Arama

İnsanlığın İlerlemesi

Güncelleme: 29 Ağustos 2007 Gösterim: 11.052 Cevap: 1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ağustos 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsanlığın İlerlemesi

Sponsorlu Bağlantılar
Aristoteles insanı "siyasal bir hayvan" olarak tanımlarken onu, bilinçli bir işbirliği durumunda bulunan bir topluluğun bir üyesî olduğunu düşünüyordu. Burada insanlığı belirleyen "bilinçlilik" ve "işbirliği" zaman içinde değişen şeyler olmadığına göre, bu yönden tanımlanan insanın da, en azından özü bakımından, zaman içinde değişmediğini kabul etmek gerekiyor.
Gerçekte Aristoteles'in insanlar arasındaki eşitsizliklerin de insanlığın özünde bulunduğunu, bunların da zaman içinde değişmeyeceğini düşündüğü anlaşılıyor. Çünkü ona göre kimi toplumlar başka toplumların, özellikle de Barbarlar Yunanlıların kölesi olmak üzere yaratılmışlardı. Böylece Aristoteles, bütün hayvan ve bitki türleri gibi değişik insan türlerinin de kendi zamanında nasılsalar her zaman öyle olduklarını, gelecekte de öyle kalacaklarını düşünmüştür.
Bu görüşün temelinde bulunan "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramı da, felsefede Aristoteles'ten kalan birçok kavramlar gibi günümüze dek süregelmiştir. Ortaçağın belirleyici düşünce dizgesi olan ve büyük ölçüde Hıristiyanlığın etkisinde bulunan Skolastikte ile bu; Tanrı'nın yarattığı ya da özünde değişmeyen insan kavramının sürüp gitmiş olmasını doğal karşılamak gerekir. Öte yandan çağdaş felsefenin kurucusu olduğu kabul edilen Descartes'ta da bu konuda bir değişiklik bulunduğu söylenemez.
İnsanın ruh ve beden olarak iki aynı tözden oluştuğunu kabul eden Descartes'çı düşüncede salt insansal niteliklerin taşıyıcısı olan ruhun maddesel bir varlığı olmadığına göre onun zaman içinde, gelişmek şöyle dursun, en küçük bir değişme göstermesi bile olanaksızdır. Kant da insanın insansal niteliklerle ilgili yanının nedensellik ve doğal zorunluluk alanının dışında kaldığını kabul ettiğine göre onun bakımından da insanın insan olarak bir değişme ya da gelişme göstermesi olanaksızdır. '
Bu konuda asıl ilginç olan, deneyci filozofların da insanın, bilgi edinme gücü gibi, yaşamsal önemdeki bir niteliği bakımından bir gelişme göstermediğini kabul etmiş görünmeleridir. Gerçekten, bilginin şu ya da bu yoldan ideye dönüşmesiyle edinildiğini öne süren bu filozoflar da bilgi edinme gücü bakımından bütün zamanların insanlarının aynı düzeyde bulunduğunu 'kabul etmiş oluyorlardı.
Böylece, Taş Devri öncesinin hayvana çok yakın olan insanıyla günümüz insanı arasında ilerleme bakımından bir ayrımın bulunmadığı türünden inanılmaz bir görüşü açık ya da örtülü biçimde öne sürmüş
Olan bir dizi felsefe öğretileri karşısında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak bunların dışında ilerleme konusunu özel olarak ele alan filozoflar da vardır.
Sözgelimi Rönesans’ın hümanistleri "şimdi"ye göre çok üstün olan bir "geçmiş"e inanıyorlardı. Eski Yunan ve Roma hayranlığı şöyle bir soruya neden olabiliyordu: 17. Yüzyıl sonlarında bir yazar Yunan ve Roma'nın büyük yazarlarınınkine eşit, belki de onlardan üstün, yapıtlar verebilir mi? Bu soru hümanistlerin, çok uzun bir zaman bölümü içinde bile insanlıkta ilerleme bir yana, bir gerileme görülebileceğine inandıklarını belirtiyor.
Fransız filozofu Turgot (1727–1781) "insanlığın sonsuz değişimi ve bundan gelen yetkinleşme" durumundan söz ediyor. Fakat yetkinleşmenin tanımını vermediği gibi bunun nasıl gerçekleştiğini de göstermiyor. Turgot'nun "Tutku ve yanılgı, felâket ve dert bile insanlığın gelişmesine katkıda bulunur" ya da "Gerçekte insanın hırs ve kötülükleri, savaşların barbarlıkları, etki bakımından ne kadar kötü görünürse görünsün, genellikle insanı kötülük ve bayağılıktan kurtarır" biçimindeki görüşlerinin de gelişmenin ne olduğu konusuna bir ışık serptiği söylenemez.
