayranlığı ilk duyan ve bu şehri ilk kuran Kartacalı Anibal mıdır, Hazreti Süleyman mı? Biri bir tarihçi görüşü, öbürü bir folklorcu inanışıdır. O görüş, bir destan; bu inanış bir efsane... O destanı tarih dedeye sorun; bu efsaneyi de masal babasına...”
Evvel zaman içinde, her Süleyman’dan içeri, bir Hazreti Süleyman varmış; alnında peygamberlik nuru yanar, başına hükümdarlık tacı parlarmış. Allah ona “Mühr-ü Süleyman” derler sihirli bir mühür ihsan etmiş; bu sayede dağa; taşa hükmeder; kurda kuşa sözü geçermi... Oturduğu taht dersen, ne fildişi; ya cin, ya peri işi bir tahtırevanmış; dur derse durur; yürü derse, yürür; uç derse, uçarmış; ta böylece dünyanın dört bir bucağını dolanır; ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş....
Günlerden bir gün, Süleyman tahtına kurulur; sağ yanına büyük vezirlerini alır, sol yanına küçük vezirini; havalanır göklere. Dağlar eğim eğim eğilir; yollar erim erim erir; bir göz yumup açıncaya dek varır, dağların dağı Uludağ’ın tepesine iner. Bir de bakar ki, ne baksın; bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı renk, bir kanadı su, bir kanadı ışık.
Hazreti Süleyman : “Yaratan neler yaratıyor” der, parmağı ağzında kalır. Neden sonra kendine gelir de, sağına dönüp büyük vezirine:
“Ey benim vezirim; sen çok yaşadın, çok bilirsin; şöyle bir dünya gözüyle bakasın, buralarını nasıl bulursun?” diye sorar.
Büyük vezir de:
“Ey benim sultanım der; Allah her güzelliği buraya vermiş, elvan elvan çiçek, buram buram koku, salkım salkım söğüt, aygın baygın ses... Ve lakin bunları görüp duyacak, derleyip koklayacak biri olmadıktan geri, neye yarar”...
Hazreti Süleyman bu söze: “Doğudur.” Der, mührünü basar; sonra dönüp, küçük vezirine sorar:
“A benim vezirim, sen de çok gezdin; çok gördün; şu dünyada bu güzelliklerinde üstün bir güzellik daha var mı dersin?”
Küçük Vezir de:
“Var sultanım, var; insan güzelliği. Öyle ya, dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama, gönül yaylasını yaylayan insan sesi daha güzeldir. Burcu burcu kokan güller güzeldir, ama dünyada hiçbir gül yanaklar giib koncadan konca açılmaz...
Şu uçsuz bucaksız derya güzeldir ama, bir damla göz yaşını yüreklere verdiği ferahlığı veremez.... Şu pırıl pırıl yanan gökyüzü güzeldir ama, seher yıldızı bile aynı on dördü Belkıs gibi ay ile bahsedip gün ile doğamaz”.
Deyip kesince, Hazreti Süleyman bu söze de mührünü basar:
“Ey benim vezirlerim” der; ikiniz de ağzı öpülecek adamlarsınız dediğiniz gibi Allah burasını sevip yaratmış, gülüp donatmış ama, bir insanoğluna hasreti var. Öyle ya, bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaydı, ya dile alırdı bunları, ya tele; ya tunca işlerdi bunları, ya mermere; böylece bu güzellikler kaybolup gitmezdi. Üstelik her güzellikten ala bir de bir insan güzelliği katılırdı bunlara. İyisi mi, gelin bu yaylaları yurt edinelim; bir şehir yapalım, kökü beraber; içinde bahçesi gülü beraber... Bu saraya güzeller güzeli Belkıs’ın tahtını kuralım; bu bahçeye de dilediği gülü, bülbülü konduralım, konduralım ama, köşkün bir anahtarı bende kalsın.”
Vezir, vüzera bu söze bir mim koymaya kalmaz, dağ, taş gelip: “Belkıs, Belkıs” diye inler.
Hazreti Süleyman, o saatten tezi yok, perilerini başına toplayıp bir akıl danışacak olur ama, perilerden bir peri niyeti gözünden okuyup:

“Ya Süleyman, vaktiyle “Can taifesi” derler bir taife buralarda bir şehir kurmuştu ama, “Cin taifesi” dedikleri taife de bu güzelim yereler göz koymuştu; Allah sizi inandırsın, bin yıl düğüştüler, durdular ya, son sonu ne onlara kaldı buraları, ne onlara. Tufan erip sular altında kaldı şehir. İmid bu dağın eteğinde gördüğün göller; göl değil, bu tufanda göllenip kalmış sulardır. Ha işte o batan şehirde bu suların altına yatıp duruyor. Gayri dile bizden dilediğini.”
