Arama

Marksizm - Tek Mesaj #4

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ocak 2007       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İngiliz ve Fransız Devrimleri

17. yüzyılda İngiliz Devriminde toplumun alt kesimlerinin, zanaatkârların, emekçilerin, yani yeni gelişen proletaryanın özlemlerini yansıtan en devrimci kanat, dinsel biçimde ifadesini buldu. Hareketin sol kanadı; Beşinci Monarşi yanlıları, Ranterlar ve Anabaptistler gibi bir dizi radikal ve demokratik Protestan mezhebinde örgütlendi.
Tarihsel bağlamı içinde bu hareketler ilerici ve devrimci bir karaktere sahiptiler. Henüz tam olarak şekillenmemiş bir sınıfın bilincindeki ilk bulanık kıpırdanışları yansıtıyorlardı. Restorasyondan [1660’ta monarşinin yeniden kurulması] sonra bu radikal plebyen eğilimler, dinsel muhalifler olarak sessiz bir biçimde tekrar ortaya çıktı. Resmi (Anglikan) Kilisenin coşkulu desteğini alan Monarşinin zulmü nedeniyle pek çok insan, devrimci enerjilerini yeni bir kıtanın açılması görevine kanalize ettikleri Amerika’ya göçtüler. Geçen yıllarla birlikte devrimci ve radikal kökenleri tümüyle kayboldu. Bunların bazıları, örneğin Quakerlar, son derece sulandırılmış bir şekilde de olsa, ticari çıkarlarıyla çatışmayan eski fikirlerin bazı solmuş unsurlarını hâlâ muhafaza ediyorlar. Fakat bunlar çoğunlukla gericiliğin siperine ve sağ fikirlerin ateşli bir savunusuna dönüşmüşlerdir. Roma Katolik Kilisesi Latin Amerika’da bir ölçüde, en azından tabanı itibariyle yoksul ve ezilenlerin davasına eğilim gösterirken, kaderin ilginç bir cilvesi olarak, evangelist mezhepler gericiliğin vurucu timleri ve askeri diktatörlüğün savunucuları haline gelmiştir.
Yüz yıl sonra, Fransız Devrimi döneminde kitlelerin bilinci öyle bir noktaya gelmişti ki, din onların düşüncelerinde kesinlikle hiçbir rol oynamıyordu. Kilise ile mutlakıyetçi devletin yakın ilişkisi herkes için aşikârdı. Bastille’in zapt edilmesine giden dönemde, Diderot ve Holbach gibi materyalist filozoflar dinin ruhani Bastille’ini yok etme işini yaptılar. Fransız Devrimi Kilisenin kökünü ve dallarını söktü attı. Jakoben devlet resmi olarak ateistti, her ne kadar Robespierre bu gerçeği “Yüce Varlık”ın incir yaprağıyla örtmeye çalıştıysa da, muhtemelen Robespierre dışında kimse buna inanmadı. Fakat Fransız halkı ateşli Katolik sanılmasına rağmen, Devrimin ardından Fransa’da din fiilen yok oldu (Vendée gibi en geri ve gerici bölgeler hariç). Aslında halkın çoğu papazlardan nefret ediyor ve onları doğru bir şekilde egemen sınıfın ajanı olarak görüyordu. Ancak Fransız burjuvazisinin şiddetli bir sarsıntı geçirdiği 19. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle Paris Komününden sonra, burjuvazi, Lourdes’deki düzmece “mucizeler” gibi numaralara kasıtlı biçimde başvurarak, gerici bir dinsel canlanmayı teşvik etme yönünde adımlar attı.
Rus devriminde işler daha netti. Rus işçi sınıfı, ilkin 1905 Ocağında tarih sahnesine bir papaz önderliğinde dinsel ikonalar taşıyarak çıksa da, tüm bunlar 9 Ocak katliamının ardından hızla bir kenara atıldı. Pek Hıristiyan olan çar, Kazaklarına, kendisine dilekçe vermeye gelen silahsız halkın üzerine ateş açmalarını emretmişti. Bundan sonra, Marksistler tarafından örgütlenen ve önderlik edilen harekette din rol oynamadı. Ekim Devriminin zaferinin ardından Kilisenin etkisinin çökmesi Fransa’dakinden daha hızlı ve tam oldu.
“Ortodoks Kilisesi” diyor Troçki, “ilkel köylü mitolojisinin üstesinden gelemeyip, zamanla Çarlığın aygıtı haline geldi. Rahipler polisle el ele yürüdü ve gelişen her mezhepsel muhalefet baskıyla karşılaştı. İşte bu nedenle Ortodoks Kilisesinin köklerinin halkın bilincinde ve özellikle sanayi merkezlerinde çok zayıf olduğu ortaya çıktı. Rus işçisinin ezici çoğunluğu bürokratik ruhani aygıttan kurtulurken, onunla birlikte köylü sütçü kız da dinsel düşünceden kurtuldu.” (age, s.166)
SSCB’nin çöküşünün hemen ardından tüm eski pisliğin (milliyetçilik, Yahudi düşmanlığı, faşizm, monarşizm, ve Çarlığın tüm bu harikalarına eşlik eden din ve batıl itikatların) yeniden canlanmış olması, Stalinizmin toplumun bilincini ne kadar gerilettiğine dair tahripkâr bir eleştiridir. Ortaçağ barbarlığının bu kalıntıları, tüm dünyaya “piyasa”nın gerçek doğasını ve burjuvazinin ekonomik, sosyal ve kültürel çöküşten başka hiçbir şey sunmadığını göstererek, bir veba gibi Rusya’nın hasta ve parçalanmış bedenine yayıldı.
Kilise ve sosyalizm

19. yüzyılın son on yılında ve Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde modern işçi hareketinin yükselişi, egemen dinsel yapıya bir meydan okuma anlamına geliyordu. Kilise, hiçbir istisna olmasızın, sosyalizm ve işçi hareketinin karşısında ve sömürücülerin yanında yer aldı. İşçi sınıfı içinde sosyalist fikirlerin yayılmasını engellemek için Katolik Kilisesi, ayrı Katolik sendikalar, kadın ve gençlik örgütleri kurarak, işçi hareketini bölmeye ve Sosyal Demokrasiyle rekabet etmeye çalıştı. Aslında Kilise örgütlenme yöntemlerini Sosyal Demokrasiden kopya etmişti.
