Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Ağustos 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Örnek ve Taklit

İ
nsanlığın ilerlemesini sağlayan, düşünsel devrimleri kültürel mirasımıza hediye eden; orijinal fikirleri ile insanlığı şaşkınlığa uğratmış ve yıllar sonra da olsa fikir ve eserleriyle insanlığa yeni bir yön vermiş büyük insanların ortak bir özellikleri var. Bu özellik, yerleşik düzene-anlayışa olan değişik düzeylerdeki bir karşı çıkıştır. Dünya tarihinde, yerleşik düzeni korumaya çalışarak adını tarihe "altın harflerle" yazdırmış insanlara pek rastlayamazsınız. Adını bildiğimiz insanlar genellikle yenilikleri sunanlar olmuştur. Örneğin Galileo adını hemen herkes duymuşken onu yargılayan engizisyon üyelerinin isimlerini bilen çıkmaz. Halbuki hepsi aynı olayın aktörleriydi...
Herhangi bir şeylerin peşinden gitmek, bilinçli olarak nedenleri ve yöntemleri sorgulanmadığı zaman, hem peşinden gidilen ilkelerden zamana bağlı trajikomik bir sapmaya neden olur ve hem de tehlikeli bir takım çıkmazlara gebe bir hale gelebilir. Bireysel ve toplumsal olarak insanların izlediği tüm yönler, izlediği tüm paradigmalar, sık sık mantık süzgecinden geçirilmeli ve bilinçli bir biçimde günün şartlarına göre yenilenmelidir.
Bilim ve felsefe tarihindeki yeniliklerin büyük bir kısmı, yaygın anlayışların ördüğü duvarların dışına göz atma cesaretini gösterebilmiş ve can tehlikesi pahasına doğru bildiklerini her hal ve şartta savunmayı becermiş; ardından geleceklere de özgün eserler bırakarak anladıklarını insanların faydasına sunabilmiş kişilerce ortaya konmuştur. Örneğin bilimde, birilerinin izinden gitme gibi bir şey, toplumsal hayatta sıklıkla karşılaştığımız anlamında kesinlikle uygulama alanı bulamaz. Sözgelimi, ünlü mucit Thomas Edison'un izinden gittiğini söyleyen birisi, mucit zekasını derinleştirip, insanlığın kullanımına yeni bir şeyler sunmak yerine, Edison'un sözgelimi ampulü bulmak için yaptığı deneyleri bire bir tekrarlamaya kalksa, yaptığı işin bilimsel anlamda hiç bir kıymeti yoktur (belki okullardaki bilim tarihi ile ilişkili derslerde bu şahsı gösteri amaçlı olarak kullanabilirsiniz). Halbuki, izlediği metodoloji, anlayış ve birikim açısından birilerini örnek alıp, yeni çalışmaları o doğrultuda yürütme uğraşı, hem işlerin kalitesinin artmasına, hem de büyük bir zaman kazancına vesile olacaktır. Demek ki birilerini örnek almak, mantık ve bilinç eşliğinde seçilen bir yol olduğu zaman insana ve topluma bir şeyler kazandırır.
Birilerinin izinden gitmenin "hastalıklı" biçimi ise körü körüne taklittir. Yıllardır batı medeniyetinin ulaştığı bilim, teknoloji, refah vb. seviyesine ulaşacağız "nâraları"yla, batının büyük oranda negatifliklerini ve dejenerasyonlarını benimsemeye ancak ulaşan bir topluluğun uyanık zihinli fertleri, bunun ne anlama geldiğini iyi bileceklerdir. Körü körüne taklit, insanın doğal etki ve yetenek sınırlarını daralttığı gibi, düşünceyi kısırlaştırarak, gelişimin önündeki en önemli engel haline gelir. Taklidin bu biçiminin bir topluluğa dayatılması ise, sonuçlarını bazen vahim bir şekilde ülkemizde de gördüğümüz gibi, kendi iç dinamiklerinden ve zihinsel imkanlarından koparılmış, kendine güvenmekten ve irade etmekten korkan bir topluluğun oluşması ile sonuçlanacaktır. Delil isteyen, Türkiye'nin şu gün nasıl bir mantıkla yönetildiğine bakabilir...