Deyince Hazreti Süleyman Mühr-ü Süleyman’ı basıp ferman üstüne ferman yağdırır. Bunun üzerine su perileri sulara dalar; gölcükleri boşaltıp “Can şehri”ni ortaya çıkarır dağ perileri de dağları dolanır, getirecekleri kadar getirip mermer taş, mermer direk, bir saray kurarlar, kökü beraber. Periler bu hayhuyda iken, Hazreti Süleyman, kuşun kanadiyle her yana haberler gönderip, cümle “ele gözlüler”e buyur eder; nerede var, nerede yok onlar da gelir, bu şehre yerleşir. Derken Belkıs Sultan’da varır, köşküne kurulur; şehir de şehir olur, saray da saray...
Büyük vezir bu ela gözlüler memleketini görür: “Doğrusu Cennet burası” sözünü “Cennet Bursa” anlamasın mı. İşte o gün, bugün bu şehrin adı “Bursa” kalır. Köşkün anahtarı kendisinde ya, Hazreti Süleyman da ayda yılda bir, felekten bir gün çalıp gelir; Belkıs Sultan’la murad alıp murad verir... Ee, fani dünya bu kime kalmış ki onlara kalsın; ömürlerini yakalarına dikmediler ya. Bir gün olur, ikisi de bahtını yellere, tahtını ellere bırakıp bu alemden göçerler ama, gel zaman git zaman burası “Bursa” olarak destan olur dillere...

HAMZA BABA

Sultan II. Murat’ın Manisa’da olduğu bir sırada kendisine Hamza Baba adında birinin köy arazilerini ekip biçtiği haber verilir. Ekilen arazi başkasının arazisi içinde, 5 – 10 metrekare bir yer olduğu halde elde edilen ürün çok fazladır. Sultan Murat, konunun araştırılması içine araziye bir zaptiye kolu gönderir. Aylardan şubat ayıdır. Zaptiyeler sözü edilen araziye geldiklerinde Hamza Baba’yı bağ çubuğu dikerken bulurlar. Kendisini yakalamak üzereyken Hamza Baba kendilerine padişah yanına eli boş gidilemeyeceğini, biraz beklemelerini söyler, bir yandan da çubuğu dikmeye devam eder. Diktiği çubuklar ardından üzüm vermektedir. Birkaç dakika önce dikilen çubukların üzüm verdiğini gören zaptiyeler, Hamza Baba’nın kerametine inanırlar. Hamza Baba, onalar üzüm ikram eder, biraz da Sultan II. Murat için koparır. Zaptiyelere gidip kendisini Manisa’da beklemelerini söyler. Zaptiyeler Manisa’ya at sırtında vardıklarında Hamza Baba’yı kendilerini elinde üzüm salkımlarıyla beklerken bulurlar. Hamza Baba II. Murat’ın huzuruna çıkarılır. Sultan II. Murat Hamza Baba’ya adeta derebeyi gibi neden hareket ettiğini soracağı sırada, gözü Hamza Baba’nın elindeki üzümlere takılır. Onun kerametini anlar. Fakat yine de kendisinin neden başkalarının arazisini ekip biçtiğini sormadan edemez. Bu soruya Hamza Baba:
“Oralar bana verildi.” Şeklinde cevap verir.
Sultan Murat, Hamza Baba’ya bu konunun şahidinin kimler olduğunu sorunca; “Dalar taşlar...” şeklinde cevabını verir.
Neticede dağların, taşarın şahitliğinin dinlenmesine karar verilir.
Onun ekip biçtiği yerdeki der kenarına gelinir.