Daima zengin ve güçlünün yanında hazır ve nazır olan Kilise hiyerarşisi, sosyalizme ve işçi hareketine gizlenmeyen bir kuşku ve husumetle baktı. Papa XIII. Leo, tüm kiliselere gönderdiği emek konulu genelgesinde, Vatikan’ın sosyalizme düşmanlığının altını çizmiştir:
“Fakirlerin zenginlere imrenmesini istismara uğraşan sosyalistler, özel mülkiyeti yok etmeye çalışıyorlar ve kişisel mülkiyetin herkesin ortak mülkiyeti olması gerektiğini savunuyorlar. Onlar kesinlikle adaletsizdirler, çünkü yasal mülk sahiplerini soyacaklardır… Eğer biri diğerine gücünü ya da çabasını kiralarsa, bunu karşılığında geçim araçları almak için yapar, ama bunu sadece kendi ücreti için değil, aynı zamanda özgürce tasarruf edeceği gerçek bir hak elde etmek niyetiyle yapar. Bu ücreti toprağa yatırırsa, bu sadece o ücretin başka bir biçim almasıdır…
“İster toprak ister başka bir mülk olsun, sahiplik tam da bu tasarruf gücünden oluşur. Sosyalistler … her ücretlinin özgürlüğüne saldırmaktadırlar, zira onlar onu, ücretini tasarruf etme özgürlüğünden yoksun bırakmaktadırlar. Her insan, Doğanın yasası gereği, mülk edinme hakkına sahiptir…
“Kendi eşyalarına sahip olma hakkı, sadece anlık kullanım için değil, sadece kullanırken yok olan şeyler için değil, faydası kalıcı ve sürekli olan şeyler için de olmalıdır.
“… İnsan devletten önce gelir ve doğal haklarını her türlü Devlet hakkının önünde tutar… İnsan, aklının ve vücudunun gücünü Doğanın nimetlerini kazanmak için harcadığında, sürdüğü doğaya ait toprak parçasını, kendi kişiliğinin damgasını vurduğu bu yeri, kendinin yapar. O yerin onun olması ve dış tecavüzlerden bağışık olması gereğinden daha doğal bir şey olamaz…”
Papa XIII. Leo şunları da yazıyordu: “Hıristiyan demokrasisi, tam da Hıristiyan olduğu için, kitlelerin durumunu düzeltme çabalarında kendisini İlahi İnancın ilkelerine dayandırmalıdır. Dolayısıyla, Hıristiyan demokrasisi için adalet kutsaldır. Mülk edinme ve sahip olma hakkının reddedilemezliğini savunmalı ve her düzen sahibi ulus topluluğu içinde kaçınılmaz olarak var olan çeşitli ayrım ve dereceleri korumalıdır. Bu nedenle açıktır ki, Sosyal Demokrasiyle Hıristiyan demokrasisi arasında hiçbir ortaklık yoktur. Bunlar birbirlerinden Sosyalizm mezhebinin İsa’nın Kilisesinden ayrı olduğu kadar ayrıdır.”
Katolik Kilisesiyle yürüttüğü polemikler sosyalizmin klasik ifadeleri olarak kalan İrlandalı büyük Marksist ve devrimci şehit James Connolly şöyle diyordu: “Devlet okullarındaki çocuklardan biri bundan daha mantıklı düşünemeseydi, okul hayatı boyunca ahmaklar sırasında kalırdı. Düşünün ki, Peder Kane ve Papa gibi toprakbeyliğini savunan bir rahip, «Kış ve bahar boyunca tarlayı süren bir adamın, kazandığı ürüne sahip olma hakkı vardır» diyor ve sosyalizme karşı bir argüman ileri sürdüğünü sanıyor. Sosyalistler hiçbir insanın «kazandığına sahip olma» hakkına müdahale edilmesini ileri sürmezler, aksine ister köylü olsun ister işçi, bu adamın «kazandığının» büyük bir kısmını ya da bir kısmını, üyeleri «ne çalışıp didinen ne de ip eğiren», ancak milletin mülkünü kaba güçle, yağmayla ve dolandırıcılıkla gasp eden aylak bir sınıfa vermek zorunda kalmaması gerektiğini ısrarla savunurlar.” (J. Connolly, Selected Writings, s.78-79)
21 Eylül 1958’de Papa XII. Pius şöyle yazıyordu: “Sınıfların çokluğu Yaratıcının tasarımına tümüyle uymaktadır.” Yani Kilise, sınıflı toplumun değişmez, ebedi olduğunu ve ilahi bir kaynağı olduğunu düşünmektedir. Aziz Clement’in (yukarıda alıntıladığımız) ifadesiyle karşılaştırın: “Bu dünyada bulunan tüm şeylerin kullanımı tüm insanlar için ortak olmalıdır. En büyük kötülük, bir insanın diğerlerine «bu benim, şu senin» demesidir ve bu insanlar arasındaki kavganın kökenini oluşturur.”
Papa XII. Pius’un pozisyonu, eski Anglikan ilahisi All Things Bright and Beautiful’un [Her Şey Işıl Işıl ve Güzel] ünlü satırlarıyla aynıdır:
“Zengin adam şatosunda, fakir adam onun kapısında: O (Tanrı) yukarıdakilerle aşağıdakileri yarattı ve onları zümrelerine göre dizdi”.
Kilisenin yüzyıllardır sürdürdüğü tipik tutum kesinlikle budur: statükonun ve toplumun sınıflara bölünmesinin açık savunusu.
İlerleyen süreçte, işçi hareketinin ve sosyalizm yönündeki karşı konulmaz hareketin büyümesinin bir sonucu olarak, Katolik Kilisesi tutumunda değişiklik yapmak zorunda kaldı. Papa XXIII. John –20. yüzyıldaki tüm Papaların en zekisi– daha ilerici bir tutum takındı. Fakat mevcut Papa yönetiminde bu keskin bir biçimde tersine dönmüştür.
Günümüzde Kilise

“Günlük hayatınızın her dakikası teorinizi yalanlamıyor mu? Aldatıldığınızda mahkemeye başvurmayı yanlış mı buluyorsunuz? Ama havari bunun yanlış olduğunu yazıyor. Sol yanağınıza tokat atıldığında sağ yanağınızı mı uzatıyorsunuz, saldırı girişimlerinde mi bulunuyorsunuz? Ama İncil bunu yasaklıyor […] Açtığınız davaların ve medeni yasaların büyük bölümü mülkle ilgili değil mi? Ama size hazinenizin bu dünyaya ait olmadığı söylendi.” (Marx ve Engels, Din Üzerine, “Kölnische Zeitung’un 179. Sayısının Başyazısı”.)
