Arama

Epistemoloji (Bilgi Teorisi)

Güncelleme: 6 Ağustos 2017 Gösterim: 16.223 Cevap: 4
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Epistemoloji - Bilgi Teorisi

Ad:  epis.jpg
Gösterim: 862
Boyut:  26.7 KB

Epistemoloji bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen, bilgi elde etmenin ve bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştıran felsefe dalıdır.
Sponsorlu Bağlantılar

Ne(yi) biliyorum?
Nasıl biliyorum?

Epistemolojinin konusu, bu meseledir. Felsefenin diğer bütün dalları, bu meseleye bağlıdır; çünkü, nasıl bildiğimizi bilmeksizin, neyi kesin olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Bir şeyi kesin olarak bilmek yeteneğinden yoksun olmak: akıl yürütme, seçme ve davranma kapasitesinden yoksun olmak demektir. İşte; epistemoloji, "Nasıl?" sorusuna cevap vererek, "Ne?" sorusuna cevap veren özel bilimleri mümkün kılar.

İnsan, ne Alim-i Mutlak, ne de yanılmazdır. (Alim-i Mutlak: herşeyi bildiği varsayılan ilahi varlık.) Öyle olsaydı, epistemolojiye (bilgi teorisine) gerek olmazdı. Yani; insan bilgisi, otomatikman kazanılabilse, doğruluğu otomatikman kesin olabilse, içeriği otomatikman tam olabilse; bilgilenme yöntemlerinin keşfi diye bir zaruret olmazdı. Oysa, insan tabiatı böyle değildir. Algılama yeteneği otomatiktir; fakat, bu yetenek, hayatta insanca varkalmak için yetersizdir. Algılama düzeyinin ötesinde; insan bilinci, iradidir: bilgiyi, gayret göstererek edinir (gayret göstermezse edinmez); bilgiyi, doğru yürütmeyi öğrendiği bir akıl süreciyle elde eder (doğru yürütmeyi öğrenmemişse elde etmez). Tabiat, insana, zihni etkinlik konusunda hiçbir garanti vermez; insan, hata yapmaya, görmezden gelmeye, realite hakkındaki bilgisinde psikolojik tahrifat yapmaya muktedirdir.

İnsan; doğuştan sahip olmadığı, tabiatınca kendisine otomatikman verilmiş olmayan bir bilgilenme yöntemini, kendisi keşfetmek zorundadır; yani, akli yeteneğini nasıl kullanacağını, muhakemesiyle vardığı sonuçların doğruluğunu nasıl tahkik edeceğini, hakikati yalandan nasıl ayırt edeceğini, neyi bilgi olarak kabul edebileceği kriterini nasıl tesbit edeceğini, kendisi keşfetmelidir. Yani, insan, bilgi dediği şeyi keşfetmek ve bu bilgilerin realiteye tekabül ettiğini isbat etmek zorundadır. Burada bazı sorular ortaya çıkmaktadır:
İnsan; bilgiyi, bir akıl süreciyle mi elde eder; yoksa, tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi, ona, ani bir vahiyle mi bahşeder?
Akıl, insan duyularının sağladığı malzemeyi teşhis edip (kimliklendirip) bütünleştiren bir yetenek midir; yoksa, daha doğmadan önce insan zihnine ekilmiş fıtri (tabiattan, doğuştan) fikirlerle dolu bir depo mudur?
Akıl, realiteyi kavramakta tamamen yeterli midir; yoksa, insan, akıldan daha üstün herhangi bir kavrama yeteneğine mi sahiptir?

İnsan, bildiklerinden emin olabilir mi; yoksa, sürekli bir şüphe içinde bulunmaya mı mahkumdur?
Bu sorulara verilecek cevapların niteliği; bir insanın, kendine güven derecesini dolayısiyle, realiteyle alışverişte bulunma işindeki başarısını- belirler. Rasyonel bir insan, bu soru setlerinden sadece birincilere olumlu cevap verecek ve neden böyle cevap verdiğini bilecektir.

BAKINIZ
Bilgi Felsefesi
Bilgi Nedir?

Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:29
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Felsefenin temel alanlarından biri olan epistemoloji esas olarak insan bilgisinin doğasını, kaynaklarını, sınırlarını, kavramsal bileşenlerini ve hatta bilginin olanaklı olup olmadığını irdeler. Yunanca ‘episteme’ ve ‘logos’ kelimelerinin birleşiminden oluşan ‘epistemoloji’ deyimi Türkçe’ye bilgibilim veya bilgi kuramı olarak çevrilmektedir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak çağdaş epistemolojinin temel ilgisi “önermesel bilgi” kavramına ve onun çözümlenmesine yönelmiş olsa da, epistemolojinin işlevinin ve varlık nedeninin anlaşılması tarihsel köklere inmeyi gerektirir.

Sponsorlu Bağlantılar
Tarihsel Arkaplan
Platon’un diyaloglarında betimlendiği haliyle episteme bizim gündelik anlamda kullandığımız bilgi kavramıyla pek çakışmamaktadır. Platoncu bir açıdan bakıldığında, gözlemlenen dünya doğası gereği “gerçek bilgi”nin nesnesi olamaz. Gözün görebildiği dünyada, yani phainomena’nın alanında, yalnızca bitmek bilmeyen bir akış ve sürekli değişimler vardır. Görüngüsel olanın normunun ve olanaklılığının sırrı bu değişken alanın kendisinde bulunamaz. Olgusal dünyamızın sonlu ve değişken nesnelerinin varlığının ve bilgisinin felsefi açıklamasını verebilmek için bir “değişmeyene” gönderme yapmamız gerekir. Başka bir açıdan yaklaşarak şöyle de denebilir: tikel nesnelerin ontolojik ve epistemolojik anlamda özerk olması beklenemez. Belli bir nesnenin kedi olması, yani kediliği, onun kedi ideasını ya da formunu “barındırması”, ona “katılması” ile gerçekleşir. Bu yüzden genel kavramlar veya tümeller tikel olanları birden çok anlamda önceler ki bu noktada Aristoteles, aralarındaki önemli farklılıklara rağmen, tümel olanın ontolojik ve epistemolojik önemi, belirleyiciliği konusunda hocasına temelde katılacaktır. Ve nasıl ki insan gözü tikel ve değişebilir olanlara yönelebilmekte ise, insanın ruhu veya aklı da tikelleri olanaklı kılan genelliğe/tümelliğe yönelme yetisine sahiptir.

Platon’a göre bizim episteme’ye ulaşmamız, akıl yoluyla tümelleri kavramamızdan geçer, salt gözlemin çerçevesinde kalmaktan değil. Episteme’nin logos’unun verilmesi, yani gerçek bilginin doğasının açıklanması, açıkça görüleceği gibi, görüngü boyutunda kalanlar ve salt bir nesnenin hangi sınıfa girdiğini ayırdedebilenler tarafından değil, philosophia becerisi olanlar tarafından yapılabilir. Diyelim ki, belli bir ahlaki davranışın sorumluluk örneği sergilediğini veya belli bir canlının at olduğunu söyleyebilen kişinin bilgisi yalnızca dokhsa (fikir, inanç) düzeyindedir. Ama episteme’ye sahip olan biri, özsel tanımların bilgisine ulaşmıştır. O halde, gözlem yoluyla ya da bilimler aracılığıyla edinilen bilgi ile epistemolojinin bize sağladığı bilgi arasında önemli bir kavramsal fark bulunmaktadır. Bu anlamda, genel olarak denebilir ki; geleneksel tanımıyla epistemoloji, insanların doğal ve düzenli olarak gerçekleştirdikleri sıradan bilgi edinme işlevlerinin ardındaki felsefi öyküyü anlatmayı amaçlamaktadır.

Pek çok yorumcunun üzerinde uzlaştığı bir nokta, 17. yüzyılda Descartes ile başlayan ve bilginin kaynakları konusunda deneyimcilerle (empiricists) usçular (rationalists) arasında gelişen felsefi tartışmaların ve bu dönemde üretilen kuramların epistemolojinin altın çağını oluşturduğudur. Buradaki “altın çağ” deyimi, elbette, söz konusu dönemin düşünürlerinin genelde kabul gören felsefi kuramlar ve çözümler üretme konusunda benzersiz bir başarı gösterdikleri anlamına gelmemektedir. Aslında günümüz felsefesi açısından bakıldığında, o dönemde üretilen bilgi kuramları kadar çok eleştiriye uğramış ve, deyim yerindeyse, tezlerinin önemli bir kısmı hallaç pamuğu gibi atılmış başka bir dönem daha bulmak zordur. Burada “altın çağ” deyimi, bilginin olanaklığı, kaynakları ve doğası konularının adı geçen dönemde felsefi düşüncenin merkezine yerleşmiş olduğu anlamına gelmektedir. Bağımsız kategoriler olarak “nesne” ve “özne”nin felsefe tarihi sahnesinde apaçık ve etkin bir şekilde belirmesi bu dönemde olmuştur. Bununla ilintili olarak; bu dönemde özne ve nesne arasındaki bilişsel bağın güvenilirliği en büyük felsefi kaygılardan biri olarak ortaya çıkmış, temsil epistemolojisi (representationalism) bir felsefi yaklaşım veya yöntem olarak net bir kimlik kazanmıştır.

Günümüzde de halen epistemolojik ve meta-epistemolojik tartışmaların odağında bulunan “temsil” düşüncesinin bilgi kuramına egemen olması oldukça önemli bir dönüşüme ve felsefe tarihinde yeni bir sorunsalın ortaya çıkmasına işaret eder. Descartes’a göre, özneler bilgiyi zihinlerinde beliren idea’lar aracılığıyla edinirler. Bu idea’lardan bazıları doğuştan gelirken (örneğin Tanrı ideası), diğerleri (örneğin gözlemsel olanlar) deneyimsel olarak kazanılır. Ancak zihin ve maddeyi iki ayrı töz (substance) olarak alan Kartezyen felsefe kendine çözülmesi hiç de kolay olmayan bir sorun yaratır. Töz, tanım gereği, varlığı için diğer bir şeye gereksinimi olmayandır. (Aristotelesci örnekler kullanırsak, bir insan “birincil anlamda” tözdür, fakat ciltteki kırışıklık ya da tendeki yanık töz değildir.) Şimdi, eğer hem zihin hem de madde böylesi bir bağımsızlığa sahipseler, ve zihin idea’lar yoluyla dış dünyayı biliyorsa, idea’ların zihinsel-olmayanı çarpıtmadan yansıtması ve, daha önemlisi, bunun özne tarafından bilinmesi ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkar. Descartes’ın Meditations’da açıkça belirttiği gibi, insanın en iyi bilebileceği şey kendi zihinsel durumları, yani idea’larıdır. Kartezyen felsefenin çözmesi gereken epistemolojik sorun, bu idea’ların kendilerinin ötesinde bulunan bir gerçekliği doğru bir şekilde nasıl temsil ettiğidir.

Descartes bu sorunun çözümünü Tanrı’da bulur. Tanrı Descartes’ın epistemolojisinin başlangıç noktası veya ilk dayanağı elbette değildir. Ancak cogito’dan yani “düşünüyorum”dan başlayan epistemolojik serüven Descartes’ın argüman zincirinde bizi Tanrı’nın yalnızca kafamızda bir idea olarak değil gerçekte de varolması gerektiği noktasına götürür. Tanrı’nın bilgilenme süreçlerimizde sistematik bir şekilde yanılmamıza izin vermeyeceği düşünülürse, zihnin maddesel dünyayı temsil etme sorununun bir çözümüne de ulaşılmış olur. Ancak Descartes’ı izleyen bazı ünlü düşünürler zihnin öncelikle “kendi malını” (yani zihinsel içerikleri) bilebileceği tezine bağlı kalsalar da, Descartes’tan farklı olarak Tanrı’yı epistemolojik tablodan bütünüyle çıkarmışlardır. Tabii bu küçük ve sağduyusal görünen hamlenin sonucu aslında oldukça büyüktür. Hume’a gelindiğinde tüm açıklığıyla görüldüğü gibi, Descartes ile şüphecilik arasındaki felsefi mesafe aslında şaşırtıcı ve düşündürücü ölçüde kısadır.

Modern dönem düşünürlerini en fazla meşgul etmiş olan epistemolojik sorulardan biri insan bilgisinin deneyim dışı unsurlar içerip içermediğidir. Deneyimci düşünürler bilgi binamızın algı verilerinin tuğlalarından kurulduğuna inanırken, usçular insan bilgisinin mutlaka algı verilerinin haricinde daha doğrusu salt olumsal deneyimden gelmeyen bir takım idea’ları veya yapıları barındırması gerektiğini düşünürler. Bu bağlamda, yukarıda sergilediğimiz iki epistemolojik yaklaşımın veya akımın “zihnin dışarıda olanı çarpıtmadan nasıl bilebileceği” sorusuna verdikleri yanıtlara dönelim. Deneyimci felsefenin bu soruya genelde verdiği yanıt şudur: Eğer zihnin verileri aracılığı ile zihinsel-olmayanı (yani nesnel alanı veya “nedensellik” gibi algıya doğrudan verilmeyen nesnel/evrensel bağıntıları) bilmekten söz ediyorsak, bu açıkça olanaksız bir epistemolojik durumdur. Öznel olan öznellikten tümüyle arınmış olanı (yani öznelliğin hiç bulaşmadığı bir varlık kesitini) kavrayamaz.

Daha popüler bir ifadeyle dersek, “bir idea yalnızca bir idea’ya benzeyebilir.” Deneyimcilerden Locke bu hazmedilmesi biraz zor epistemo-ontolojik sonucu hazmetmemeyi ve onun yerine melez bir kurama yönelmeyi tercih etmiştir. Berkeley sonuna kadar bu tezi savunmasıyla birlikte, bilginin “nesnelliğini” Tanrı’nın epistemolojik desteğiyle sağlamaya çalışmıştır. Hume ise bir yandan ideaları veya algıları aşıp “dışarı” çıkarak varlık alanının kendisine bakabileceğimiz fikrinin akıl dışı olduğu düşüncesini tereddütsüz savunurken, öte yandan kendi felsefesinin doğalcı (naturalist) ve sağduyusal yönlerinin baskısını üzerinde hissetmiştir. Bu baskının oldukça ilginç bir göstergesi, Hume’un eserlerinde tutarlılığını korumakta zaman zaman zorlanması, ‘nesne’ deyimini bazen zihnimizin dışında bulunan şeyler, bazen de zihnimizin içeriğinin unsurları için kullanmasıdır.

Deneyimci perspektifin karşısında yer alan ve kökleri açıkça Platon-Aristoteles geleneğine dayanan usçu görüş ise, insan zihninin “şeylerin düzenini” ve metafizik bağıntıları kavrayabilme yeteneğine sahip olduğunu ve zihnimizin gerçeklikle olan bağının deneyimcilerin betimlediği kadar “basit” ve şüpheciliğe yol açma anlamında da “sorunlu” olmadığını savlar. Eski Yunan’ın büyük düşünürleriyle başlayan, Descartes’ın usçuluğunda yeni bir şekil alan ve Hegel gibi bir Alman ideacısında belki de en üst haline ulaşan bu düşünceye göre; akıl ya da zihin dediğimiz şey algı yoluyla gelen izlenim ve ideaların birikmesi ve birbiriyle bağdaşarak daha karışık idealar oluşturması süreçlerinden çok daha fazlasına karşılık gelir. Aklın gücü ve nitelikleri deneyimcilerin sandığı ölçüde mütevazi sınırlar içinde hapsolmuş değildir. Akıl, deneyimselliğin somut meyvalarına başvurmadan veya onların ötesine geçerek felsefi açıdan önemli bazı şeylerin bilgisine ulaşabilir. Özne tarafından varlığın (Sein, Being) kurgulanması daha açık dersek, “aklın marifetiyle metafizik” kesinlikle olanaklıdır. Bu tür “usçu metafiziğin” büyük ustaları arasında Descartes’ın yanısıra Spinoza ve Leibniz de sayılabilir.

Felsefe tarihinin en kritik dönüm noktalarından biri, yukarıda çizdiğimiz bu epistemo-ontolojik tablonun üstüne Kant’ın getirdiği devrimci yaklaşımdır. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, Hume’a göre insanın algı yoluyla sahip olduğu bilişsel durumlar dünyaya dair bilgimiz açısından esastır. Kant, Hume’un insan bilgisinin ve aklının deneyimsel sınırları konusunda söylediklerine özünde katılır. Ancak Hume’un felsefesinde Kant’ın kabul edemeyeceği nokta, algıdan doğrudan gelen deneyimsel bilgi ile mantığın sunduğu biçimsel bilgi dışında üçüncü bir bilgi türünün olanaklı olmadığı fikridir. Eğer Hume haklıysa, bizim nedenselliğin (zorunlu) doğasına ilişkin veya genel olarak algı düzeyinin üstüne çıkan metafizik kimlikli herhangi bir bilgi edinmemiz tümüyle olanaksızdır. Kant, aklımızın deneyim boyutunu tamamen atlayarak metafizik bilgi edinemeyeceğini kabul etse bile, zihnimizin başka türlü bir işlevi gerçekleştirerek metafizik bilgiye ulaşabileceğini düşünür. Fakat bu Kant’ın sentetik a priori adını verdiği bilgi türü, zihnin zihinden-bağımsız dış gerçekliğin doğasını kavraması yoluyla değil zihnin kendi bilişsel yapısını ve insan deneyiminin olanaklılık koşullarını sistematik bir tarzda irdeleyerek ortaya çıkarması yoluyla gerçekleşir.

Burada üzerinde durmamız gereken nokta, Kant felsefesinin geleneksel bilen-bilinen ilişkisini nasıl tersine çevirdiğidir. Geleneksel görüşe göre bilgi, bilmeye çalışan öznenin kendisini zihnin dışındaki gerçekliğe uygun hale getirmesi, o gerçekliği kopyalaması ile gerçekleşir. Epistemolojik konumu edilgen olan öznenin gerçekleştirmesi gereken temel işlev, nesneleri zihinden bağımsız bir tarzda tikelleştiren, varlık alanında barındıran dış gerçekliğin düzenine uyum göstermektir. Kant’a göre bu felsefi kurgu “skandal” ile sonuçlanmıştır. Bağımsız dış gerçekliği olduğu-gibi anlama çabası bizi ya dogmatik usçuluğa ya da deneyimcilikten kaynaklanan şüpheciliğe götürür. Kant’ın önerisi ise nesne ve öznenin geleneksel epistemo-ontolojik öncelik sırasını değiştirmek ve daha önce denenmemiş bir felsefi deney yapmaktır. Epistemolojik düzlemde olagelen durum, aslında öznenin nesneye zihinsel bakımdan uyması değildir; daha temel olarak, bir nesnenin bizim bilişsel ve görüngüsel dünyamızda bilginin nesnesi olarak varlık kazanması için o nesne insanın bilişsel olanaklılıklarına, sınırlarına uygun olmalıdır. Nesne özünde “bizim nesnemizdir”. Bu, insanların varlık alanını salt zihinsellikle yarattığı anlamına gelmez: Kant zihnin organizasyon işlevleri sonucu bilgiye kendini açan dünyanın dışında bir kendi-içinde-varlık boyutunu kabul eder. Kant’ın savı, zihnin keyfi bir öznellikle tüm varlık alanını yarattığı değil, zihnimizin sınırlı bilişsel olanaklarına uymayan bir şeyin bize nesne olarak görünemeyeceği yönündedir. Bu yüzden, Hume’dan çok farklı olarak, Kant açısından dünyaya ilişkin metafizik bilgi olanaklıdır. Şöyle ki, bu “dünya”nın ontolojik mimarisi, bizim zihnimizin algı verilerini doğuştan getirdiğimiz kapasitelerle nasıl organize ettiğimiz sorusuna verdiğimiz yanıttan bağımsız olarak anlaşılamaz. Ve insan aklı “kritik” bir şekilde çalışarak kendi bilişsel olanaklılıklarının gizini çözebilme yeteneğine sahiptir. Metafizik bilgi, yani dünyamızın ontolojik mimarisinin bilgisi, insan bilgisinin olanaklılıklarının ve sınırlarının bilgisidir.