Hamza Baba, gücünün yettiğince haykırarak, ekip biçtiği yerlerin kendisinin olduğuna ilişkin dağların taşların şahitliğini ister. Dağ taş ayaklanarak aşağı yuvarlanmaya başlar. Hamza Baba kendisine inanılması üzerine, dağarın taşların durmasını ister. Bir kısmı duru, bir kısmı durmak istemez, Hamza Baba duranı durdurur; durmayanı eliyle, yumruğuyla belini yaslayarak durdurur. (Belini yaslayıp durdurduğu kayaya “sürtünecek” denilir. Sürtüncek kayasının bel ağrılarına iyi geldiğine bugün bile inanılır.) Bunun üzerine, ancak muhakkak surette Manisa’da oturması istenir. Hamza Baba bir müddet için bunu kabul eder ve Müridei Sündüz Arap’la beraber Manisa’ya gelir. Sürekli dağları özlemektedir. Bir süre sonra Sündüz Arap’la beraber yine birkaç günlüğüne dağları gezmeye gelir, yemek yenilmesi için ateş yakılması gereklidir. Sündüz Arap odun toplamaya çıkar, bu sırada Azrail Hamza Baba’ya görünerek bir can alması gerektiğini söyler. Hamza Baba, Allah’ta yanında bulunan müridleri için şefaat diler ve o an için gönlünden Sündüz Arap çıkar. O anda bir çınar topraktan fırlayarak devrilir. Hamza Baba o an, Sündüz kaybettiğini anlar ve çok üzülür. Bir süre sonra da Manisa’da vefat eder.
Cenazesini Manisa Turgutlu paylaşamaz, bunun üzerine iki tabu yapılmasına, Hmaza Baba’nın naşının iki yanına konmasına, Hamza Baba’nın hangi tabuta gierese o kente gömülmesine karar verirler. Ertesi sabah tabutlar kontrol edildiğinde Hamza Baba’nın Turgutlulara ait tabutta olduğu görülür ve Turgutlu’ya götürülür.
Şimdiki türbesinin bulunduğu yere gömülür. Türbenin yapımını bir gayri Müslim üstlenir.
Gerçekten bir sanat eseri olan türbe yapılır, ancak eşiğe taş kalmamıştır. Buna çok üzülen gayrı Müslim mimar kendi kendine hayıflanır. O sırada Hamza Baba kendisine görünür. Eşik taşının kendisinin olmasını, türbeye ziyarete girenlerin önce kendisine değmelerini niyaz eder. Bugün halk türbeyi ziyarette eşiğe basmadan geçer. Eşiğin türbeyi yapan mimar olduğuna inanılır.

SÜTLE BESLENEN YILANLAR
Adana yöresinde bir söz vardır; derler ki “Adana selle, Ceyhan yelle, Misi yılanla gidecek.”
Böyle derler.
Bilindiği gibi Seyhan ırmağı Adana’nın hemen içinden geçmektedir. Irmağın karşı yakası da kent olmuştur. Eskiden, Toroslar’da eriyen karların ve kışın durmadan yağan Çukurova yağmurlarının sularıyla beslenen ırmak, sık sık taşarak, sağında solunda bulunan tarlaları, köyleri su altında bırakır, Adana’ya gelince de, evleri alır alır gidermiş.
Ceyhan ilçesinin evleri ise, bir zamanlar, kamıştanmış. Şu bildiğimiz kamıştan ottan yani. Bugün bile, Çukurova köylerinde kamış çitli köy evleri vardır. İşte bu kamış evler, bir yel esti mi, yıkılır gidermiş.
“Adana’nın selle, Ceyhan’ın yelle gideceğini anladık. Anladık ya, peki Misi neden yılanla gidecek?” derseniz, size Şahmaran efsanesini anlatırlar.
Derler ki, yılanlar padişahı Şahmaran, Misis’e yakın bir tepenin üstünde kurulmuş “Yılan Kale” derler bir kale var, orda yaşarmış. Misisi’ten Ceyhan’a giderken eskiden sol kola düşerdi, şimdi sağ kola düşer bu kale; yola da yakındır, oldukça dik bir yerdedir. İşte burası, Şahmaran’ın ülkesiymiş. Günün birinde bu ülkeye bir insanoğlu ayak basmış. Basmış ya, yılanlar padişahının ülkesine “destursuz” girilir mi? Şahmaran’ın koruyucuları, yeri göğü inleten bir fışırtıyla saldırmışlar insanoğlunun üzerine, insanoğlunu ölümden kurtarmış; ona “Var git” demiş, “bir daha da buraya ayak basma. Ben yılanlar padişah Şahmaran’ım. Ülkeme ayak basan ilk insanoğlu sensin. Onun için canına bağışlıyorum.”