Modern toplumda Kilisenin etkinlikleri, Marx’ın yukarıdaki alıntıda işaret ettiği gibi, çarpıcı çelişkilere ve ikiyüzlülüğe dayanır. İlk Hıristiyanlığın devrimci geleneklerinin şu anki durumla kesinlikle ilgisi yoktur. M.S. 4. yüzyılda Hıristiyanlık hareketi devlet tarafından gasp edildiğinden ve ezenlerin bir aracına dönüştürüldüğünden beri, Hıristiyan Kilisesi yoksulların karşısında zenginlerin ve güçlülerin tarafında yer almıştır. Bugün belli başlı kiliseler, hem Müslüman hem de Hıristiyan ülkelerde, büyük sermayeye sıkıca bağlı, devletten muazzam paralar alan zengin kurumlardır.
İspanya’da devlet, son zamanlara kadar, Katolik Kilisesine, toprak, emlâk ve banka hesaplarından oluşan muazzam servetine ek olarak, dindar olsun ya da olmasın tüm vatandaşların ödediği vergilerden düzenli bir şekilde para yardımı yapıyordu ve İspanyol halkına bu vergi hakkında hiçbir açıklama yapılmıyordu. Bu durum Kilisenin devletle olan ilişkisinde ayrıcalıklı ve kazançlı bir konum elde ettiği diğer ülkeler için de geçerlidir. Kişi din hakkında ne düşünürse düşünsün, bu durum demokrasinin açıkça kabul edilemez bir ihlalidir. Artık her ne kadar İspanyol vergi mükelleflerine Kiliseye bağış yapıp yapmama konusunda seçme hakkı verilse de, Kiliseye halen kamu fonlarını kullanmada ayrıcalıklı bir konum verilmektedir.
Ortaçağda, Katolik Kilisesi tefeciliğin (faizle borç para vermek) ölümcül bir günah olduğunu açıklarken, şimdi Vatikan’ın büyük bir bankası bulunuyor ve muazzam bir servete ve güce sahip. İngiliz Kilisesi, sayısız ticari çıkarları bir yana, Britanya’daki en büyük emlâk sahiplerinden biridir. Aynı durumun her yerde var olduğunu göstermek çok kolaydır. Bu olgu sadece Hıristiyan diniyle de sınırlı değildir. Kuran da tefeciliği yasaklar, ama tüm sözde İslami ülkelerde büyük bankaların sahipleri Müslümanlardır. Bu gerçeği saklamak için her türlü numaraya başvurdukları doğrudur, ama hâlâ insanlardan aynı şekilde faiz sızdırılmaktadır.
Kiliseler politik olarak gericiliği sistematik biçimde desteklemişlerdir. 1930’larda Katolik piskoposlar, İspanyol işçileri ve köylüleri ezme seferberliğinde Franco’nun ordularını kutsamıştı. Faşist İspanyol basını, sık sık faşist selamı veren baş keşişlerin resimlerini basıyordu. Papa XII. Pius, Hitler’i ve Mussolini’yi destekledi. Papa, milyonlarca insanın Nazi ölüm kamplarında yok edilmesi karşısında sessiz kalmış ve, resmi olarak Vatikan’ın İkinci Dünya Savaşında tarafsız kaldığı varsayılsa da, gerçekte Nazi yanlılığı açıkça belgelenmiştir. G. Lewy şöyle yazıyor:
“Hitler egemenliğinin başından sonuna kadar, piskoposlar, inananlara, Hitler hükümetini itaat edilmesi gereken meşru bir otorite olarak kabul etmeyi öğütlemekten asla bıkmadılar […] 8 Kasım 1939’da, Münih’te Hitler’e düzenlenen başarısız suikasttan sonra, Kardinal Bertram Alman piskoposluğu adına ve Kardinal Faulhaber Bavyera piskoposları adına Hitler’e kutlama telgrafları göndermişlerdi. Almanya’daki tüm Katolik basın, Reichspresskammer’den gelen talimat doğrultusunda, bunun Führer’i koruyan mucizevi bir ilahi takdir olduğundan bahsediyordu.” (G. Lewy, The Catholic Church and Nazi Germany, NY, 1965, s.310-11)
“Alman dokümanları iki önemli noktada birbirini etkileyici bir şekilde tutmaktadır”, diyor Saul Freidhandler ve ekliyor, “Birincisi, görünüşe göre Bağımsız Papalık, Nazi rejiminin niteliği nedeniyle azalmış görünmeyen ve 1944’e kadar da yalanlanmamış bir biçimde Almanya’dan yana bir tercih yaptı; ikincisi, XII. Pius hiçbir şeyden korkmadığı kadar Avrupa’nın Bolşevikleşmesinden korkuyordu ve göründüğü kadarıyla, sonunda Batılı Müttefiklerle uzlaşsaydı Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’nin Batıya doğru ilerlemesinin önünde başlıca duvar olacağını umuyordu.” (Saul Friedhandler, Pius XII and the Third Reich, A Documentation, NY, 1958, s.236, vurgu benim, AW.)
Düşünce tarihinde, Kilise daima en gerici türden bir rol üstlenmiştir. Galileo Galilei Kutsal Engizisyonun işkence tehdidi altında fikirlerinden dönmeye zorlandı. Giordano Bruno kazıkta yakıldı. Charles Darvin, Tanrının dünyayı altı günde yarattığı şeklindeki yerleşik görüşe meydan okuma cesaretinden dolayı İngiltere’deki kurulu dinsel düzen tarafından acımasızca sıkıştırıldı.
O günden bugüne evrim teorisi, Amerikan okullarında onun yerine Tekvin kitabını okutmak isteyen Amerikan sağının saldırısı altındadır. ABD’de dinci sağ, gerici fikirleri vaaz eden büyük parasal destek sahibi bir harekettir. Birkaç yıl önce, Teksaslı petrol kralı Nelson Bunker Hunt, “İsa Uğruna Kampüs Haçlı Seferi için 1 milyar dolar kampanyasına” 10 milyon dolardan fazla bağış yapma sözü verdi. Bir “eğitim lobisi” olan Hıristiyan Özgürlük Vakfı, Sun Oil Company’nin kurucusu J. Howard Pew ve “serbest girişim sistemini destekleyen diğer işadamları” tarafından parasal olarak desteklenmektedir. Dinci sağ ile büyük sermayenin yakın ilişkisini gösteren bir sürü başka örnek var. Bu zengin iş adamları, böylesine büyük meblağları boşuna yatırmaz. Din burada açıkça gericiliğin bir silahı olarak kullanılmaktadır.