İnsanların bilgilerinin ve algılarının belli sınırları olduğu bu günkü bilim tarafından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. Öyle ki, bilimin derin dallarında uğraş veren -özellikle teorik dallardaki- bilimciler, gerçekliğin "aslı" konusunda, aynen ilk ve orta çağ filozofları gibi tartışır hale gelmişlerdir. İnsanın evren hakkındaki tüm bilgisinin, temelde, duyu organlarını uyaran bazı dış unsurların yarattığı minik elektrik akımlarının, beyin dediğimiz o karmaşık organ tarafından değerlendirilmesi sonucu sahnelenen bir "oyundan" başka bir şey olamayabileceği; gerçekliğin aslını belki de hiç kavrayamayacak olmamız olasılığı, artık bilimin rutin sorunları arasında yerini almış durumdadır. Özellikle sinir bilimleri ve teorik fizik alanında uğraş veren bilimciler, bu gibi "derin" sorunlara aşinadır. Bu özellikler insanın fiziksel yapısı gereğidir ve mantık dahilinde bu "ihtimaller" kümesine aklımızı kapayarak, "gözümüzle gördüğümüz" -ya da birilerinin "gördüklerini" iddia ettikleri- her şeyi gerçek zannederek yaşamak, artık bilimsel olarak da imkansız hale gelmiştir.
Hepimiz bu kısıtlılıklarla donanmış durumdayız. Öncelikle "zaman" ve "entropi" duvarları sayesinde, geçmiş ve gelecekle olan bağlarımız (fizik yasaları gereği) kopartılmışken, şu anın içindeki verilerle hem anımızı yaşamak zorunda kalıyoruz ve hem de geleceğimizi planlarken, geçmişimizden de ders almamız gerekiyor. Bu işleri bu denli kısıtlı araçlarla gerçekleştirmeye çalışırken muhakkak ki "hata" yapıyoruz. Sözgelimi, meteoroloji bilimi kendini hava tahminlerine adamıştır; fakat halen bir aylık bir süre için "kesin" bir hava tahmini ortaya koyması olanaksızdır. Bu bilimin kullandığı ana veriler, geçmiş hava durumu dökümleri ve hava olaylarının, tahminin yapılacağı andaki dinamikleridir. Hatta ertesi gün havanın nasıl olacağını bile ancak belli bir hata payı ile tahmin edebiliyoruz. Çünkü hava olayları, hesaplanamayan ve tahmin edilemeyen çok sayıda etken tarafından belirlenen seyirlere sahip, "kaotik" hadiselerdir. Yaşamın kendisi ise, hava durumu veya suyun türbülanslı akışı gibi yalıtılmış fizik konularından çok daha karmaşık ve hesaba gelmez niteliktedir.
Evrene ilişkin böyle bir düşünce (gerçeklik) çatısı altında, bir insanın veya topluluğun çağlar ötesine uzanan bir takım fikirler ortaya koymasını beklemek, veya onun ağzından değişmez gerçekleri duymayı ummak beyhude bir çaba olarak kalacaktır. Eğer bir insan, "insanüstü" bir kaynaktan (peygamberler gibi) bilgi aldığını iddia etmiyorsa, o zaman nesnel ve nedensel aklıyla o insan, ancak gerçekliğin sadece küçük bir kısmına sahip olabilecektir. Ve bu "küçük parça" ise, gerçeğin kendisini anlamaya yönelik tüm çabalarda hatalara sebep olabilecek cılız mı cılız, güçsüz mü güçsüz bir araçtır. Nitekim genellikle, her şeyi bildiğini savunarak ortaya çıkan veya bir çok şeyi açıklayacak fazla geniş kapsamlı teoriler öneren kimseleri ciddiye almama eğilimindeyizdir. Zaten bilim felsefesi açısından da bir kuramın tutarlılığı, çoğunlukla o kuramın "kapsamı" ile ters orantılıdır. Fakat peygamber olduğunu söyleyen birisi, bir takım aşkın gerçeklerden bahsediyorsa, bu durumda onu sınayabilmek için de herhangi bir "bilimsel" yöntemimiz yoktur. Bu durumda iki seçenek kalır: İnanmak veya inanmamak...
