Arama


AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
28 Ocak 2007       Mesaj #4
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi

Davranış ve Sosyal Düzen


Davranış sergileyen organik yapılar, genellikle farklı uyarılara göre değişken, otonom veya otomatik tepkiler üretirler. Ancak bu mekanizmaların tümünün akıl içerdiğini söylemek doğru bir sınıflandırma olmayacaktır. Otonom olan, kendi kendine hareket eden, bazı görece basit organizmalar örneğin bir koloninin parçası olan böcekler gibi, yaşam döngülerinin gerektirdiği eylemlere programlanmış gibi görünmektedirler. Herbir karınca otonom hareket eder gibi görününmekle birlikte, her biri aslında koloninin doğal işbölümüne göre farklı bir programa sahiptir. Kimisi işçi olurken, kimisi askerdir. Bu işbölümü onların fiziksel özelliklerine de yansır. Yaprak kesici işçilerin çeneleri aynı şekilde yapılanmıştır. Askerler ise dövüş için özel fiziksel özelliklerle donatılmışlardır. Toprağın altındaki galerilerde istif işi ile uğraşan işçiler küçük ve çeviktir. Şaşırtıcı bir şekilde, hepsi tek bir koloninin içindeki işlere uygun olarak farklı sınıflarda biçimlenmişlerdir. Ve sadece kendi işlerini yaparlar. Feremon denilen bir kimyasal aracılığı ile iletişim kurarak, binlerce karınca, koloninin tek bir vücut gibi çalışmasını sağlar.

Karıncaların bu karmaşık sosyal düzeni, daha gelişmiş bir beyne sahip insan toplumundaki düzene benzetilebilirmi?
İnsanların bilinç ve irade dediğimiz bilişsel fonksiyonları, onların toplumsal düzen içerisindeki rollerini kendilerinin seçmelerini ve böylece kendi dinamiklerini görece kendilerinin tayin etmelerini sağlar. Kısacası, bu roller onların içine doğuştan konmuş minik programlar değildir. İnsan aklının önemli bileşeni olan bilinç, mensup olduğu sosyal ve ekonomik sınıf tarafından yönlendirildiği gibi, insanın atalarının avcılık ve toplayıcılık yaptığı dönemlerden, yani ilk sosyalleşmeye başladığı zamanlardan bu yana kuşaktan kuşağa aktarılan sosyal reflekslerin oluşturduğu şablonların yanında, sosyal ve ekonomik statü kazanmak için aldığı eğitim ve genetik yetilerinin ona sağladığı yönelimleri tarafından oluşturulur. İnsan aklı ile karınca aklı arasındaki fark, insanın özgün iradeye sahip olmasıdır. Karıncalarda ise küçük programcıklardan oluşan ve lego gibi birbirini tamamlayan toplumsal irade, hiç bozulmayan küçük programcıkların birliğinden oluştuğu için, karıncaların ekonomik haklarını talep etmek için grev yaptıkları hiç görülmemiştir. Karınca kolonisinde işler genellikle programlandığı gibi yürür. Sosyal karmaşa ve toplumsal dinamikler gözlenmez. Onların yaşamındaki olumsuz dinamikler, doğanın ritminin bozulması, başka böceklerin veya kolonilerin saldırılarına uğramak gibi kendi döngülerinin dışındaki etkilerdir.