ABD’deki Yaratılışçı hareket içinde milyonlarca insan bulunuyor ve, inanılması güç ama, bunun başını bazı genetikçilerin de dahil olduğu bilim adamları çekiyor. Bu, kapitalizmin çöküşünün entelektüel sonuçlarının çarpıcı bir ifadesidir. İnsan bilincinin geriden gelişinin diyalektik çelişkisinin son derece çarpıcı bir örneğidir. Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkesinde, milyonlarca kadın ve erkeğin zihni barbarlığa saplanıp kalmış durumda. Bunların bilinç düzeyi, insanların savaş esirlerini tanrılara kurban ettiği, oyma putların önünde secdeye kapandığı ve kazıkta cadı yaktığı dönemdekinden çok yüksek değil. Eğer bu hareket başarılı olursa bir bilim adamının geçenlerde söylediği gibi Karanlık Çağlara geri dönebiliriz.
Toplumsal yasama alanında ve özellikle kadın haklarında, Roma Katolik Kilisesi daima gerici bir rol oynamıştır. Hâlâ boşanma, gebelikten korunma ve kürtaj hakkını yasaklayarak kadınların kendi vücutları üzerinde söz sahibi olma hakkını reddetmektedir. Mevcut Papa Karol Wojtyla bu konuda açık sözlü biri. Yapay yollarla gebelikten korunmaya Kilisenin gösterdiği ısrarlı muhalefetin sonuçları, özellikle AIDS bakımından feci olmuştur. Oysa Amerikan Katolikleri arasında yapılan 1999 tarihli Gallop anketi, ruhban sınıftan olmayan kesimin %80’inin ve papazların da %50’sinin yapay yollarla gebelikten korunmayı onayladığını ortaya koymuştur. Maryland Üniversitesinin yaptığı bir anket ise, Katoliklerin üçte ikisinin, vicdanlarının papa ile uyuşmadığı yerde kendi vicdanlarını dinleyecekleri konusunda hem fikir olduklarını göstermiştir. Benzer rakamlar diğer gelişmiş ülkeler için de aktarılabilir.
Politika alanında, şu anki Papa, sözünü sakınmayan bir gericidir ve Marksizmin ve sosyalizmin düşmanıdır. Onun iktidara gelmesine yardım eden, İtalya, İspanya ve diğer ülkelerdeki politik yaşamın her köşesinde kolları olan ünlü Katolik Mafya Opus Dei idi.
Din üzerine Lenin

Fransa’da İç Savaş’a önsözünde Engels şuna dikkat çekmişti: “devlete ilişkin olarak, din bütünüyle kişisel bir sorundur.” Bunu yorumlayan Lenin 1905’de şöyle yazıyordu: “Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır.” (Lenin, Din Üzerine, “Sosyalizm ve Din”)
Bununla birlikte Lenin de, partiye ilişkin olarak, Engels’in devrimci partinin dine karşı mücadele yürütmesi gerektiği yönündeki öğüdüne dikkat çekiyordu: “Proletaryanın partisi, devletin dinin kişisel bir sorun olduğunu ilan etmesini ister, ama halkın afyonuna karşı mücadeleyi, dinsel hurafelere vb. karşı mücadeleyi kişisel bir sorun olarak görmez. Oportünistler sorunu, Sosyal Demokrat Parti dini kişisel bir sorun olarak görüyormuş gibi çarpıtıyorlar.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Ve şunu ekliyordu: “Modern dinin köklerinin gömülü olduğu yer, çalışan kitlelere uygulanan toplumsal baskı ve onların kapitalizmin kör güçleri karşısındaki aşikâr çaresizliğidir. […] kitleler dinin kaynak bulduğu toplumsal olgulara karşı birleşik, disiplinli, planlı ve bilinçli bir tarzda mücadele etmeyi öğrenene kadar, kapitalist egemenliğin tüm biçimlerine karşı mücadele etmeyi öğrenene kadar, hiçbir eğitsel kitap yığınların bilincinden dini söküp atamaz.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Fakat Marksistler, dindar olanlar da dahil tüm işçileri kapitalizme karşı mücadeleye katmak için her şeyi yapmalılar. Bizler bu işçilerle aramıza engeller dikmemeli, aksine sınıf mücadelesine etkin bir şekilde katılmaları için onları teşvik etmeliyiz.
Daha önce de söylediğimiz gibi, Rus işçi sınıfı tarih sahnesine 1905’de, başlarında bir papaz, ellerinde dinsel ikonalar ve çara –küçük Babamız– seslenen bir dilekçe taşıyarak girdi. Devrimcilere güvenmiyorlar hatta bazen onları dövüyorlardı. Fakat tüm bunlar dokuz Ocak katliamından sonra 24 saat içinde değişti. Aynı işçiler, dokuzu akşamı, silah istemek için devrimcilere geldiler. İşte bu, bilincin olayların sıcağında ne kadar hızla değişebileceğini göstermektedir!
Bu arada dilekçeyi ve barışçı gösteriyi örgütlemiş olan ve Çarlık polisi için çalışan Papaz Gapon, Kanlı Pazardan sonra ani bir değişim geçirdi. Çarın devrimci yıkılışı çağrısında bulundu ve belirli bir aşamada Bolşeviklere yakınlaştı. Gapon dindar olarak kalsa da, Lenin onu bir kenara itmedi, tersine kazanmaya çalıştı.
Lenin’in esnek tavrı, grevler karşısındaki tutumunda da görülüyordu. Grevlere katılan ama dindar olan işçilere karşı sekter bir tutum takınanları uyarmıştı. “Böyle bir zamanda [yani bir grev sırasında] ve bu koşullarda ateizm vaazları vermek, grev hareketine katılan işçileri dinsel inançlarına göre bölmekten başka bir şey istemeyen papazların ve kilisenin ekmeğine yağ sürmek olur.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Sorunun özü budur. Bizler işçi örgütlerinin tüm ayrım çizgilerinin –dinsel, ulusal, dilsel veya ırksal– ötesinde birliği için mücadele ederiz. Görevimiz tüm ezilenleri ve sömürülenleri burjuvaziye karşı tek bir ordu içinde birleştirmektir.
Marksistler asla ateizmin kabulünü parti programının bir parçası haline getirmediler. Bu tür zırvalıklar her zaman anarşizmin özelliğiydi. İnanan bir işçinin, harekete yakınlaştığı, hareketin genel programına inandığı ve sosyalizm için mücadele vermeye istekli olduğu ama dini terk etmek istemediği durumlarla çok sık karşılaşılır. Ne tavır almalıyız bu durumda? Kesinlikle onu dışlamama tavrını. Böyle bir işçi, dinden dönmek için değil kapitalizmle savaşmak için harekete katılmak ister. Muhtemelen, zamanla kendi politik ve dinsel inançları arasındaki çelişkileri görecek ve yavaş yavaş dinden uzaklaşacaktır. Fakat sorun hassas bir sorundur ve zorlanmamalıdır. Lenin’in açıkladığı gibi Marksistler, “bu işçilerin dinsel inançlarına karşı yapılan en küçük hakaretin dahi kesinlikle karşısındadırlar.” (age, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu”)
Ancak orta sınıf bir aydın, hareketin ideolojisine kafa karışıklığı sokmaya çalıştığında sorun tümüyle farklıdır, tıpkı Lenin’in din konusunda yazdığı sıralarda yaşanan örnekte olduğu gibi. Bir grup ultra-sol Bolşevik (Bogdanov, Lunaçarski vs.) mistik felsefi fikirlerle Marksizmi revize etmeye çalışıyordu. Lenin, tamamen haklı olarak bu eğilime karşı savaştı.