Kant’ın kuramı bilgimizin güvenilirliği konusunda şüpheciliğe bir yanıt olarak görünse de, çok sayıda yorumcuya göre, kendi-içinde-varlık kavramını barındırması nedeniyle yeni bir şüpheciliğe ve ikiciliğe neden olmuştur. Kant’ı izleyen felsefe özellikle de 18 ve 19. yüzyıl Alman felsefecileri Kant’tan çeşitli yönlerden etkilenmelerine rağmen bu ve benzeri zorluklarla başetmeye ve yeni bir açılım yaratmaya çalışmışlardır. Ancak hemen hemen tümünün Kant’tan öğrendikleri en önemli noktalardan biri; düşünsellikten, öznellikten veya yapımsal süreçlerden arınmış bir nesne/varlık alanının felsefi açıdan anlamlı veya ilginç olmadığıdır. Epistemoloji ile ontoloji arasında karşılıklı bir felsefi alış-veriş ve organik bir bağıntı olduğu düşüncesinin modern zamanlardaki babası, bu anlamda, Kant’tır. Ancak bu düşünce en çarpıcı ve olgun halini Hegel’in felsefesinde bulur. İkilikleri aşarak bütüncül bir felsefi görüşe ulaşmayı amaçlayan Hegel’e göre; Kant, düşünceye (veya idea’ya) ait olan ile varlık alanına ait olanın içiçeliği konusunda önemli bir felsefi açıklama sunmasına rağmen, “us”un ya da “ussal olan”ın egemenliğinin, kapsayıcılığının ve büyük görüngüsel macerasının gerçek anlamda bilincine varamamıştır. Akıl denen şeyin, sonlu bilişsel varlıkların bağımsız ve engin bir varlık alanını kavrama çabasında kullandıkları öznel bir kapasite ya da zihinsel bir yeti olduğu düşüncesi yanıltıcıdır. Us ve onun ümitsizce anlamaya çalıştığı ussallıktan-arınmış varlık düşüncesi kabul edilemez bir ikilik doğurur. Hegel’e göre, bu tür ayrılıklar sona erdirilmediği, yani akıl kendi serüvenini sonuna kadar izlemediği sürece, felsefe kalıcı bir iç barışa ulaşamaz. Hegel’in derin ve okuru zorlayan öyküsünün önemli bir sonucu şudur: İnsan us yoluyla varlığa yaklaşmaz; ussal olan, insan yoluyla kendini kavrar ve kendine döner. Bu anlamda, tümel/mutlak olan yalnızca bir töz değil aynı zamanda öznedir. O halde, ussal olan ile varlıksal anlamda gerçek olan birbirinden ayrı kalamaz: Ussal olan gerçektir, gerçek olan ussaldır.

Yeni Çağın temel epistemo-ontolojik sorunsalına verilen tepkiler yalnızca usçu/ideacı düşünürlerden gelmemiştir. Nietzsche zihnin zihinden-bağımsız olanı bilme konusu etrafında kimliklenen bu sorunsala ve bağımsız-gerçeklik kavramının kendisine kökten, çarpıcı itirazlarda bulunmuştur. Ve geleneksel literatürün felsefi çerçevesinin sınırları içinden konuşmaktansa eğer mutlaka bir sınıfa sokmamız gerekirse metafizik-karşıtı, varoluşsal ve hatta etik ve meta-etik noktalardan hareket etmiştir. Heidegger ise Aristoteles-Kant çizgisinden belli anlamlarda (özellikle de potansiyel ve olanaklılık konularında) etkilenmiş olsa da oldukça farklı bir düzlemde felsefesini geliştirmiştir. Bazı yorumcular Heidegger’in kurgusunun ve sunduğu görüngübilimsel/varoluşsal resmin Nietzsche’ninkinden bile daha kökten bir metafizik-karşıtı duruş oluşturduğuna inanmaktadır. Bunun bir nedeni, Heidegger’in eserlerinde “varlık” konusuna eğilirken geleneksel paradigmalara ve onlarla ilintili dağarcığa pek başvurmadan oldukça farklı bir irdeleme türü yürütmesidir.

Heideggerci açıdan bakıldığında, örneğin, bizim bilgilenme çerçevemiz içinde yer alabilen önermelerin doğruluk değeri taşıması olgusunun felsefi olarak anlaşılabilmesi için yapılması gereken, doğrunun tikel örnekleri ve yalıtılmış doğru bağıntıları üzerine yoğunlaşmak değil, daha temel olarak, o bağıntıların belirmesini ve görünmesini olanaklı kılan yorumsama zeminini anlamaktır. Heidegger’in varlık (Sein) olarak adlandırdığı bu zemin, yani yorumsama olanaklılığı, geleneksel felsefenin anladığı haliyle ne düşünen öznenin öznelliğinde ne de öznellikten arınmış metafizik bir alanda bulunabilir. Heidegger’in temel fikrini basitleştirip kısaltarak söylersek; var olan şeylerin ortaya çıkabilme ve bilgi nesnesi kapsamına girebilmeleri ancak varlığının anlamı diğer-nesnelerle-sadece-birlikte olmaktan ziyade, var-olan-şeylere ontolojik anlamda “açık” ve “yönelimli” olmakta yatan, böylece şeylerin kendilerini var olarak sunmalarının ontolojik olanaklılığını kendisinde barındıran bir varlık tipinden geçer. Bu özel varlık, insan varlığıdır (Dasein). Burada vurgulamamız gereken; Heidegger’in betimlediği anlamda Sein kavramının geleneksel “nesnel-gerçeklik” ya da “kendi-içinde-varlık” kavramlarından, Dasein kavramının da geleneksel “bilen-özne” kavramından son derece farklı olduğudur. Genel olarak ifade edersek, günümüze dek süren epistemo-ontolojik tartışmaların ve kuramların oldukça farklı çerçevelerden ve geleneklerden geldiği ve tek söylem düzlemi ile sınırlı olmadığı gözden kaçırılmamalıdır. Epistemolojinin geçmişten günümüze uzanan felsefi kimliğinin tam olarak anlaşılması hem bu alanın kurucu kahramanlarının hem de Nietzsche, Heidegger, James, Wittgenstein gibi bir şekilde “geleneğe” ve “olağan söyleme” karşı kürek çekenlerin seslerinin dinlenmesini gerektirir.

Tümcesel Bilgiye Çağdaş Yaklaşımlar
Çağdaş epistemolojinin temel ilgi odağı, tarihte genel olarak görülenden farklı olarak, bilginin çözümsel tanımının verilmesi ve kavramsal unsurlarının açıklanması olmuştur. Bilgi kavramını akılcı yöntemlerle çözümlemeyi ve tanımlamayı ilk deneyen düşünür Platon’dur. Theaetetus diyaloğunda Platon belli seçenekleri inceleyerek bilginin doğasını en iyi yansıtan betimlemeye ulaşmaya çalışır. Theaetetus’da verilen irdelemeler günümüz felsefesinde üretilen kuramlara da büyük oranda temel oluşturmuştur.
Bu noktada Plato’dan devralınan bilgi tanımına kısaca göz atabiliriz. Felsefe literatüründe yaygın olarak kulanılan bu tanıma göre, bir öznenin belli bir önermeyi bilmesi için üç temel koşul sağlanmalıdır:
  • Özne bilginin konusu olan önermeye inanıyor olmalıdır.
  • Bilginin konusu olan önerme doğru olmalıdır.
  • Öznenin bilginin konusu olan önermeye inanması için iyi gerekçeler olmalıdır.
Çözümlemenin birinci koşulu tartışmasız bir şekilde doğru görünür. Çünkü, konu üzerine yazan felsefecilerin çoğunluğunun fikrine göre, bilişsel bir öznenin bir önermeyi bildiğini ancak onun doğruluğuna inanmadığını söylemesi akılcı değildir. İkinci koşulun da, benzer bir şekilde, bilgi için gerekli olduğu kabul edilir. “Limonun mavi olduğunu biliyorum” gibi bir ifade saçmadır çünkü yanlış olan bir düşüncenin bilgiye dönüşmesi olanaksızdır. Bu durum, ilk iki koşulun bilginin gerek koşulları içinde olduğunu gösterir.

Son koşula geçmeden önce bir parantez açarak ikinci koşula ilişkin ilginç bir dilsel ayrıntıdan bahsetmemiz yerinde olur. Bilginin çözümlemesi literatürünün en yaygın olarak üretildiği İngilizce dilinden farklı olarak, Türkçede “yanlış bilmek” kavramı günlük dilde sıkça kullanılmaktadır. Eğer üçlü çözümlemenin evrensel düzeyde geçerliliği savlanırsa, bu savın bir sonucu dilimizdeki gündelik kulanımın epistemolojik bir hata içerdiği olacaktır. Aksi halde ise, farklı dilsel şemaların farklı epistemolojik çözümlemeler gerektirdiğini söylememiz gerekir. Felsefede çok da fazla tartışılmayan bu konunun irdeleme yeri elbette burası değil. Ancak, “yanlış bilme” kavramının anlamlı olduğu bağlamlar bulunabileceğini düşünmek olası görünüyor. Bir insanın “yanlış bilme” konumunda olması aslında çok önemli bir anlamda “doğrunun yöresinde” olmayı, yani bilenle aynı kavramsal şemayı ve arka-plan bilgisini paylaşmayı gerektirir. Güneş ile Jüpiter arasındaki uzaklığı yanlış hesaplayan bir astronomi uzmanının bilgi noksanlığı ile bilimsel bilgiden tamamen yoksun kişilerin bilgi noksanlığı arasında büyük bir epistemolojik fark vardır.

Tümcesel bilginin “gerekçelendirme” koşulu ise oldukça karmaşık yönleri olan bir tartışmanın odağında yer alır. Çözümleyici felsefecilerin çoğunun üzerinde uzlaştıkları bir nokta, inanç ve doğruluk koşullarının üçüncü ve hatta belki bir dördüncü koşulla desteklenmesi gerektiğidir. Hiç bir kanıtla destekleyemediğimiz ancak tesadüfen doğru olan inançlarımızın bilgi olduğunu söyleyemeyiz. Gerekçelendirme koşulu akılcı öznelerin bilişsel işlevleri açısından olmazsa olmaz niteliktedir. Ancak bu koşulun felsefi içeriğinin saptanmasının hiç de kolay olmadığı özellikle son yarım yüzyıldır daha net olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktada, bilginin çözümlemesi açısından çok önemli bir dönüm noktasını oluşturan bir eserden söz etmemiz yerinde olur. Edmund Gettier’in 1963’de Analysis dergisinde yayınlanan “Is Justified True Belief Knowledge?” (“Haklılaştırılmış Doğru İnanç Bilgi midir?”) başlıklı makalesi, bir öznenin bilginin üç gerek koşulunu da sağlaması durumunda bile tümcesel bilgiye sahip olmayabileceğini gösterme amacını taşır. Gettier’in argümanını anlamak için bir örnek ele alalım. Diyelim belli bir işe girmek için başvuruda bulunuyorum, ancak işe alınma konusunda kendimi değil Ali adlı bir adayı şanslı buluyorum. Bu inancımın yalnızca kötümserliğimden kaynaklanmadığını, Ali’nin mesleki niteliklerinin gerçekten çok iyi olduğunun genelde bilindiğini de varsayalım. Yani, şu önerme benim için gerekçelendirilmiş bir inanç konumundadır: “Ali işe alınacak kişidir”. Bu önermeye A adını verelim. İşe alınma konusuyla ilgisi olmamakla birlikte, Ali’nin cebinde tam 100 lira olduğunu ve bu gerçeği o an benim de bilmekte olduğumu varsayalım.

O halde, B: “İşe alınacak kişinin cebinde 100 lira var” benim için gerekçelendirilmiş bir inanç olur. Çünkü, Gettier’in de makalesinde belirttiği gibi, eğer bir önerme gerekçelendirilmiş inanç ise, o önermeden mantıksal olarak türetebileceğimiz başka önermeler de gerekçelendirilmiş inanç konumundadır. Şimdi, çok beklenmedik bir takım gelişmeler olduğunu ve işe Ali’nin değil benim alındığımı varsayalım. Dahası, diyelim benim de cebimde tesadüfen 100 lira olsun. Bu durumda B önermesi, şaşırtıcı bir şekilde, benim için gerekçelendirilmiş doğru inanç statüsü kazanır. Ancak sağduyunun söylediği, benim B önermesini aslında bilmiyor olduğumdur. B’yi “biliyor” gibi görünmem tamamen rastlantısal bazı olayların bir araya gelmesi ile ortaya çıkmış bir durumdur. Başka bir deyişle, bilginin üç temel unsuru bu örnekte tesadüfen gerçekleşmiş olsa da, benim B’nin doğruluğuna (daha açıkça dersek, B’yi doğru kılan olgulara) bilişsel erişimim bulunmamaktadır. Üç temel koşulun bilgi için gerekli olduğu belki söylenebilir, ancak bu koşulların yeterli olmadıkları açıktır.

Konu ile ilgili literatür kapsamında fikir üreten felsefecilerin Gettier’in argümanından çıkardıkları önemli sonuçlardan biri, bilginin gerekçelendirme koşulunun derinlemesine irdelenip açıklanmaması durumunda önermesel bilginin geleneksel çözümlemesinin veya tanımının yalın haliyle bize çok yardımcı olmayacağıdır. Bu önerme elbette felsefe literatüründe Gettier öncesi dönemde bilgisel gerekçelendirmeye yönelik kayda değer bir ilginin olmadığı anlamına gelmez. Ancak Gettier’in neden olduğu “yıkımdan” sonra, epistemoloji konusunda fikir üreten felsefecilerin önemli bir bölümü bilginin tanımında nitelenmeden kullanılan gerkçelendirme kavramının hiç de aydınlatıcı olmadığı, tam tersine önemli sorunlara ve karışıklıklara neden olduğu varsayımından hareket etmişlerdir. Bunun sonucu olarak bilgisel gerekçelendirme literatürü içselcilik-dışsalcılık ve temelcilik-bağdaşımcılık eksenleri etrafında dönen kritik tartışmalara ve birbiriyle çatışan kuramlara sahne olmuştur. Bazı felsefecilere göre bu tartışmalar bilgi felsefesi literatürünün asıl konusunu oluşturmaktadır. J. L. Pollock’ın Contemporary Theories of Knowledge (Çağdaş Bilgi Kuramları) kitabında dile getirdiği “Epistemoloji’nin merkezinde yatan birincil konu bilgisel gerekçelendirmedir” fikri azımsanmayacak sayıda felsefeci tarafından paylaşılır. Bu yaklaşıma itiraz edenler ise, bilgisel gerekçelendirmenin epistemolojinin asıl hedefi yolunda yalnızca bir araç olduğu kanısındadır. Bu nihai amaç, iyi gerekçelendirilmiş bir yargının veya kanıtlarla desteklenen bir inancın doğru olmasıdır.

Özellikle A. Goldman ve P. Kitcher gibi gerçekçiliği (realism) savunan bilgi kuramcıları, doğru kavramının epistemolojik önceliğini tavizsiz bir şekilde savununmuşlardır. Buna göre, bizim bilgisel gerekçelendirme kavramı ile felsefi olarak ilgileniyor olmamızın nedeni, tikel unsurları genelde iyi gerekçelendirilmiş bir inanç/yargı sisteminin doğruları barındırma yani dünya içindeki olguları iyi temsil edebilme olasılığının iyi gerekçelendirilmemiş inanç sistemlerine göre daha yüksek olmasıdır. Açıkça görüleceği gibi bu durum doğru kavramını bilginin merkezine yerleştirir. Doğru kavramının epistemolojideki yerine ve bilgisel önemine aşağıda tekrar döneceğiz.

Tümcesel doğru gibi önemli kavramlar karşısında epistemolojik öncelik durumu ne olursa olsun, bilgisel gerekçelendirmenin kendi başına kritik bir konu olduğu genelde kabul gören bir düşüncedir. Gerekçelendirmeye ilişkin tartışmalar, önemli bir oranda, önermesel bilginin geleneksel çözümlemesine dair tezlerin ve karşı-tezlerin söylem zeminini aşan bir boyutta gerçekleşmektedir. O yüzden, gerekçelendirme konusuna duyulan ilgi, Gettierci kaygılardan ayrı olarak ele alınmalıdır. Genel bir saptama yaparsak, günümüzde Gettier sorunsalının artık epistemolojinin tartışma konularından biri olmaktan çıktığını söylemek yanlış olmaz. Felsefecilerin çoğu günümüzde üçlü çözümleme üzerinde yapılacak çeşitlemeler yoluyla bilginin sırrını verecek bir formül yakalanabileceği gibi bir inanç taşımamaktadırlar. Ancak bilgisel gerekçelendirme konusuna olan ilginin daha temel iki nedenden kaynaklandığını söyleyebiliriz: tümcesel bilgimizin mimari yapısını sergilemek ve bu yapının dünyayı doğru yansıtabildiğini veya temsil edebildiğini açıklamak. Temelcilik-bağdaşımcılık ve içselcilik-dışsalcılık konularında gelişen tartışmalar bu özsel felsefi sorulara yanıt olarak öne sürülmüş ve geniş hacimli bir epistemoloji literatürünün ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.

Temelcilik ile bağdaşımcılık arasındaki felsefi tartışmaların özünde yatan soru, inançlarımızın kavram-öncesi deneyimle ya da zihnin dışındaki dünyayla bağıntısının ne olduğudur. Temelciler bilgisel gerekçelendirme serüvenimizin, kendileri başka inançlar tarafından gerekçelendirilmeyen ve doğrudan yalın deneyime dayanan “temel inançlarda” durması gerektiğini düşünürken; bağdaşımcılar her inancın bilgisel gerekçelendirmesinin ancak inançların oluşturduğu bir ağ içinde gerçekleşebileceğini savlarlar. (Susan Haack gibi bazı felsefeciler temelcilik ile bağdaşımcılığın en güçlü veya çekici yönlerini bir araya getirerek bileşik bir kuram oluşturmaya çalışmışlardır. Haack’in “temelci-bağdaşımcılık” adını verdiği kurama göre, bilgisel gerekçelendirme hem dünya ile kurulan nedensel bağlantılardan hem de dünyaya ilişkin yargılar arasında oluşan bağdaşımsal ilişkilerden kaynaklanır.) İçselcilik ile dışsalcılık arasındaki tartışmaların temel sorunsalı ise, bilen öznenin kendisinin gerekçelendirme olgusundaki rolüdür. İçselciler gerekçe oluşturan süreçlerin veya bilişsel unsurların öznenin erişiminde olması gerektiği tezini savunurken, dışsalcılar bu süreç ve unsurların öznenin bilişselliğinin dışında kalması durumunda bile gerekçelendirme veya haklılaştırmanın gerçekleşebileceğinde israr ederler. Ancak çağdaş gerekçelendirme literatürünün içeriği yalnızca bu yukarıda belirttiğimiz iki tartışma ekseninden ibaret değildir. Örneğin, daha yakın zamanda ortaya çıkmış olan bağlamcılık (contextualism) görüşü geleneksel gerekçelendirme ve bilgi kuramlarından farklı bir yaklaşım sunar.