Aklın Evrimi (Gelişimi)
Aklın en gelişmiş türevini temsil eden insan aklı, özellikle de dil kullanmayan ve konuşmayı bilmeyen diğer hayvan türleri ile karşılaştırıldığı zaman, antropolojik ve evrimsel gelişimler açısından da önemli ve büyük farklar içerir. İnsanın evrimi incelendiğinde, insanın sahip olduğu bugünkü zekanın ve dil yetisinin görece hayvan olduğu aşamadan daha sonraki evrim basamaklarında oluştuğu görülmektedir. Yani insan dil yetisi ile birlikte evrilmiştir. Primat dediğimiz iki ayak üzerinde yürüyen insansı hayvanlar, kollektif bilinç geliştirmişlerdi. Bu insansı türler, besin bulmak veya avlanmak için işbirliği yapmışlardı. Bu işbirliği iletişim gerektirmekteydi ve önceleri ilkel sesleri çıkarmak için uğraşan Homo Erectus'un, aynı zamanda ateşi bularak etleri pişirmesi sayesinde çene kaslarının bağlı olduğu kafatasındaki kemik kirişler kayboldu ve kafatası kemikleri inceldi. Bu gelişme Erectus'un beyninin yeni sesler keşfetmesine olanak sağlayacak kadar büyümesini sağladı. Erectus bu ilkel sesleri kollektif yaşamına destek verecek kavramlara bağlayacak kadar akıllıydı. Erectus'un kollektif yaşamı su kenarlarında sazdan kulübeler yapacak, birlikte avlanacak, toplayıcılık yapacak ve alet yapma kültürünü diğerlerine öğretecek kadar gelişmişti.

Dil

Erectus'tan diğer homo türleri ve Homo Sapien'e değin insanın, evrimleşirken, karmaşık ve çok sayıda sesi çıkartabilmek için gırtlak ve akciğerleri de evrimleşmişti. Dili bulana kadar insan görüntüler ve sesler ile düşünmeye devam etmiştir. Bu durum, etkin düşünmeyi engellemekte ve bilginin öğrenilerek diğer kuşaklara aktarılmasına engel teşkil etmekteydi. Dilin icadı, insan aklı için bir dönüm noktasıdır. Dil kullanan insan, olguları ve kavramları kelimeler ile etiketlendirerek, bunları ekler ve takılarla bir cümle kurgusu (sentaks) içine yerleştirdiğinde, dil ile düşünerek yaşadıklarını diğer insanlara anlatabilmeye başladı. Bu ise deneyimin ve öğrenilen olguların kaybolup gitmesini engelledi. Önceleri kuşaktan kuşağa anlatılarak efsaneleşen bilgi, yazının bulunması ile kayıt altına alınarak insanlık deneyimlerinin kültüre dönüşmesini sağlamıştır. İnsanın dil ile düşünmesi sınırlı algısal kavramlar ile düşünmekten çok farklıydı. Dilden önce görüntüler, sesler ve kokulardan oluşan bilgi, artık metodik ve soyut özellikler kazanmaya başlamıştı. Kelimeler ve dil kurgusu ile düşünme hem hızlıydı, hem de çoğaltılabilir özelliğe sahipti. Nihayet soyut kavramları uslamlama yolu ile çoğaltabilecek kadar gelişen insan aklı, çevresinde olan bitenleri, yaşadığı doğal çevreyi, gökyüzünü, yıldızları, neden ve nasıl varolduğunu merak etmeye başlamıştı. Böylece felsefenin ve bilimin varlık sebepleri de ortaya çıkmış oluyordu.

Aklın Niceliği
İnsan aklının niceliksel yanı, ancak 19. yüzyılda insanlığın ilgisini çekmeye başlamıştır. Çünkü bu tarihten önce, felsefe, maddenin, akıl tarafından üretildiği yanılgısını aşamamıştı. Aklın da maddenin oluşturduğu niceliğin sonucu ortaya çıkan bir nitelik olabileceği, insan bedeni ile korkusuzca deneyler yapmaya başlayan cesur insanların din baskısına rağmen yaptığı anatomi çalışmaları sayesinde güçlenen bir şüphe olmuştur. 19. yüzyılın başlarında Gall'ın öncülük ettiği phrenology akımı, aklın niteliksel özellikleri olan zihinsel süreçlerin beyinden kaynaklanan biyolojik bir temeli olduğununu söylemiştir. Bu görüşe göre beyin, tekmerkezli bir organ olmayıp, her biri farklı bir zihinsel süreçle ilintili en az 35 değişik merkezin toplamından oluşmaktadır. Flourens, hayvan beyinlerinin değişik bölgelerini çıkararak bu bölgelerin hayvanın davranışlarıyla ilintisini araştırmış ve bu deneyler sonucunda, zihinsel süreçlerin belli bir bölgeye yerleştirilemeyeceğini, zihinsel süreçlerin beynin bütün bölgelerinin (özellikle de ön beyin) katılımıyla gerçekleştiği sonucuna varmıştır.