Hegel'e göre insanın gelişmesi "insan" ideasının açılarak kendini daha iyi bilmesi ve bu yoldan özgürleşmesidir. Böylece, insanlığın ilerlemesini kesin bir olgu durumu olarak ilk ortaya atan filozofun Hegel olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ilerlemeyi bir "mutlak zihin"in kendini gerçekleştirmesi olarak açıklamaya çalışan ve tarihsel maddecilerin de, değişik bir görünüş altında da olsa, olduğu biçimiyle kabul ettikleri bu görüşün tam da "Tanrı'nın yarattığı insan" kavramının sözde felsefi bir biçime sokulan bir anlatımından başka bir şey olmadığı açıktır.
Öte yandan tarihsel olayların biricikliğini kabul ederek yola çıkan Dilthey da bu olayların tarih içinde değişmeleri üzerinde durmuştur. Ancak Dilthey'a göre bu olaylar arasında bir ilerleme bağlantısı bir yana, herhangi bir bağlantıdan bile söz edilememesi gerekir. Bir olayın biricik olduğunu söylemek onunla ilgili bir şey bilmenin olanaksız olduğunu kabul etmek demektir.
Böylece, Taş Devri insanına bakışla günümüz insanındaki apaçık ilerlemeyi görebilen, görmüş olsa bile bunun inandırıcı bir açıklamasını yapabilen bir tek düşünürün ortaya çıkmamış olması gibi şaşırtıcı bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz söylenebilir. Önce bu durumun bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Böyle bir duruma düşülmesinin nedeninin hemen görülebileceğini sanıyorum. Gerçekten, insanın zaman içinde ilerleyip ilerlemediği konusunu ele alan düşünürlerden hiç birinin "insan"ın ve "ilerleme"nin ne olduğu üzerinde düşünmemiş olduğunu görüyoruz. Bu bakımdan ben konuya, önce "insan" kavramını, ardından da "ilerleme" kavramını tanımlayarak gireceğim.
İnsan, içgüdü ve koşullu tepkelerinin yönetiminde davranan hayvan karşıtı olarak, nasıl davranacağına kendisi karar veren ve bu yönüyle özgürlüğünü elde etmiş olan varlıktır. Bunun bilimsel açıdan karşı çıkılamayacak bir tanım olduğu, insanın başka özsel niteliklerinin de bulunabileceği öne sürülse bile, yalnızca böyle bir özgürlüğün insanın insan olması için yeterli olduğu açıktır.
Nasıl davranacağına kendisi karar veren insan nasıl davrandığında nasıl bir sonuç alacağını önceden görebiliyor demektir. İnsanın bu önceden- görme gücü iki şeyden birinin ortaya çıkışının ardından, ötekinin de ortaya çıkacağını yani iki şeyin sürekli birlikteliğini görme gücüdür ki buna `bilgi' adını veriyoruz. Buna göre insan; bilgisiyle özgürleşmekte ve bu yoldan da insanlık düzeyi bakımından yükselmektedir.
Böylece insanın, bilgisi arttığı ölçüde özgürlük ve bu yoldan da insanlık düzeyi yükselecek demektir. Bir insan için insanlık düzeyinin yükselmesinin onun ilerlemesi anlamına geldiği açıktır. Öte yandan, zaman içinde in- sanlığın deneyim ve deneylerinin sürekli olarak artmasıyla bilgisi de sürekli olarak artacağından, ilk bakışta insanlık için ilerlemenin doğal hatta kaçınılmaz bir durum olduğunu kabul etmek gerekirmiş gibi görünüyor:
Ancak bu konuda tam bir açıklığa erişebilmek için insan ve ilerleme kavramları üzerinde biraz daha durmak gerekiyor. Önce "ilerleme" kavramını ele alırsak, ilk bakışta bir değer yargısı, gibi görünen ilerlemenin gerçekte yalnızca bir durumun değişme yönünün anlatımı olduğunu görüyoruz. Öyle ki, bir hastalığın da ilerlediği söylenebilir. Yani ilerleme, kendisinden yola çıkılan durumdan daha iyi değil daha yoğun olan bir duruma doğru gitmektir.
Demek ki insanlığın ilerleyip ilerlemediğini sormak, insanlığın özsel niteliği olan özgürlüğün artıp artmadığını sormaktır. Özgürlüğün bilgi artışına koşut olarak arttığını biliyoruz. Bilgi deney ve deneyimlerle elde edildiği- ne, deney ve deneyimler de sürekli arttığına göre; insanların özgürlüğü ve bu yoldan da insanlığı sürekli artacak demektir. Bu da insanlığın, az ya da çok hızlı olarak sürekli ilerlediği anlamına gelir.