Şahmaran, böyle demiş ve de insanoğlunun yanına birkaç yılan katmış, götüre ülkeden uzaklaştıralar diye. Onar da insanoğlunu getirip Misis’e yakın bir yere, “Haydi sana uğur ola” demişler, “burdan ötesi insanoğullarının ülkesi, biz de oraya gidemeyiz, ancak

Şahmaran gidebilir. Misis’tek o büyük taş hamamda yıkanır ara sıra” demişler. İnsanoğlunu orada bırakı, yılanlar ülkesine, Yılan Kale’ye dönmüşler.
Onlar dönedursun....
Misis yöresinde bir Bey varmış. İşte bu Bey, onulmaz bir derde tutulmuştur. Hekimin biri gidip gelmiş, türlü türlü ilaçlar yapılmış... Ama hiçbir ilaç işe yaramamış, hiçbir hekim bu derde çare bulamamış. Tanrı’dan umut kesilmez kesilmesine ya; Bey, günden güne ölüme yaklaşılıyormuş.
Bey, bir gün, hekimini çağırmış ve ona, “Hekimsen hekimliğini göster” demiş; “hekim değilsen; ne demeye bu işle uğraşıyorsun Sabrım da, dermanım da kalmadı artık” demiş.
Bunun üzerinde hekim:
“Haklısın Bey’im, haklısın. Haklısın ya, ben de haklıyım. Dermansız dert olmaz... Senin derdinin de dermanı vardır. vardır ama...,”
“Aması ne?”
“Bulmak güç iştir.”
“Nasıl yani? Benim bir Bey olduğumu unutuyorsun.”
“Demem o değil... Elbette Bey’sin. Bulunma olanağı olan her bir şeyi bulursun. Ama, bu bulunacak şey değil.”
“Ufacık bir umut da mı yok, bulunması için?”
“Doğrusunu istersen... var.”
“O halde, söyle!”
“Ama Bey’im...”
“Duymadın mı dediğimi? Söyle diyorum!”
“Pekala ... Söyleyeyim. Seni sağaltacak tek ilaç kaldı, o da Şahmaran’ın gözleri!”
“Ama Bey’im...”
“Duymadım mı dediğimi? Söyle diyorum!”
“Pekala... Söyleyeyim. Seni sağaltacak tek ilaç kaldı, o da Şahmaran’ın gözleri!”
“Ne diyorsun!”
“Evet, Bey’im.”
“Ama... ama bu, hemen hemen olanaksız bir şey!”
“Demiştim bunu.”
“Öyle de olsa, deneyeceğim bir. Peki, Şahmaran nerde bulunur dersin?”
“Bilsem bile söyleyemezdim.”
“Neden?”
“Çünkü, Şahmaran’ın ölümünde yol açan, sağ kalmaz.”
“Öyle ama... ne pahasına olursa olsun, Şahmaran bulunmalı.”
“Seni sağlatacak ilacı söyledim bundan böyle sana düşer.”
“Pekala. Adamlar salacağım her yana. Şahmaran’ın yerini bilen var mı diye, ilan ettireceğim; ödülleri vereceğim, bulup gözlerini oyup getirene!”
Böylece, Bey, adamlar salmış bütün Çukurova’ya. Onlarla herkese duyurmuş ki, kim ki Şahmaran’ı bulup gözlerini oyar, Bey’e getirir; ya da yerini söyler, ona ağırlığınca dünyalık verilecek!
Bu haber her yana yayılmış.
Hani, Şahmaran’ın ölümden kurtardığı insanoğlu var ya, bu haberi o da duymuş, “İnsanoğlu çiğ süt emmiş” derler Bey’e gelip, “Bey’im” demiş, “Şahmaram’ın yerini biliyorum. Ama önce ödülümü isterim.”
Bey, sözveride bulunduğu ödülü verince de, “Şahmaran’ı ya Yılan Kale’de bulursunuz” demiş, “ya da Misis’teki taş hamamda.”
Bunun üzerine, Bey’in adamları gidip aramışlar ve Şahmaran’ı Misis’teki taş hamamda yakalamışlar. Gözlerini oymuşlar, getirip Bey’e yedirmişler. O da iyileşmiş.
“Yılanlar, padişahlarının öcünü insanoğullarından alacak” diye hala söylenir durur. İşte bunun için, “Misis yılanla gidecek” derler.
Doğrusunu isterseniz, Misis’te yılan çok olur. Bu söylenti bundan dolayı çıkmış olsa gerek.