Beyin ve davranış arasındaki ilişkiyi tanımlayan üç tane temel model vardır: Birinci model, davranışsal anatomi üzerine oturtulmuştur ve nörobiyolojik sistemler modeli olarak bilinir. Nörobiyoloji, sonraki yıllarda insan davranışları ile beyin aktiviteleri arasında modern tanı sistemlerinin de yardımı ile Gall ve Flourens'in söyledikleri farklı merkezlerin yerlerini beyin üzerinde tanımlamıştır. İkinci model, endokrinolojik-farmakolojik model olarak bilinir. Bu model modern biyolojik psikiyatrinin son yıllardaki en büyük dayanağı olmuştur. Özgün nörotransmitter (sinyal aktarıcı) değişikliklerin psikiyatrik bozukluklar oluşturduğunu varsaymaktadır. Bu bozukluklardan yola çıkarak davranışlar ile beyin fonksiyonları arasındaki bağları araştırmaktadır. Ancak, yüzeysel bir model olduğu için beyindeki biyolojik yapıları ve ilişkileri yani nöron, snaps ve akson potansiyeli gibi yapıları gözden kaçırmıştır. Üçüncü model ise hücresel modeldir. Bilginin sinir hücreleri yani nöronlar arasında iletilmesi sırasındaki hücresel mekanizmalar üzerine odaklanmıştır. Hücresel model, öğrenme ve bellek fonksiyonlarını tanımlama potansiyeline sahiptir. Modern tanı sistemleri, özellikle beynin hassas kesitlerini alabilecek tomografik yöntemler sayesinde, beynin biyolojik yapısı hakkında çok önemli bulgularımız mevcuttur. Beyindeki veri iletiminin elektro kimyasal olduğu anlaşılınca, biyo kimya bilimi verinin iletimi ve saklanması yöntemlerine ilgi göstermiştir.

Ancak felsefe açısından en önemli bulgu, beyinde verinin zannedildiği gibi değişken veya çelişkilere dayanan bir mantıkla işlenmediğiydi. Oysa, fizikteki Kuantum teorisinden kaynaklanan belirsizlik eğilimleri ve diyalektik yaklaşımlarında etkisi ile verinin formel mantıkla açıklanabilecek olgulardan çok daha karmaşık süreçlerle işlendiği sanılmaktaydı. Bu yanılsamanın yapay akıl çalışmaları üzerindeki yansıları bulanık mantık araştırmaları şeklinde olmuştur. Bulanık mantık, klasik bilgisayar bilimindeki bilginin 0 ve 1 (Boole cebiri) şeklinde yani ikili sistem ile işlenmesine karşı çıkmış, bilginin sadece doğru yada yanlışlardan oluşamayacağını, çelişkilere dayalı milyonlarca değişken olasılık ile ifade edilmesi gerektiğini savunmaktaydılar.

Fakat biyokimya, beyinde verinin, nöronların proteinleri sentezlemesi veya dışlaması metodu ile yani, tam da 0 ve 1 ile saklandığını buldu. Formel mantık ile tam uyum içerisinde olan Boole Cebiri, insan beynindeki veri saklamanın matematiğini açıklamaktaydı. Peki, insan beyninde bilgi, temelde doğru ve yanlış gibi keskin bir kabul veya red ile saklanıyorsa, anlaşılamayan veya bu kadar karmaşık bilişsel süreçlere ve nitel uslamlamaya kadar varan ve bilgiyi bulanıklaştıran süreçler nasıl gerçekleşmekteydi?.