Dinin geleceği

Dinin geleceği ne olacak? Bu konuda, elbette Marksistler ile Hıristiyanlar ve diğer dinlere mensup kişiler arasında derin bir fikir ayrılığı olacaktır. Doğal olarak, kristal bir küreyle geleceği görmek imkânsızdır, fakat şunlar söylenebilir. Felsefi bakış açısından Marksizm dinle bağdaşmaz olsa da, söylemeye gerek yok ki, bizler dini bastıran veya yasaklayan her düşünceye karşı çıkarız. Bireyin herhangi bir dinsel inanca sahip olma ya da inanmama özgürlüğünü savunuruz.
Bizim söylediğimiz, kilise ile devlet arasında köklü bir ayrılık olması gerektiğidir. Kiliseler doğrudan veya dolaylı vergilerle desteklenmemeli, din devlet okullarında öğretilmemelidir. İnsanlar eğer dini istiyorlarsa, kiliselerini yalnızca cemaatin katkılarıyla desteklemeli ve kendi öğretilerini kendilerine ayırdıkları vakitlerde vaaz etmelidirler. Aynı temel düşünceler İslam ve diğer dinler için de geçerlidir.
Bize göre, din üzerine konuşmalar ve tartışmalar devam edecektir, ama bunun çağımızın temel sorununu gizlemesine izin verilmemelidir. Bizim ilk ve en önemli görevimiz, insanı köle haline getiren sermaye diktatörlüğüne bir son vermek isteyen herkesi mücadele içinde birleştirmektir. Sosyalizm, maddi gereksinimlerin kısıtlaması olmaksızın insanın özgür gelişimine izin verecektir.
Örgütlü din yüzyıllardır sömürücüler tarafından kitleleri aldatmak ve köleleştirmek için kullanıldı. Çeşitli dönemlerde bu duruma karşı başkaldırılar yaşandı. Ortaçağdan günümüze, Kilisenin zenginliğe ve güce itaat etmesine karşı protesto sesleri yükseltildi. Bunu günümüzde de görmekteyiz. İşçilerin ve köylülerin acı çekmesi, sermayenin utanç verici despotluğu altında insanlığın şehit düşmesi, çoğu Marksizmin felsefesiyle tanışık olmayan, ama adaletsizliğe ve sömürüye karşı savaşmaya istekli olan geniş halk katmanlarının öfkesini arttırıyor. Bunlar arasında, kitlelerin çektiği acıya her gün şahit olan ruhban kesimin alt katmaları da dahil pek çok dürüst Hıristiyan var.
Kurtuluş Teolojisi, Orta ve Latin Amerika’daki devrimci mayalanmanın bir ifadesidir. Alt kademe rahipler, ezilen yığınların ıstırapları karşısında dehşete düştüler ve daha iyi bir hayat uğruna mücadelede yerlerini aldılar. Yüzyıllardır zengin toprak sahipleriyle, bankacılarla ve kapitalistlerle kendi rahatına dönük bir ilişki geliştiren Kilise hiyerarşisi, yeni eğilimle savaşmakta ya da istemeye istemeye buna tahammül etmektedir. Bu yüzden sınıf mücadelesi Roma Katolik Kilisesinin saflarına da girmiştir.
Benzer şekilde, Orta Doğu’nun, İran’ın, Endonezya’nın ezilen yığınları hayatlarını iyileştirmek için harekete geçtikçe ve kendilerini ezenlerini devirmek için bir mücadele programı arayışına girdikçe, Müslümanlar arasında da Marksist fikirler ses getirmeye başlamıştır.
Asıl gereken, kapitalizmi, toprakbeyliğini ve emperyalizmi alaşağı etmektir. Bu olmadan bir yere varmak mümkün değildir. Bu mücadelenin zaferini garantileyen tek program devrimci Marksizmin programıdır. Toplumu dönüştürme mücadelesinde Marksistlerin ve Hıristiyanların (ve Müslümanların, Hinduların, Budistlerin, Yahudilerin ve diğer dinlere inananların) verimli işbirliği, bizi ayıran felsefi farklılıklara rağmen kesinlikle mümkün ve gereklidir. Dürüst Hıristiyanlar insanlığın çoğunluğunun uğradığı korkunç baskıdan derinden rahatsızlar. Kolombiyalı eski rahip Camillo Torres bir keresinde şöyle demişti: “Gerçek bir rahip olmak için rahiplerin giysilerini reddettim. Her Katoliğin görevi devrimci olmaktır; her devrimcinin göreviyse devrimi gerçekleştirmektir. Devrimci olmayan bir Katolik, ölümcül bir günah içinde yaşıyordur.”
Bunlar yeryüzündeki yoksulların, günahkârlar ve ezilenlerin davasını savunan ve baskılar karşısında mücadele ederken hayatlarını vermekten korkmayan ilk Hıristiyan devrimcilerinin değerli halefleridir. Adalet ve özgürlük davasını gönülden savunan herkesin saygıyla anması gereken modern şehitlerdir. 1968 ve 1978 arasında, Latin Amerika’da 850’den fazla rahip, rahibe ve piskopos tutuklandı, işkenceden geçirildi, cinayete kurban gitti ve öldürüldü. Salvadorlu Cizvit Rutilio Grande, öldürülmeden önce şunları söylemişti: “Günümüzde Latin Amerika’da hakiki bir Hıristiyan olmak tehlikeli […] ve fiilen yasadışı.” Vurgu “hakiki” sözcüğü üzerindedir.
Alternatif bir yaşam?