Yakın tarihimizde bu anlamda bize en önemli dersleri veren Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, maalesef günümüzde bu tutarsızlıkların en önemli kurbanlarından biri haline getirilmiş durumda. Kendisi sağlığında, önderlik ettiği Türkiye toplumunun kendisini gerçekten "önder" kabul ettiğinin bilincinde olarak, bizlere bir çok öğütte bulunmuştu. Bunların arasından kanımca en önemli olanı, ülkeyi emanet ettiği gelecek nesillere "hiç bir dogma ve ideoloji bırakmadığını" belirtmesi ve en güvenilir rehber olarak akıl ve bilimin göz önüne alınmasını istediği deyişleri olsa gerektir. Bu gün ise, O'nun kurduğu cumhuriyette yaşayan ve her nasılsa O'nu örnek aldıklarını iddia eden bazı garip anlayış sahiplerinin, Atatürk'ün gösterdiği yere bakmaktan ziyade, O'nun "parmakları ve kolları" ile meşgul olduklarını görebiliyoruz. Adını adeta bayraklaştırdıkları bir insanın hatırasına bu denli ters davranmak ve bunu bir "ideoloji" haline getirebilecek kadar sakat bir mantık etrafında dolaşmak, benim açımdan anlaşılabilir tarafı olmayan bir garabettir. Örneğin, önderi "beni Türk hekimlerine emanet ediniz" diyecek kadar halkına güvenen biri iken, bu ülke nasıl olur da kendi yetiştirdiği insanlara güvenemeyip, dışarıya el-avuç açacak hale düşürülebilir? Demek ki, "iz sürme" yöntemimizde bir hata var... Bırakın akıllıca örnek ve ders alarak ileriye bakmayı, geçmişimizi taklit bile edemiyoruz...
Bir de bilimsel ve varoluşsal sorunların, zamanla insanların zihninde geçirdikleri bir evrim süreci var. Bu süreç içerisinde, bazen eskilerin tekrarı da olsa, bir çok yeni fikir boy göstermekte ve insanların değişik çağlarda karşılaştıkları değişik sorunlara çözüm arama çabaları sürüp gitmektedir. Sağlıklı çözümler üretebilmek elbette ki geçmişin tecrübelerini ve eldeki imkanları en iyi harmanlayabilecek beyinlerin işidir. Fakat belli dönemler için üretilmiş çözüm veya fikirlerin sonsuza kadar sabit gerçekler olarak kalacaklarını, değiştirilemeyeceklerini veya onların üstünde yeni fikirler üretilemeyeceğini zannetmek, tek kelimeyle bu evrenin işleyişinden bîhaber olmakla açıklanabilecek bir durumdur. Her zaman için söylenebilecek yeni bir şeyler vardır. Önemli olan doğru da olsa yanlış da olsa herkese fikrini açıklayabileceği bir ortam sunarak, artık "modern" olduğumuzu iddia ettiğimiz bu çağların gereklerini yerine getirmek ve kapasite olarak sınırsız olan insan beyninden fışkıran fikir sellerinden faydalanmaya çalışmaktır. Eğer eskileri aşmayı beceremezsek, düşeceğimiz konum, onların olduklarından daha da geride bir konum olacaktır. Çünkü onlar eski yanlışlara karşı çıkmış olmakla büyük olurlarken, biz karşı çıkmaktan korkar hale gelmekle, gittikçe küçüleceğiz. Tarihteki yarı insan-yarı tanrı figürlerin bir çoğu da işte bu şekilde bazı "üstün nitelikli" insanlara yapıştırılan akıl ve mantık dışı etiketlerin sonuçlarından ibarettirler. Kısacası birilerinin izinden gitmeyi amaç edinmişsek, işimiz, izi bırakanı bulduğumuzda sona erer ve varlık amacımız da bu şekilde ortadan kalkar. İz bırakabilmek için uğraşmak elbette daha zordur fakat insalığa gerekli olan da tam olarak budur. Akıl, bilinç ve "insanca" bilimin rehberlikleri ise bu yolda her hal ve şartta ihtiyaç duyacağımız rehberlerimiz olarak benimsenmedikçe, bu çabalarımızın boşuna olması kaçınılmaz olacaktır kanısındayım.
Ünlü fizikçi Sir Isaac Newton, başarılarını övenlere şunu söylemiş:
"Ben devlerin omuzlarında duruyorum..."
Evet, geçmişin birikimini ve bilgisini akıllıca harmanlayan Newton'un ismini hepimiz biliyoruz.
Çünkü o devlerin omuzlarına oturabilenlerdendi; ayak izlerinde boğulanlardan değil...