Örüntü

Sorunun cevabı, algının çözümlenmesi, örüntü, yüksek bilişsel süreçler ve sembolik mantıkta yatmaktadır. Elbette en basit bir bilgi bile sadece doğru ve yanlış ile ifade edilemez. Bu yanılsamada gözden kaçırılan, bilginin örüntülerden (Pattern) oluştuğudur. 0 lar ve 1 ler, bu pattern' nin sadece bir biriminin var olup olmadığını tanımlar. Örüntünün çok sayıda birimden oluştuğunu düşünecek olursak bir bilgiyi tanımlamak için çok sayıda 1 ve 0 a ihtiyacımız vardır. Bir de tabi bu örüntünün niteliklerini bilmemiz gereklidir. Evrenin ve maddenin yapısını açıklarken, şeylerin sonsuz küçükler ve sonsuz büyüklerden oluşan, kutu içinde kutucuk modeli bir sonsuzluk durumunda olduğunu belirtmiştim. Algının aracı olan gözlem, algı araçlarının tolerans değerleri yüzünden maddeye veya gerçeğe belirli bir kesitten bakar. Görünebilir ışık, 670 Nm - 410 Nanometre genliğinde, 740 THertz – 440 TerraHertz frekansında, 21000 K – 36000 Kelvin ışık ısısı değerleri arasındadır. Oysa tüm diğer frekans değerlerini içeren foton ışınımları, örneğin kızılötesi, morötesi ışınlar veya radyo dalgalarını göz ile algılamak imkansızdır. İnsan algısının bu seçici özelliği, yani alt ve üst değerleri algılayamaması örüntünün (Pattern) tümünü algılamamıza engeldir. İnsan algısı, tıpkı el fenerinin ışığı gibidir. dışa doğru açılan, üçgen şeklinde kısıtlı bir kesittir. Bilgiye ihtiyaç duyduğumuzda algı fenerimizi maddeye doğru doğrultur, fenerimizin ışığında aydınlatabildiğimiz nicelikleri sayarız. Sayılabilir tüm birimsel değerler bilgiye ait örüntünün birer bileşenidirler.

Farklı boyutlardaki örüntülerin kendine özel kuralları olabilir. Bu yüzdendir ki, Newton fiziği güçlü çekim kuvvetleri ve makro kozmosu gayet tutarlı bir şekilde açıklarken, zayıf çekim kuvvetleri ve mikro kozmos için tutarlı bir açıklama getirememektedir. Aynı şekilde Kuantum mekaniği de makro kozmos için uyarlanamaz. İnsan gözünün tolerans eşikleri daha aşağıda ve daha yukarıda olsaydı da örüntünün tamamını algılamakta zorluk çekecektik. Bunun sebebi, örüntünün halı gibi düz ve analitik olmayışındandır. Kozmoslar küre şeklindedir ve birbirini kapsamaktadır. Başka bir deyişle iç içe geçmişlerdir.

Madde, bu küre şeklindeki birbirini kapsayan parçalardan meydana gelmektedir. İnsan algısı sadece kendi madde katmanını algılayabilmesi için hassas bir şekilde ayarlanmıştır. Kendi boyutundaki algılayabildiği tüm büyüklükler, onun çevresindeki örüntünün birimleridir. İşte formel mantık bu birimleri saymak için matematiği kullanır. Sonuçta formel olan algılanabilir olandır. Çıplak gözle görebildiğimiz en küçük birim bir kum tanesi ise, çöl, kum tanelerinden oluşan bir örüntüdür. Matematikte, düzlem noktalardan oluşur diye tanımlanır. İşte algılayabildiğimiz en küçük nokta, onlardan oluşan düzlem örüntüsünün bir birimidir.