Bir başka söylentiye göre, Yılan Kale’de yılanlar sütle beslenmektedir. Günün birinde beslenecek süt bulamayacaklar, işte o vakit kaleden çıkıp Misis’e yayılacaklar, insanları sokacaklar.
Misis’te herkes böyle söyler.
Şu var ki, efsanenin Şahmaran’ın Çukurova’da yaşamışlığına inanılır. Hatta derler ki, Şahmaran Misis’te değil, Tarsus’ta öldürülmüştür. Tarsus’ta bir hamam vardır, adına “Eski Hamam” derler; bu hamamın bir adı da “Şahmaran Hamamı” dır. Şahmaran olayı işte b hamamda geçmiş. Hamamın duvarlarında kırmızı lekeler vardır. Sordunuz mu, “Şahmaran’ın kanı” derler. Başı kesilirken kanları duvarlara sıçramış sözde, orada kuruyup kalmış; hiçbir şey silemezmiş, ta ki, Şahmaran’ın öcü alına.
Böyle derler.

MİDASIN KIZI
Kral Midas’ı bilmeyen mi var? Frikya Kralı Midas’ı? Hani şu, tanrıları gururuyla öfkelendiren Mida’ı? Pan ile Apollon arasındaki çalgı yarışında, Apollon’u yenik düşüren bunun üzerine, kulakları eşek kulaklarına dönen Midas’ı? Sonra.... şarap tanrısı Dionysos’un ona, her dokunduğunu altına çevirme gücünü verdiğini de biliyorsunuzdur. Dionysos, ona bu gücü vererek ödüllendirmiş oluyordu sözde... Oysa, Midas, baktı ki her dokunduğu altı oluyor, uzandığı yemişler, dokunduğu şeyler altına kesiyor, sevinci çok sürmedi bu gücüne, acı çekmeye başladı. Yalvardı. Dionysos’a, “Al bu gücü benden, Midas kalayım ben!” diye. Bunun üzerine Dionysos, “Var git Midas, “Var git Paktolos ırmağına, yıkan; kurtulursun o zaman."

Midas, yıkandı Paktolos’ta ve ırmağın kumları altına kesti. Şimdiki altınlar da o zamandan, o ırmaktandır belki.
Her neyse... İşte böyle biridir Frikya Kralı Midas.
Midas’ın bir kızı vardı ki, güzelliği dille anlatılmaz. O güne değin kimse ne görmüş, ne duymuştu böylesine. O gururlu Midas, o şaşamaz yargılı Midas, kızının güzelliği karşısında, kendini tanrılarla eş tutuyordu, ki böylesini ancak tanrılar yaratır diye.
Ama günün birinde ne olduysa oldu, bu güzel kızın bedeni yara bere ile doldu. Tanrılar yapmadı elbette bunu, ama doğa, o her şeyi yaratan ana, yarattığı şeyleri yok etmesini de bilen o acımazsız ana, her halde o yaptı bu işi.
Kızının o güzel bedeni yara bere içinde kalınca, aldı Kral Midas’ı bir üzüntü. Frikya’nın bütün hekimleri, bu derde bir çare aramaya başladı. Başladı ya, hiçbir ilaç fayda etmiyordu. Kızın bedenindeki yararlar günden güne çoğalıyor, kız acılar içinde kıvranıyordu.
Midas, haber saldı komşu ülke krallarına ki, “Hekimlerini gönderenler, kızıma bir çare buluna” diye. Hekimin biri gitti bini geldi ama, onlar da bir çare bulamadılar bu derde, “Elimizden bir şey gelmiyor, doğaya kalmıştır artık onu iyileştirmek” dediler.
Kız ise, göz göz olan yararları yüzünden, uyku tünek nedir bilmez oldu. Günün birinde de çıldırıp, aldı başını dağlara gitti. Dağ bayır, inleyerek, ağlayarak gezer oldu. “Tanrım” diyordu kız, “ben ki, kötülük edecek zaman bile bulamadım, şu genç yaşımda nedir bu? Al canımı, daha iyi; kurtar beni budan.”
Bütün dağ taş inliyordu bu sesle: “Kurtar beni! Kurtar beni!”
Midas, adamlarını da birlikte salmıştı dağlara, “Kızımı koruyun kurttan kuştan, aç kalmasın, nerede olduğunu bileyim” diye. Adamlar, onu uzaktan gözlüyorlar, geçtiği yollara yiyecekler koyuyorlardı, aç kalmasın diye. Kız, buldukça bu yiyecekleri yiyor, rastladığı pınarlardan, sulardan içiyor, ağaç kovuklarında, mağaralarda uyuyor ya da gündüzleri, güneşten gölgeye, gölgeden gidip geliyordu.