Bağlamcılık kuramına göre, bir öznenin belli bir önermeyi bilmesinin ya da gerekçeli bir şekilde o önermenin doğruluğuna inanmasının olanaklılığı bağlamsaldır. Başka bir deyişle, bilginin gerek ve yeter koşulları tikel durumlara göre değişiklik gösterebilir. Gerekçelendirme ve bilgi gibi kavramlar bir özne, eldeki önerme ve var olan koşullar arasında bağıntısaldır (relational). Günlük bilişsel bağlamlarda iyi gerekçelendirme standartlarımız görece olarak düşük iken, örneğin bilimsel bağlamlarda ya da insan yaşamını ilgilendiren konularda yüksek gerekçelendirme standartları olmasını talep edebiliriz. Bu anlamda, “gerekçelendirilmiş” kavramı “pürüzsüz”, “kısa”, “düz” gibi bağıntısal kavramlardan çok da farklı değildir. (Hızlı bir otomobilin içinde yol alırken yaşanan deneyim açısından asfalt zeminin “düz” olduğu rahatlıkla söylenebilir; fakat o yol üzerinde yavaşça ilerleyen bir böcek açısından durum çok farklıdır.) Bağlamcılık görüşünün çekiciliğini artıran yönlerden biri, zihinden bağımsız dünyaya dair şüpheciliğe net bir yanıt verme iddiası taşımasıdır. Günlük eylem ve söylem açısından “Şu an tam önümde bir masa var” önermesi Kartezyen senaryolarda gördüğümüz durumlardan farklı olarak açık bir şekilde bilgimiz kapsamında yer alır. Felsefi tartışmalar çerçevesinde yalın bilgiye öncelikle şüpheyle yaklaşılması ve “Dünya bilgimin doğru olduğunu nasıl bilebilirim” sorusunun üstünde durulması anlamlı olabilir. Ancak olağan, sıradan bilgi söz konusu olduğunda; benim şu anda gerçek bir masanın algısal bilgisine sahip olabilmem için, algılarım konusunda beni yanıltmayı kendisine iş edinen kötü niyetli bir cin tarafından aldatılmadığımı da ayrıca bilmeme gerek yoktur. Şüpheci perspektifin felsefi standartlarını tüm söylem alanına yayma çabası son derece sorunlu ve sağduyumuza pek uymayan bir epistemolojik tablo yaratır. Bağlamcılık bu sezgileri ve sağduyusal düşünceleri ön plana çıkararak geleneksel yaklaşıma bir seçenek oluşturmaya çalışır.

Şu ana kadar geleneksel bilgi tanımına ilişkin bazı temel tartışmalara, özellikle de çağdaş gerekçelendirme literatürünün önde gelen belli görüşlerine değindik. Bu yazının kalanında kısaca bilgi kuramcılarını meşgul eden diğer bazı alanlardan ve temel sorunsallardan söz edeceğiz.
Murat Baç

Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:33
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bilgimizin gerçek olduğunu bilebilir miyiz?
Bilginin olanaklılığı ve şüphecilik konularında yukarıda belli saptamalarda bulunduk. Ancak bu kritik soruna ilişkin birkaç temel noktanın daha açıklanması gerekiyor. Bilginin olanaklılığını sorgulayan en kökten yaklaşım; algıladığımız gerçekliğin “gerçek gerçeklikle” (yani olası bir bilişselliği-sınırsız-varlığın kavrayabileceği gerçeklikle) aynı olmadığını, veya aynı olma durumunda bile bunun bilişsellikte-sınırlı varlıklarca bilinemeyeceğini gündeme getiren şüpheci yaklaşımdır. Ancak bilginin olanaklılığı konusunda yürütülen her felsefi sorgulama bu çapta olmak zorunda değildir. Platon’dan devralınan bir diğer sorgulama, bilginin tikel bazda ölçütünü karşılayabilmesi konusu ile ilgilidir. Meno diyaloğunda Platon bilgi edinme konusunda ilginç bir sorunu gündeme getirir. Diyelim X’in bilgisine ulaşmaya çalışıyorum; yani henüz bu bilgiye sahip değilim. Böylesi bir bilgi eksikliği içinde iken X’i biliyor konumuna geçmem tam olarak nasıl gerçekleşecektir? Farzedelim ki bir gün tesadüfen X’in doğru tanımı zihnimde belirdi. Bunun aradığım bilgi olduğunu, yani X’in doğru betimlemesine karşılık geldiğini söyleyebilmem için X’in ne olduğunu zaten biliyor olmam gerekir. Bu da ortaya döngüsel bir epistemolojik durum çıkmasına neden olur. Örneğin, erdemin tanımını bulma çabamın başarılı olduğunu düşünüyorsam, bu konudaki felsefi çabalarımın sonucunda elde ettiğim zihinsel ürünü bir şeyle karşılaştırarak söz konusu başarımı açıklıyor olmalıyım. Ama bu “ölçüt” baştan benim bilişsel dünyam içinde olsaydı felsefi arayışlara girmeme gerek olmazdı. Yok eğer bu “ölçüte” sahip değilken sorgulamayı yürüttüysem, o zaman da ne aradığımı bilmiyorum demektir. Sonuç olarak, bir insan ne bildiği ne de bilmediği bir konuda sorgulama yürütebilir.

Elbette Platon’un bu zorluğa kendi felsefesi çerçevesinde verdiği bir yanıt bulunmaktadır. Ancak biz burada o yanıtın ayrıntılarına girmektense, Platon’un işaret ettiği bilgi sorununun çağdaş felsefede nasıl yeniden ortaya çıktığını belirteceğiz. 20. yüzyıl felsefesinde R. Chisholm gibi felsefeciler tarafından ayrıntılarıyla irdelenen bu sorunu farklı bağlamlarda ifade etmek olasıdır. Burada, bu bağlamlardan yalnızca biri olan bilgi-doğru ilişkisi çerçevesinde sorunu sergilemeye çalışalım. Yukarıda da gördüğümüz gibi, geleneksel çözümlemeye göre bilginin nihai hedefi yalnızca gerekçelendirilmiş inanç değil, gerekçelendirilmiş doğru inançtır. Üçlü bilgi çözümlemesinin temel varsayımlarından biri elbette “gerekçelendirme” ile “doğru”nun normatif olarak farklı kavramlar olduğudur aksi takdirde önermesel bilginin üç değil iki koşulu olurdu. Ve eğer ortada böyle bir kopukluk varsa, bizim gerekçelendirme veya kanıt boyutunda kaydettiğimiz epistemolojik başarılardan bizim doğruya ulaştığımız anlamı çıkmayacağı da açıktır. İyi gerekçelendirilmiş her deneyimsel yargının aslında yanlış olma olasılığı vardır. Bu durum, Platon’un ifade ettiği “ölçüt” sorununu tekrar gündeme getirir: hep kanıtlar dolayımı ile bilgiye ulaşmaya çalışan bizim gibi varlıklar için, gerekçelendirilmiş inançtan gerekçelendirilmiş doğru inanca geçiş, ayırdına kolayca varılabilecek bir durum değildir. Kısaca ifade edersek, doğru bilgi iddiası aynı yukarıdaki paragrafta gördüğümüz gibi döngüsel olmak zorundadır. Bu zorluk karşısında gerçekçi ekole yakın olan felsefeciler tümcesel doğru kavramının, herşeye rağmen, gözden çıkarılamaz olduğunda ısrar ederken; eylemcilik (pragmatism) gibi gerçekçilik-karşıtı görüşleri savunan felsefeciler bu ve benzeri epistemo-ontolojik zorlukların kanıt veya gerekçelendirme boyutlarından kavramsal olarak ayrı duran bir doğru kavramının terkedilmesi gerektiğini gösterdiğini düşünmektedirler. Bu konu, günümüz çözümleyici felsefesi kapsamında hala tartışılan önemli sorunlardan birini oluşturmaktadır.

Önermesel doğrunun doğası
Yukarıdaki tartışmaların da gösterdiği gibi önermesel doğru epistemolojik açıdan oldukça önemli ve kritik bir kavramdır. İlk başta verebileceği yalınlık izleniminin aksine, doğru kavramı felsefi açıdan karmaşık ve tartışmalı yönler içerir. Bunun bir nedeni; doğru kavramının varlık, bilgi, anlam ve dil gibi farklı alanlara temas etmesi ve bu yüzden neredeyse felsefi bir kavşak noktasında bulunmasıdır.

Bilginin gerek koşullarından biri olarak kabul edilen doğru, bilginin çözümsel tanımını vermeye çalışan düşünürlerin çoğunluğu tarafından gerçekçi (realist) bir tarzda yorumlanmıştır: bir önermeyi veya tümceyi doğru kılan şey, dünyada ona karşılık gelen bir durum ya da olgudur. Ancak önermesel doğrunun tam olarak ne olduğu konusunda felsefe tarihinde oldukça renkli bir tartışma yaşandığı da bir gerçektir. Çok sayıda felsefeci, ‘doğru’ deyiminin geleneksel tanımının ilk olarak Aristoteles’in Metafizik (1011b25) kitabında bulunabileceğini savlar. Aristoteles’in doğru tanımı şudur: var olanın (veya meydana gelenin) var olduğunu, var olmayanın (veya meydana gelmeyenin) var olmadığını söylemek. Doğruluk kavramının günümüzde anlaşıldığı haliyle tanımını ilk yapan ise Thomas Aquinas’tır. Aquinas doğru kavramını zihinsel ve nesnel olanın birbirine uyması (adaequatio rei et intellectus) olarak tanımlar. 19. yüzyıldan başlayarak ise; bu uyum, örtüşüm, karşılık gelme (correspondence) bağıntısının bir önerme ile bir olguarasında gerçekleştiği tezi literatüre egemen olmuştur. Burada söz konusu edilen “olgu”, öznelerin söylemsel ve bilişsel eylemlerinden tümüyle bağımsızdır.

Başka bir deyişle, olgular öznelerden ve öznellikten etkilenmeksizin zihinden-bağımsız varlık alanında atomik oluşumlar olarak kimlik kazanırlar. Bu ontolojik tezin en önde gelen savunucuları arasında B. Russell, erken döneminde L. Wittgenstein ve D. M. Armstrong sayılabilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Berkeley-Kant çizgisinden kaynaklanan ve 20. yüzyılda, örneğin, Hilary Putnam gibi felsefeciler tarafından ayrıntılı olarak irdelenen “söylemsel/zihinsel olanın söylemsellik/zihinsellik ile hiç bir ilgisi olmayan bir şeye benzeyemeyeceği, kendiliğinden ona karşılık gelemeyeceği” argümanı bu düşünceye getirilebilecek en büyük itirazdır. Bu tez ya da yaklaşımın sonucunda ortaya çıkan temel iki görüş, B. Blanshard ve R. Walker gibi felsefecilerin savunduğu bağdaşımcı doğruluk kuramı ve W. James, J. Dewey, R. Rorty gibi düşünürlerin savunduğu eylemci doğruluk kuramı olmuştur. Bu doğruluk görüşlerine literatürde bazen toplu halde epistemik doğruluk kuramları adı verilir. Bunun esas nedeni, bağdaşımcılığın ve eylemciliğin önermesel doğruluğu semantik-ontolojik bir düzlemde değil, insanın bilgiselliği boyutunda tanımlamalarıdır. O yüzden, gerçekçi ekole ait felsefeciler karşılık gelme kuramını benimseyip bizim bilgisel erişimimize hiç girmeyecek olan doğruların olabileceğini savlarken; epistemik görüşü savunan gerçekçilik-karşıtı düşünürler ise insanların hep bilgisi dışında kalacak doğruların varlığı fikrini anlamsız veya yararsız bulurlar. (‘Gerçekçi’ veya ‘realist’ deyimi günlük dilde “somut” ve “ayakları yere basan” anlamına gelse de, felsefede ‘gerçekçi’ deyimi Latince ‘realis’ kelimesinin kökeninin “nesne” ve “hakikat” anlamlarına dayanması itibariyle “dışsal ve nesnel olanla ilintili” anlamında kullanılmaktadır.)

Bu temel yaklaşımlar dışında çağdaş felsefede en fazla destek bulmuş olan görüş F. P. Ramsey, W. V. Quine ve C. J. F. Williams gibi düşünürler tarafından savunulmuş olan ve İngilizcede deflationism olarak geçen görüştür. “Deflationism”, doğrunun bir özü olduğunu savunan felsefi bakış açılarının yarattığı kuramsal “enflasyona” (yani şişkinliğe) karşı olarak, doğrunun kuramsal olarak “deflasyona” uğraması (havasının boşaltılması, söndürülmesi) gerektiğini savlar. Bu görüşe göre, doğrunun bir doğası yoktur çünkü doğruluk semantik veya ontolojik bir özellik değildir. “ ‘Çimen yeşildir’ önermesi doğrudur” tümcesinin aktardığı bilişsel içerik “Çimen yeşildir” tümcesinin içerdiği bilişsel içerikle aynıdır. Birincisi ile demek istediğimiz herşeyi ikinci tümce ile söyleyebiliriz; yani birinci tümce, ikincinin aktarmadığı herhangi bir anlam veya bilgi parçası içermemektedir. Dildeki ‘doğru’ yüklemi, “geleneksel” veya “epistemik” doğru fikrini savunan felsefecilerin söylediklerinin aksine, hiç bir felsefi öz, gizem veya ek anlam aktarmaz. Bu görüşün karşısında klasik doğruluk tanımını savunan felsefeciler ise, önermesel doğrunun bir doğası ve indirgenemez bir işlevi olduğunu ve belli tümcesel bağlamlarda (örnek: “Ustamın her ağzından çıkan doğrudur”) bu yüklemi kaldırıp atmanın olanaksız olduğunu iddia etmişlerdir. Konuyla ilgili tartışmalar literatürde devam etmektedir.

Algının epistemolojisi
Bilgi konusunda felsefi kuram üreten düşünürlerin ilgilendikleri önemli konulardan biri algımızın nesnesinin ne olduğudur. Bu konuda üretilen kuramlar oldukça çeşitli olsa da, algı felsefesine üç temel yaklaşım olduğu söylenebilir.

Locke gibi felsefecilerin savunduğu temsilci kurama göre, nesneler bizim algılarımızdan bağımsız bir şekilde var olsalar da, biz onların bilgisini elde etme sürecinde algıların bize sağladığı bilginin dışında çıkıp o nesnelere ulaşamayız. Bu durumda, nesnelerin algılardan bağımsız var olduğunu söylemek, deneyimin bize sağladığı bilgilerden deneyim düzleminin ötesine bir “felsefi sıçrama” yapmayı gerektirir. Ve bunun sonucu da kaçınılmaz ve oldukça mantıklı bir varlıkbilimsel iddiadır. Temsilciler genelde Kant’ın Kritik der Reinen Vernunft (Arı Usun İrdelenmesi) kitabında dile getirdiği önemli bir görüşe katılırlar: deneyimleyemeyeceğimiz ama deneyimleri olanaklı kılan bir varlık boyutunu varsaymamız salt deneyimin olmasa da aklın bir dayatmasıdır. Aksini düşünmek, görünen bir şey olmadan görüntülerin ya da görüngülerin olabileceğini savlamak kadar anlamsızdır.

Hume gibi felsefecilerin savunduğu görüngücül (phenomenalist) görüş temsilci kuramın bir düşüncesine katılır: biz algıda nesnenin kendisi ile değil zihnimizde beliren izlenim, idea, vb. gibi zihinsel unsurlarla karşı karşıyayızdır. Ancak görüngücül düşünürler, zihnimize verilenin dışında bağımsız nesnelerin veya bir varlık alanının olduğunu yadsırlar. Onlara göre, bu fikir felsefi olarak haklılaştırılması olanaksız bir düşüncedir.

Görüngücül ve temsilcil görüşlerin ikisine de karşı çıkan bir diğer temel yaklaşım ise J. Searle gibi düşünürlerce öne sürülmüş olan yalın (ya da doğrudan) gerçekçiliktir. Buna göre, algılar söz konusu olduğunda bizim karşılaştığımız veya yüz yüze geldiğimiz şey temsilciliğin ve görüngücül kuramın iddialarının tam tersine bir deneyim parçası değil algılanan nesnenin doğrudan kendisidir. Yani algısal bilginin nesnesi o algı deneyiminin ötesinde ve algılayandan bağımsız bir (fiziksel) varlıktır. Görsel bir deneyim yaşamak, bu anlamda, algısal dizgenin dışında duran bir nesneyi deneyimlemektir, zihnimdeki bir algı parçasını değil. Algı konusunda gerçekçi görüş sağduyuya oldukça uygun görünse de, literatürde kayda değer eleştirilerle de karşılaşmıştır.


Sentetik a priori bilginin olanaklılığı
İlk bölümde de belirttiğimiz gibi felsefe tarihinde yer etmiş kritik sorulardan biri mantık alanının dışında evrensel ve kesin bilginin bulunup bulunmadığıdır. Bu noktada, tartışmada kullanılan temel kategorilerin açıklamalarını kısaca verelim. A priori deyimi tek tek deneyim parçalarından bağımsız ve kesin olan bilgiyi (örnek: matematik) betimlemek için kullanılırken, a posteriori terimi tikel deneyimlerle gelen ve bu yüzden kesinliği olmayan bilgi türlerini (örnek: gözlemsel) imler. Analitik tümceler yüklemin taşıdığı bilgiyi tümcenin öznesinde barındırdıkları için yeni bilgi vermezken, sentetik tümcelerin yüklemi bilişsel dünyamız açısından yeni bilgi içerir. “Siyah kediler siyah renklidir” ve “Bekar insanlar evlenmemiş kişilerdir” tümceleri analitikdir, “Siyah kediler sevimlidir” tümcesi sentetiktir. Kant hem deneyim ile ilgili hem de kesinlik içeren bir bilgi tipi (sentetik a priori) olduğunu savunmuştur. Hume ve onu izleyen deneyimci felsefeciler ise ki buna erken döneminde Wittgenstein ve mantıkçı pozitivistler de dahildir bunun olanaklılığını yadsımışlardır. Bu tartışma kapsamında asıl ilginç gelişme Quine’ın radikal deneyimciliğidir.

Quine analitik-sentetik ayrımını net bir şekilde reddederek hem Kant’ın usçuluğunu hem de geleneksel deneyimciliği karşısına almıştır. Analitik tümceler ile a priori bilgi arasındaki yakın kavramsal ilişki düşünüldüğünde, Quine’ın bu fikirlerinin epistemolojik sonuçlarının büyük önem taşıyacağı da açıktır. Eğer Quine’ın iddiası doğruysa, semantik tümcelerin deneyimsel tümcelerden ayrı kendi alanları yoktur. Yani olumsal dünya bilgimiz anlamsal/tanımsal belirlemelerin ve zorunluluk içeren önermelerin tam olarak içindedir. Böyle bir durumda, doğal olarak, sentetik a priori gibi bir kategorinin seçik olarak var olduğunu söylememiz olanaksızlaşır. Quine bu konuda literatüre damgasını vurmuş ve etkisini hissettirmiş olsa da, pek çok felsefeci onun köktenci tavrını paylaşmaktan sakınmışlardır. Örneğin, H. P. Grice ve P. F. Strawson “In Defense of A Dogma” (“Bir Dogmanın Savunusu”) başlıklı makalelerinde anlam ve bilgi boyutlarının bir şekilde ayrı tutulmasının gerekliliğine işaret etmişlerdir: sentetik bir önerme ve onun değillenmiş hali arasındaki seçim o önermenin doğruluğuna duyulan inanç ile ilgilidir; ancak tanımsal/anlamsal nitelikteki analitik bir önermenin değillenmiş hali bizim anlamlandırmakta zorlanacağımız bir ifadedir.

Bu tartışmalara yapılan çok önemli bir katkı da, a priori bilginin “zorunluluk” kavramından ayrılamayacağı yargısını tartışmaya açan S. Kripke’den gelmiştir. Kripke’ye göre, geleneksel görüşün aksine, hem zorunlu a posteriori hem de olumsal (contingent) a priori önermeler olanaklıdır. Ve son olarak, a priori ile ilgili tartışmaların yalnızca çözümleyici felsefenin konularıyla sınırlanmış olmadığını belirmemiz gerekir. Buna örnek olarak, Fransız düşünür Michel Foucault’nun “tümcelerin gerçekliğinin koşulu” sözleriyle tanımladığı tarihsel a priori kavramını gösterebiliriz. Foucault ‘tarihsel a priori’ terimini, tarihin belli bir döneminde ve bir bilgi alanında deneyimi şekillendiren, o alanın nesnelerini kimliklendiren, sıradan algıyı kuramsal güçle donatan ve nesnelere dair söylemin koşullarını tanımlayan tarihsel zemin olarak betimlemiştir. Pek çok yorumcunun dikkatini çektiği gibi, bu ifadeler çağdaş post-modernizmin önde gelen isimlerinden Foucault ile modernizmin, evrenselliğin ve “transandantal” düşüncenin baş aktörü Kant’ı ilginç bir şekilde yan yana getirmektedir.