Örgütlü kilise son yıllarda gücünü çok yitirse de, dinsel fikirler, “alternatif bir hayat tarzı” öneren şaşırtıcı tarikat ve mezhep kılıkları altında yeniden ortaya çıkmış durumda. Kimi zaman bir gençlik katmanının, kapitalist sistemden, bu sistemin insanlık dışı, ruhsuz yaşam tarzından, varoluşun tüm yönlerinin ticarileşmesinden, kaba maddiyatçılıktan, sonu gelmeyen ve her tarafı kuşatan paragözlülükten, çevrenin ırzına geçilmesinden vb. duyduğu büyüyen hoşnutsuzluğu yansıtabildiği ölçüde bu, bilince doğru atılan bir ilk adımı temsil edebilir. Fakat o zaman sorunlar başlar. Kapitalizmi basitçe reddetmek yeterli değildir. Onu ortadan kaldırmak için somut adımlar atmak gerekir.
Bu “alternatif” hareketlerin –New Agecilik, vs.– hepsinin ortak özelliği, saf bireysel tipte bir kurtuluşa dayanmalarıdır. Bu yol üzerinde bir çıkış bulmak imkânsızdır. Ve son tahlilde, bu sözde alternatifin önderleri hiçbir alternatif sunmazlar. Kapitalizm, “vazgeçmeye” karar veren birkaç insanın varlığıyla da gayet mutlu bir şekilde yaşar. Bu onun için bir tehdit teşkil etmez, çünkü iktidarın efendileri daha önce olduğu gibi toplumun hayatını kontrol etmeye devam eder.
Hatta “vazgeçtiğini” iddia edenler, pratikte vazgeçemeyeceklerini anlayacaklardır. Para kullanmaya, yaşamsal ihtiyaçlarını dükkânlardan satın almaya, çevreyi kirleten ve tahrip eden büyük petrol şirketlerinin ürünlerini satan modern benzin istasyonlarında eski karavanlarının depolarını doldurmaya, polisler tarafından bir bölgeden diğerine gönderilmeye mecburdurlar; tıpkı geri kalanlarımız gibi.
Topluma ve politikaya sırtını dönmenin olanaklı olduğu düşüncesi bir yanılsamadır. Deneyin! Bir gün politikanın evinize geldiğini ve kapınızı çaldığını (eğer önce kapıyı parçalamamışsa) göreceksiniz.
Bireysel çözümler bulma çabası özünde gericidir, çünkü kapitalizm ve burjuva devlete karşı savaşmanın tek yolu işçi sınıfını birleştirmek ve onu devrimci bir hareket olarak örgütlemekten geçmektedir. Öyle ya da böyle, bunun dışında bir şeyi seçmek, kendini sermayenin insafına terk etmek ve mevcut düzenin devam etmesine yardımcı olmaktır.
New Ageciliğin avukatları, kendi çaresizliklerini örtmek için, hayal ettikleri şekliyle, onları “sıradan” fanilerden ayıran ve tüm kavrayışı aşan doğaüstü şeylerle doğrudan iletişim hattına yerleştiren özel ruhani değerlerden yana olduklarını iddia ediyorlar. Böylece bu büyük gizlerden haberi olmayan insanlığın geri kalanı karşısında kendilerini üstün hissediyorlar.
Gerçekte, bu fikirler sıradan fanilerin düşüncesi karşısında üstün olmayıp, onun çok gerisindedir. Toplumu değiştirmek isteyenler için ilk kural toplumu anlamak ve onun içinde yaşamaktır. Kişinin sırtını topluma dönmeye çalışmakla elde edeceği tek şey, mevcut toplum karşısında tamamen güçsüz hale gelmek ve ebediyen, ümitsizce, geri dönülmez biçimde, onu değiştirme şansını tepmektir. Bu yol, aynı şeyin ebediyen devamından başka hiçbir alternatif sunmaz.
Din ve kapitalizmin krizi

Marksistler dinin bir yanlış bilinç olduğunu söylerler, çünkü kavrayışımızı dünyadan uzaklaştırıp hakkında hiçbir şey bilemeyeceğimiz ve soru sormanın bile yararsız olduğu bir ötekiliğe (otherness) yöneltir. Tüm bilim tarihi iki temel varsayımdan yola çıkmıştır: a) Dünya benim dışımda mevcuttur ve b) Bu dünyayı anlayabilirim ve şu anda bilmediğim şeyler olsa bile en azından gelecekte onları bilme kapasitesindeyim. İnsan bilgisine, ihlal etmemesi gereken bir sınır koymak, her türden mistisizme ve hurafeye kapıyı açmaktır. 2000 yıldan fazla bir süredir insanlık, kendimiz ve yaşadığımız dünya hakkında bilgi edinme mücadelesi vermektedir. Tüm bu süre zarfında din bilimsel ilerlemenin düşmanı olmuştur ve bu bir tesadüf değildir. Bilimsel düşüncedeki ilerleme, geçmişte “giz” gibi görünen şeyleri bizim için anlaşılır kıldığı ölçüde, din geriletilmiştir ve şimdi kendini kurtarmak için ümitsiz bir artçı direniş sergilemektedir.
Bilimin dine karşı mücadelesinde –yani akılcı düşüncenin akıldışılığa karşı mücadelesinde– Marksizm tüm içtenliğiyle bilimin yanında yer alır. Ama bu yetmez. Dünyaya ilişkin akılcı bilgi edinmedeki tüm amaç, onu değiştirmektir. Son 100.000 yıldır –daha da fazla– insanlık tarihinin derin anlamı, insanlığın doğayla yürüttüğü savaşı kazanma, kendi kaderini kontrol etme ve böylece özgürleşme yolunda verdiği kesintisiz bir mücadeledir. Dinin kökleri, insanların kendilerini içinden çıktığımız hayvanlar dünyasından özgürleştirmek için mücadele ettikleri uzak geçmişte yatar. Kendi kontrollerinin ötesindeki doğa olaylarını anlamak için insanlar büyüye ve animizme –dinin ilk biçimleri– başvurdular. O günlerde bu, insan bilincinde ileri bir adımı temsil ediyordu. Bilincin bu çocukluk aşaması uzun süre önce geride kalmış olmalıydı, ama insan aklı sınırsız derecede tutucudur ve var olma nedeni uzun süre önce ortadan kalkan fikirlere ve önyargılara sıkıca yapışır.
Sınıflı toplumda “komşunu sev” fikri hiçbir yankı bulamaz. Kıran kırana bir rekabet ahlâkının eşlik ettiği, komşumu yoksulluğa sürükleyen vb. pazar ekonomisi, bunu zor, hatta imkânsız bir öneriye dönüştürür. İnsanların psikolojisini ve davranışlarını değiştirmek için öncelikle onların yaşam biçimlerini değiştirmek zorunludur. Marx’ın sözleriyle “sosyal varlık bilinci belirler”. Tüm dünya, yerküreyi yağmalayan, gezegenin ırzına geçen ve milyonlarca insanı dayanılmaz sefalet ve acı dolu bir hayata mahkûm eden bir avuç dev tekelin hakimiyetindedir.