Kız, günlerden bir gün, bir yere geldi, baktı ki küçük bir göl var. Eğilip birkaç avuç su içti. Sıcak bir suydu bu, ama hoşuna gitmişti. Ayaklarını da soktu suya. Sokar sokmaz da ayrımına vardı ki, ayaklarındaki yaraların sızısı dinmekte. Bu kez kollarını da daldırdı kız, hey! ne göre ? Sızılar gerçekten yok oluyor. bunun üzerine daldı bütün gövdesiyle sulara. O sıcak sular, kızın yara bere dolu gövdesini bir anda anadan doğmuşa döndürdü: Ne ağır, ne sızı, sanki yara bere dolu gövde o gövde değil!
Bir süre sularda yatıp kaldı kız.
Gölden çıktığı vakit, gördü ki yaraları sızlamaz olmuş. O günü öyle geçirdi, rahat bir uyku uyudu. Ertesi gün yine erkenden girdi göle, yüzdü durdu. Birkaç gün içinde, yaraları kavuşmaya başlamıştı bile. Çok geçmedi, eski sağlığına, eski güzelliğine kavuştu kız.
Bu haber Kral Midas’a ulaşınca, Midas, buyruk verdi ki, o gölü bir havuz haline getireler, üstüne bir yapı kuralar ve orayı halkın sağlığına ayıralar.
Söylendiği göre işte o göl, bugün Afyon’a on beş, yirmi kilometre uzaklıkta bulunan “Gazigöl”dür. Orası bugün bile bir sağlık yeridir.

SUYUN TOPRAĞA AŞKI
Denizlerin, suların tanrısı Poseidon, toprağın tanrıçası sarı saçlı Demeter’e aşık olur. Olur ama bir türlü aşkını tanrıçaya kabul ettiremez. Israrlara dayanamayan tanrıça bir kısrak biçimine dönüşerek Poseidon’dan kurtulmak ister. Poesidon tanrıların bir kısrak olduğunu öğrenir öğrenmez, kendisi de bir aygır biçimine dönüşerek tanrıçayı bulur ve onunla çiftleşir. Bu çiftleşmelerinden, bir ayağı insan ayağına benzeyen, insan gibi konuşan bir at doğar. Tanrıça Demeter, aldatıldığını düşünerek utancından kimselerin yüzüne bakamaz. Diğer tanrıların ayrılarak bir mağarada yaşamaya çalışır. Uzun süren bu ayrılığı baş tanrı Zeus kabul edemez. Demeter’i ikna ederek tekrar tanrıların arasına döndürür. Döndürür döndürmesine ama güze tanrıça ile birlikte olmak için de can atar.
Tanrıça Demeter, baş tanrının aşkına da karşılık vermez. Zeus, ne eder eder, tanrıça ile birleşmeyi becerir. Bu birliktelikten ayparçası bir kızları olur. Toprak ana güzle kızını bir mele gibi yetiştirir. Kız büyür, güzelliğiyle herkesi büyüler.

KIR ÇİÇEKLERİ

Toprak ana Demeter’in güzel kızı, kırlarda bayırlarda koşmakta, güzelliğini çiçeklerle paylaşmaktadır. Bir bahar günü, doğanın coşkulu güzelliğine kapılan genç kız ve arkadaşları, menekşeler, kardelenler, nergisler, papatyalar, gelincikler içinde oradan oraya koşmakta, demet demek çiçek toplamaktadırlar. Arkadaşlarından uzaklaşan genç kız, çok farklı bir çiçek görür. Çiçeğin öyle bir görünüşü, kokusu vardır ki, beni de kopar derecesine kendine çekmektedir. Genç kızının ak pamuk ellerinin çiçeğe dokunması ile yer birdenbire yarılır. Yer altı ülkesinin hakimi, tanrı Hades, kızı arasına attığı gibi karanlıklar ülkesine doğru yol alır. Genç kız, bağırır çağırır ama çaresidir. Öyle çığlıklar atar ki, dağ taş inler. Ana tanrıçanın kulalarına dek gelen kızının çığlıkları yüreğini yakar. Hemen kızını aramaya koyulur. Dere, tepe, dağ, bayır ırmak kenarı, göl kıyısı bırakmaz. Kuytu mağaraların ışıksız köşelerinde dek girer. Kızını bir türlü bulamaz. Aramaktan bitkin düşen anne, kızının yerini herkeslere sorar, soruşturur. Bir yanıt alamaz. En sonunda karanlık köşeleri aydınlatan güneşten öğrenir kızının yerini. Hades der güneş, yer altı, ölüler ülkesi tanrısı kaçırdı kızını.