Epistemolojiye çağdaş tepkiler
Geçtiğimiz yüzyıl Batı felsefesine damgasınını vuran en önemli gelişmelerden biri, geleneksel epistemolojiye yöneltilen radikal eleştirilerdir. Bu eleştiriler farklı açılardan ve değişik kaygılarla dile getirilmiş olsa da, özellikle iki kanattan gelen saldırılar literatürde derin bir etki yaratmıştır: (1) Epistemolojide doğalcılık ve (2) Richard Rorty’nin eylemci (pragmatist) eleştirisi. Aslında bu iki etkinin birbirinden bağımsız veya kopuk olduğunu düşünmek hata olur. Doğalcılık fikrini savunanlar genel olarak eylemcilik görüşünün belli yönlerinden etkilenmişlerdir; eylemciliğin de özünde doğalcı unsurlar barındırdığını söylemek yanlış olmaz. Yine de, bu iki akımın kendilerine yarattığı söylemsel alan ve etki zeminlerinin farklılığı düşünülürse, söz konusu görüşleri ayrı başlıklar halinde incelemek daha yararlı olacaktır.

1) Epistemolojide Doğalcılık
“Doğalcılık” denildiğinde ilk akla gelen Quine ve onun radikal deneyimciliği olsa da, çağdaş felsefede ‘doğalcılık’ terimi zaman zaman daha geniş anlamlarda da kullanılmıştır. Quine’ın karşı çıktığı epistemoloji; Platon’dan başlayan, Descartes’ın bilgi kuramında yeni bir şekil alan, ve 19. yüzyılda Frege’nin psikolojik unsurları formel disiplinlerden uzak tutma çabasına kadar uzanan usçu yaklaşımdır. Quine’ın yeni epistemolojisi ise; insana dair, felsefede yer etmiş olan “zihnini kullanarak nesnel bilgiye ulaşan özne” veya “anlamsal bir iç dünyası olan özne” kavramlarını bir kenara atarak, onun yerine, “fiziksel ortamında başedip ayakta kalabilen gelişmiş organizma” ve “dilsel unsurları gözlemlenen olgu ve davranışlarla bağdaştırabilen ve bunu dilsel davranışlarla iletebilen canlı” gibi kavramları getirmeyi hedefler. Quine’a göre, insanların epistemolojik serüvenleri, aldıkları sınırlı miktarda uyarımla başlar ve inanılmaz zenginlikte ve çeşitlilikte kuramlarla biter. Bunu gerçekleştiren varlık, yani insan, özünde, etkilere tepki verebilen fizyolojik bir yapıdır. Bizim son derece etkileyici “zihinsel” ve “simgesel” yetilerimizin olması, aslında bilginin ardında tümüyle fizyolojik yapıtaşlarının olduğu gerçeğini gölgelememelidir. Epistemolojinin ana konusu felsefecilerin çoğunun varsaydığı gibi soyut gerekçelendirme, anlam veya doğruluk kuramları değildir. Epistemoloji açıkça deneyimsel yöntemlere başvurarak kanıt ile kuram arasındaki bağı inceler. Bu anlamda bilgi kuramı, çarpıcı bir şekilde, psikolojinin bir alt alanı konumuna indirgenir. Epistemolojinin “felsefi” normları yoktur; iş görmeye yarayan “teknik” normları vardır.

Quine’ın bu fikirleri pek çok çağdaş bilgi kuramcısını etkilemiş olsa da, bu felsefecilerin önemli bir kısmı Quine kadar köktenci bir tavır sergilemekten kaçınmışlardır. Onların Quine’dan aldıkları en temel düşünce, epistemolojinin katıksız a priori bir disiplin olamayacağıdır. H. Kornblith’in sözleriyle ifade edersek, doğalcı epistemolojinin temel iddiası; bizim belli bir inanca veya yargıya nasıl varmamız gerektiği sorusunun, insanların aslında o türden yargılara genelde nasıl varıyor oldukları sorusundan bağımsız olarak irdelenip yanıtlanamayacağıdır. Bu durum, epistemoloji ile fen bilimleri (özellikle de deneysel psikoloji) arasında sıkı bir alış-veriş olmasını gerekli kılar. Açıkça görüldüğü gibi, Quine ile “ılımlı doğalcı”ları farklı kılan esas nokta norm ve normatiflik konusudur. Bir örnek vermek gerekirse, J. Kim, Quine’ın epistemolojiyi geleneksel anlamıyla normatif güçten yoksun kılma çabasına itirazda bulunmuş ve bu hamlenin akılcı olmadığını savlamıştır. Kim’e göre “kanıt”, basitçe “nedensel” bir kavram değildir. Bir olgunun başka bir olguya kanıt oluşturması, onun akılcılığını artırması veya yükseltmesi ile ilgilidir. Bu açıdan bakılırsa, “kanıt” bir yana, “inanç” kavramı bile normatif olmak zorundadır. Eğer bir kişinin inanç gibi bir zihinsel durumda olduğunu söylüyorsak, bunun ön koşulu her zaman o kişiye bağdaşımı iyi olan bir inanç sistemi atfedebilmemizdir. Ancak böylesi bir işlevin (geleneksel anlamda) normatif düzeyde gerçekleşmesi gerektiği açıktır. Ilımlı doğalcılığın son 30 yıldır savunmasını yapan çözümleyici felsefeciler arasında en ön plana çıkan isim, geliştirdiği ayrıntılı ve kapsamlı kuramlarla, Alvin Goldman olmuştur. Goldman’ın yaygın bir şekilde tartışılan dışsalcı/doğalcı gerekçelendirme kuramına göre, bir inancın iyi gerekçekçelendirilmesi onun “güvenilir” bir süreç sonucu üretilmiş olup olmadığı ile ilgilidir. Güvenilirliğin irdelenip açıklanması epistemolojik (yani normatif) bir çaba gerektirir. Ancak, örneğin, insan zihnindeki süreçlerin hangilerinin güvenilir olduğu yani hangilerinin yanlıştan çok doğru inanç üretmeye yatkın olduğu felsefecinin değil, deneyimsel araştırmacının saptayacağı bir konudur.

Quine’ın görüşleri ve onu izleyen tartışmalar geçen yüzyılda epistemolojide doğalcılığın ana eksenini oluşturur. Ancak, daha yakın dönemde ortaya çıkmış olan, toplumsal epistemoloji ve feminist epistemoloji gibi alanlar da, geniş (yani, Kartezyen-karşıtı) bir anlamda alındığında, doğalcı felsefenin bir parçası olarak görünür. Toplumsal epistemolojinin esas hareket noktası, Kornblith’in yukarıda aktardığımız “epistemolojik düzlemde olması gerekene ancak olanın dolayımıyla ve irdelenmesiyle varılacağı” fikrinde bulunabilir. S. Fuller’a göre bu alanın temel sorusu; bir toplum içinde temelde birbirine benzeyen bireyler tek tek ve kendi sınırları dahilinde bilişsel işlevlerini yerine getirirken, bilgi arayışının nasıl organize edileceğidir. Ayrıca F. F. Schmitt, W. P. Alston, C. Coady gibi toplumsal epistemoloji üzerine fikir üreten felsefeciler, gerekçelendirme süreçlerinin toplumsal yönünün belirleyici olduğunu ve (bireylere ek olarak) toplulukların da kendilerine özgü inançları ve gerekçelendirmelerinin bulunabileceğini göstermeyi hedeflerler. Feminist felsefeciler de geleneksel epistemolojinin sorgulamadan bıraktığı önemli noktaları gündeme getirerek eleştiriyi bir adım öteye taşımışlardır. Vrinda Dalmiya ve Linda Alcoff gibi feministler tarafından irdelenen kritik bir sorun, çağdaş literatürde epistemolojik ilginin genelde hep önermesel veya tümcesel bilgi üzerinde yoğunlaşması, bu literatürün kadınlar gibi marjinalleştirilmiş kesimlerin deneyimlerinde ortaya çıkan belli bilgi tiplerini dışlaması, ve çözümlemeyi de oldukça yanıltıcı bir şekilde “evrensel” ve “bağlamsız” bir kimlikte yürütüyor görüntüsü yaratmasıdır.

Lorraine Code’un “Taking Subjectivity Into Account” (“Öznelliği Hesaba Katmak”) makalesinde belirttiği gibi, bilginin üçlü çözümlemesinde adı geçen özne, tuhaf bir şekilde soyutlaştırılmış, evrenselleştirilmiş ve içi neredeyse boşaltılmış bir varlıktır. Feminist düşünürlere göre, bu noktada ciddi bir sorun ortaya çıkar çünkü böylesi bir öznenin ve onun bilme işlevinin ardında yatan “akılcılık”, malum felsefi iddiaların veya varsayımların tersine, “evrensel” veya “doğru” değil, erkek-egemen bir toplumun standartlarının doğrudan yansıdığı (yani “taraflı”) bir akılcılıktır. Yapılması gereken; kaçınılmaz olarak zaten hep işin içinde olan öznelliğin bilgi kuramlarında hesaba katılması, ancak bu hamlenin toplumun tarihsel bilincinde derin bir yeri olan hegemonyacı dengesizliği kadınlar (ve evrensel akılcılık adına entellektüel merkezden uzaklaştırılan diğer kesimler) lehine değiştirecek ve onların perspektiflerini felsefi zeminine taşıyacak bir tarzda gerçekleştirilmesidir.

Ilımlı doğalcı, toplumsal ve feminist perspektiflerin ortak bir noktası, Quine’dan çok farklı olarak, normatif işlevi epistemolojik irdelemelerin merkezine yerleştirmeleridir. Bu anlamda, epistemolojinin usçu alışkanlıklarını terkederek deneyimsel alana gözünü çevirmeyi öğrenmesi gerekir, ve bu konuda Quine son derece haklıdır. Ancak, bu yaklaşımlara göre, normatif yönü elinden alınan bir epistemolojinin hem çözümleme/açıklama düzeyinde hem de sosyal-politik boyutta başarısızlığa uğrayacağı ve yanıltıcı felsefi tablolar sunacağı kesindir.

2) Richard Rorty ve Eylemci Tepki
Post-modernizmin Anglo kanadı söz konusu olduğunda, epistemolojiye 20. yüzyılda Richard Rorty’den daha ağır darbe indiren bir düşünür olmamıştır diyebiliriz. Genel olarak ifade edersek, Rorty’nin karşısına aldığı temel görüş, beklenebileceği gibi, Kartezyen felsefe ve onun merkezinde yatan temsil epistemolojisidir. Rorty’ye göre, Modern Çağ düşünürlerinin deneyimsel bilgiyi “dış dünyanın zihin tarafından bir ayna gibi yansıtılması” şeklinde kavraştırmaları ve buna uygun şekilde kuramlaştırmaları son derece yanıltıcı bir epistemolojik geleneğe ve bütünüyle yararsız bir entellektüel saplantıyla yol açmıştır. Bilgi kuramına eleştirel yaklaşımında Rorty’yi en derinden etkileyen düşünürler Nietzsche, James, Dewey, Wittgenstein, Quine ve Sellars’dır. Hemen dikkat çekeceği gibi, bu düşünürlerin çoğunu ortaklaştıran bir nokta; geleneksel epistemolojiye yönelik eleştirilerinin aslında onların geleneksel felsefeye ve felsefenin kendisine sorun ettiği konulara yönelttikleri daha genel eleştirilerin bir parçası ve uzantısı olmasıdır.

Nietzsche’nin radikal olumsallığı veya “bu-dünyacılığı”, Wittgenstein’ın anlamın ikamet adresini zihinsel-olan’dan gözlemlenebilir-olan’a çevirmesi ve James ile Dewey’in doğru ve gerçeklik konularında getirdiği eylemci yaklaşım Rorty’nin düşünsel çerçevesinin temel taşlarından bazılarını oluşturmuştur. Bu temel taşların birlikte işaret ettiği önemli bir tez; insan bilgisinin zihinsel bir başarı olmaktan ziyade eylemsel ve bağlamsal bir olgu olduğudur. Daha da çarpıcı olarak, insan deneyimi baştan aşağı söylemseldir (discursive). Rorty gibi eylemciliği savunan düşünürlere göre, yapıp-etmelerimizin ve söylemlerimizin dışında kalan her şey ki buna felsefe tarihi boyunca sık sık yaşam-dünyasının ötesine yerleştirilen “Doğru” ve “Gerçek” de dahildir bizim açımızdan boş ve değersizdir. Rorty’ye göre, hem bilginin asıl hedefinin zihinden bağımsız, görüngülerin ötesinde duran gerçeklik olduğunu savunan nesnelci/gerçekçi görüş, hem de bilgimizin zihnin içerikleriyle sınırlı olduğunu savlayan öznelci görüş hatalıdır. Bilgimizin hedefi bizi etkileyen (ve bizim de dönüştürebildiğimiz) dünyadır. O dünyaya biz her zaman önce eylemle yaklaşırız, soyut bir zihinle ve spekülasyon yeteneğiyle değil. Bu açıdan bakıldığında, bizim bilgi alanımıza giren şeyler bizim için bir şekilde yararlı şeylerdir; ve yalnızca bize bir şekilde yararlı olabilecek unsurlar bilgimizin nesnesi olabilirler. (Buradaki “bir şekilde” nitelemesi önemli bir eklemedir çünkü James ve Rorty gibi eylemcilerin savunduğu “işe yarama” kavramı yalnızca öznel ve anlık durumlarla sınırlı değildir. Eylemci yarar genellikle bilişsel, bilimsel ve toplumsal-politik yönleri olan geniş kapsamlı bir kavramdır.)

Bu düşüncelerin önermesel doğru konusunda nasıl sonuçlar vereceğini tahmin etmek zor değildir. Rorty’nin görüşüne göre, insanların gerekçelendirme işlevleri ve eylemlerine aşkın olan bir doğruluk boyutu düşünülemez. Başka bir deyişle, doğruluk ve kanıt kavramları normatif olarak ayrı düzlemlerde bulunamazlar. Toplumsal alanda çok iyi gerekçelendirdiğimiz inançların aslında bilgi olmayabileceğini söylemek; komşularımıza zor anlarında yardımcı olmanın aslında bize ahlaki açıdan doğru görünse bile Tanrı’nın zihnini okuyamadığımız için ahlaki açıdan yanlış olma olasılığının olduğunu söylemek kadar yararsızdır. Her türlü kanıttan bağımsız olan tümcesel doğruluk, yani ancak bir tanrının sonsuz bilgisinin erişiminde olabilecek doğruluk, yalnızca felsefecilerin zihinsel alıştırmalarının konusu olabilecek bir kavramdır. Gerçek insanların irdelemelerine ve araştırmalarına konu olan “doğruluk” ise; devingen, akışkan ve insanların gereksinimlerine göre toplumsal düzlemde her an yeniden yaratılan bir şeydir. Bu epistemo-ontolojik noktalara ek olarak, “felsefecilerin doğrusu”nun toplumsal-politik boyutta da önemli bir sakıncası bulunmaktadır. Totaliter ve baskıcı her rejim ve pek çok dinsel dizge “doğru”nun kendi tekelinde olduğu iddiasıyla gelmiş, farklı olanı ve dönüştürme gizilgücü taşıyanı her zaman bastırıp sindirmiştir. Felsefi doğru, bu anlamda, entellektüel işlevlerin asıl hedefi olması gereken “insanlığın sonsuza dek sürecek düşünsel sorgulamasını ve karşılıklı sohbetini” sona erdirmeye yönelik zararlı bir “kutsal” kavram ve (Nietzsche’nin Tanrı için sarfettiği kelimeleri kullanırsak) sorduğumuz kritik sorulara kaba bir yanıttır. Rorty’nin sempati duyduğu başka bir felsefecinin, Heidegger’in terimlemesi ile; kendimizi doğrunun “sahibi” değil tarihsellik içinde “çobanı” olarak görmek ve insan var oldukça devam edecek bu serüveni dünyeviliği ve eksikliği ile benimsemek kibirli metafizik tavırlarla karşılaştırıldığında hem epistemolojik hem de politik açıdan daha ufuk açıcı bir yaklaşım olacaktır.

Rorty’nin epistemolojiye ve geleneksel felsefeye açtığı savaş yalnızca bilgi kuramı ile uğraşanları etkilemekle kalmamış, genel anlamda, Batı’nın entellektüel yaşamının son 30 yılında önemli bir iz bırakmıştır. Ancak Rorty’ye yöneltilen eleştirilerin ve verilen yanıtların da eşit derecede etkin ve kayda değer olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Rorty’nin “doğru”yu tümüyle gerekçelendirme boyutuna indirgeme çabasına yalnızca geleneksel gerçekçi felsefecilerden değil, yandaşı olan çağdaş eylemcilerden bile tepki gelmiş ve Rorty kısmen haklı bulduğu bu tepkiler ışığında görüşlerinde belli değişiklikler yapmak zorunda kalmıştır. Bu bağlamda Rorty’nin radikal epistemolojik görüşleri üzerinde en büyük “dizginleyici” etkiyi yapanlardan biri, tümcesel doğru temelli bir anlam ve iletişim kuramını savunan D. Davidson olmuştur. Doğru kavramını epistemolojik indirgemeye tabi tutmak istemeyen düşünürlere göre; gerçekçilerin savunduğu “doğru”, bu felsefi akımın hiç yoktan uydurduğu bir fikir değil, sıradan bireylerin normal dilsel iletişimlerinde esas aldıkları ve kullandıkları bir kavramdır. Ancak Rorty gibi gerçekçilik-karşıtlarının itiraz ettiği tam da budur.

Doğru kavramının toplumsal ve siyasal alana etkisi konusunda ise Rorty’ye özellikle politik sol ve radikal feminizm gibi liberalizmi bir anlamda status quo’nun koruyucusu olarak gören muhalif kanatlardan ağır eleştiriler gelmiş, bu düşünürler Rorty’yi politik alanı “de-politize” etmekle suçlamışlardır. Bu bağlamda tartışılan önemli bir nokta, Rorty’nin bir araya getirdiği liberal ve eylemci perspektiflerin ortaya çıkardığı tablonun gerçekten arzu edilir olup olmadığıdır. Eleştirel yaklaşan bazı felsefecilere göre; eğer biz Rorty’nin dediği gibi “doğru yargı” kavramını “irdeleme ve tartışma ortamında dolaşıma girip kabul gören, itirazlar karşısında da inandırıcılığını koruyabilen yargı” ile değiştirirsek bu durum, Rorty’nin iddiasının tam tersine, erk gereçlerini ve iletişim kanallarını elinde tutanların “doğru”yu belirlediği totaliter senaryoların gerçekleşme yolunu açacaktır. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı, eylemciliğin betimlediği ve yücelttiği haliyle özneler-arası fikirsel alış-veriş alanı ne ontolojik ne de siyasal sorularımızı yanıtlama anlamında yeterlidir. Rorty’nin geleneksel (yani mutlakçı) felsefi yaklaşımlara duyduğu tepki anlaşılır bir karşı çıkıştır.