Bu çokuluslu şirketlerin yönetim kurullarında oturan hanımlar ve beyler, çoğunlukla dini bütün Hıristiyanlardır, daha azı ise Yahudi, Müslüman, Hindu ve diğer inançlardandır. Fakat kapitalizmin gerçek dini bunların hiçbiri değildir. O, zenginlik tanrısı Mammon’a tapınır. Kapitalizm insan ilişkilerini tersyüz eder. Her şey o kadar eğri büğrü ve çarpıtılmış durumdadır ki, sanki ticari bir eşyadan söz edermiş gibi, bir insandan “bir milyon dolarlık adam” diye söz ediyoruz. Televizyon borsadan, piyasadan, dolardan ve pounddan, sanki yaşayan varlıklarmış gibi (“pound bugün biraz daha iyi”) bahsediyor. Yabancılaşma denen şey şundan ibarettir: ölü şeyler (Sermaye) canlı gibi görülür, canlı şeyler ise (insanlar, emek) ölü, önemsiz, anlamsız addedilir.
İnsanlığın gelişiminin yükselen bir çizgisi olduğu gibi bir iniş çizgisi de vardır. Binlerce yılda inşa edilmiş uygarlık ve modern kültür katmanı hâlâ çok incedir. Ve bunun altında barbarlığın tüm unsurları yatmaktadır. Eğer bundan şüphelenen varsa, Nazi Almanya’sının tarihini veya Balkanlar’daki son olayları incelesin. Yükseliş döneminde burjuvazi akılcılık –evet hatta ateizm– temeline dayandı. Şimdi, kapitalist çürüme döneminde, akıldışı eğilimler her yerde ortaya çıkmakta, hatta en ileri ve “kültürlü” devletlerde dahi. Eğer işçi sınıfı toplumu değiştirmeyi başaramazsa, geçmişin tüm kazanımları tehlikeye düşecek ve gelecek insan uygarlığı artık garanti altında olmayacaktır.
Kapitalizmin bütün dünyayı uğrattığı yıkım, sayısız canavarlıklar üretmiştir. Bunama döneminde kapitalizm, en geri türden dinsel ve mistik eğilimlere de yol açmıştır. Dinin gerici rolü Afganistan’dan Kuzey İrlanda’ya tüm dünyada görülebilir. Her tarafta tehlikeli köktendincilik canavarını görmekteyiz: sadece İslami köktendinciliği değil, Hıristiyan, Yahudi ve Hindu köktendinciliğini de. Kardeşçe sevgi ve umut mesajı, umutsuzluğun, nefretin ve karşılıklı kıyımın alevlerine dönüştürülmekte. Bu yoldan gidildiğinde, barbarlık dışında, kültürün ve insan uygarlığının yok oluşu dışında hiçbir şey mümkün değildir.
Olaylara yüzeysel bakan gözlemcilerin savunmaya çalıştıklarının aksine, bu korkunçlukların sebebi, dinin kendisinden ziyade, tüm ülkeleri ve toplumları harap eden ve yerine hiçbir şey koymadan aile ve toplumun dokusunu tahrip eden kapitalizmin ve emperyalizmin suçlarıdır. Gelecekten korkan ve mevcut durumdan umutsuzluğa kapılan insanlar, var olmayan bir geçmişe ait sözde “ebedi hakikatler”de teselli arıyorlar. Köktendinciliğin yükselişi, insanları ümitsizliğe ve çılgınlığa sürükleyen kapitalist toplumun çıkışsızlığının somut bir ifadesidir yalnızca. Fakat İran ve Afganistan’da gördüğümüz gibi, yeryüzünde dinsel cennet vaatleri, kabûsla sonlanan boş bir rüyadan ibarettir.
Din bugün dünyada olan hiçbir şeyi açıklayamaz. Aslında onun rolü açıklama değil aksine sadece kitleleri hayallerle avutmak ve yaralarına boş vaat merhemi sürmektir. Ama kişi hayallerden daima uyanır ve hatta en güzel merhemin etkisi bile eskisinden daha keskin acı bırakarak kısa sürede yavaş yavaş kaybolur. Eğer ihtiyaç duyulan şey gerçek bir bilinç, evrene ve onun içindeki yerimize bilimsel bir bakış ise, din bir yanlış bilinçtir. İnsanlar olarak özgürlüğümüzü kazanmanın ön koşulu, hayallerden köklü bir şekilde kopmak ve açık kalplilikle, hem dünyayı hem de kendimizi, olduğu gibi, yani bu yeryüzünde insanlara yaraşır bir yaşam için çaba harcayan ölümlü kadınlar ve erkekler olarak görmektir.
Kendine yabancılaşmış insanlık

Çok eski dönemlerden bu yana, erkekler (ve daha çok da kadınlar) kölelik ruhu ile eğitilmiştir. Bizlere, zayıf ve güçsüz olduğumuzu, ne yaparsak yapalım bunun değişmeyeceğini, “insanın niyet edeceği ama Tanrının takdir edeceği”ni düşünmemiz öğretilmiştir. Egemen fikir bir tür kaderciliktir. Buna göre yüz yüze geldiğimiz büyük sorunlar karşısında hiçbir şey yapılamaz. Bu kaderci kabullenme, yerleşik düşünceye kölece tapınma anlayışı, tüm dinlere derinlemesine sinmiştir. Hıristiyana eğer yüzüne vurulursa diğer yanağını çevirmesi tavsiye edilir, İslam kelimesi “itaat” anlamına gelir ve Eski Ahit’in peygamberleri bize “her şeyin bir hiç” olduğunu temin eder. Bu iktidarsızlık anlayışından, biz hiçbir şeyken kendisi her şey olan bir Yüce Varlık ihtiyacı çıkar. İnsan fanidir; Tanrı ölümsüz. İnsan zayıftır; Tanrı güçlü. İnsan evrenin sırları karşısında cahildir; Tanrı her şeyi bilir, vs.
İnsanoğlunun kurtuluş için göklere bakması gerektiği inancı, mucizelere inanmaya yol açar. Bu hiç de eğitimsiz sınıflarla sınırlı değildir. Batıl inançlarla dolu benzer bir düşünce tarzı, bir eliyle zar atarken diğer elinde tavşan ayağı tutan bir kumarbazın zihniyetini sadece daha üst düzeyde tekrarlayan ekonomi tahmincileri ve borsa simsarları arasında da bulunur. İncil’de, açlar doyar, körler görür, topallar yürür… –hepsi de tanrısal mucizeler aracılığıyla. Günümüzde böyle mucizelerin olması için doğaüstü unsurların aracılığına ihtiyaç duymuyoruz. Modern bilimin ve teknolojinin başarıları böyle şeyleri yapmamıza zaten izin veriyor. Bunların bu gezegen üzerindeki her kadın, erkek ve çocuğa ulaşmasını engelleyen tek şey, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve kâr sisteminin dayattığı yapay baskılardır.