Ancak, insanlığın ilerleme sorununu bir çözüme bağlamış gibi görünen bu sonucun birçok yeni sorunları da birlikte getirdiği göz ardı edilmemelidir. Önce insanlığı özgürleştiren bilginin kimin bilgisi olduğu sorusunu yanıtlamak gerekiyor. İlk bakışta her insanın kendi bilgisi ölçüsünde insanlaştığı sanılabilirse de, tek tek insanların bilgisinin kendilerini ilerletme bakımından çok yetersiz kaldığı görülebilir
Bilginin insanı özgürleştirmesi genellikle özgürlük araçları üretimine olanak sağlaması yoluyla gerçekleşir. Oysa her türlü üretim ancak bir grup insanın işbirliği ile gerçekleşir.
Bu bir grup insanın üretim sırasında yararlandıkları araç ve gereçlerle, bunların üretiminde kullanılan ve' böylece en basit doğal öğelere dek giden üretim aşamalarında, bu gün için bütün dünya insanlarının diyemesek bile, bir toplumun bütün insanlarının katkısı vardır.
Bir toplumun insanlarına istedikleri zaman istedikleri yere kolayca gidebilme özgürlüğü sağlayan bir otobüsün içinde bulunanlardan birçoğu bu otobüsü yapmak şöyle dursun onu işletmeyi bile bilemez.'Yalnızca istedikleri yere gitmek için o otobüsten yararlanabileceklerini bilmek o yolcuların bu alandaki özgürlüğünü sağlamak için yeterlidir. Buna karşı o toplumun birçok üyeleri o otobüsün yapımına bilgileriyle katkıda bulunmuşlardır.
Böylece her toplumun, üyelerinin değişik alanlardaki bilgilerinin bileşiminden oluşan ve o toplumun değişik alanlardaki başarılarında kendini gösteren bir bilgi düzeyi vardır. Doğal olarak bir toplumun bilgisinin ürünü olan başarılar yalnızca araç ve gereç üretiminde değil, çocukların eğitim ve öğretiminde, yasaları yapılmasında ve başta Etik ve Hukuk olmak üzere değişik alanlarda yürürlükte olan kurallarda da kendini gösterir.
Buna göre her toplumun, kabaca da olsa, insanlıktaki ilerleme derece- sini belirleyen bir bilgi düzeyinin bulunduğunu kabul etmek gerekiyor. Bu "toplumsal bilgi düzeyi"nin felsefede zaman zaman kimi durumları açıklamakta kullanılan "öznelerarası us"a benzediği düşünülebilir. Ancak her insanın ne zaman, nereden, nasıl ve ne ölçüde edinmiş olduğu anlaşılamayan bireysel usların gizemli bir bileşiminden oluştuğu kabul edilse bile kendisini nerede ve nasıl gösterdiği anlaşılamayan öznelerarası usun herhangi bir soruna gerçek bir çözüm getirmesinin olanaksız olduğu açıktır. Buna karşı toplumsal bilgi düzeyi toplumuz her başarısında kendini gösteren ve yine toplumun ilerleme derecesiyle ilgili hemen her soruyu yanıtlayabilen bir toplumsal özelliktir.
Her toplumun gelişmişlik düzeyinin belirlenmesindeki tartışılmaz önemine karşın bilgi düzeyinin yine de toplumun gelişme ya da ilerleme düzeyinin tek belirleyicisi olduğu söylenemez. Kimi yanlış bilgiler bir toplumun ilgili konulardaki gelişmişlik düzeyinin yükselmesini önlemekle kalmayıp aşağıya da çekebilir. Fakat yanlış bilgiler arasında toplumun gelişmişlik düzeyini düşürme bakımından en etkili olanları `inanç' adı altında yerleşik bir biçim almış olanlardır.
Felsefede inançlar konusu hemen hiç işlenmediği için burada inançların nereden ve nasıl geldiği ve insanlar üzerinde nasıl olup da böylesine etkili olduğu konularında ayrıntılı açıklamalar yapabilecek durumda değiliz. Ancak özellikle bilgi düzeyi düşük olan toplumlarda ya da insanlığın bilgi düzeyinin düşük olduğu çağlarda insanları bilgiden çok inançların yönettiği söylenebilir.
İnsanlığın ilkel dönemlerinde yalnızca bitkilerle hayvanların değil doğadaki bütün nesnelerin canlı olduğuna inanılıyordu. Doğa olayları konusundaki bilgilerin yok denecek kadar az olduğu zamanlarda insanların mutluluk ya da mutsuzluklarının doğaüstü güçlerin yönetiminde gerçekleştiğine, Ayın, Güneşin ve yıldızların insanlığın yazgısını belirlediğine inanılıyordu.
Yakın tarihlere gelinceye dek özellikle insanlar arasındaki ilişkilerin bilgiden çok inançların etkisi altında gerçekleştiği söylenebilir. Öyle ki, insanların salt çıkar hesaplarına göre belirlenmiş gibi görünen davranışları gerçekte çıkarlarının öyle davranmakta olduğu inancının etkisi altında ortaya çıkıyordu.