Ancak pek çok yorumcuya göre, Rorty ortaya koyduğu haklı eleştiriden oldukça aşırı bir sonuç çıkarmaktadır. Bu yorumcular, örneğin, nesnellik kavramına zamanın-ruhuna (Zeitgeist) uygun yani geleneksel metafizik görüşlere 19. ve 20. yüzyılda getirilen bazı önemli eleştiriler ışığında “aydınlanmış” bir tarzda yaklaşmakta kusur etmemekle birlikte, Rorty’nin liberal-eylemci tavrının ve “consensus-merkezli” anlayışının nesnelliğin veya düşüncenin normatif boyutunun hakkını tam veremeyeceğini düşünmektedir. Bu yüzden, çağdaş çözümleyici felsefe çerçevesinde fikir üreten bazı gerçekçi düşünürler bu noktaları göz önüne alarak, hem Rorty gibi gerçekçilik-karşıtlarının itirazlarının hakkını veren, hem de gerçekçiliğin temel sezgilerinden vazgeçmeyen kuramlar sunmaya yönlenmişlerdir. Doğruyu ve bilgiyi, farklı kavramsal çerçeveler veya yaşam-dünyaları içinde gerçekleşebilecek nesnel kavramlar olarak tanımlayan bu düşünürler arasında W. Alston, M. Lynch, A. Goldman, ve T. Horgan sayılabilir.
Murat Baç
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:37
AriThmetiCs - avatarı
AriThmetiCs
Ziyaretçi
28 Ocak 2007       Mesaj #4
AriThmetiCs - avatarı
Ziyaretçi

Davranış ve Sosyal Düzen


Davranış sergileyen organik yapılar, genellikle farklı uyarılara göre değişken, otonom veya otomatik tepkiler üretirler. Ancak bu mekanizmaların tümünün akıl içerdiğini söylemek doğru bir sınıflandırma olmayacaktır. Otonom olan, kendi kendine hareket eden, bazı görece basit organizmalar örneğin bir koloninin parçası olan böcekler gibi, yaşam döngülerinin gerektirdiği eylemlere programlanmış gibi görünmektedirler. Herbir karınca otonom hareket eder gibi görününmekle birlikte, her biri aslında koloninin doğal işbölümüne göre farklı bir programa sahiptir. Kimisi işçi olurken, kimisi askerdir. Bu işbölümü onların fiziksel özelliklerine de yansır. Yaprak kesici işçilerin çeneleri aynı şekilde yapılanmıştır. Askerler ise dövüş için özel fiziksel özelliklerle donatılmışlardır. Toprağın altındaki galerilerde istif işi ile uğraşan işçiler küçük ve çeviktir. Şaşırtıcı bir şekilde, hepsi tek bir koloninin içindeki işlere uygun olarak farklı sınıflarda biçimlenmişlerdir. Ve sadece kendi işlerini yaparlar. Feremon denilen bir kimyasal aracılığı ile iletişim kurarak, binlerce karınca, koloninin tek bir vücut gibi çalışmasını sağlar.

Karıncaların bu karmaşık sosyal düzeni, daha gelişmiş bir beyne sahip insan toplumundaki düzene benzetilebilirmi?
İnsanların bilinç ve irade dediğimiz bilişsel fonksiyonları, onların toplumsal düzen içerisindeki rollerini kendilerinin seçmelerini ve böylece kendi dinamiklerini görece kendilerinin tayin etmelerini sağlar. Kısacası, bu roller onların içine doğuştan konmuş minik programlar değildir. İnsan aklının önemli bileşeni olan bilinç, mensup olduğu sosyal ve ekonomik sınıf tarafından yönlendirildiği gibi, insanın atalarının avcılık ve toplayıcılık yaptığı dönemlerden, yani ilk sosyalleşmeye başladığı zamanlardan bu yana kuşaktan kuşağa aktarılan sosyal reflekslerin oluşturduğu şablonların yanında, sosyal ve ekonomik statü kazanmak için aldığı eğitim ve genetik yetilerinin ona sağladığı yönelimleri tarafından oluşturulur. İnsan aklı ile karınca aklı arasındaki fark, insanın özgün iradeye sahip olmasıdır. Karıncalarda ise küçük programcıklardan oluşan ve lego gibi birbirini tamamlayan toplumsal irade, hiç bozulmayan küçük programcıkların birliğinden oluştuğu için, karıncaların ekonomik haklarını talep etmek için grev yaptıkları hiç görülmemiştir. Karınca kolonisinde işler genellikle programlandığı gibi yürür. Sosyal karmaşa ve toplumsal dinamikler gözlenmez. Onların yaşamındaki olumsuz dinamikler, doğanın ritminin bozulması, başka böceklerin veya kolonilerin saldırılarına uğramak gibi kendi döngülerinin dışındaki etkilerdir.

Aklın Evrimi (Gelişimi)
Aklın en gelişmiş türevini temsil eden insan aklı, özellikle de dil kullanmayan ve konuşmayı bilmeyen diğer hayvan türleri ile karşılaştırıldığı zaman, antropolojik ve evrimsel gelişimler açısından da önemli ve büyük farklar içerir. İnsanın evrimi incelendiğinde, insanın sahip olduğu bugünkü zekanın ve dil yetisinin görece hayvan olduğu aşamadan daha sonraki evrim basamaklarında oluştuğu görülmektedir. Yani insan dil yetisi ile birlikte evrilmiştir. Primat dediğimiz iki ayak üzerinde yürüyen insansı hayvanlar, kollektif bilinç geliştirmişlerdi. Bu insansı türler, besin bulmak veya avlanmak için işbirliği yapmışlardı. Bu işbirliği iletişim gerektirmekteydi ve önceleri ilkel sesleri çıkarmak için uğraşan Homo Erectus'un, aynı zamanda ateşi bularak etleri pişirmesi sayesinde çene kaslarının bağlı olduğu kafatasındaki kemik kirişler kayboldu ve kafatası kemikleri inceldi. Bu gelişme Erectus'un beyninin yeni sesler keşfetmesine olanak sağlayacak kadar büyümesini sağladı. Erectus bu ilkel sesleri kollektif yaşamına destek verecek kavramlara bağlayacak kadar akıllıydı. Erectus'un kollektif yaşamı su kenarlarında sazdan kulübeler yapacak, birlikte avlanacak, toplayıcılık yapacak ve alet yapma kültürünü diğerlerine öğretecek kadar gelişmişti.

Dil

Erectus'tan diğer homo türleri ve Homo Sapien'e değin insanın, evrimleşirken, karmaşık ve çok sayıda sesi çıkartabilmek için gırtlak ve akciğerleri de evrimleşmişti. Dili bulana kadar insan görüntüler ve sesler ile düşünmeye devam etmiştir. Bu durum, etkin düşünmeyi engellemekte ve bilginin öğrenilerek diğer kuşaklara aktarılmasına engel teşkil etmekteydi. Dilin icadı, insan aklı için bir dönüm noktasıdır. Dil kullanan insan, olguları ve kavramları kelimeler ile etiketlendirerek, bunları ekler ve takılarla bir cümle kurgusu (sentaks) içine yerleştirdiğinde, dil ile düşünerek yaşadıklarını diğer insanlara anlatabilmeye başladı. Bu ise deneyimin ve öğrenilen olguların kaybolup gitmesini engelledi. Önceleri kuşaktan kuşağa anlatılarak efsaneleşen bilgi, yazının bulunması ile kayıt altına alınarak insanlık deneyimlerinin kültüre dönüşmesini sağlamıştır. İnsanın dil ile düşünmesi sınırlı algısal kavramlar ile düşünmekten çok farklıydı. Dilden önce görüntüler, sesler ve kokulardan oluşan bilgi, artık metodik ve soyut özellikler kazanmaya başlamıştı. Kelimeler ve dil kurgusu ile düşünme hem hızlıydı, hem de çoğaltılabilir özelliğe sahipti. Nihayet soyut kavramları uslamlama yolu ile çoğaltabilecek kadar gelişen insan aklı, çevresinde olan bitenleri, yaşadığı doğal çevreyi, gökyüzünü, yıldızları, neden ve nasıl varolduğunu merak etmeye başlamıştı. Böylece felsefenin ve bilimin varlık sebepleri de ortaya çıkmış oluyordu.

Aklın Niceliği
İnsan aklının niceliksel yanı, ancak 19. yüzyılda insanlığın ilgisini çekmeye başlamıştır. Çünkü bu tarihten önce, felsefe, maddenin, akıl tarafından üretildiği yanılgısını aşamamıştı. Aklın da maddenin oluşturduğu niceliğin sonucu ortaya çıkan bir nitelik olabileceği, insan bedeni ile korkusuzca deneyler yapmaya başlayan cesur insanların din baskısına rağmen yaptığı anatomi çalışmaları sayesinde güçlenen bir şüphe olmuştur. 19. yüzyılın başlarında Gall'ın öncülük ettiği phrenology akımı, aklın niteliksel özellikleri olan zihinsel süreçlerin beyinden kaynaklanan biyolojik bir temeli olduğununu söylemiştir. Bu görüşe göre beyin, tekmerkezli bir organ olmayıp, her biri farklı bir zihinsel süreçle ilintili en az 35 değişik merkezin toplamından oluşmaktadır. Flourens, hayvan beyinlerinin değişik bölgelerini çıkararak bu bölgelerin hayvanın davranışlarıyla ilintisini araştırmış ve bu deneyler sonucunda, zihinsel süreçlerin belli bir bölgeye yerleştirilemeyeceğini, zihinsel süreçlerin beynin bütün bölgelerinin (özellikle de ön beyin) katılımıyla gerçekleştiği sonucuna varmıştır.

Beyin ve davranış arasındaki ilişkiyi tanımlayan üç tane temel model vardır: Birinci model, davranışsal anatomi üzerine oturtulmuştur ve nörobiyolojik sistemler modeli olarak bilinir. Nörobiyoloji, sonraki yıllarda insan davranışları ile beyin aktiviteleri arasında modern tanı sistemlerinin de yardımı ile Gall ve Flourens'in söyledikleri farklı merkezlerin yerlerini beyin üzerinde tanımlamıştır. İkinci model, endokrinolojik-farmakolojik model olarak bilinir. Bu model modern biyolojik psikiyatrinin son yıllardaki en büyük dayanağı olmuştur. Özgün nörotransmitter (sinyal aktarıcı) değişikliklerin psikiyatrik bozukluklar oluşturduğunu varsaymaktadır. Bu bozukluklardan yola çıkarak davranışlar ile beyin fonksiyonları arasındaki bağları araştırmaktadır. Ancak, yüzeysel bir model olduğu için beyindeki biyolojik yapıları ve ilişkileri yani nöron, snaps ve akson potansiyeli gibi yapıları gözden kaçırmıştır. Üçüncü model ise hücresel modeldir. Bilginin sinir hücreleri yani nöronlar arasında iletilmesi sırasındaki hücresel mekanizmalar üzerine odaklanmıştır. Hücresel model, öğrenme ve bellek fonksiyonlarını tanımlama potansiyeline sahiptir. Modern tanı sistemleri, özellikle beynin hassas kesitlerini alabilecek tomografik yöntemler sayesinde, beynin biyolojik yapısı hakkında çok önemli bulgularımız mevcuttur. Beyindeki veri iletiminin elektro kimyasal olduğu anlaşılınca, biyo kimya bilimi verinin iletimi ve saklanması yöntemlerine ilgi göstermiştir.

Ancak felsefe açısından en önemli bulgu, beyinde verinin zannedildiği gibi değişken veya çelişkilere dayanan bir mantıkla işlenmediğiydi. Oysa, fizikteki Kuantum teorisinden kaynaklanan belirsizlik eğilimleri ve diyalektik yaklaşımlarında etkisi ile verinin formel mantıkla açıklanabilecek olgulardan çok daha karmaşık süreçlerle işlendiği sanılmaktaydı. Bu yanılsamanın yapay akıl çalışmaları üzerindeki yansıları bulanık mantık araştırmaları şeklinde olmuştur. Bulanık mantık, klasik bilgisayar bilimindeki bilginin 0 ve 1 (Boole cebiri) şeklinde yani ikili sistem ile işlenmesine karşı çıkmış, bilginin sadece doğru yada yanlışlardan oluşamayacağını, çelişkilere dayalı milyonlarca değişken olasılık ile ifade edilmesi gerektiğini savunmaktaydılar.

Fakat biyokimya, beyinde verinin, nöronların proteinleri sentezlemesi veya dışlaması metodu ile yani, tam da 0 ve 1 ile saklandığını buldu. Formel mantık ile tam uyum içerisinde olan Boole Cebiri, insan beynindeki veri saklamanın matematiğini açıklamaktaydı. Peki, insan beyninde bilgi, temelde doğru ve yanlış gibi keskin bir kabul veya red ile saklanıyorsa, anlaşılamayan veya bu kadar karmaşık bilişsel süreçlere ve nitel uslamlamaya kadar varan ve bilgiyi bulanıklaştıran süreçler nasıl gerçekleşmekteydi?.

Örüntü

Sorunun cevabı, algının çözümlenmesi, örüntü, yüksek bilişsel süreçler ve sembolik mantıkta yatmaktadır. Elbette en basit bir bilgi bile sadece doğru ve yanlış ile ifade edilemez. Bu yanılsamada gözden kaçırılan, bilginin örüntülerden (Pattern) oluştuğudur. 0 lar ve 1 ler, bu pattern' nin sadece bir biriminin var olup olmadığını tanımlar. Örüntünün çok sayıda birimden oluştuğunu düşünecek olursak bir bilgiyi tanımlamak için çok sayıda 1 ve 0 a ihtiyacımız vardır. Bir de tabi bu örüntünün niteliklerini bilmemiz gereklidir. Evrenin ve maddenin yapısını açıklarken, şeylerin sonsuz küçükler ve sonsuz büyüklerden oluşan, kutu içinde kutucuk modeli bir sonsuzluk durumunda olduğunu belirtmiştim. Algının aracı olan gözlem, algı araçlarının tolerans değerleri yüzünden maddeye veya gerçeğe belirli bir kesitten bakar. Görünebilir ışık, 670 Nm - 410 Nanometre genliğinde, 740 THertz – 440 TerraHertz frekansında, 21000 K – 36000 Kelvin ışık ısısı değerleri arasındadır. Oysa tüm diğer frekans değerlerini içeren foton ışınımları, örneğin kızılötesi, morötesi ışınlar veya radyo dalgalarını göz ile algılamak imkansızdır. İnsan algısının bu seçici özelliği, yani alt ve üst değerleri algılayamaması örüntünün (Pattern) tümünü algılamamıza engeldir. İnsan algısı, tıpkı el fenerinin ışığı gibidir. dışa doğru açılan, üçgen şeklinde kısıtlı bir kesittir. Bilgiye ihtiyaç duyduğumuzda algı fenerimizi maddeye doğru doğrultur, fenerimizin ışığında aydınlatabildiğimiz nicelikleri sayarız. Sayılabilir tüm birimsel değerler bilgiye ait örüntünün birer bileşenidirler.

Farklı boyutlardaki örüntülerin kendine özel kuralları olabilir. Bu yüzdendir ki, Newton fiziği güçlü çekim kuvvetleri ve makro kozmosu gayet tutarlı bir şekilde açıklarken, zayıf çekim kuvvetleri ve mikro kozmos için tutarlı bir açıklama getirememektedir. Aynı şekilde Kuantum mekaniği de makro kozmos için uyarlanamaz. İnsan gözünün tolerans eşikleri daha aşağıda ve daha yukarıda olsaydı da örüntünün tamamını algılamakta zorluk çekecektik. Bunun sebebi, örüntünün halı gibi düz ve analitik olmayışındandır. Kozmoslar küre şeklindedir ve birbirini kapsamaktadır. Başka bir deyişle iç içe geçmişlerdir.

Madde, bu küre şeklindeki birbirini kapsayan parçalardan meydana gelmektedir. İnsan algısı sadece kendi madde katmanını algılayabilmesi için hassas bir şekilde ayarlanmıştır. Kendi boyutundaki algılayabildiği tüm büyüklükler, onun çevresindeki örüntünün birimleridir. İşte formel mantık bu birimleri saymak için matematiği kullanır. Sonuçta formel olan algılanabilir olandır. Çıplak gözle görebildiğimiz en küçük birim bir kum tanesi ise, çöl, kum tanelerinden oluşan bir örüntüdür. Matematikte, düzlem noktalardan oluşur diye tanımlanır. İşte algılayabildiğimiz en küçük nokta, onlardan oluşan düzlem örüntüsünün bir birimidir.

Algı ve örüntü arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için, insanın doğal çevresini ele alalım, aslında üç boyutlu örüntülerden oluşan gerçek, göz tarafından iki boyutlu bir örüntü düzlemine indirgenerek algılanır. Bu düzlem retinadır. İç bükey bir düzlem olan retinanın üzerinde 8 milyon ışık konisi ve rod denen 120 milyon optik algılayıcı (foto reseptörler) hücre vardır. Işık ışınları tarafından nesnelerin, yani üç boyutlu örüntünün referansları göze taşınır. Bu referanslar foto reseptorler üzerinde renk, açıklık ve koyuluk gibi farklı nitelikleri ile elektro kimyasal sinyallere dönüşürler. Görüntünün ters oluşmuş bu iki boyutlu hali, nöro transmitterler aracılığı ile beyne taşınırlar ve beyinde proteinlerin sentezlenmesi sayesinde 0 ve 1 içeren yeni bir örüntüye dönüşürler. Gelen stereoskopik örüntü, beyindeki görme merkezleri tarafından derinlik algısı yaratılarak üç boyutlu bir algıya dönüştürülür.

Organizma, üç boyutlu örüntüyü iki boyutlu örüntüye indirgedi. Yani sembolik mantık kullandı. Etrafındaki tüm üç boyutlu örüntüyü anlamaya çalışmadı. Veya tüm bu karmaşayı beynine yüklemek yerine milyarlarca kere milyar atomdan oluşan etrafındaki gerçeklik için çok daha az birimden oluşan yeni bir örüntü yani sembol yarattı. Bütün bu sembollerden oluşan bilgi, ona ekolojik çevresinde hayatta kalması için yeterli olduğu gibi, daha az birim üzerinde işlem yaptığı için hızlı karar vermesini sağlamaktadır.

İlk çağlarda algıladığı gerçeği anlamaya çalışan insan, onu sayarken veya bu gerçekden temellendirerek uslamlama yaparken matematik kullandı. Formel mantığı yarattı. Ancak daha sonraları çıplak gözle algılayabildiği örüntüler ona yetmemeye başladı. Nesnel gerçekliğin arkasındaki ilişkiler onu ilgilendiriyordu. Çünkü aynı zamanda bu bilgiyi ekonomik fayda elde etmek için de kullanacaktı. Böylece teleskobu bularak makro kozmosu incelemeye başladı. Aynı zamanlarda mikroskop ile mikro kozmosu oluşturan yeni örüntüleri farketti. Bu yeni keşfettiği boyutlar ile ilgili matematik kuramları da geliştirmek zorundaydı. Ancak herşeye rağmen insan, evrimin kendisine kazandırdığı pragmatik yaklaşımı sayesinde eline geçen bilgi ile yaşamını kolaylaştıran teknolojiyi yaratmayı da ihmal etmedi.

Sonuçta evrende anlaşılmayı bekleyen sonsuz sayıda iç içe geçmiş örüntü var. (bkz. gerçek / iç içe geçen kutucuklar modeli ve sonsuzluk) Bize çok uzak kutucukların örüntüsünü olağanüstü karmaşık bularak onların ilişkilerini çelişkili buluyoruz. Belki onları algılayacak veya gözleyecek kadar yeterli donanımımız yok, veya onu anlayabilecek yeterince formel bilgiye sahip değiliz. İnsanın gerçek ile macerası, bu iç içe geçmiş kutucukların örüntülerini bir bir anladıkça genişleyen bir süreç olacaktır. Ancak bir kutucuğun mantığını diğer kutucuğa uygulamaya da kalkmamalıyız. Bütün herşeyi açıklayan tek bir teori yok. Bu yüzdendir ki newton fiziği atomaltı parçacıkların davranışlarını açıklamaz. Aynı şekilde kuantum fiziğindeki örüntü de insan ilişkilerine ve sosyal olgulara uyarlanamaz. Çünkü, organik madde ve onun oluşturduğu akıl, sembolik örüntülerden oluşan kendine özgü bir kutucuktur.