Kadınlar ve erkekler kendi hayatlarını kontrol edebildikleri ve kendilerini özgür insanlar olarak geliştirebildikleri ölçüde, Marksistler dine –yani ölümden sonraki bir hayatta teselli arayışına– olan ilginin kendi doğallığı içinde zayıflayacağına inanırlar. Elbette inananlar bu öngörüye katılmayacaklardır. Zaman kimin haklı olduğunu gösterecek. Bu arada, bu konulardaki fikir ayrılıkları, adaletsizliğe karşı savaşıma katılmak isteyen tüm namuslu Hıristiyanların, Hinduların, Yahudilerin ya da Müslümanların, yeni ve daha iyi bir dünya için mücadele eden Marksistlerle el ele vermesine engel olmamalıdır.
Bu dünyada cennet için!

“Her şeye yeniden başlasaydım, […] şu ya da bu hatayı yapmaktan kaçınırdım, ama hayatımın ana istikameti değişmeden kalırdı. Bir proleter devrimci, bir Marksist, bir diyalektik materyalist ve bundan dolayı uzlaşmaz bir ateist olarak öleceğim. İnsanlığın komünist geleceğine inancım daha az ateşli değil, doğrusu bugün gençlik günlerimdekinden daha da sağlam. İnsana ve onun geleceğine inancım şimdi bile bana hiçbir din tarafından verilemeyecek bir direnme gücü veriyor.” (L. Trotsky, Stalin, NY 1967, s.54)
Metafizik kitabında Aristo, ancak yaşamsal ihtiyaçlar temin edildiğinde insan felsefe yapmaya başlar diyerek mükemmel bir yorumda bulunuyordu. Sosyalizm, insanların maddi şeylere olan eski onur kırıcı bağımlılığını bertaraf ederek, düşünce ve davranış tarzımızda radikal bir değişimin temelini oluşturacaktır. Troçki sınıfsız bir toplumda yaşanacaklara ilişkin şu öngörüde bulunuyor:
“Sosyalizmde, dayanışma toplumun temeli olacaktır. … Bugün biz devrimcilerin, adını anmaktan kaygı duyduğu tüm duygular –bunlar ikiyüzlülük ve bayağılıkla o denli yıpranmışlardır ki–, örneğin, çıkar gözetmeyen dostluk, komşularını sevmek, duygudaşlık, sosyalist şiirin içinde güçlü bir yankı bulacaktır.” (Troçki, Edebiyat ve Devrim, “Devrimci Sanat ve Sosyalist Sanat”)
Sınıf baskısının ve köleliğin zincirleri, sadece maddi değil psikolojik ve ruhsaldır da. Kapitalizmin yok edilmesinden sonra da bu köleliğin psikolojik ve moral izlerini yok etmek zaman alacaktır. Tüm yaşamları kölelik ruhu içinde şekillenmiş kadınlar ve erkekler, zihinlerini ve ruhlarını eski önyargılardan hemen kurtaramayacaklardır. Fakat sosyal ve maddi koşullar bir kez kadınların ve erkeklerin gerçek insani ilişkiler kurmasına izin verdikçe, davranışları ve düşünce tarzları benzer şekilde dönüşecektir. O gün geldiğinde, insanların polise –ne maddi ne de ruhani türden– ihtiyaçları olmayacaktır.
Gerçekten çok kavrayışlı filozoflar olan eski Yunan Sofistleri, “insan her şeyin ölçüsüdür” diyorlardı. Sınıfsız bir toplumda durum gerçekten bu olacaktır. Ama kadınların ve erkeklerin kendi hayatlarını ve kaderlerini gerçekten tümüyle bilinçli biçimde kontrol ettikleri bir yerde, doğaüstülüğe yer var mıdır? Mezarın ötesindeki hayali bir yaşama karşı duyulan isteğin yerine, insanlar tüm enerjilerini bu hayatı olabildiğince güzel ve tatminkâr yapmaya yoğunlaştıracaklar. Sosyalizmin içsel anlamı budur: potansiyel olarak var olanı gerçek kılmak.
İnsan toplumunun bu üst aşamasında, kadınlar ve erkekler kendilerini hak ettikleri doruklara yükseltecekler, dünyamızı yoksulluktan, nefretten ve adaletsizlikten temizleyeceklerdir. Gezegenimizi yeniden doğal görkemine kavuşturacaklar, nehirler, denizler, şelaleler yine berrak olacak ve hayatın tüm çeşitliliği korunup üzerine titrenecektir. Tıka basa dolmuş şehirler yıkılacak ve insanların çevrelerine bol bol verecekleri sanatsal yaratıcılıkla ve özenle yeniden inşa edilecektir. Okyanusların derinlikleri keşfedilecek ve içlerindeki tüm sırlar açığa çıkacaktır. Ve son olarak, ellerimizi göklere uzatacağız; ama dualarda değil, insanoğlunu galaksimizin en dış kısımlarına ve belki daha da öteye götürecek uzay gemilerinde. Kadınlar ve erkekler, herhangi bir ruhun yardımı olmadan, kendi çabalarımız ve kaynaklarımızla ulaşabileceğimiz insanlığın bu sınırsız ilerlemesinin tadını çıkarırken, dine başvurmak için neden kalacak mı? İnsanlar artık ihtiyaç duymadıklarını anladıkları ölçüde eski düşüncelerini terk edecekler.
İncil’de, tıpkı Korintuslulara yazılan mektuplardaki gibi, büyük bilgelik sözleri bulunur: “Çocukken çocuk gibi konuştum, çocuk gibi anladım, çocuk gibi düşündüm. Adam olduğumda çocukça şeyleri bir kenara bıraktım.” Türümüzün gelişimiyle aynı. İnsan sonunda kendi kaderini çizdiğinde, iki ayağı üzerinde durabildiğinde ve hayatını doya doya yaşadığında, artık daha fazla din desteğine, dua edilen doğaüstü bir varlığa ya da başka bir dünyada sahte yaşam avuntusuna ihtiyaç duymayacak. O an geldiğinde insanlık, dinden, yetişkin insanların çocuklukta çok sevdiği ama artık yararlı olmaktan çıkmış peri masallarından vazgeçtikleri kolaylıkta vazgeçecek.

Londra, 22 Temmuz 2001