Yine de insanlık tarihinin bu bakımdan bir ilerlemenin tarihi olduğu söylene6ilir. İnsanlığın deneyim ve deneyleri, bu yoldan da bilgisi, arttıkça hem doğa karşısındaki özgürlüğün artışıyla dolaysız yoldan hem de inançların geriletici gücünün azalmasıyla dolaylı yoldan sürekli bir ilerleme ger- çekleşmektedir. Yüz binlerce yıl boyunca ilerlemenin göze görünmeyecek kadar yavaş olmasının nedenini, başlangıç döneminde bilgi artış hızının çok yavaş olmasında aramak gerekir.
Öte yandan, insanlığın bu ilerleme sürecini Hegel'cilerin, hatta Marksistlerin düşündüğü gibi doğadaki evrensel ilerlemenin bir bölümü olarak düşünmenin doğru olmadığı da unutulmamalıdır. Evrenin dünyanın bulunduğu bölümünde gerçekleşmiş olan Kaostan Kozmosa geçişte bir ilerleme olduğu söylense bile bu, insanın bakış açısından ve "canlıların ortaya çıkmasına yönelik" bir ilerleme olabilir.
Üstelik bu türden bir ilerlemede bir amacın bulunmadığı da açıktır. Gerek ilerlemenin her aşamasındaki değişmeler gerekse insanlığın ortaya çıkışı tümüyle rastlantıların ürünüdür. İnsanlığın, deneyim ve deneylerinden sonuçlar çıkararak bilgisini artırması bir amaca yöneliktir ve bir katastrof sonunda insanlık yok olmadıkça ilerlemenin süreceğini önceden görme olanağı vardır. Oysa doğadaki, ne yoldan olursa olsun, herhangi bir ilerleme ancak gerçekleştikten sonra gözlemlenebilir.
İnsanlığın ilerleme hızıyla bilginin artış hızı arasındaki bağlantı 17. Yüzyılın başlarında Avrupa'nın batısındaki toplumlarda çarpıcı bir biçimde kendini göstermeye başlamıştır. Bu tarihte İngiltere'de R Bacon'la İtalya'da G. Galilei bilginin ne türden deney ve deneyimlerle elde edileceğiyle ilgili olarak yeni kural ve kurallar ortaya atmışlar ve uygulamayı da başlatmışlardır.
O tarihten sonra önce Avrupa'nın o bölümünde, sonra da dünyanın başka bölümlerinde öylesine büyük değişmeler görülmüştür ki bunların ortak tabanının bilgi edinme yöntemleriyle ilgili yeni buluşlar mı yoksa öteki değiş- melerden biri mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürülebilir. Ancak bilimsel gelişme konusu üzerinde biraz düşünüldüğünde değişmelerin ortak tabanını görmek zor olmayacaktır.
Gerçekten 17. Yüzyılın başlarından önce günümüz anlayışına uygun kurallar koyan ya da buluşlar yapan bir bilim insanı bulabilmek için İ.Ö. 200 yıllarına yani Arkhimedes'e dek geıri gitmek zorunda kalıyoruz. Oysa yalnızca Galilei'den (D. 1564) sonra geçen 100 yıllık süre içinde, gazların sıkıştırılması konusunda Mariotte (D. 1620) ve Boyle (D. 1621), genel fizik konusunda Huygens (D. 1629), yer çekimi konusunda Newton (D. 1642), buhar makineleri konusunda Deni Papen (D. 1647) gibi, insanlığın gidişini temelden değiştirecek çapta bilim insanlarının dünyaya geldiği görülüyor.
Bu olgular 17. Yüzyıl başlarının öncesiyle sonrası arasındaki ayrımın salt bilgiyi artırma yönteminin o tarihte bulunmuş olmasıyla ortaya çıktığını açıkça gösteriyor. Nitekim insanlığın özgürleşmesinin de o tarihten sonra baş döndürücü bir hız kazandığını görüyoruz. Öyle ki, o tarihten önce, sözgelimi ulaştırma alanında, henüz bisikleti bile bulamamış olan insanlık 400 yıl içinde otomobil vapur ve uçaklardan sonra uzay araçlarını da geliştirerek, dünyadan başka gezegenlerde de yaşayabilme olanaklarını arama düzeyine geliniştir.
Ancak insanın doğanın tutsaklığından kurtulması ve bu yoldan özgürleşmesi konusunda bir ilerlemenin tartışma götürmez biçimde gerçekleşmekte olmasına karşın yine de insanlığın genel olarak ilerlemekte olduğunun kabulü için bunlarını yeterli olup olmadığı sorulabilir. Gerçi biz insanlığın ilerlemesini doğa karşısında özgürlüğün artışı olarak tanımladığımıza göre teknolojik gelişmenin ilerleme bakımından yeterli olduğunu da söyleyebiliriz.