Devrim Çamoğlu - Endüstri Tasarımcısı / Araştırmacı
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:38
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Şubat 2007       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

18. BİLGİ TEORİSİ


“Yeni doğruların alışılagelen kaderi, kutsal inançlara aykırılık olarak ortaya çıkmaları ve batıl itikat olarak son bulmalarıdır.” (T. H. Huxley)

Tüm bilimin ve genel olarak akılcı düşünüşün altında yatan temel kabul, fiziksel bir dünyanın var olduğu ve nesnel gerçekliğe hükmeden yasaları anlamanın mümkün olduğudur. Bilimcilerin büyük çoğunluğu, evrenin doğal yasaların hükmü altında olduğunu kabul ederler, Philip Anderson bu olguya işaret ediyor:
Aslında, eğer durum bu olmasaydı, bilimin nasıl var olabileceğini hayal etmek bile güçtür. Doğal yasalara inanmak, evrenin eninde sonunda anlaşılabilir olduğuna inanmaktır: bir galaksinin kaderini belirleyen aynı kuvvetlerin burada dünya üzerinde bir elmanın düşüşünü de belirleyebildiğine; bir elmastan geçen ışığı kıran aynı atomların canlı bir hücrenin yapısını da şekillendirebildiğine; büyük patlamadan ortaya çıkan aynı elektronların, nötronların ve protonların bugün insan beyninin, aklının ve ruhunun ortaya çıkışına yol açabildiğine inanmaktır. Doğal yasalara inanmak, mümkün olan en derin düzeyde doğanın birliğine inanmaktır.

Aynı şey genel olarak insan soyu için de geçerlidir. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, kavrayışımızı derinleştirir ve genişletir, ama böylelikle yeni meydan okuyuşların da önü açılır. Yanıtlanan her soru derhal yeni sorular doğurur. Tıpkı artan bir heyecanla ufka doğru yaklaşmakta olan bir yolcunun, yalnızca, kendisini uzaklardan çağıran yeni bir ufuk keşfetmesi gibi, keşfetme sürecinin kendisi de gözle görülür bir sonu olmayan bir tarzda açılıp gelişir. Bilimciler, “nihai parçacık” araştırması içinde, atomaltı dünyanın gizemlerini gittikçe daha derinden incelerler. Ancak muzaffer bir çığlıkla ufka ulaştıkları her seferinde, bu ufuk inatla daha da uzaklaşır.

İnsanlığın tüm başarılarının ve bilgeliğinin nihai zirvesini temsil ettiğine duyulan inanç, aslında her çağın ortak bir yanılsamasıdır. Antik Yunanlılar Öklid geometrisi temelinde evrenin tüm yasalarını anladıklarını düşünmüşlerdi. Aynı şeyi Laplace da Newton mekaniği hakkında düşündü. 1880’de, Prusya patent bürosunun şefi, keşfedilebilecek olan her şeyin zaten çoktan keşfedildiğini ilân etmişti! Bugünlerde, bilimciler resmi açıklamalarında bir parça daha ihtiyatlı olma eğilimindeler. Böyle olmasına rağmen, meselâ Einstein’ın genel görelilik teorisinin mutlak anlamda doğru olduğu ve belirsizlik ilkesinin evrensel bir geçerliliğe sahip olduğu şeklinde açıkça dile getirilmemiş kabuller yapılmaktadır.
Bilim tarihi insan aklının ne denli tutumlu olduğunu gösterir. Kolektif öğrenme sürecinde gerçekte çok az şey heba edilir. Yanlışlar bile dürüst bir şekilde analiz edildiğinde olumlu bir rol oynayabilirler. Bir düşünce, yeni düşünceleri kutsal inançlara aykırı, yasaklanması ya da cezalandırılması gereken şeyler olarak değerlendiren resmi bir dogma halinde kemikleştiğinde, düşüncenin gelişimi felç olur ve hatta daha da geriye gider. Ortaçağdaki bilimin kederli tarihi bunun yeterli bir kanıtıdır. Simyacıların filozof taşına ulaşma yolundaki çabaları yanlış bir hipoteze dayandırılmıştı, ama yine de önemli keşiflerde bulundular ve modern kimyanın gelişiminin temelini döşediler. Var olmayan bir “zamanın başlangıcı”nı araştırmakla büyük patlama teorisi de, bilimsel açıdan simyacılardan daha güvenilir olmadığını ortaya koymuştur. Yine de, kaydedilmiş ya da kaydedilmekte olan büyük ilerlemelerden kuşku duyulamaz.

Eric J. Lerner’ın doğru bir şekilde gözlemlediği gibi:
Yetkinlikle elde edilmiş ve çözümlenmiş sağlıklı bir veri yığını, esinlendirdiği teori yanlış bile olsa bilimsel bir değer taşır. Diğer teorisyenler, bu bilgiler ilk derlenip toparlandığında hiç de hayal edilmeyen bir şekilde, ondan yararlanmanın yollarını bulacaklardır. Teorik çalışmanın kendisinde bile, bir teoriyi gözlemle karşılaştırmaya dönük dürüst çabalar neredeyse her zaman teorinin doğruluğundan bağımsız olarak faydalıdırlar: Eğer düşüncesi yanlışsa bir teorisyenin canı şüphesiz epey sıkılacaktır, ama bu teoriyi boşa çıkarmak için harcanan zaman, israf edilmiş bir zaman olmayacaktır.

Bilimin gelişimi, başarılı yaklaşıklıklardan oluşan sonsuz bir diziden geçerek ilerler. Her kuşak doğanın işleyişi hakkında temel bir genellemeler dizisine ulaşır ve bu genellemeler gözlenen belli olguları açıklamaya hizmet eder. Bunlar değişmez bir şekilde, “tüm mümkün dünyalarda” her zaman geçerli mutlak doğrular olarak düşünülürler. Ne var ki daha ileri bir sınamada, mutlak değil, göreli oldukları anlaşılır. Ortaya konan kurallarla çelişen istisnalar keşfedilir ve bunlar da sırası geldiğinde bir açıklama talep ederler, ve sonsuza kadar bu böyle sürer gider.

İlk keşifler, ölçekteki her değişikliğin beraberinde yeni olgular ve yeni tür davranışlar getirdiğinin farkına varılmasıydı. Modern parçacık fiziğinde bu süreç hiçbir zaman sona ermemiştir. Her yeni hızlandırıcı, enerji ve hızı arttıkça, bilimin görüş alanına daha küçük parçacıklar ve daha kısa zaman ölçekleri dahil etmekte, bilimsel alandaki her genişleme de yeni bilgiler getirdiği hissini vermektedir.

Peki bu nedenle, tam gerçeği elde etmekten umudumuzu kesmeli miyiz? Soruyu bu şekliyle sormak, doğrunun ve insan bilgisinin doğasını anlamamaktır. Kant bu yüzden, insan aklının yalnızca görünümleri bilebileceğini düşünmüştü. Görünümler dünyasının arkasında asla bilemeyeceğimiz Kendinde-Şey yatıyordu. Hegel’in buna verdiği cevap, bir şeyin özelliklerini bilmenin o şeyin kendisini bilmek olduğuydu. Görünüş ve öz arasında mutlak bir engel yoktur. Kendisini bize duyusal algılarda sunan gerçeklikle işe başlarız, ama orada durmayız. Aklımızı kullanmakla görünüşün ötesindeki öze geçer meselenin gizlerine daha derinden nüfuz ederiz: özelden evrensele; tâli olandan asli olana; olgulardan yasaya.
Kant’ı yanıtlamak için Hegel’in kullandığı terminolojiyi kullanırsak, bilimin ve genel olarak insan düşüncesinin tüm tarihi Kendinde-Şey’in Bizim İçin Şey’e dönüşüm sürecidir. Diğer bir deyişle, bilimin verili bir gelişim aşamasında “bilenemez” olan şey, eninde sonunda araştırılıp açıklanır. Düşüncenin yoluna dikilen her engel yerle bir edilir. Ancak bir problemi çözer çözmez hemen, çözülmesi gereken yeni problemlerle, üstesinden gelinecek yeni itirazlarla karşı karşıya kalırız. Ve bu süreç asla sona ermez, çünkü maddi evrenin özellikleri gerçekte sonsuzdur.

David Bohm bu konuda şunları yazıyor:
Analojimizi daha da ilerletmek için, diyebiliriz ki, doğa yasalarının bütününe ilişkin olarak bu bütünlüğün tam bir kavrayışını bize sunacak yeterli görüşlere ve kesitlere asla sahip olamayacağız. Ama bilim ilerledikçe ve yeni teoriler geliştikçe, farklı açılardan artan sayıda görüşler elde ederiz, her seferinde daha kapsamlı, her seferinde daha ayrıntılı vb. fikirler ediniriz. Verili bir olgular kümesine ilişkin her tekil teori ya da açıklama o takdirde sınırlı bir geçerlilik alanına sahip olacak ve ancak sınırlı bir içerikle ve ancak sınırlı koşullarla yeterli olacaktır. Bunun anlamı şudur, keyfi bir içeriğe ve keyfi koşullara doğru genelleştirilen her teori (tıpkı ele aldığımız konunun kısmi görünümleri gibi) hatalı öngörülere yol açacaktır. Böylesi hataları bulmak, bilimde ilerleme kaydetmenin en önemli araçlarından biridir.

Ne var ki, böylesi hataların keşfedilmesinin eninde sonunda ortaya çıkaracağı yeni teori, eski teorileri geçersiz kılar. Dahası bu, eski teorilerin yetersiz kaldıkları daha geniş bir alanın ele alınmasına olanak tanımakla, bu teorilerin geçerli olduğu koşulların tanımlanmasına da yardım eder (meselâ görelilik teorisi Newton hareket yasalarını düzeltmiş ve böylelikle Newton yasalarının geçerlilik koşullarını tanımlamaya –bu yasaların ışık hızına nazaran düşük hızlarda geçerli olduğunu saptamasına– yardımcı olmuştur). Bu nedenle, herhangi bir nedensel ilişkinin mutlak doğruları temsil etmesini beklemeyiz; böyle olması için, hiçbir yaklaşıklık kullanmadan ve koşulsuz olarak geçerli olması gerekir. Bilakis, bilimin ilerleyişinin, doğa yasalarının, giderek daha temel, daha geniş ve daha kesin kavramların oluşturulduğu bir diziden geçtiğini, bu kavramların her birinin daha eski kavramların geçerlilik koşullarının tanımlanmasına katkıda bulunduğunu görürüz (tıpkı ele aldığımız konu hakkında daha geniş ve daha ayrıntılı fikirlerin, herhangi bir özel fikrin ya da bir fikirler setinin sınırlarını tarif etmeye katkıda bulunması gibi).

Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında Profesör Thomas Kuhn, bilim tarihini periyodik teorik devrimler olarak resmeder, bu devrimler esasen ayrıntılara adanan salt nicel değişimlerden oluşan uzun dönemlere bir nokta koyarlar. Böylesi “olağan” dönemlerde bilim, dünyanın nasıl bir şey olduğu hakkında sorgulanmamış kabuller olan ve Kuhn’un paradigmalar olarak adlandırdığı verili bir teoriler seti çerçevesinde işler. Başlangıçta mevcut paradigma, araştırma için tutarlı bir çerçeve sağlayarak bilimin gelişimini teşvik eder. Üzerinde hemfikir olunan böyle bir çerçeve olmasa bilimciler sonsuza kadar temeller konusunda tartışıp dururlardı. Bilim sürekli bir devrimci ayaklanma durumunda yaşayamaz, en azından toplumdan daha uzun bir süre bu durumda kalamaz. Tam da bu nedenle, devrimler göreli olarak nadir olaylardır, hem toplumda hem de bilimde.

Bir süre için bilim, üst üste çeşitli sonuçlar yığarak bu iyi döşenmiş yolda ilerleyebilir. Ama bu arada, başlangıçta yeni hipotezler ileri sürmeye cüret eden şey, katı bir ortodoksluğa dönüşmüştür. Eğer bir deney mevcut teorilerle çelişen sonuçlar üretirse, bilimciler bu sonuçları gizleyebilir, çünkü bu sonuçlar mevcut düzen açısından yıkıcıdır. Anomaliler artık ihmâl edilemeyecekleri bir noktaya ulaştığında, ancak ve ancak o zaman, zemin yeni bir bilimsel devrim için artık hazır hale gelmiştir. Devrim egemen teorileri yerle bir eder ve daha üst bir düzeyde “olağan” bir bilimsel gelişimin yeni bir dönemine kapıları açar.

Hiç şüphesiz aşırı basitleştirilmiş olsa da bilimin gelişiminin bu şekilde resmedilişi, geniş bir genelleme olarak doğru kabul edilebilir. Ludwig Feuerbach adlı kitabında Engels insan düşüncesinin gelişiminin diyalektik doğasını, hem bilim tarihinden hem de felsefeden örnekler göstererek açıklar:
Bilinişi felsefenin işi olan hakikat, Hegel’in ellerinde, bir kez keşfedildiğinde yalnızca ezbere öğrenilmesi gereken, tamamlanmış bir dogmatik ifadeler toplamı değildi artık. Hakikat bundan böyle bizzat bilgi sürecinin içinde; sözde mutlak gerçeği keşfederek bundan böyle daha fazla ilerleyemeyeceği bir noktaya, artık ellerini kavuşturup, edinmiş bulunduğu mutlak gerçeğe hayranlıkla bakmaktan başka yapacak hiçbir şeyin kalmayacağı bir noktaya hiçbir zaman ulaşmaksızın, bilginin daha alt basamaklarından daha üst basamaklarına doğru tırmanan bilimin uzun tarihsel gelişiminde yatıyordu.
Ve yine:
Diyalektik felsefe açısından hiçbir şey, nihai, mutlak ve kutsal değildir. Her şeyin geçiciliğini ve her şeydeki geçici karakteri açığa vurur; oluş ve yok oluşun kesintisiz süreci dışında, aşağıdan yukarıya doğru sonu gelmez yükseliş dışında, hiçbir şey onun önünde duramaz. Ve diyalektik felsefenin kendisi de, bu sürecin düşünen beyindeki katıksız bir yansımasından başka bir şey değildir. Şüphesiz onun da muhafazakâr bir yanı vardır: Bilginin ve toplumun belirli aşamalarının kendi dönem ve kendi koşulları içinde meşru olduğunun farkındadır; ama ancak o kadar. Bu tarz bir bakışın muhafazakârlığı görelidir; devrimci karakteri ise mutlak –diyalektik felsefenin kabul ettiği tek mutlaklık da budur.

Bilimsel Yöntem Nedir?
İ.Ö. 3. yüzyılda Yunan bilgini Eratosthenes, Siyene’de gün ortasında yere dik olarak saplanmış bir çubuğun gölgesinin olmadığını gördü. Sonra da kendi şehri olan İskenderiye’de, yine yere dik saplanmış bir çubuğun gölgesi olduğunu gözledi. Gerçek bir fiziksel olgunun bu gözlemlerinden dünyanın yuvarlak olduğu sonucunu çıkardı. Daha sonra Siyene’ye, İskenderiye’den olan uzaklığını ölçmesi için bir köle gönderdi. Ardından basit bir geometriyle dünyanın çevresini hesapladı. Bilimin gerçek iş görme yöntemi budur: gözlem, hipotez ve matematiksel muhakemenin bir karışımı. Eratosthenes gözlemle başladı (hem kendinin hem de başkalarınınkiyle). Sonra, bu temelde genel bir sonuç çıkardı, dünyanın eğriliği hipotezi. Daha sonra, teorisine kesin bir biçim vermek için matematikten yararlandı.

İskenderiye biliminin parlak başarıları, Karanlık Çağlarda Hıristiyanlığın yükselişince karartıldı. Yüzyıllar boyunca, bilimin gelişimi Kilisenin ruhani diktatörlüğü tarafından felç edildi. Bilim kendisini ancak dinin etkisinden kurtararak geliştirebildi. Ama yine de tarihin ilginç bir tuhaflığı olarak, 20. yüzyılın sonlarında, bilimi gerilere sürüklemek için kararlı girişimlerde bulunulmaktadır. Her çeşit yarı-dini ve mistik fikirler havada uçuşmakta. Bu tuhaf olgu iki şeyle sımsıkı ilişkilidir. İlkin, işbölümü o denli uç noktalara kadar taşınmıştır ki, artık ciddi zararlara yol açmaya başlamıştır. Dar uzmanlaşma, indirgemecilik ve fiziğin teorik ve deneysel yönlerinin birbirinden neredeyse tamamen ayrılması, en olumsuz sonuçları beraberinde getirmiştir.

İkincisi, bilimi doğru bir yöne yönlendirmeye yardımcı olabilecek yeterli bir felsefe yoktur. Bilim felsefesi berbat bir durumdadır. Şaşırtıcı değil, çünkü hüküm süren “bilim felsefesi” –ya da daha doğrusu kendisine bu sıfatı yakıştıran mantıksal pozitivizm felsefi tarikatı– bilime, içine düştüğü zorluklardan çıkmakta yardım edebilecek felsefelerin en kötüsüdür. Tersine, işleri daha da kötüleştirmektedir. Geçtiğimiz birkaç onyılda, teorik fizikte, doğal dünya olgusuna fazlasıyla soyut ve matematiksel açıdan yaklaşma yönünde artan bir eğilim görüyoruz. Evrenin sözümona başlangıcını yeniden inşa etmeye dönük keyfi girişimlerde durum açıkça budur. 1972’de yazılmış bir makalede Anderson’un işaret ettiği gibi:
Her şeyi basit temel yasalara indirgeme yeteneği, bu yasalardan başlayarak evreni yeni baştan inşa etme yeteneğini beraberinde getirmez. Aslında elementer parçacık fizikçileri bizlere temel yasaların tabiatından ne kadar çok bahsediyorlarsa, bırakalım toplumu, bilimin diğer alanlarındaki gerçek sorunlara o kadar az ilgi duyar görünüyorlar.

Son onyıllarda, “saf” bilimin, özellikle teorik fiziğin, tek başına soyut düşüncenin ve matematiksel tümdengelimin ürünü olduğu önyargısı derine kök salmıştır. Eric Lerner’in işaret ettiği gibi, bu eğilimden kısmen Einstein sorumluydu. Sıkı sıkıya deneye dayanan ve ardından yüz binlerce bağımsız gözlemle doğrulanan Maxwell’in elektromanyetizma yasaları veya Newton’un kütleçekim yasası gibi eski teorilerden farklı olarak, Einstein’ın teorileri başlangıçta sadece iki gözlem temelinde doğrulanmıştı: güneşin çekim alanının yıldızlardan gelen ışığı saptırması ve Merkür’ün yörüngesindeki küçük bir sapma. Görelilik teorisinin doğru olduğunun sonradan anlaşılması, muhtemelen Einstein’ın dehası mertebesinde olmayan başkalarının da, ilerleme kaydetmenin yolunun bu olduğunu kabul etmesine yol açtı. Vakit israfından başka bir şey olmayan deneylerle ve usandırıcı gözlemlerle neden canımızı sıkalım ki? Gerçekten, saf tümdengelim yöntemi aracılığıyla gerçeğe giden yolu bulabiliyorsak, neden duyularımızın tanıklığına bağımlı olalım?

Bilimdeki büyük sıçramanın, bilimin kendisini dinden ayırdığı ve gerçek maddi dünyadan yola çıkarak ve her defasında ona geri dönerek gözlem ve deneye dayandırmaya başladığı Rönesansta gerçekleştiğini unutmamalıyız. Ne var ki 20. yüzyılda idealizme, hem Platonculuğa hem de daha beteri Berkeley ve Hume’un öznel idealizmine kısmen geri dönüş söz konusudur. Tüm tartışılmaz dehasına rağmen Einstein dahi, bu eğilimden kaynaklanan sonuçlara karşı sık sık tepki vermiş olsa bile kendisini bu eğilimden kurtarma yeteneğinde değildi. Kuantum mekaniğinin Heisenberg tarafından ileri sürülen öznel idealist yorumuna karşı inatçı bir artçı eylem yürütmüş olması, onun övgüyü hak eden tarafıdır.