Tanrıça Demeter’in üzüntüsü gittikçe artar. Kızı, yer altındaki ölüler ülkesini tanrısı Hades’in karısı olmuştur. Kızına duyduğu hasret onu yollara düşürür. Toprağın bereketi duru. Demter’in üzüntüsü toprağa yansır. Doğa yasa bürünür. Canlılar bir bir yok olmaya, doğa ölmeye başlar. Tanrılar doğanın kıtlık,kuraklık içinde yok olacağını düşünerek tanrıça Demeter’le, yer altı ülkesinin tanrısı Hades’i ikna etmeye çalışırlar. Araya giren baştanrı Zeus’un çabalarıyla, tanrıça Demeter’in kızının zamanının üçte birisi yer altı ülkesinde kocasının yanında, üçte ikisini yeryüzünde annesinin yanında geçirmesine razı olurlar. Böylece güzel kızı kışın bitimiyle annesi toprak anaya, Demeter’e gelir. Kışın başlangıcına dek annesinin yanında kalır.
Toprak ananın baharla kızına kavuşması doğayı bir canlılığa, neşeye boğar. Doğada bir canlanma çiçeğe, çimene dönüşme başlar. Baharın güzellikleri anne ile kızın birlikteliğinde bir kat daha artar. Toprak ana Demeter’in sevinci, doğanın canlanmasını, baharın coşkusunu oluşturur. Bu birlikteliği tüm canlılar kutlar. Ağaçlar çiçeklenir, kuru dallar yeşerir, tomurcuklar açar, yeşil yapraklar dalları süsler, dereler çağlar, kırlar bayırlar çiçeğe, çimene bürünür. Meyveler dallardan sarkar, tarlalar ürünle dolar.

KARTPOSTALLARDAKİ İZMİR
Bir zamanlar duvarlarını denizin yaladığı Kızlarağası Hanı, yeniden restore dildi. Ortasına genişçe bir avlu, bu avlunun etrafında sıralanan dükkanlar daha çok turistik eşyalarla dolu. Halılar, kilimler, deri eşyalar, altın ve gümüş satan dükkanlar, çeşitli antika malzemeler, değişik boylarda sıralanan sazların, çalgı aletlerinin satıldığı dükkanlar, kitapçılar. Eski kaplar, eşyalar, kağnı arabalarına varıncaya dek herşey var. İkinci kattaki dükkanlar daha çok büro amaçlı kullanılıyor.
Anlatılara göre bu hanı yaptıran, padişahın hareminde, kızların ağası imiş. O nedenle buraya onun adı verilmiş. Başka bir anlatıya göre ise bu han kimsesiz kızlar için yaptırılmış. Bu kızlar küçük yaşta burada yedirilir içirilir, büyütülür, bir kısmetlisi bulunarak evlendirilir, böylece annesiz babasız olan kızların yuva kurmaları, bu han sayesinde gerçekleşirmiş. Üst kattaki odalar kızların kaldıkları yerlermiş. Bütün bu kızların masraflarını karşılamak için de alt kattaki dükkanların gelirlerinden yararlanılırmış.
Handaki dükkanları dolaşıyoruz. Eski yeni kitaplar, resimler ilgimi çekiyor. Eski bir minyatürde seyrediyorum Kızlarağası Hanı’nı. Birinci kat siyah taşlarla örülmüş. İkinci kat boydan boya uzanan kırmızı beyaz çizgilerden oluşmuş. Bir sıra kırmızı tuğla, bir sıra beyaz mermer, dekoratif bir görünüm vermiş cephelere. Pencereler küçük, demir korkuluklu, mavi boyalı. Pencerelerin üstlerinde oluşturulan kemerler, cumbalı çıkıntıların altlarındaki destekler ayrı bir güzellik katmış, Osmanlı dönemi mimarisinin güzel bir örneğini oluşturmuş.

BAKINIZ Çeşitli Efsaneler
SİLENTİUM EST AURUM