Yine de zulmün, yıkıcılığın ve sömürünün arttığı bir dünyada yaşıyorsak, ilerlediğimizi söylemek anlamsız olur. Öte yandan "zulmün artması" ya da "insanların mutluluğunun azalması" türünden özelliklerin belli bir ölçme biçiminin bulunmayışı yüzünden bunların aşın duygusal özellikler olduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan, hem özgürleşme ölçütünün aşın otomatizminden hem de mutluluk ya da kıyım gibi ölçütlerin aşırı duygusallığından kurtulmanın bir yolunu bulmak gerekiyor.
Ancak önce bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekiyor. İnsanlığın bilgisinin deneyim ve deneyler yoluyla arttığını yukarıda belirttik. İnsanın özellikleri ve insanlararası ilişkiler konusundaki bilgiyi artıracak türden deneyim ve deneyler çok zaman olanaksızdır. Olanaklı olduğu zaman da sonuca varılması çok zaman alır. Bu durumda insanın ne olduğu konusundaki bilgi artışının hız: doğal olaylar konusundaki bilgi artışının hızına bakışla çok düşüktür. Gerçekten, insansal niteliklerin ayrıntıları bir yana insanın bir evrim ürünü olduğunun öğrenebilmesinin bile yalnızca 150 yıllık bir geçmişi vardır.
İnsanlar, başka insanlardan yararlanmanın en verimli biçiminin onları sömürmekten değil, onlarla eşit koşullar altında işbirliği yapmaktan geçtiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Gelişmiş toplumların politikalarına yön veren ekonomik güçlerin yerleşik inançları onların durumu görmelerini güçleştirmektedir.
Öte yandan geri kalmış toplumların yöneticileri de, bir toplumun ilerlemesinin o toplumun insanlarını baskı altında tutmaktan değil, toplumun bilgi düzeyinin yükselişinden geçtiğini görmekten dirençle kaçınmaktadırlar. Bu durumda gelişmiş toplumlar kendi çıkarlarının geri kalmış toplumları geliştirerek onlarla eşit koşullar altında bir işbirliğine girebilseler bile, bu düşüncelerini geri kalmış toplumlara anlatmakta büyük güçlüklerle karşılaşacakları anlaşılıyor.
Bu durumda insanlar arası ilişkiler konusunda bilgiye dayanan gelişmelerin teknolojik gelişmeye bağlı olarak özgürlük artışı biçimindeki gelişmeye bakışla çok yavaş ilerlediğinin unutulmaması gerekir. Yine de bu konularda ivedi bir karara varmadan önce, tarih boyunca insanların hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldiği üzerinde kısaca durmakta yarar olacaktır.
Günümüzün kimi düşünürlerinin bütün zamanların en uygar toplumu olarak görmek ve göstermek istedikleri Atina Sitesi halkının çoğunluğunu köleler oluşturuyordu. Atina'nın en yakın komşusu olan Isparta sitesinde sakat ya da hastalıklı doğan çocuklar öldürülüyordu. Sağlâm yapılı çocuklar, içinde her türden hırsızlık ve ahlâksızlıkların da bulunduğu bir takım olaylarda başarılı olacak biçimde yetiştiriliyorlardı.
Bütün çağların en büyük düşünürü olarak görülen Platon en iyi devlet yapısı üzerinde düşünürken Isparta yönetimini örnek alıyordu. Yine büyük düşünür Aristoteles kimi toplumların insanlarının başka toplumların insanlarının kölesi olmak üzere yaratıldıklarını önce sürüyordu. Bu büyük düşünürlerin de hocası durumundaki Sokrates düşüncelerini açıkça söylediği için ölümü seçmeye zorlanmıştı. Yine Antik çağın örnek toplumlarından biri sayılan Roma İmparatorluğu'nda bir takım insanlar başka insanları eğlendirebilmek için yırtıcı hayvanlarla dövüşmeye zorlanıyorlardı.
Ortaçağda insanlar, düşünceleri yüzünden ya diri diri yakılıyor ya da derileri yüzülerek öldürülüyorlardı. Yakın zamanlara dek, tıpkı hayvan pazarlarında hayvanların satıldığı gibi insan pazarlarında da insanlar satılıyordu. Denizlerde korsanlık doğal bir hak olarak görülüyor, özellikle açık denizlerde yolculuğa çıkmak zorunda kalan insanlar için can güvenliği söz konusu olmuyordu.
Bu gün insanlık-dışı olarak nitelediğimiz bu durumların yüz binlerce yıl süregeldikten sonra son 400 yıl içinde büyük ölçüde değişmiş olduğu yadsınamaz. Bu 400 yılı eski dönemlerden ayıran en önemli özelliğin de bu dönemde bilgi artışının baş döndürücü bir hız kazanmasında aranması gerektiğini yukarda belirtmiştik. İnsanlık tarihi bakımından çok kısa sayılabilecek bu dönemdeki gelişmelere şöyle bir bakma bilgi artışının sağlamış olduğu ve ileride sağlayabileceği ilerlemeyi görmeye yetecektir.