Birçok bilimci gibi Einstein da, felsefenin kendisine hiç el atmadı ve dürüst bir biçimde, büyük bilimcilerin bilimin kötü filozofları olma eğiliminde olduklarını itiraf etti. Bununla birlikte, felsefi ya da yarı-felsefi karakterde birtakım ifadelerde bulunmuştur ki, bu söylediklerinin, sahip olduğu muazzam kişisel prestiji göz önüne alınırsa, birçok bilimci tarafından ciddi bir biçimde –ve maalesef oldukça kötü sonuçlarıyla birlikte– ele alınması kaçınılmazdı. Meselâ 1934’te şöyle yazmıştı:
Görelilik teorisi, teorik bilimin çağdaş gelişiminin temel karakterinin zarif bir örneğidir. Kendisine çıkış noktası olarak aldığı hipotezler, sürekli olarak soyutlaşmakta ve deneyimden uzaklaşmaktadır. Teorik bilimci bir teori arayışında giderek artan ölçüde saf matematiksel, biçimsel akıl yürütmeleri kendisine rehber edinmek zorunda kalıyor, çünkü deneycinin fiziksel deneyimi, onu en yüksek soyutlama alanlarına yükseltemez. Ağırlıklı olarak bilimin gençliğine ait olan tümevarımsal yöntemler, yerlerini farazi tümdengelime bırakıyorlar.

Aslında Einstein’ın kendi teorilerine saf muhakeme ve tümdengelim süreci aracılığıyla ulaştığı doğru değildir. Bilim Denemeleri adlı kitabında da ortaya koyduğu gibi, özel görelilik teorisi Maxwell’in elektrik ve manyetizma üzerine yaptığı çalışmalardan türetilmişti ve bu çalışmalar da Faraday’ın katı deneysel temellerde yürüttüğü çalışmalara dayandırılıyordu. Ancak 1915’te kozmolojiye geri döndükten sonra Einstein, çıkarımlarına ulaşmak için soyut tümdengelim yöntemine geri dönmüştür. Bu noktada, temel hipotezini bir kabul olarak almakla yerleşik yöntemden uzaklaşmıştır, ki bu hipotez, yani evrenin bir bütün olarak homojen olduğu (tüm uzaya eşit bir biçimde yayıldığı) fikri, gözlemlerle de ters düşüyordu.
Bu önermeden yola çıkan Einstein, genel görelilik teorisini uzayın sonlu olduğunu kanıtlamak için kullandı. Bu görüşe göre, verili bir yoğunluğun kütlesi ne kadar artarsa, “uzayı o denli eğriltir”. Yeterince büyük bir kütle, kaçınılmaz olarak, uzayın büsbütün kendi üstüne eğrileceği bir duruma yol açacaktır ki, bu da “kapalı bir evren” doğurur. Bu aslında daha önceleri bilimsel olmadığı için reddedilen ve Ortaçağa ait olan sonlu evren bakış açısına geri dönmek demekti. Ne var ki 1915’te bile evrenin homojen olmadığına dair yeterli kanıt mevcut idi. Teori gözlemle edinilen olgularla çatıştı. Einstein’ın yaşamının son otuz yılında, kütleçekim ve elektromanyetizmanın birleşik bir teorisi uğruna yürüttüğü araştırma, kendisinin de kabul ettiği gibi başarısızlıkla sona erdi.

Ampirizmin Sınırları
Gerçek felsefe Hegel ile birlikte sona ermiştir. O zamandan bu yana, şu ya da bu ayrıntıyı inceleyen, ama gerçek bir kopuş, büyük bir yeni fikir üretmeyen, yalnızca eski düşünceleri tekrarlayan eğilimlere şahit oluyoruz. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Bilimin geçen yüzyıllar içindeki eşi benzeri görülmemiş ilerlemeleri, kelimenin eski anlamıyla felsefeyi gereksiz kılıyor. Evrenin doğası hakkında, bir yanda onun gizemlerini gittikçe güçlenen teleskoplarla, uzay sondalarıyla, bilgisayarlarla ve parçacık hızlandırıcılarıyla açığa çıkartan bir konumda bulunuyorken, spekülasyon yapacak çok az nokta vardır. Tıpkı güneş sisteminin doğasına ilişkin tartışmanın Galileo’nun teleskopu tarafından sona erdirilmesi gibi, teknik alanındaki ilerlemeler de evrenin tarihi sorununu, gelecek kuşaklara çözüm bekleyen yeni sorunlar bırakarak bir sonuca bağlayacaktır.

“Her farklı bilim dalı, nesnelerin ve nesneler hakkındaki bilgimizin büyük bütünlüğü içerisinde kendi konumunu netleştirmek zorunda kalır kalmaz, bu bütünlükle ilgilenen özel bir bilim dalı gereksiz hale gelir” der Engels. “O zaman tüm eski felsefeden bağımsız durumda geriye kalan tek şey, düşünce ve düşünce yasalarının bilimidir: yani biçimsel mantık ve diyalektik. Bunun dışındaki her şey, artık pozitif doğa ve tarih bilimi alanı içine girer.”

Yine de felsefenin, kendisine kalan iki alanda –biçimsel mantık ve diyalektik– oynayacak bir rolü vardır henüz. Bilim gördüğümüz gibi sırf bilgi biriktirmekle ilgili değildir. Düşüncenin aktif müdahalesine hâlâ ihtiyaç duyar, ki olguların iç anlamlarını, onların yasallığını keşfedebilecek olan da yalnızca bumüdahaledir. Hipotezler kurma zorunluluğu devam eder, görünüşte ilişkisiz olgular arasındaki gerçek iç bağıntıları kavramak ve kaostan bir düzen türetmek için, araştırmalarımızı en verimli kanallarda sürdürmemize rehberlik edebilecek olan şey bu hipotezlerdir. Bu ise, hem bilim hem de felsefe tarihinin esaslı bir bilgisini ve eğitimi gerektirir. Amerikalı filozof George Santayana’nın ifade ettiği gibi, “tarihten öğrenmeyenler onu tekrar etmeye mahkûmdurlar”. 20. yüzyıl biliminde mantıksal pozitivizmin etkisinin en ölümcül sonuçlarından biri, geçmişin tüm ekollerinin tıpkı ölü bir köpek gibi değerlendirilmesiydi. Bugün bu tutumun bizi nerelere getirdiğini görüyoruz. Büyük bir mağrurlukla “metafiziği” kapı dışarı edenler, kibirlerinden ötürü cezalandırıldılar. Bilimin tarihinde hiçbir zaman mistisizm bugünkü kadar gemi azıya almamıştır.

Uzun zaman önce Engels’in işaret ettiği gibi, saf ampirik düşünce ekolü, kaçınılmaz olarak buna yol açar:
Olsa olsa matematiksel hesaplama biçiminde düşünmeye müsaade eden salt ampirizm, inkâr edilemez olgularla iş gördüğünü düşünür. Ne var ki gerçekte, büyük ölçüde geleneksel düşüncelerle, öncellerinin büyük ölçüde modası geçmiş düşünce ürünleriyle iş görür, tıpkı pozitif ve negatif elektrik, elektriksel ayırma kuvveti, kontak teorisi gibi. Bunlar ona sonu gelmez matematiksel hesaplamaların temeli olarak hizmet eder, bu hesaplamalarda, matematiksel formülasyonun kuralcılığı sayesinde, öncüllerin farazi tabiatı rahatlıkla unutuluverir. Bu tür ampirizm, çağdaş düşüncenin sonuçlarına ilişkin takındığı tutumda ne kadar şüpheciyse, öncellerinin düşüncelerinin sonuçlarına ilişkin olarak da o kadar bönce bir inanç içindedir. Onun açısından, deneysel olarak saptanmış olgular bile yavaş yavaş onların geleneksel yorumlarından ayrılmaz bir hale gelmiştir... Her çeşit hilelere ve iler tutar yanı olmayan kaçamaklara, uzlaşmaz çelişkileri makul göstermeye başvurmak zorunda kalıyor ve böylelikle de en sonunda kendilerini kaçıp kurtaramayacakları bir çelişkiler karmaşasının içine sürüklüyorlar.

Bilimcilerin, bütünüyle tarafsız olmaları nedeniyle kendilerini toplumdan yalıtmaları imkânsızdır. Hiçbirimiz bir boşlukta yaşamıyoruz. Amerikalı genetikçi Theodosius Dobzhansky’nin söylediği gibi,

Bilimcilerin, genellikle, bir sorun hakkında yeteri kadar olgu keşfetmeyi başarmaları halinde, bu olguların bir şekilde kendilerini dayatıcı ve doğru bir çözüm olarak düzenleyebilecekleri şeklinde safça bir inançları vardır. Ne var ki bilimsel keşif ile yaygın inançlar arasındaki ilişki, tek yönlü bir cadde değildir. Marksistler, bilimcilerin ele aldıkları sorunların, bu sorunları çözmek için giriştikleri yolların ve hatta kabul etme eğiliminde oldukları çözümlerin, içinde yaşayıp çalıştıkları entelektüel, toplumsal ve ekonomik çevreyle koşullandırıldığını iddia ettiklerinde hatalı olmaktan ziyade haklıdırlar.

Bazen Marx ve Engels’in diyalektiği bir çeşit Mutlaklık olarak –insan bilgisinde son söz olarak– düşündükleri iddia edilir. Böylesi bir fikir açıkça çelişkilidir. Marksçı diyalektik Hegelci diyalektikten iki temel yön itibariyle farklılaşır. Birincisi o materyalist bir felsefedir ve bu nedenle kendi kategorilerini fiziksel gerçeklik dünyasından türetir. Doğa sonsuzdur, kapalı değil. Aynı şekilde, hakikatin kendisinin de sonu yoktur ve her şeyi kucaklayan tek bir sistemde özetlenemez. Yadsımanın yadsınması, Engels’in açıkladığı gibi, bir tür gelişme spiralidir; kapalı bir daire değil açık uçlu bir sistem. Hegelci felsefeyle ikinci temel farklılık da budur, Hegel diyalektiği kapalı ve mutlak bir sistem olarak ifade etmeye girişmekle sonunda kendisiyle çelişir.

Marx ve Engels, kullanışlılığı Kapital’in üç cildinde parlak bir şekilde gösterilmiş olan yeni bir diyalektik yöntemin taslağını geliştirdiler. Fakat 20. yüzyıl biliminin muazzam ilerlemeleri, diyalektiğin içeriğini doldurmak, geliştirmek ve genişletmek açısından bol miktarda malzeme sağlamaktadır. Kaos ve karmaşıklık teorisinin daha da gelişmesi böylesi bir gelişimin temelini oluşturabilir, ki bu da hem doğal hem de toplumsal bilimlere muazzam yararlar sağlayacaktır. Bu nedenle diyalektik materyalizmin gelecekte birtakım yeni ve çok daha doyurucu düşünüş tarzları tarafından geçilmeyeceğini söyleyemeyiz. Ama kesinlikle söyleyebiliriz ki, diyalektik yöntem şu ana kadar mevcut olan en ileri, en kapsamlı ve en esnek bilimsel analiz yöntemidir. Bu konuda sözü Engels’e bırakalım:
Dahası, eğer artık böylesi bir felsefeye ihtiyaç yoksa, o zaman herhangi bir sisteme, felsefenin doğal bir sistemine de artık ihtiyaç yoktur. Doğanın tüm süreçlerinin sistematik bir biçimde iç bağıntılı olduğu gerçeğinin kavranılışı, bilimi hem genel olarak hem de ayrıntılarıyla bu sistematik iç bağıntıları baştan aşağı kanıtlamaya iter. Ancak bu iç bağıntılılığın yeterli, geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilimsel teşhiri, içinde yaşadığımız dünya sisteminin kesin bir zihinsel imgesinin oluşumu, bizim için her zaman olduğu gibi imkânsız kalmaya devam eder. Eğer insanlığın gelişiminin herhangi bir çağında dünyadaki –fiziksel olduğu kadar zihinsel ve tarihsel dünyadaki– iç bağlantıların böylesi nihai, kesin ve tam bir sistemi inşa edilmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının kendi sınırlarına ulaşmış olduğu anlamına, ve toplum bu sistemle uyumlu hale geldiği andan itibaren gelecekteki tarihsel gelişmenin askıya alındığı anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Bu nedenle insanlık kendisini şu şekilde bir çelişkiyle karşı karşıya bulur: bir yandan, tüm iç bağlantılılığıyla dünya sisteminin geniş kapsamlı ve ayrıntılı bir bilgisini edinmek zorundadır, ve öte yandan da hem insanların hem de dünya sisteminin tabiatından ötürü bu görev hiçbir zaman bütünüyle tamamlanamayacaktır. Fakat bu çelişki yalnızca iki etkenin –dünya ve insan– tabiatından kaynaklanmamakla kalmaz, aynı zamanda tüm entelektüel ilerlemenin temel kaldıracıdır da ve kendi çözümünü sürekli olarak gün be gün insanlığın sonu gelmez ilerici gelişiminde bulur, tıpkı matematik problemlerinin kendi çözümlerini sonsuz bir dizide ya da sürekli bir kesirde bulması gibi. Gerçekten de, dünya sisteminin her zihinsel görüntüsü, nesnel olarak tarihsel durumla ve öznel olarak da kendi yazarının fiziksel ve zihinsel yapısıyla sınırlıdır ve sınırlı kalır.

Diyalektiğe Karşı Önyargı
Modern bilim, Engels’in “son tahlilde, doğa diyalektik olarak işler” şeklindeki iddiasını bütünüyle doğrulayan bir malzeme bolluğu sunmaktadır. Engels’in ölümünden bu yana geçen yüz yılda bilimin keşifleri bu görüşü bütünüyle doğrulamaktadır. Şöyle yazmıştı Engels:
Doğayı, insanlık tarihini ya da kendi entelektüel faaliyetimizi derinlemesine düşündüğümüzde, gördüğümüz ilk manzara, sonu gelmez bir ilişkiler ve etkileşimler labirentidir, burada hiçbir şey, olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmaz, her şey hareket eder, değişir, varolur ve varlığı sona erer... Dünyanın bu ilkel, naif, ama yine de özünde doğru kavranışı antik Yunan felsefesinin kavrayışıydı ve ilk olarak Herakleitos tarafından açıkça formüle edilmişti: her şey hem kendisidir hem de değildir, çünkü her şey bir akış halindedir, sürekli olarak değişir, sürekli olarak oluş ve yok oluş halindedir.

Bunu Hoffmann’dan bir başka pasajla karşılaştıralım:
Kuantum dünyasında, parçacıklar ardı arkası kesilmez biçimde bir görünür bir kaybolurlar. Boş uzay olarak düşündüğümüz şey, hiçbir yerden çıkagelen ve neredeyse doğar doğmaz gözden kaybolan fotonlarla, gelip geçici elektron-proton çiftleri yaratmak üzere muazzam bir okyanustan kısacık zamanlar için köpükler çıkartarak çıkagelen elektronlarla ve bu karmaşaya katılan çeşitli diğer parçacıklarla kaynayan, dalgalanan bir hiçliktir.

Kaos ve karmaşıklık teorisinin ortaya çıkışı, geçmişin aptallaştırıcı indirgemeciliğine karşı memnuniyet verici bir tepkiyi dile getirir. Yine de Hegel, Marx ve Engels’in ön açıcı çalışmalarına çok az dikkat sarf edilmiştir. Bu şaşırtıcı gerçek büyük ölçüde diyalektiğe karşı çok yaygın önyargıyla açıklanmalıdır. Bu önyargı kısmen Hegel’in ölümünden sonra idealist ekol tarafından diyalektiğin mistik bir tarzda sunulmasına bir tepki olarak, ama esasen diyalektiğin Marksizmle bağlantısı nedeniyle gelişmiştir. Hegel’in diyalektiği “devrimin cebiri” olarak betimlenmişti. Eğer nicelik ve nitelik yasası kimya ve fizik için geçerli kabul edilirse, bir sonraki adım, bu yasayı, statükonun savunucuları açısından en bedbaht sonuçlarıyla birlikte mevcut topluma uygulamak olabilirdi.

Marx ve Engels’in bilimsel eserleri, onların genel olarak devrimci tarih teorilerinden (tarihsel materyalizm) ve kapitalizmin çelişkilerini tahlil edişlerinden ayrılamaz. Bunlar besbelli ki, ekonomik ve politik iktidar tekeline sahip olanlar ve yalnızca gazeteleri ya da televizyon şirketlerini kontrol etmekle kalmayıp aynı zamanda üniversitelerin, araştırma projelerinin ve akademik kariyerlerin kaderini belirleyen para keselerini ellerinin altında tutanlar için çok popüler değildir. Diyalektik materyalizmin, Marx ve Engels’ten tek bir satır bile okumamış insanlar tarafından bilimsel olmayan bir totem olarak reddedilmesi hariç, sistematik bir sessizlikle geçiştirilen bir tabu olması şaşırtıcı mıdır? Elbette bir avuç cesur ruhlu insanın Marksizmin bilim felsefesine katkısı sorununu ortaya attığı doğrudur, ama bu değinmeler bile, genellikle diyalektiğin belli bir bilim alanında geçerli olabileceğini ama genel bir önerme olarak kabul edilemeyeceğini göstermeyi amaçlayan her türlü şerhle sımsıkı kuşatılmış olarak dile getirilmektedir.

Bugünlerde değişim, evrim düşüncesi popüler bilince derinlemesine nüfuz etmiştir. Ama evrim genel olarak, yavaş, tedrici, kesintisiz bir süreç olarak anlaşılmaktadır. Troçki’nin belirttiği gibi, “Hegel’in mantığı evrim mantığıdır. Ancak unutulmamalıdır ki, «evrim» kavramının kendisi üniversite profesörleri ve liberal yazarlar tarafından barışçıl bir «ilerleme» anlamına gelecek şekilde bütünüyle saptırılmış ve hadım edilmiştir.”

Politikada bu yaygın önyargı kendi ifadesini reformist tedricilik teorisinde, yani bugün dünden daha iyidir, yarın da bugünden daha iyi olacaktır anlayışında bulur. Ne çare ki, genel olarak insanlık tarihi ve özel olarak da 20. yüzyıl tarihi toplumsal sürecin bu yatıştırıcı görüşünün savunucularına pek de rahat yüzü göstermiyor. Tarih uzun tedrici değişim dönemlerine tanıklık etmiştir, fakat bu hiçbir şekilde sürekli ve engebesiz bir süreç değildir. Bu süreç her türlü patlamalarla ve felâketlerle kesintiye uğrar: savaşlar, ekonomik bunalımlar, devrimler ve karşı-devrimler. Bunu reddetmek, herkesin doğru bildiği bir şeyi reddetmektir. Öyleyse bu olguları ne gözle göreceğiz? Kolektif çılgınlığın ani, anlaşılmaz patlamaları olarak mı? Tedrici “normdan” arızi “sapmalar” olarak mı? Yoksa bunlar, tersine, toplumsal gelişim sürecinin kopmaz bir parçası olarak; tesadüfler değil, tedrici olarak gelişen ve toplum içinde gözle görülmeyen ve tıpkı yerkabuğundaki fay hatlarında biriken basınçların bir depremle sonuçlanması gibi eninde sonunda kendilerini yüzeye vurmak zorunda olan gerilim ve streslerin zorunlu sonucu olarak mı görülmeli?