Algı ve örüntü arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için, insanın doğal çevresini ele alalım, aslında üç boyutlu örüntülerden oluşan gerçek, göz tarafından iki boyutlu bir örüntü düzlemine indirgenerek algılanır. Bu düzlem retinadır. İç bükey bir düzlem olan retinanın üzerinde 8 milyon ışık konisi ve rod denen 120 milyon optik algılayıcı (foto reseptörler) hücre vardır. Işık ışınları tarafından nesnelerin, yani üç boyutlu örüntünün referansları göze taşınır. Bu referanslar foto reseptorler üzerinde renk, açıklık ve koyuluk gibi farklı nitelikleri ile elektro kimyasal sinyallere dönüşürler. Görüntünün ters oluşmuş bu iki boyutlu hali, nöro transmitterler aracılığı ile beyne taşınırlar ve beyinde proteinlerin sentezlenmesi sayesinde 0 ve 1 içeren yeni bir örüntüye dönüşürler. Gelen stereoskopik örüntü, beyindeki görme merkezleri tarafından derinlik algısı yaratılarak üç boyutlu bir algıya dönüştürülür.

Organizma, üç boyutlu örüntüyü iki boyutlu örüntüye indirgedi. Yani sembolik mantık kullandı. Etrafındaki tüm üç boyutlu örüntüyü anlamaya çalışmadı. Veya tüm bu karmaşayı beynine yüklemek yerine milyarlarca kere milyar atomdan oluşan etrafındaki gerçeklik için çok daha az birimden oluşan yeni bir örüntü yani sembol yarattı. Bütün bu sembollerden oluşan bilgi, ona ekolojik çevresinde hayatta kalması için yeterli olduğu gibi, daha az birim üzerinde işlem yaptığı için hızlı karar vermesini sağlamaktadır.

İlk çağlarda algıladığı gerçeği anlamaya çalışan insan, onu sayarken veya bu gerçekden temellendirerek uslamlama yaparken matematik kullandı. Formel mantığı yarattı. Ancak daha sonraları çıplak gözle algılayabildiği örüntüler ona yetmemeye başladı. Nesnel gerçekliğin arkasındaki ilişkiler onu ilgilendiriyordu. Çünkü aynı zamanda bu bilgiyi ekonomik fayda elde etmek için de kullanacaktı. Böylece teleskobu bularak makro kozmosu incelemeye başladı. Aynı zamanlarda mikroskop ile mikro kozmosu oluşturan yeni örüntüleri farketti. Bu yeni keşfettiği boyutlar ile ilgili matematik kuramları da geliştirmek zorundaydı. Ancak herşeye rağmen insan, evrimin kendisine kazandırdığı pragmatik yaklaşımı sayesinde eline geçen bilgi ile yaşamını kolaylaştıran teknolojiyi yaratmayı da ihmal etmedi.

Sonuçta evrende anlaşılmayı bekleyen sonsuz sayıda iç içe geçmiş örüntü var. (bkz. gerçek / iç içe geçen kutucuklar modeli ve sonsuzluk) Bize çok uzak kutucukların örüntüsünü olağanüstü karmaşık bularak onların ilişkilerini çelişkili buluyoruz. Belki onları algılayacak veya gözleyecek kadar yeterli donanımımız yok, veya onu anlayabilecek yeterince formel bilgiye sahip değiliz. İnsanın gerçek ile macerası, bu iç içe geçmiş kutucukların örüntülerini bir bir anladıkça genişleyen bir süreç olacaktır. Ancak bir kutucuğun mantığını diğer kutucuğa uygulamaya da kalkmamalıyız. Bütün herşeyi açıklayan tek bir teori yok. Bu yüzdendir ki newton fiziği atomaltı parçacıkların davranışlarını açıklamaz. Aynı şekilde kuantum fiziğindeki örüntü de insan ilişkilerine ve sosyal olgulara uyarlanamaz. Çünkü, organik madde ve onun oluşturduğu akıl, sembolik örüntülerden oluşan kendine özgü bir kutucuktur.

Devrim Çamoğlu - Endüstri Tasarımcısı / Araştırmacı
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:38