Günümüzün gelişmiş toplumlarından hemen hepsi demokratik yönetim biçimini kabul etmiş durumdadırlar. Yine bu toplumlarda doğuşa bağlı sınıf ayrımları tümüyle ortadan kalkmış, fırsatlardan gelen sınıf ayrımlarının da ortadan kalkınası için herkese fırsat eşitliği sağlamanın yollan aranmaktadır. İnsanlık düzeyinin din, dil, ırk ve renk ayrımlarına bağlı olarak belirlendiği görüşü düşüncelerden silinmiş, bu konulardaki inanç kalıntılarıyla savaşım sürmektedir.
Her şeyden daha önemli olan da, insanların salt insan olmaktan gelen bir takım haklarının bulunduğu düşüncesi gittikçe güç kazanmaktadır. Gerçi bu haklan yalnızca gelişmiş toplumlar yalnızca kendi halklarından olan insanlar için istemekte, dünyadaki geri kalmış toplumların insanlarının yazgısıyla ilgilenmez görünmektedirler. Ancak bu anlamda evrensel bir uygulamaya geçilmesinin önünde bir takım engellerin bulunduğunun da unutulmaması gerekir.
Doğal olarak uygulamadaki güçlüklerin kaynağında, büyük ölçüde, yine insan konusundaki bilginin yetersizliği gelmektedir.

Vehbi HACIKADİROĞLU
Felsefe Tartışmaları

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ağustos 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Örnek ve Taklit

Sponsorlu Bağlantılar
İ
nsanlığın ilerlemesini sağlayan, düşünsel devrimleri kültürel mirasımıza hediye eden; orijinal fikirleri ile insanlığı şaşkınlığa uğratmış ve yıllar sonra da olsa fikir ve eserleriyle insanlığa yeni bir yön vermiş büyük insanların ortak bir özellikleri var. Bu özellik, yerleşik düzene-anlayışa olan değişik düzeylerdeki bir karşı çıkıştır. Dünya tarihinde, yerleşik düzeni korumaya çalışarak adını tarihe "altın harflerle" yazdırmış insanlara pek rastlayamazsınız. Adını bildiğimiz insanlar genellikle yenilikleri sunanlar olmuştur. Örneğin Galileo adını hemen herkes duymuşken onu yargılayan engizisyon üyelerinin isimlerini bilen çıkmaz. Halbuki hepsi aynı olayın aktörleriydi...
Herhangi bir şeylerin peşinden gitmek, bilinçli olarak nedenleri ve yöntemleri sorgulanmadığı zaman, hem peşinden gidilen ilkelerden zamana bağlı trajikomik bir sapmaya neden olur ve hem de tehlikeli bir takım çıkmazlara gebe bir hale gelebilir. Bireysel ve toplumsal olarak insanların izlediği tüm yönler, izlediği tüm paradigmalar, sık sık mantık süzgecinden geçirilmeli ve bilinçli bir biçimde günün şartlarına göre yenilenmelidir.
Bilim ve felsefe tarihindeki yeniliklerin büyük bir kısmı, yaygın anlayışların ördüğü duvarların dışına göz atma cesaretini gösterebilmiş ve can tehlikesi pahasına doğru bildiklerini her hal ve şartta savunmayı becermiş; ardından geleceklere de özgün eserler bırakarak anladıklarını insanların faydasına sunabilmiş kişilerce ortaya konmuştur. Örneğin bilimde, birilerinin izinden gitme gibi bir şey, toplumsal hayatta sıklıkla karşılaştığımız anlamında kesinlikle uygulama alanı bulamaz. Sözgelimi, ünlü mucit Thomas Edison'un izinden gittiğini söyleyen birisi, mucit zekasını derinleştirip, insanlığın kullanımına yeni bir şeyler sunmak yerine, Edison'un sözgelimi ampulü bulmak için yaptığı deneyleri bire bir tekrarlamaya kalksa, yaptığı işin bilimsel anlamda hiç bir kıymeti yoktur (belki okullardaki bilim tarihi ile ilişkili derslerde bu şahsı gösteri amaçlı olarak kullanabilirsiniz). Halbuki, izlediği metodoloji, anlayış ve birikim açısından birilerini örnek alıp, yeni çalışmaları o doğrultuda yürütme uğraşı, hem işlerin kalitesinin artmasına, hem de büyük bir zaman kazancına vesile olacaktır. Demek ki birilerini örnek almak, mantık ve bilinç eşliğinde seçilen bir yol olduğu zaman insana ve topluma bir şeyler kazandırır.