Tıpkı Versailles sarayının bahçıvanlarının, şu kaba doğaya klasik geometrinin kurallarını dayatması gibi, doğadan çelişkileri uzaklaştırmaya, onun çıkıntılarını törpülemeye, ona biçimsel mantığın derli toplu kurallarını dayatmaya dönük her girişim başarısızlığa mahkûmdur. Böylesi çabalar belki sinirler üzerinde yatıştırıcı bir etkiye sahip olabilirler, ama gerçek dünyanın kavranması noktasına ulaşmak için baştan aşağı yararsız olduklarını kanıtlayacaklardır. Ve canlı ve cansız doğa için doğru olan şey, tersini kanıtlamaya dönük inatçı çabalara rağmen, bizzat insan toplumunun tarihi için de doğrudur. Toplumun tarihi de aynı eğilimleri açığa vurur: gelişmeyi güdüleyen içsel çelişkiler; farklı sosyoekonomik sistemlerin ortaya çıkışı ve yok oluşu; her büyük tarihsel gelişim kavşağında bekleyen ani ayaklanmalarla, savaşlar ve devrimlerle noktalanan uzun tedrici “evrimsel” değişim dönemleri. Böylesi çarpıcı olgulara, sözümona evrimci “norm”dan arızi, geçici ve talihsiz sapmalar olarak yalnızca omuz mu silkmek gerekir? Yoksa bunlar insanoğlunun ruhuna işlemiş kötülüğün ya da aptallığın reddedilmez kanıtı mıdır?

Eğer durum buysa, o takdirde insanlığın gelişiminin akılcı bir kavrayışına ulaşmaya dönük tüm çabalar bir tarafa bırakılmalıdır. Öyleyse, Roma İmparatorluğunun Gerileyişi ve Çöküşü adlı kitabın yazarı olan Edward Gibbon’un, tarihi, “insanlığın suçlarının, budalalıklarının ve talihsizliklerinin kayıt defterinden fazla bir şey değildir” şeklinde tanımlamasını tekrarlamak zorunda kalırız. Fakat eğer kararlı bir şekilde inandığımız gibi, insanlık tarihi doğanın her yanında gözlediğimiz aynı diyalektik yasalara göre ilerliyorsa (ve insan soyu gelişmenin nesnel yasalarından neden bütünüyle muaf olma istisnai “ayrıcalığına” sahip olma hakkını talep etmek zorunda olsun?), o takdirde insanlık tarihinin yapısı ilk kez bir anlam kazanmaya başlar. Bu tarih açıklanabilir. Hatta bu tarih (karmaşık olguların öngörülmesi, basit lineer süreçler içeren olgularınki kadar düz bir şekilde olmasa bile) belli sınırlar dahilinde önceden kestirilebilir. Bu tıpkı bir depremin ya da hava durumunun önceden kestirilmesine uygulanabildiği kadar, toplumun hareketinin önceden tahmin edilmesine de uygulanabilir. Hiç kimse Los Angeles şehrinin kesin olarak ne zaman feci bir depremin kurbanı olacağını söyleyemez, ancak mutlak bir kesinlikle böylesi bir şeyin bir gün olacağı tahmin edilebilir.

Diyalektiğin geçerliliğini inkâr etmeye dönük en gayretkeş çabalara rağmen, o, en kararlı kara çalmalardan her zaman öcünü almaktadır. Muhafazakâr jeoloji çevreleri, bir zamanlar kibarca gülüp geçtikleri bir gerçeği, kıtaların kaydıklarını, doğduklarını ve öldüklerini kabul etmek zorunda kalmışlardı. Biyologlar, evrimi tedrici, kesintisiz bir uyum süreci olarak gören eski fikirlerinin tek taraflı ve yanlış olduğunu; evrimin felâketli nitel sıçramalar aracılığıyla gerçekleştiğini, bu sıçramalarda ölümün (neslin tükenişi) doğumun (yeni türler) önkoşulu haline geldiğini kabul etmek zorunda kalmışlardı.

Her dönemeç noktasında, doğa bilimleri tarafından sağlanan malzeme bolluğu, bilimcileri diyalektik sonuçları benimsemeye zorlar. Ne var ki hemen ardından, böylesi düşüncelerin potansiyel olarak “devleti yıkıcı” etkilerinin farkına varmaktan fevkalâde rahatsız olurlar. Bu noktada, ayak izlerini silmek amacıyla her türlü mahcup yalanlama ve manevraya başvurmakta birbirleriyle yarış etmeye başlarlar. En sık başvurulan kaytarma yolu, genel olarak felsefeye dair cehaletten dem vurmaktır. Oscar Wilde’ın “ismini söylemeye cesaret edemeyen aşkı” gibi, güneşin altındaki her şey hakkında güzel laflar eden bu yazarlar da, diyalektik materyalizm sözcüklerini telaffuz etmekten büsbütün acizdirler. En iyi durumda, aslında diyalektik materyalizmin kendi dar uzmanlık alanlarında geçerli olduğunu, ama bilimin çok daha geniş alanlarına ya da (Allah göstermesin!) genel olarak topluma hiçbir şekilde uygulanamayacağını söyler dururlar.
Diyalektik bir konuma oldukça yaklaşan kaos teorisinin geliştiricilerinin bile Marksizm hakkında tam bir bilgi yoksunluğu sergilemeleri şaşırtıcıdır. Ian Stewart ve Tim Poston bu nedenle Analog’da (Kasım 1981) şu satırları yazabilmişlerdi:
Demek ki, meselâ Marx’ın kendi tarih yasalarını model olarak üzerine oturtmaya çalıştığı “fiziğin acımasız yasaları” gerçekte hiç mevcut olmadı. Newton’un üç adet topun davranışını önceden kestiremediği yerde, Marx üç insanın davranışını önceden kestirebilir miydi? Büyük sayıda parçacıklar ya da insanlar topluluğunun davranışlarındaki her düzenlilik istatistiksel olmak zorundadır ve bunun çok farklı bir felsefi tadı vardır.

Bu tamamen hedef şaşırtmaktır. Marx hiçbir şekilde kendi tarih modelini fizik yasalarına dayandırmadı. Toplumsal gelişmenin yasaları bizzat toplumun titiz bir incelenişinden türetilmelidir. Marx ve Engels tüm hayatlarını, Kapital’in üç cildinin yüzeysel bir gözden geçirilişinin bile kolayca açığa çıkaracağı gibi, dikkatlice seçilmiş muazzam miktarda ampirik verilere dayananbir çalışmaya adadılar. Yeri gelmişken söyleyelim, hem Marx hem de Engels, genel olarak mekanik determinizme özel olarak da Newton’unkine son derece eleştirel yaklaşmışlardı. Marx’ın yöntemiyle Newton ve Laplace’ın yöntemi arasında şu ya da bu şekilde paralellik kurma çabasının en küçük bir dayanağı bile yoktur.

Kaos ve karmaşıklık teorisi, mevcut toplumun değerlendirilişine ne kadar yaklaşırsa, kapitalizmin çelişkilerinin kavranılışına ulaşma potansiyeli de o kadar artar.
Fakat Birleşik Devletler’de, ideal olan azami kişisel özgürlüktür, ya da (Brian) Arthur’un ifade ettiği şekliyle, “bırakalım herkes kendi John Wayne’i olsun ve kendi silahlarıyla etrafta gezinsin”. Bu idealin ne kadar büyük bir kısmı pratikte tehdit altında olursa olsun, hâlâ efsanevi bir gücü elinde tutmaktadır.

Ancak artan kazançlar bu efsanenin kalbini parçalıyorlar. Eğer az riskli olaylar sizi birkaç olası sonuçtan herhangi birine kilitleyebiliyorsa, o zaman gerçekte seçilen sonuç en iyisi olmayabilir. Ve bunun da anlamı, azami kişisel özgürlüğün –ve serbest piyasanın– tüm olası dünyaların en iyisini üretmeyebileceğidir. Demek ki artan kazançları savunmakla Arthur masum bir şekilde bir mayın tarlasına basmış oluyor. (Brian Arthur bir iktisatçı ve karmaşıklığın teorisyenlerinden biridir.)

Evrimci teori akımına önemli bir katkıda bulunmuş olan Stephen Jay Gould, kendisinin “kesintili denge” teorisiyle diyalektik materyalizm arasındaki paralellikleri açıkça kavramış bulunan birkaç Batılı bilimciden biridir. Panda’nın Başparmağı adlı kitabında şunları söylüyor:
Eğer tedricilik doğanın bir olgusu olmaktan çok Batı düşüncesinin bir ürünüyse, o takdirde bizim kısıtlayıcı önyargılar âlemini genişletmek için, alternatif değişim felsefeleri düşünmemiz gerekir. Örneğin Sovyetler Birliği’nde bilimciler çok farklı bir değişim felsefesiyle eğitilirler: Hegel felsefesinden alınarak Engels tarafından yeniden formüle edilen diyalektik yasalar. Diyalektik yasalar açıkça kesintilidirler. Meselâ “niceliğin niteliğe dönüşümü”nden bahsederler. Bu belki bir put gibi algılanabilir, ama değişimlerin yavaş bir stres birikimini takiben büyük bir sıçrama içerisinde gerçekleştiğini, yani bir sistemin kırılma noktasına ulaşıncaya kadar dayandığı fikrini ileri sürer. Suyu ısıtırsanız eninde sonunda kaynar. İşçileri giderek daha fazla ezerseniz bir devrime yol açarsınız. Eldredge ve ben, Rus paleontologlarının bizim kesintili dengemize benzer bir modeli desteklediklerini öğrendiğimizde büyülenmiştik.

Her şeyden önce paleontoloji ve antropoloji, statükoyu savunanlar açısından potansiyel olarak tehlikeli politik anlamları olan tarihsel ve toplumsal bilimlerden çok ince bir çizgiyle ayrılmıştır. Engels’in işaret ettiği gibi, bu bilimler toplumsal bilimlere ne kadar yaklaşırlarsa, o kadar az objektif ve o kadar fazla gerici hale geliyorlar. Bu nedenle ihtiyatlılığına rağmen Stephen Gould’un diyalektik bir bakış açısına çok yaklaşmış olması umut vericidir:
Yine de, kesintililik bakış açısının, biyolojik ve jeolojik değişimi, rakiplerinden çok daha doğru ve gerçeklikle çok daha örtüşen bir biçimde resmettiğinin kanıtlanabileceğine olan kişisel inancımı itiraf edeceğim; yalnızca kararlı bir durumdaki karmaşık sistemlerin hem yaygın hem de değişime son derece dirençli olmalarından ötürü olsa bile.

Geçen yüzyılda, Marx ironik bir biçimde, doğa bilimcilerin çoğunun “utangaç materyalistler” olduklarına işaret etmişti. 20. yüzyılın son yarsında hâlâ büyük bir paradoks yaşıyoruz. Marx’ın ya da Hegel’in tek bir kelimesini bile okumayan bilimciler, bağımsız bir şekilde, diyalektik materyalizmin birçok düşüncesine kendiliklerinden ulaşmışlardır. Yürekten inanıyoruz ki, bilimin gelecekteki gelişimi diyalektik yöntemin önemini doğrulayacak ve buna öncülük edenler eninde sonunda mahrum edildikleri itibara kavuşacaklardır.

Stalinist Karikatür
Geçmişte Marksizmin düşüncelerine yaklaşan birçok insanın önündeki ciddi engel Stalinizmin temsil ettiği karikatürdü. Bu karikatür çelişkili bir rol oynadı. Bir yandan, Sovyetler Birliği’nde ulusallaştırılmış planlı ekonominin muazzam başarıları Batıda birçok işçiyi ve entelektüeli güçlü bir biçimde cezbetmişti. İngiltere’deki meşhur biyolog J. B. S. Haldane gibi en parlak bilimciler Marksizmi benimsediler ve onu umut verici sonuçlarla birlikte kendi alanlarına uygulamaya başladılar. Bilimin en son keşiflerini anlaşılabilir bir dille açıklamaya dönük çabalardan oluşan çok sayıda çalışma ortaya çıktı. Sonuçlar değişkendi, ama yine de bu literatür popüler tüketim için üretilen bugünkü mistikleştirici yazılara nazaran son derece tercih edilebilir bir literatürdü.

Hiç şüphe yok ki, Rusya’daki kültürün, eğitimin ve bilimin emsalsiz ilerlemeleri yalnızca uluslararası işçi hareketi açısından değil, Batıdaki en iyi entelektüeller ve bilimciler açısından da bir referans noktası olarak hizmet görmüştür. Bu başarılar, eninde sonunda onun temelini oyan tüm devasa bürokratik çarpılmalara rağmen, ulusallaştırılmış planlı ekonominin potansiyelini ortaya koydu. Bu başarılar bugünkü durumla büsbütün bir tezat oluşturuyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışı ve “piyasa ekonomisi” doğrultusunda ilerleme çabası, üretici güçlerin ve kültürün korkunç bir çöküşü sonucunu üretti. Birdenbire, planlı ekonomi düşüncesine, Marksizme ve genel olarak sosyalizme karşı dünya ölçeğinde muazzam bir ideolojik karşı saldırıya girişildi. Sosyalizmin düşmanları, Marksizmin adını karalama çabalarında Stalinizmin işlediği suçlardan yararlandılar. İnsanları, devrimin bir işe yaramadığına ve sonuç olarak büyük bankaların ve tekellerin egemenliğini kurmanın, kitlesel işsizliği ve düşen yaşam standartlarını kabullenmenin daha iyi olacağına ikna etmeyi hedefliyorlar, çünkü diyorlar “başka bir alternatif yok”.

Gerçekte Rusya’da yıkılan şey sosyalizm değil, sosyalizmin bürokratik bir karikatürü idi. Totaliter ve bürokratik bir sistem, Lev Troçki’nin 1936’da açıkladığı gibi, ulusallaştırılmış planlı ekonomi rejimiyle bağdaşmaz. Böyle bir ekonomi, tıpkı insan vücudunun oksijene ihtiyaç duyması gibi demokrasiye gereksinim duyar. Tüm nüfusun her düzeyde aktif ve bilinçli bir katılımı olmaksızın, tam bir eleştiri, tartışma ve ifade özgürlüğü olmaksızın, bu tip bir ekonomi kaçınılmaz olarak bir bürokrasi karabasanına, yozlaşmaya, kırtasiyeciliğe, budalaca bir beceriksizliğe ve kötü yönetime yol açacaktır ki, tüm bunlar da en sonunda planlı ekonominin temelini oyacaktır. Eski Sovyetler Birliği’nde olup bitenler, tam da on yıllar önce Marksistlerin öngördüğü gibi gerçekleşti.

Stalinizmin totaliter rejimi, kendisine eşlik eden kaçınılmaz yol arkadaşlarıyla birlikte, yozlaşma, konformizm ve dalkavuklukla birlikte, bilim ve sanat alanlarında en olumsuz sonuçları doğurmuştu. Ekim devrimi ve onunla birlikte gelişen ulusallaştırılmış planlı ekonominin eğitim ve kültüre verdiği muazzam itilime rağmen, bilimin özgürce gelişimi, boğucu bürokratik rejim tarafından zapturapt altına alındı. Bilim ve sanat, entelektüel bir özgürlük atmosferinde gelişmeye, düşünce, konuşma, düşüncelerini açıklama ve hata yapma özgürlüğüne toplumun diğer kesimlerinden çok daha fazla ihtiyaç duyar. Böylesi koşulların yokluğunda, yaratıcı düşünce solup gidecek ve sonunda ölecektir. Bu nedenle Amerika ve Japonya’daki toplam bilimci sayısından daha fazlasını barındıran SSCB (ve hepsi de yetenekli bilimcilerdi), Batıdakilerle aynı sonuçları elde edemezdi ve tüm alanlarda yavaş yavaş onların gerisine düşmek durumunda kaldı.

Marksizme ilişkin tüm yanlış anlayışı oluşturan şeylerden biri, onun Stalinistler tarafından ortaya konuluş biçimiydi. Rusya’daki egemen elit, hiçbir alanda düşünce ve eleştiri özgürlüğüne tahammül edemiyordu. Bürokrasinin elinde Marksist felsefe (onların adlandırdıkları şekliyle “diyamat”), önderliğin her türlü manevrasını mazur göstermek için kullanılan tam bir dogma ya da bir çeşit sofizm halinde çarpıtıldı. Lefebvre’nin aktardığına göre işler o denli kötü bir noktaya varmıştı ki, Sovyet ordusunun yüksek kurmayı, askeri akademilerin müfredat programına biçimsel mantık derslerinin tekrar konulmasında ısrar etmişti. Çünkü “diyamat” denilen şeyin öğretmenleri utanç verici bir kafa karışıklığına yol açmışlardı. Mantık dersleri en azından harp okulu öğrencilerine muhakemenin ABC’sini öğretecekti. Bu küçük olay Stalinistlerin “Marksizm”inin karikatür doğasını açığa vurmak için yeterlidir.

Stalin döneminde bilimciler, Lisenko’nun genetik “teorisi” gibi bürokrasinin çıkarlarına denk düşen ve hiçbir bilimsel temeli olmayan birçok yanlış teoriyi olduğu kadar, bu katı ve cansız karikatürü de hiç sorgulamaksızın kabul etmek zorunda bırakıldılar. Bu durum bilim çevrelerinde diyalektik materyalizm düşüncesini belli ölçülerde gözden düşürdü ve diyalektik yöntemin farklı bilim alanlarına verimli ve yaratıcı bir şekilde uygulanmasını engelledi. Oysa diyalektik yöntemin bu olumlu tarzda uygulanışı, hem bizzat bilimde hem de Marx ve Engels’in bir taslak halinde açıklayıp, geliştirilmesi ve ayrıntılandırılmasını gelecek kuşaklara bıraktıkları felsefi düşüncelerinin derinleştirilmesinde ciddi ilerlemeleri olanaklı kılabilirdi.

Altmış yıldan fazla bir süre boyunca, Sovyet devletinin elindeki tüm kaynaklara rağmen, bürokrasinin, Marksizmin teorik cephaneliğine tek bir orijinal fikir dahi eklemekten aciz oluşu Stalinist rejimin suçudur. Güçlü bir sanayi ve teknoloji yaratan ulusallaştırılmış planlı ekonominin muazzam avantajlarına rağmen, British Museum’un kütüphanesinde tek başına çalışan Karl Marx’ın keşiflerine yeni şeyler eklemekten aciz olduklarını kanıtladılar.

Her şeye rağmen, planlı ekonominin faydaları birçok alanda göze çarpan ilerlemeyi mümkün kılmıştır ve bugünkü propaganda bombardımanı bu olgunun üstünü örtmek istemektedir. Dahası, bilimcilerin diyalektik yöntemi farklı alanlara uyguladıkları yerlerde ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Bu özellikle kaos teorisinde görülmektedir ki, bu alanda hiç şüphesiz diyalektik materyalizmden etkilenmiş Sovyet bilimciler Batının en azından yirmi yıl ilerisindeydiler. Kaos teorisindeki ilk araştırmaların Sovyetler Birliği’nde yapıldığı ve bunun bağımsız bir şekilde aynı sonuçlara çıkan Batılı bilimcilere bir itki sağladığı ve onların görüşlerinin de dönüp, kaos konusundaki Sovyet araştırmalarının daha da gelişmesini teşvik ettiği gerçeği genellikle kavranmış değildir. Gleick’ın itiraf ettiği gibi:
Birleşik Devletler’de ve Avrupa’da kaosun filizlenmesi bir taraftan Sovyetler Birliği’nde buna paralel olarak yürütülen çalışmalar için ilham kaynağı olurken, diğer taraftan da büyük çapta şaşkınlığa sebebiyet veriyordu, çünkü bu yeni bilim oldukça büyük bir bölümü itibariyle Moskova için pek o kadar yeni sayılmazdı. Sovyet matematikçileri ve fizikçileri kaos araştırmalarında A. N. Kolmogorov’un ellili yılardaki çalışmalarına kadar uzanan köklü bir geleneğe sahiptiler. Üstelik başka yerlerde matematik ve fizik birbirinden kopmuşken, Sovyetler Birliği’nde bu iki bilim dalı birlikte çalışma geleneğini ayakta tutmayı başarmıştı.
Son düzenleyen Safi; 6 Ağustos 2017 19:41

Benzer Konular

21 Temmuz 2013 / ahmetseydi Akademik
26 Haziran 2018 / virtuecat Fizik
1 Temmuz 2011 / Misafir Psikoloji ve Psikiyatri
11 Haziran 2016 / tersinim Akademik
2 Ekim 2008 / Asi-BeL Taslak Konular