Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ağustos 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsanlığın İlerlemesi

Aristoteles insanı "siyasal bir hayvan" olarak tanımlarken onu, bilinçli bir işbirliği durumunda bulunan bir topluluğun bir üyesî olduğunu düşünüyordu. Burada insanlığı belirleyen "bilinçlilik" ve "işbirliği" zaman içinde değişen şeyler olmadığına göre, bu yönden tanımlanan insanın da, en azından özü bakımından, zaman içinde değişmediğini kabul etmek gerekiyor.
Gerçekte Aristoteles'in insanlar arasındaki eşitsizliklerin de insanlığın özünde bulunduğunu, bunların da zaman içinde değişmeyeceğini düşündüğü anlaşılıyor. Çünkü ona göre kimi toplumlar başka toplumların, özellikle de Barbarlar Yunanlıların kölesi olmak üzere yaratılmışlardı. Böylece Aristoteles, bütün hayvan ve bitki türleri gibi değişik insan türlerinin de kendi zamanında nasılsalar her zaman öyle olduklarını, gelecekte de öyle kalacaklarını düşünmüştür.
Bu görüşün temelinde bulunan "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramı da, felsefede Aristoteles'ten kalan birçok kavramlar gibi günümüze dek süregelmiştir. Ortaçağın belirleyici düşünce dizgesi olan ve büyük ölçüde Hıristiyanlığın etkisinde bulunan Skolastikte ile bu; Tanrı'nın yarattığı ya da özünde değişmeyen insan kavramının sürüp gitmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Öte yandan çağdaş felsefenin kurucusu olduğu kabul edilen Descartes'ta da bu konuda bir değişiklik bulunduğu söylenemez.
İnsanın ruh ve beden olarak iki aynı tözden oluştuğunu kabul eden Descartes'çı düşüncede salt insansal niteliklerin taşıyıcısı olan ruhun maddesel bir varlığı olmadığına göre onun zaman içinde, gelişmek şöyle dursun, en küçük bir değişme göstermesi bile olanaksızdır. Kant da insanın insansal niteliklerle ilgili yanının nedensellik ve doğal zorunluluk alanının dışında kaldığını kabul ettiğine göre onun bakımından da insanın insan olarak bir değişme ya da gelişme göstermesi olanaksızdır. '
Bu konuda asıl ilginç olan, deneyci filozofların da insanın, bilgi edinme gücü gibi, yaşamsal önemdeki bir niteliği bakımından bir gelişme göstermediğini kabul etmiş görünmeleridir. Gerçekten, bilginin şu ya da bu yoldan ideye dönüşmesiyle edinildiğini öne süren bu filozoflar da bilgi edinme gücü bakımından bütün zamanların insanlarının aynı düzeyde bulunduğunu 'kabul etmiş oluyorlardı.
Böylece, Taş Devri öncesinin hayvana çok yakın olan insanıyla günümüz insanı arasında ilerleme bakımından bir ayrımın bulunmadığı türünden inanılmaz bir görüşü açık ya da örtülü biçimde öne sürmüş
Olan bir dizi felsefe öğretileri karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak bunların dışında ilerleme konusunu özel olarak ele alan filozoflar da vardır.
Sözgelimi Rönesans’ın hümanistleri "şimdi"ye göre çok üstün olan bir "geçmiş"e inanıyorlardı. Eski Yunan ve Roma hayranlığı şöyle bir soruya neden olabiliyordu: 17. Yüzyıl sonlarında bir yazar Yunan ve Roma'nın büyük yazarlarınınkine eşit, belki de onlardan üstün, yapıtlar verebilir mi? Bu soru hümanistlerin, çok uzun bir zaman bölümü içinde bile insanlıkta ilerleme bir yana, bir gerileme görülebileceğine inandıklarını belirtiyor.
Fransız filozofu Turgot (1727–1781) "insanlığın sonsuz değişimi ve bundan gelen yetkinleşme" durumundan söz ediyor. Fakat yetkinleşmenin tanımını vermediği gibi bunun nasıl gerçekleştiğini de göstermiyor. Turgot'nun "Tutku ve yanılgı, felâket ve dert bile insanlığın gelişmesine katkıda bulunur" ya da "Gerçekte insanın hırs ve kötülükleri, savaşların barbarlıkları, etki bakımından ne kadar kötü görünürse görünsün, genellikle insanı kötülük ve bayağılıktan kurtarır" biçimindeki görüşlerinin de gelişmenin ne olduğu konusuna bir ışık serptiği söylenemez.
Hegel'e göre insanın gelişmesi "insan" ideasının açılarak kendini daha iyi bilmesi ve bu yoldan özgürleşmesidir. Böylece, insanlığın ilerlemesini kesin bir olgu durumu olarak ilk ortaya atan filozofun Hegel olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilerlemeyi bir "mutlak zihin"in kendini gerçekleştirmesi olarak açıklamaya çalışan ve tarihsel maddecilerin de, değişik bir görünüş altında da olsa, olduğu biçimiyle kabul ettikleri bu görüşün tam da "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramının sözde felsefi bir biçime sokulan bir anlatımından başka bir şey olmadığı açıktır.
Öte yandan tarihsel olayların biricikliğini kabul ederek yola çıkan Dilthey da bu olayların tarih içinde değişmeleri üzerinde durmuştur. Ancak Dilthey'a göre bu olaylar arasında bir ilerleme bağlantısı bir yana, herhangi bir bağlantıdan bile söz edilememesi gerekir. Bir olayın biricik olduğunu söylemek onunla ilgili bir şey bilmenin olanaksız olduğunu kabul etmek demektir.
Böylece, Taş Devri insanına bakışla günümüz insanındaki apaçık ilerlemeyi görebilen, görmüş olsa bile bunun inandırıcı bir açıklamasını yapabilen bir tek düşünürün ortaya çıkmamış olması gibi şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Önce bu durumun bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Böyle bir duruma düşülmesinin nedeninin hemen görülebileceğini sanıyorum. Gerçekten, insanın zaman içinde ilerleyip ilerlemediği konusunu ele alan düşünürlerden hiç birinin "insan"ın ve "ilerleme"nin ne olduğu üzerinde düşünmemiş olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan ben konuya, önce "insan" kavramını, ardından da "ilerleme" kavramını tanımlayarak gireceğim.
İnsan, içgüdü ve koşullu tepkelerinin yönetiminde davranan hayvan karşıtı olarak, nasıl davranacağına kendisi karar veren ve bu yönüyle özgürlüğünü elde etmiş olan varlıktır. Bunun bilimsel açıdan karşı çıkılamayacak bir tanım olduğu, insanın başka özsel niteliklerinin de bulunabileceği öne sürülse bile, yalnızca böyle bir özgürlüğün insanın insan olması için yeterli olduğu açıktır.
Nasıl davranacağına kendisi karar veren insan nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını önceden görebiliyor demektir. İnsanın bu önceden- görme gücü iki şeyden birinin ortaya çıkışının ardından, ötekinin de ortaya çıkacağını yani iki şeyin sürekli birlikteliğini görme gücüdür ki buna `bilgi' adını veriyoruz. Buna göre insan; bilgisiyle özgürleşmekte ve bu yoldan da insanlık düzeyi bakımından yükselmektedir.
Böylece insanın, bilgisi arttığı ölçüde özgürlük ve bu yoldan da insanlık düzeyi yükselecek demektir. Bir insan için insanlık düzeyinin yükselmesinin onun ilerlemesi anlamına geldiği açıktır. Öte yandan, zaman içinde in- sanlığın deneyim ve deneylerinin sürekli olarak artmasıyla bilgisi de sürekli olarak artacağından, ilk bakışta insanlık için ilerlemenin doğal hatta kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmek gerekirmiş gibi görünüyor:
Ancak bu konuda tam bir açıklığa erişebilmek için insan ve ilerleme kavramları üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Önce "ilerleme" kavramını ele alırsak, ilk bakışta bir değer yargısı, gibi görünen ilerlemenin gerçekte yalnızca bir durumun değişme yönünün anlatımı olduğunu görüyoruz. Öyle ki, bir hastalığın da ilerlediği söylenebilir. Yani ilerleme, kendisinden yola çıkılan durumdan daha iyi değil daha yoğun olan bir duruma doğru gitmektir.
Demek ki insanlığın ilerleyip ilerlemediğini sormak, insanlığın özsel niteliği olan özgürlüğün artıp artmadığını sormaktır. Özgürlüğün bilgi artışına koşut olarak arttığını biliyoruz. Bilgi deney ve deneyimlerle elde edildiği- ne, deney ve deneyimler de sürekli arttığına göre; insanların özgürlüğü ve bu yoldan da insanlığı sürekli artacak demektir. Bu da insanlığın, az ya da çok hızlı olarak sürekli ilerlediği anlamına gelir.
Ancak, insanlığın ilerleme sorununu bir çözüme bağlamış gibi görünen bu sonucun birçok yeni sorunları da birlikte getirdiği göz ardı edilmemelidir. Önce insanlığı özgürleştiren bilginin kimin bilgisi olduğu sorusunu yanıtlamak gerekiyor. İlk bakışta her insanın kendi bilgisi ölçüsünde insanlaştığı sanılabilirse de, tek tek insanların bilgisinin kendilerini ilerletme bakımından çok yetersiz kaldığı görülebilir
Bilginin insanı özgürleştirmesi genellikle özgürlük araçları üretimine olanak sağlaması yoluyla gerçekleşir. Oysa her türlü üretim ancak bir grup insanın işbirliği ile gerçekleşir.
Bu bir grup insanın üretim sırasında yararlandıkları araç ve gereçlerle, bunların üretiminde kullanılan ve' böylece en basit doğal öğelere dek giden üretim aşamalarında, bu gün için bütün dünya insanlarının diyemesek bile, bir toplumun bütün insanlarının katkısı vardır.
Bir toplumun insanlarına istedikleri zaman istedikleri yere kolayca gidebilme özgürlüğü sağlayan bir otobüsün içinde bulunanlardan birçoğu bu otobüsü yapmak şöyle dursun onu işletmeyi bile bilemez.'Yalnızca istedikleri yere gitmek için o otobüsten yararlanabileceklerini bilmek o yolcuların bu alandaki özgürlüğünü sağlamak için yeterlidir. Buna karşı o toplumun birçok üyeleri o otobüsün yapımına bilgileriyle katkıda bulunmuşlardır.
Böylece her toplumun, üyelerinin değişik alanlardaki bilgilerinin bileşiminden oluşan ve o toplumun değişik alanlardaki başarılarında kendini gösteren bir bilgi düzeyi vardır. Doğal olarak bir toplumun bilgisinin ürünü olan başarılar yalnızca araç ve gereç üretiminde değil, çocukların eğitim ve öğretiminde, yasaları yapılmasında ve başta Etik ve Hukuk olmak üzere değişik alanlarda yürürlükte olan kurallarda da kendini gösterir.
Buna göre her toplumun, kabaca da olsa, insanlıktaki ilerleme derece- sini belirleyen bir bilgi düzeyinin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu "toplumsal bilgi düzeyi"nin felsefede zaman zaman kimi durumları açıklamakta kullanılan "öznelerarası us"a benzediği düşünülebilir. Ancak her insanın ne zaman, nereden, nasıl ve ne ölçüde edinmiş olduğu anlaşılamayan bireysel usların gizemli bir bileşiminden oluştuğu kabul edilse bile kendisini nerede ve nasıl gösterdiği anlaşılamayan öznelerarası usun herhangi bir soruna gerçek bir çözüm getirmesinin olanaksız olduğu açıktır. Buna karşı toplumsal bilgi düzeyi toplumuz her başarısında kendini gösteren ve yine toplumun ilerleme derecesiyle ilgili hemen her soruyu yanıtlayabilen bir toplumsal özelliktir.
Her toplumun gelişmişlik düzeyinin belirlenmesindeki tartışılmaz önemine karşın bilgi düzeyinin yine de toplumun gelişme ya da ilerleme düzeyinin tek belirleyicisi olduğu söylenemez. Kimi yanlış bilgiler bir toplumun ilgili konulardaki gelişmişlik düzeyinin yükselmesini önlemekle kalmayıp aşağıya da çekebilir. Fakat yanlış bilgiler arasında toplumun gelişmişlik düzeyini düşürme bakımından en etkili olanları `inanç' adı altında yerleşik bir biçim almış olanlardır.
Felsefede inançlar konusu hemen hiç işlenmediği için burada inançların nereden ve nasıl geldiği ve insanlar üzerinde nasıl olup da böylesine etkili olduğu konularında ayrıntılı açıklamalar yapabilecek durumda değiliz. Ancak özellikle bilgi düzeyi düşük olan toplumlarda ya da insanlığın bilgi düzeyinin düşük olduğu çağlarda insanları bilgiden çok inançların yönettiği söylenebilir.
İnsanlığın ilkel dönemlerinde yalnızca bitkilerle hayvanların değil doğadaki bütün nesnelerin canlı olduğuna inanılıyordu. Doğa olayları konusundaki bilgilerin yok denecek kadar az olduğu zamanlarda insanların mutluluk ya da mutsuzluklarının doğaüstü güçlerin yönetiminde gerçekleştiğine, Ayın, Güneşin ve yıldızların insanlığın yazgısını belirlediğine inanılıyordu.
Yakın tarihlere gelinceye dek özellikle insanlar arasındaki ilişkilerin bilgiden çok inançların etkisi altında gerçekleştiği söylenebilir. Öyle ki, insanların salt çıkar hesaplarına göre belirlenmiş gibi görünen davranışları gerçekte çıkarlarının öyle davranmakta olduğu inancının etkisi altında ortaya çıkıyordu.
Yine de insanlık tarihinin bu bakımdan bir ilerlemenin tarihi olduğu söylene6ilir. İnsanlığın deneyim ve deneyleri, bu yoldan da bilgisi, arttıkça hem doğa karşısındaki özgürlüğün artışıyla dolaysız yoldan hem de inançların geriletici gücünün azalmasıyla dolaylı yoldan sürekli bir ilerleme ger- çekleşmektedir. Yüz binlerce yıl boyunca ilerlemenin göze görünmeyecek kadar yavaş olmasının nedenini, başlangıç döneminde bilgi artış hızının çok yavaş olmasında aramak gerekir.
Öte yandan, insanlığın bu ilerleme sürecini Hegel'cilerin, hatta Marksistlerin düşündüğü gibi doğadaki evrensel ilerlemenin bir bölümü olarak düşünmenin doğru olmadığı da unutulmamalıdır. Evrenin dünyanın bulunduğu bölümünde gerçekleşmiş olan Kaostan Kozmosa geçişte bir ilerleme olduğu söylense bile bu, insanın bakış açısından ve "canlıların ortaya çıkmasına yönelik" bir ilerleme olabilir.
Üstelik bu türden bir ilerlemede bir amacın bulunmadığı da açıktır. Gerek ilerlemenin her aşamasındaki değişmeler gerekse insanlığın ortaya çıkışı tümüyle rastlantıların ürünüdür. İnsanlığın, deneyim ve deneylerinden sonuçlar çıkararak bilgisini artırması bir amaca yöneliktir ve bir katastrof sonunda insanlık yok olmadıkça ilerlemenin süreceğini önceden görme olanağı vardır. Oysa doğadaki, ne yoldan olursa olsun, herhangi bir ilerleme ancak gerçekleştikten sonra gözlemlenebilir.
İnsanlığın ilerleme hızıyla bilginin artış hızı arasındaki bağlantı 17. Yüzyılın başlarında Avrupa'nın batısındaki toplumlarda çarpıcı bir biçimde kendini göstermeye başlamıştır. Bu tarihte İngiltere'de R Bacon'la İtalya'da G. Galilei bilginin ne türden deney ve deneyimlerle elde edileceğiyle ilgili olarak yeni kural ve kurallar ortaya atmışlar ve uygulamayı da başlatmışlardır.
O tarihten sonra önce Avrupa'nın o bölümünde, sonra da dünyanın başka bölümlerinde öylesine büyük değişmeler görülmüştür ki bunların ortak tabanının bilgi edinme yöntemleriyle ilgili yeni buluşlar mı yoksa öteki değiş- melerden biri mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülebilir. Ancak bilimsel gelişme konusu üzerinde biraz düşünüldüğünde değişmelerin ortak tabanını görmek zor olmayacaktır.
Gerçekten 17. Yüzyılın başlarından önce günümüz anlayışına uygun kurallar koyan ya da buluşlar yapan bir bilim insanı bulabilmek için İ.Ö. 200 yıllarına yani Arkhimedes'e dek geıri gitmek zorunda kalıyoruz. Oysa yalnızca Galilei'den (D. 1564) sonra geçen 100 yıllık süre içinde, gazların sıkıştırılması konusunda Mariotte (D. 1620) ve Boyle (D. 1621), genel fizik konusunda Huygens (D. 1629), yer çekimi konusunda Newton (D. 1642), buhar makineleri konusunda Deni Papen (D. 1647) gibi, insanlığın gidişini temelden değiştirecek çapta bilim insanlarının dünyaya geldiği görülüyor.
Bu olgular 17. Yüzyıl başlarının öncesiyle sonrası arasındaki ayrımın salt bilgiyi artırma yönteminin o tarihte bulunmuş olmasıyla ortaya çıktığını açıkça gösteriyor. Nitekim insanlığın özgürleşmesinin de o tarihten sonra baş döndürücü bir hız kazandığını görüyoruz. Öyle ki, o tarihten önce, sözgelimi ulaştırma alanında, henüz bisikleti bile bulamamış olan insanlık 400 yıl içinde otomobil vapur ve uçaklardan sonra uzay araçlarını da geliştirerek, dünyadan başka gezegenlerde de yaşayabilme olanaklarını arama düzeyine geliniştir.
Ancak insanın doğanın tutsaklığından kurtulması ve bu yoldan özgürleşmesi konusunda bir ilerlemenin tartışma götürmez biçimde gerçekleşmekte olmasına karşın yine de insanlığın genel olarak ilerlemekte olduğunun kabulü için bunlarını yeterli olup olmadığı sorulabilir. Gerçi biz insanlığın ilerlemesini doğa karşısında özgürlüğün artışı olarak tanımladığımıza göre teknolojik gelişmenin ilerleme bakımından yeterli olduğunu da söyleyebiliriz.
Yine de zulmün, yıkıcılığın ve sömürünün arttığı bir dünyada yaşıyorsak, ilerlediğimizi söylemek anlamsız olur. Öte yandan "zulmün artması" ya da "insanların mutluluğunun azalması" türünden özelliklerin belli bir ölçme biçiminin bulunmayışı yüzünden bunların aşın duygusal özellikler olduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan, hem özgürleşme ölçütünün aşın otomatizminden hem de mutluluk ya da kıyım gibi ölçütlerin aşırı duygusallığından kurtulmanın bir yolunu bulmak gerekiyor.
Ancak önce bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İnsanlığın bilgisinin deneyim ve deneyler yoluyla arttığını yukarıda belirttik. İnsanın özellikleri ve insanlararası ilişkiler konusundaki bilgiyi artıracak türden deneyim ve deneyler çok zaman olanaksızdır. Olanaklı olduğu zaman da sonuca varılması çok zaman alır. Bu durumda insanın ne olduğu konusundaki bilgi artışının hız: doğal olaylar konusundaki bilgi artışının hızına bakışla çok düşüktür. Gerçekten, insansal niteliklerin ayrıntıları bir yana insanın bir evrim ürünü olduğunun öğrenebilmesinin bile yalnızca 150 yıllık bir geçmişi vardır.
İnsanlar, başka insanlardan yararlanmanın en verimli biçiminin onları sömürmekten değil, onlarla eşit koşullar altında işbirliği yapmaktan geçtiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Gelişmiş toplumların politikalarına yön veren ekonomik güçlerin yerleşik inançları onların durumu görmelerini güçleştirmektedir.
Öte yandan geri kalmış toplumların yöneticileri de, bir toplumun ilerlemesinin o toplumun insanlarını baskı altında tutmaktan değil, toplumun bilgi düzeyinin yükselişinden geçtiğini görmekten dirençle kaçınmaktadırlar. Bu durumda gelişmiş toplumlar kendi çıkarlarının geri kalmış toplumları geliştirerek onlarla eşit koşullar altında bir işbirliğine girebilseler bile, bu düşüncelerini geri kalmış toplumlara anlatmakta büyük güçlüklerle karşılaşacakları anlaşılıyor.
Bu durumda insanlar arası ilişkiler konusunda bilgiye dayanan gelişmelerin teknolojik gelişmeye bağlı olarak özgürlük artışı biçimindeki gelişmeye bakışla çok yavaş ilerlediğinin unutulmaması gerekir. Yine de bu konularda ivedi bir karara varmadan önce, tarih boyunca insanların hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldiği üzerinde kısaca durmakta yarar olacaktır.
Günümüzün kimi düşünürlerinin bütün zamanların en uygar toplumu olarak görmek ve göstermek istedikleri Atina Sitesi halkının çoğunluğunu köleler oluşturuyordu. Atina'nın en yakın komşusu olan Isparta sitesinde sakat ya da hastalıklı doğan çocuklar öldürülüyordu. Sağlâm yapılı çocuklar, içinde her türden hırsızlık ve ahlâksızlıkların da bulunduğu bir takım olaylarda başarılı olacak biçimde yetiştiriliyorlardı.
Bütün çağların en büyük düşünürü olarak görülen Platon en iyi devlet yapısı üzerinde düşünürken Isparta yönetimini örnek alıyordu. Yine büyük düşünür Aristoteles kimi toplumların insanlarının başka toplumların insanlarının kölesi olmak üzere yaratıldıklarını önce sürüyordu. Bu büyük düşünürlerin de hocası durumundaki Sokrates düşüncelerini açıkça söylediği için ölümü seçmeye zorlanmıştı. Yine Antik çağın örnek toplumlarından biri sayılan Roma İmparatorluğu'nda bir takım insanlar başka insanları eğlendirebilmek için yırtıcı hayvanlarla dövüşmeye zorlanıyorlardı.
Ortaçağda insanlar, düşünceleri yüzünden ya diri diri yakılıyor ya da derileri yüzülerek öldürülüyorlardı. Yakın zamanlara dek, tıpkı hayvan pazarlarında hayvanların satıldığı gibi insan pazarlarında da insanlar satılıyordu. Denizlerde korsanlık doğal bir hak olarak görülüyor, özellikle açık denizlerde yolculuğa çıkmak zorunda kalan insanlar için can güvenliği söz konusu olmuyordu.
Bu gün insanlık-dışı olarak nitelediğimiz bu durumların yüz binlerce yıl süregeldikten sonra son 400 yıl içinde büyük ölçüde değişmiş olduğu yadsınamaz. Bu 400 yılı eski dönemlerden ayıran en önemli özelliğin de bu dönemde bilgi artışının baş döndürücü bir hız kazanmasında aranması gerektiğini yukarda belirtmiştik. İnsanlık tarihi bakımından çok kısa sayılabilecek bu dönemdeki gelişmelere şöyle bir bakma bilgi artışının sağlamış olduğu ve ileride sağlayabileceği ilerlemeyi görmeye yetecektir.
Günümüzün gelişmiş toplumlarından hemen hepsi demokratik yönetim biçimini kabul etmiş durumdadırlar. Yine bu toplumlarda doğuşa bağlı sınıf ayrımları tümüyle ortadan kalkmış, fırsatlardan gelen sınıf ayrımlarının da ortadan kalkınası için herkese fırsat eşitliği sağlamanın yollan aranmaktadır. İnsanlık düzeyinin din, dil, ırk ve renk ayrımlarına bağlı olarak belirlendiği görüşü düşüncelerden silinmiş, bu konulardaki inanç kalıntılarıyla savaşım sürmektedir.
Her şeyden daha önemli olan da, insanların salt insan olmaktan gelen bir takım haklarının bulunduğu düşüncesi gittikçe güç kazanmaktadır. Gerçi bu haklan yalnızca gelişmiş toplumlar yalnızca kendi halklarından olan insanlar için istemekte, dünyadaki geri kalmış toplumların insanlarının yazgısıyla ilgilenmez görünmektedirler. Ancak bu anlamda evrensel bir uygulamaya geçilmesinin önünde bir takım engellerin bulunduğunun da unutulmaması gerekir.
Doğal olarak uygulamadaki güçlüklerin kaynağında, büyük ölçüde, yine insan konusundaki bilginin yetersizliği gelmektedir.

Vehbi HACIKADİROĞLU
Felsefe Tartışmaları