Birilerinin izinden gitmenin "hastalıklı" biçimi ise körü körüne taklittir. Yıllardır batı medeniyetinin ulaştığı bilim, teknoloji, refah vb. seviyesine ulaşacağız "nâraları"yla, batının büyük oranda negatifliklerini ve dejenerasyonlarını benimsemeye ancak ulaşan bir topluluğun uyanık zihinli fertleri, bunun ne anlama geldiğini iyi bileceklerdir. Körü körüne taklit, insanın doğal etki ve yetenek sınırlarını daralttığı gibi, düşünceyi kısırlaştırarak, gelişimin önündeki en önemli engel haline gelir. Taklidin bu biçiminin bir topluluğa dayatılması ise, sonuçlarını bazen vahim bir şekilde ülkemizde de gördüğümüz gibi, kendi iç dinamiklerinden ve zihinsel imkanlarından koparılmış, kendine güvenmekten ve irade etmekten korkan bir topluluğun oluşması ile sonuçlanacaktır. Delil isteyen, Türkiye'nin şu gün nasıl bir mantıkla yönetildiğine bakabilir...
İnsanların bilgilerinin ve algılarının belli sınırları olduğu bu günkü bilim tarafından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. Öyle ki, bilimin derin dallarında uğraş veren -özellikle teorik dallardaki- bilimciler, gerçekliğin "aslı" konusunda, aynen ilk ve orta çağ filozofları gibi tartışır hale gelmişlerdir. İnsanın evren hakkındaki tüm bilgisinin, temelde, duyu organlarını uyaran bazı dış unsurların yarattığı minik elektrik akımlarının, beyin dediğimiz o karmaşık organ tarafından değerlendirilmesi sonucu sahnelenen bir "oyundan" başka bir şey olamayabileceği; gerçekliğin aslını belki de hiç kavrayamayacak olmamız olasılığı, artık bilimin rutin sorunları arasında yerini almış durumdadır. Özellikle sinir bilimleri ve teorik fizik alanında uğraş veren bilimciler, bu gibi "derin" sorunlara aşinadır. Bu özellikler insanın fiziksel yapısı gereğidir ve mantık dahilinde bu "ihtimaller" kümesine aklımızı kapayarak, "gözümüzle gördüğümüz" -ya da birilerinin "gördüklerini" iddia ettikleri- her şeyi gerçek zannederek yaşamak, artık bilimsel olarak da imkansız hale gelmiştir.
Hepimiz bu kısıtlılıklarla donanmış durumdayız. Öncelikle "zaman" ve "entropi" duvarları sayesinde, geçmiş ve gelecekle olan bağlarımız (fizik yasaları gereği) kopartılmışken, şu anın içindeki verilerle hem anımızı yaşamak zorunda kalıyoruz ve hem de geleceğimizi planlarken, geçmişimizden de ders almamız gerekiyor. Bu işleri bu denli kısıtlı araçlarla gerçekleştirmeye çalışırken muhakkak ki "hata" yapıyoruz. Sözgelimi, meteoroloji bilimi kendini hava tahminlerine adamıştır; fakat halen bir aylık bir süre için "kesin" bir hava tahmini ortaya koyması olanaksızdır. Bu bilimin kullandığı ana veriler, geçmiş hava durumu dökümleri ve hava olaylarının, tahminin yapılacağı andaki dinamikleridir. Hatta ertesi gün havanın nasıl olacağını bile ancak belli bir hata payı ile tahmin edebiliyoruz. Çünkü hava olayları, hesaplanamayan ve tahmin edilemeyen çok sayıda etken tarafından belirlenen seyirlere sahip, "kaotik" hadiselerdir. Yaşamın kendisi ise, hava durumu veya suyun türbülanslı akışı gibi yalıtılmış fizik konularından çok daha karmaşık ve hesaba gelmez niteliktedir.
Evrene ilişkin böyle bir düşünce (gerçeklik) çatısı altında, bir insanın veya topluluğun çağlar ötesine uzanan bir takım fikirler ortaya koymasını beklemek, veya onun ağzından değişmez gerçekleri duymayı ummak beyhude bir çaba olarak kalacaktır. Eğer bir insan, "insanüstü" bir kaynaktan (peygamberler gibi) bilgi aldığını iddia etmiyorsa, o zaman nesnel ve nedensel aklıyla o insan, ancak gerçekliğin sadece küçük bir kısmına sahip olabilecektir. Ve bu "küçük parça" ise, gerçeğin kendisini anlamaya yönelik tüm çabalarda hatalara sebep olabilecek cılız mı cılız, güçsüz mü güçsüz bir araçtır. Nitekim genellikle, her şeyi bildiğini savunarak ortaya çıkan veya bir çok şeyi açıklayacak fazla geniş kapsamlı teoriler öneren kimseleri ciddiye almama eğilimindeyizdir. Zaten bilim felsefesi açısından da bir kuramın tutarlılığı, çoğunlukla o kuramın "kapsamı" ile ters orantılıdır. Fakat peygamber olduğunu söyleyen birisi, bir takım aşkın gerçeklerden bahsediyorsa, bu durumda onu sınayabilmek için de herhangi bir "bilimsel" yöntemimiz yoktur. Bu durumda iki seçenek kalır: İnanmak veya inanmamak...
Yakın tarihimizde bu anlamda bize en önemli dersleri veren Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, maalesef günümüzde bu tutarsızlıkların en önemli kurbanlarından biri haline getirilmiş durumda. Kendisi sağlığında, önderlik ettiği Türkiye toplumunun kendisini gerçekten "önder" kabul ettiğinin bilincinde olarak, bizlere bir çok öğütte bulunmuştu. Bunların arasından kanımca en önemli olanı, ülkeyi emanet ettiği gelecek nesillere "hiç bir dogma ve ideoloji bırakmadığını" belirtmesi ve en güvenilir rehber olarak akıl ve bilimin göz önüne alınmasını istediği deyişleri olsa gerektir. Bu gün ise, O'nun kurduğu cumhuriyette yaşayan ve her nasılsa O'nu örnek aldıklarını iddia eden bazı garip anlayış sahiplerinin, Atatürk'ün gösterdiği yere bakmaktan ziyade, O'nun "parmakları ve kolları" ile meşgul olduklarını görebiliyoruz. Adını adeta bayraklaştırdıkları bir insanın hatırasına bu denli ters davranmak ve bunu bir "ideoloji" haline getirebilecek kadar sakat bir mantık etrafında dolaşmak, benim açımdan anlaşılabilir tarafı olmayan bir garabettir. Örneğin, önderi "beni Türk hekimlerine emanet ediniz" diyecek kadar halkına güvenen biri iken, bu ülke nasıl olur da kendi yetiştirdiği insanlara güvenemeyip, dışarıya el-avuç açacak hale düşürülebilir? Demek ki, "iz sürme" yöntemimizde bir hata var... Bırakın akıllıca örnek ve ders alarak ileriye bakmayı, geçmişimizi taklit bile edemiyoruz...
Bir de bilimsel ve varoluşsal sorunların, zamanla insanların zihninde geçirdikleri bir evrim süreci var. Bu süreç içerisinde, bazen eskilerin tekrarı da olsa, bir çok yeni fikir boy göstermekte ve insanların değişik çağlarda karşılaştıkları değişik sorunlara çözüm arama çabaları sürüp gitmektedir. Sağlıklı çözümler üretebilmek elbette ki geçmişin tecrübelerini ve eldeki imkanları en iyi harmanlayabilecek beyinlerin işidir. Fakat belli dönemler için üretilmiş çözüm veya fikirlerin sonsuza kadar sabit gerçekler olarak kalacaklarını, değiştirilemeyeceklerini veya onların üstünde yeni fikirler üretilemeyeceğini zannetmek, tek kelimeyle bu evrenin işleyişinden bîhaber olmakla açıklanabilecek bir durumdur. Her zaman için söylenebilecek yeni bir şeyler vardır. Önemli olan doğru da olsa yanlış da olsa herkese fikrini açıklayabileceği bir ortam sunarak, artık "modern" olduğumuzu iddia ettiğimiz bu çağların gereklerini yerine getirmek ve kapasite olarak sınırsız olan insan beyninden fışkıran fikir sellerinden faydalanmaya çalışmaktır. Eğer eskileri aşmayı beceremezsek, düşeceğimiz konum, onların olduklarından daha da geride bir konum olacaktır. Çünkü onlar eski yanlışlara karşı çıkmış olmakla büyük olurlarken, biz karşı çıkmaktan korkar hale gelmekle, gittikçe küçüleceğiz. Tarihteki yarı insan-yarı tanrı figürlerin bir çoğu da işte bu şekilde bazı "üstün nitelikli" insanlara yapıştırılan akıl ve mantık dışı etiketlerin sonuçlarından ibarettirler. Kısacası birilerinin izinden gitmeyi amaç edinmişsek, işimiz, izi bırakanı bulduğumuzda sona erer ve varlık amacımız da bu şekilde ortadan kalkar. İz bırakabilmek için uğraşmak elbette daha zordur fakat insalığa gerekli olan da tam olarak budur. Akıl, bilinç ve "insanca" bilimin rehberlikleri ise bu yolda her hal ve şartta ihtiyaç duyacağımız rehberlerimiz olarak benimsenmedikçe, bu çabalarımızın boşuna olması kaçınılmaz olacaktır kanısındayım.
Ünlü fizikçi Sir Isaac Newton, başarılarını övenlere şunu söylemiş:
"Ben devlerin omuzlarında duruyorum..."
Evet, geçmişin birikimini ve bilgisini akıllıca harmanlayan Newton'un ismini hepimiz biliyoruz.
Çünkü o devlerin omuzlarına oturabilenlerdendi; ayak izlerinde boğulanlardan değil...

Benzer Konular

12 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap