Arama

İdeolojik akımların yeni dünya düzenindeki rolü nedir?

Güncelleme: 9 Aralık 2008 Gösterim: 4.234 Cevap: 3
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
9 Aralık 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
sosyolojik disiplinler açısından bakıldığında ideolojik akımların yeni dünya düzenindeki rolü ve bu bağlamda türkiyenin yeri
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Aralık 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İdeolojik Karmaşanın Sınıfsal Yansıması – ATO TÜSİAD’a Karşı

Sponsorlu Bağlantılar
Siyasi yapıda yaşanan karmaşa, ekonomik sınıflar arasındaki ideolojiler savaşında kendisini açık biçimde göstermektedir. Görece küçük ve yerel burjuvazinin yani üst orta sınıf mensuplarının çıkarlarını temsil eden Ticaret Odaları veya bunların en etkili örneğini ele alırsak Ankara Ticaret Odası (ATO) ile küreselleşmiş finans kapitalin önde gelen yapısı TÜSİAD arasında yaşanan, bir başka deyişle eskinin ekonomik sağını oluşturan unsurları karşı karşıya getiren çekişme tam da konumuza işaret ediyor.

Esnaf ve küçük ölçekli sanayici sınıfın ekonomik hiyerarşi içindeki pozisyonunu korumak ve yükseltmek amacıyla her şehirde kurulan ticari yönelimli birliklerden birisi olan ATO’nun ülkede ulusal cephenin retoriğini tümüyle sahiplenmesi hatta ulusalcı düşüncenin bayraktarlığını ele alması kamuoyunun birçok unsuru tarafından abesle iştigal olarak nitelendirilse de, örgütün, yaptığı etkinliklerle, kurucu ilkeleri ya da pragmatik çıkarlarıyla çelişmediği sârih bir gerçekliktir. Şöyle ki; IMF’nin dayattığı yapısal reformlar ve özellikle de Gümrük Birliği Anlaşması’nın getirdiği düzenlemelerin söz konusu kesim üzerindeki yıkıcı etkileri; ulusalcılığın turnusol kağıdı işlevini gören Avrupa Birliği tartışması konusunda muhalif kampta yer almalarına neden olmuş ve politikalarının merkezine yerleştirdikleri ekonomik kaygılarla güdülenen zenofobik bakış açısı, örgütü Türkiye iç siyasetinde sağ kanada etkili biçimde yerleştirmiştir. Ticari nitelikli bir birliğin tüm üyelerinin aynı siyasi yönelime sahip olamayacağından hareketle, ATO’nun mücadelesinde sınıfsal çıkarlar belirgin hale gelmektedir.

ATO bu mücadelesine toplumun alt kesimlerini angaje etmeye ve böylece sermayeye karşı, sürüme dayanan bir denge sağlamaya çalışmaktadır. Bu sebepten ötürü taşra siyasetinin temel özelliklerine politikasında yer veren ATO, tahmin edilebileceği gibi, ulusalcı söylemini herhangi bir doktriner çerçeveye oturtmamakta, ölçüsünü güncel politik gelişmelere göre ayarladığı bu tavrı fazlasıyla popülist bir çizgide sürdürmektedir. Kullanılan motiflerde etnik simgelerden özellikle uzak durulmakta ve toplumun ortak paydaları üzerine yoğunlaşılmaktadır. Oldukça yüksek bir maliyetle imal edilerek ATO Genel Merkezi’ne dikilen, Ankara’daki muhtemelen en büyük Türk bayrağı bu anlayışın göstergesi olmuştur. İç yapıdaki sınıfsal mücadele, böyle bir milli simgenin, ulusal ve tarihsel önemi haiz kurumlar dururken bir ticaret örgütünce hazırlanmasının mantığını ortaya koymaktadır.

TÜSİAD tarafından temsil edilen İstanbul merkezli büyük sermayedarlar grubu, başka bir deyişle kapitalist iş dünyası ise söz konusu sınıf mücadelesinde diğer kanadı oluşturmaktadır. Türkiye’deki en dinamik kesimi teşkil eden bu sınıf dünya ekonomisine önemli ölçüde eklemlenerek küreselleştirilmiş ve böylece Batı’nın yaptırımlarını uygulamaya en istekli grup olma niteliğini kazanmıştır. Bu bapta değerlendirildiğinde Batı’dan “insan hakları emperyalizmi” jargonu altında gelen ideolojik akımların şampiyonluğunu bu kesimin yapması, gayet tabi ki, şaşırtıcı değildir. Fakat, genel ekonomik yapı içindeki ayrıcalıklı pozisyonlarına koşut bir siyasi etkiye sahip olan ve azınlık raporları, demokratik haklar bildirileri, insan hakları duyuruları vs. ile iç politikaya yön veren sermayedarların, söz konusu akımlara içkin kavramları ne şekilde anladığı ve uygulamaya çalıştığı ciddi soru işaretleri oluşturuyor. Zira, soyundukları role paradoksal olarak demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi değerleri koruyacak ve geliştirecek bir burjuva sınıfı Türkiye’de tarihsel düzlemde söz konusu olmamış, varolan üst sınıf sadece çıkar liberalizmini basit bir biçimde takip etme yoluna gitmiş, ideolojik kavramları da bu minval üzere değerlendirmiştir.2

Bilindiği gibi, Türkiye’de ulus-devlet endüstrileşmiş Avrupa toplumlarında olduğunun aksine evrim değil devrim sonucu vücuda gelmiştir. Türk ulus-devletinin temellerinin atılmasında asker ve bürokrat kökenli bir grup ilerici aydın öncü rol üstlenmiş, daha sonra ise devrimlerin toplum düzeyinde kalıcı hale gelmesinin sağlanması gayesiyle bir ulusal burjuva yaratılmasına çalışılmıştır. Ancak kazanılması uzunca bir süre gerektiren toplumsal bilinç ve tecrübenin eksikliği yani iç koşulların olgunlaşmaması Türkiye’de burjuva sınıfının hiç de ulusal bir nitelik taşımaması sonucunu doğurmuş ve bu suni yapılanma endüstrileşmiş ülkelerdeki türdeşlerinden farklı sosyal etkilere sahip olagelmiştir.

Sermaye egemenliği, endüstrileşme sürecini tamamlayamamış, sınıfsal yapısı itibariyle kapitalizm aşamasına ulaşamamış ve denetleyici siyasi mekanizmaların işlerliğini sağlayamamış toplumlarda sosyo-ekonomik hakların korunabilmesini imkansız kıldığından, reel boyutta, demokrasiye muhalif bir yer edinmektedir. Bu nedenle evrensel değerlerin toplumda etkin bir konuma oturtulması için TÜSİAD tarafından temsil edilen kesimden medet ummak en basit anlatımıyla safdillik olacak ve “kuzuyu kurda emanet etmiş olmak” mantıksal sonucunu doğuracaktır.

Sözün özü, çıkarları birbirlerine karşıt duruma gelmiş bu iki sınıf, çekişmenin cephesini genişleterek mücadelelerini ekonomik olmayan bir temele dayandırmaya, yani ekonomik pozisyonlarını daha üst seviyelere taşımalarına yardımcı olacak fikri modellere eklemlenmeye çalışmaktadırlar. Küreselleşme sürecinin dayattığı ulusal ekonomik sistemlerin, zengin ve daha zengin arasındaki farkın daha da artmasına yol açan niteliğinden dolayı söz konusu gruplar arasında bir uzlaşma sağlanması, en azından yakın gelecekte, pek mümkün görünmemektedir.

Sonuç: Yeni Kıstas Ne olmalı?

Siyasi ve ekonomik olarak sağ kanadı temsil eden gruplar arasında süregiden çatışma ve uyuşmazlıklar, sağ ve sol kavramlarının, en azından Türkiye iç siyaseti özelinde, bunları kullananın anlatmak isteyeceklerine araç olamayacak içi boş terimler haline geldiğini ortaya koymaktadır. Bu noktada birbirine karşıt fikir ve akımları sınıflandıracak daha etkin kıstasların bulunması gerekliliği dikkat çekmektedir.

Eski dünya düzeninde, ortak düşman karşısında samimi bir istekle birleşmiş olan sağ akımlar, yeni çağda düşmanlarını yenileyememiş ve ABD’nin İslami terörizmi gibi bir birleştirici mit bulamamışlardır. Bu nedenle, bu akımlar arasındaki cepheleşmenin kesin çizgilerle kabul edilmesi ve herhangi bir ayrım yapabilmek için sağa içkin olduğu kabul edilen fikri hareketlerin bizzat kendilerinin öne çıkarılması elzem görünmektedir. Bu düşünce doğrultusunda, sağ tabiri yerine, kastedilmek istenen ne ise; radikal İslamcı, ılımlı İslamcı veyahut ülkücü vs. olmak üzere tikel akımların sözünün edilmesi gereklidir. Bu tür bir yaklaşım ideolojik karmaşayla baş etmeyi kolaylaştıracağı gibi, Türkiye siyasi yapısını da eskimiş kalıplardan azat etmeye yardımcı olacaktır.

Diğer taraftan, üst ve üst orta sınıfların ortaklıktan çıkıp birbirine rakip hale gelmesi; biri liberalizmin en uç noktalarında gezinirken, diğerinin korumacı tedbirleri arzulamaya başlaması özel mülkiyet düşüncesiyle kapitalizmin kavramının da ne derece büyük bir ayrışma içine girdiğini ve artık ulusal ekonominin kazananının küresel aktörlerin doğrudan etkide bulunduğu finansın piyasaları tarafından belirlenerek toplumsal yapılarda daha derin gedikler açtığını işaret etmektedir. Bu nedenle iş dünyasının küreselleşmiş ve küreselleşememiş grupları arasına keskin bir çizgi çekilmeli ve siyasi yönelimler de bu ayrıma göre incelenmelidir.

Fakat hepsinden önemli olarak, ulusal ve evrensel değerlerin, siyasi ve ekonomik rant peşindeki küçük grupların boyunduruğundan kurtarılarak, geniş halk kitlelerince içselleştirilmesinin ve siyasi konjonktürü her türlü yönlendirme ve müdahaleden olabildiğince muaf bir biçimde bu grupların belirlemelerinin sağlanması, hiç şüphesiz ki, en ideal çözüm olacaktır. Bunun önkoşulunun da, dış kaynaklı ideolojik modellerin iç politikadaki etkisinin asgariye indirilmesinin olduğu açıktır.

alıntıdır.
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
9 Aralık 2008       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
terörizm de bir ideolojik akımdır. ve Türkiye'nin buna yönelik tutumu aşağıdadır..




TÜRKİYE’DE TERÖRİZMİN İDEOLOJİK KÖKENLERİ



GİRİŞ

Terörizm, tarihi yönü ve içerdiği çok yönlü karakteri itibariyle diğer suçlardan farklılık arz eder. Terörizmin karakterinin çizmiş olduğu bu farklılık toplumlara ve dönemlere göre az da olsa değişkenlik arz etmesine rağmen genel itibariyle mantalitesi ve sistematiği aynıdır. Terörizmi diğer suçlardan ayıran ve sistematiği içerisindeki en belirgin unsuru “ideolojidir”.Bu bağlamda ideoloji, terörizmin olmazsa olmaz unsuru olarak kabul edilmektedir. “İdeoloji hareketin rehberidir. Uygulanacak şiddet olaylarının tipi, hedefleri, grubun üye temini ve şiddet kampanyalarında işleyeceği konular hep bu unsura göre belirlenmektedir”(Dilmaç, 1997:66).
Terörizmin, temelindeki akımlar yani ideolojik görüşler ve felsefeler ele aldığı konu itibariyle evrensel bir nitelik göstermektedir. Çünkü bu teoriler ve felsefeler aslında insanların daha özgür ve daha mutlu bir dünyada yaşama mücadelesinden kaynaklanmıştır.Bu mücadelede liberalizm, sosyalizm, anarşizmive birtakım dine dayalı görüşleri geride bırakarak, onlara karşı bir zafer kazanmıştır. Ancak bu “yeni dönem” insanlara aradığı mutlu ve huzurlu ortamı sağlayamadığından; anarşizm, komünizm, faşizm ve bazı dini motifli akımlar kendilerince daha huzurlu bir ortam gerçekleştirebilmek için terörizme sarılmışlardır. Bu nedenle “terörizm”; temelde aynı amaca ulaşmak isteyen, fakat farklı yöntemleri benimsemiş, farklı ideolojilerin kullandığı ortak bir stratejidir.
Bu bağlamda gerek sol terörizm, gerek etnik terörizm, gerekse dini motifli terörizmin birleştiği kavşak noktası ; siyasal şiddet içeren bir yapı oluşturmalarıdır.Bazı görüşlere göre siyasal terörizm olarak ifade edilen bu olgu Wilkinson tarafından şu şekilde tanımlanmıştır; teröristlerin siyasal amaçlarını teslim etmelerini sağlamak üzere, fertleri, grupları, toplumları veya hükümetleri yıldırmak için sistematik olarak tahrip ve cinayet işlemeleri veya işleme tehdididir(Hazır,2001:43).
Ülkemizdeki terör hareketlerinin kökleri ise, siyasal terörizmi kendilerine strateji olarak benimseyen; Marksist-Leninist ideolojiyi rehber edinmiş, sol örgütlerin oluşturduğu yıkıcı terörizm, Marksist-Leninist ideolojiyi etnik değerlerle(Kürt milliyetçiliği gibi) sentezlemeye çalışan ögütlerin oluşturduğu bölücü teterörizm ve dini motifli örgütlerin gercekleştirdiği irticai terörizmden ibaret olduğu vurgulanacaktır.
Laqueur’in 20.yy terörizmin de Latin Amerika ülkelerindeki terör örgütlerini ve faaliyetlerini isimlendirirken kullanmış olduğu “exotik terörizm” kavramı oldukça ilginç bir nitelik arz etmektedir. Çünkü burada yabancı görüş ve akımların bir ülkedeki terörist faaliyetlere kaynak teşkil etmesi ve zamanla o ülkenin yerli değerleriymiş gibi algılanmaya başlanması ifade edilmektedir. Öyle ki kastedilen Peru’da faaliyet gösteren “Shining Path (Aydınlık Yol)”örgütün benimsediği Maoizm’in yerli Peru düşüncesi olmadığı, yine Uganda’da faaliyet gösteren LRA’nın (Lord’s Resistance Army) faaliyetine kaynak teşkil eden Hıristiyan Kökten Dinciliği’nin Uganda’ya özgü bir düşünce tarzı olmadığı ifade edilmektedir(Laqueur, 1997:184).Bu bağlamda ülkemizdeki terörizmin özellikle de yıkıcı ve bölücü terörizmin benzer bir yöntemle ideolojiyi ithal ederek, yerli değerlerle sentezlemeye çalışması ifade edilecektir.

A. İDEOLOJİ VE TERÖRİZM

İdeoloji, terör örgütlerinin hem dayanağı hem de en büyük silahıdır. Bu bağlamda terörizmi adi suçlardan ayıran ve çoğu dönemde canlı ve ayakta kalmasını sağlayan temel yapı taşıdır.
İdeoloji, bir kavram olarak ele alındığında getirilen bir takım tanımlamaları şu şekilde ifade edebiliriz;
* “Gerçeğin insanlara yansımada içinden geçtiği ortamların etkisiyle bir sapmaya uğradığı ve insanlarda yanlış imge ve izlenimler yaratabileceği başka bir deyimle, bazı insanların gerçek olarak bildiklerinin daha derin ve doğru bir gerçeği maskelediği.
* Bu sapmaları kaldırabilecek bir yönetimin var olduğu.
* ( Napolyon'un verdiği anlam) aydınların, gerçekten çok uzak olan soyutlamalar üzerinde durdukları , uygulamaya yönelmiş girişimlere oranla bir rüya aleminde yaşadıkları, fikirlerin bir soyutluk tutkusunun izini taşıdığı olgudur”(Mardin. 1993:24).
Bu tanımlamaların yanında ideolojiyi, olumlu ve olumsuz yaklaşımların görüşüyle açıklamak gerekirse; olumlu yaklaşıma göre, ideoloji sistematik bir fikir yapısı ve anlatısıdır. Olumsuz yönden ise; gerçekleri olduğu gibi yansıtmayan bir fikir yapısı şeklinde ele alınmıştır (Mardin, 1993:14). Marx’ın da ideoloji tanımının bu ikinci yaklaşıma benzediği ifade edilmektedir. Bu nedenle aslında terörizmin ideolojik temellerinden biri olarak gördüğümüz “Marksizm’in yada Komünizm’in” fikir babası Karl Marx ideolojiye olumsuz bir mana vermiş ve ideolojiyi “yanlış bilinç” olarak nitelendirmiştir.
Oysa komünizmin pratisyeni Lenin ideolojiyi olumlu manada kullanmış ve bunu kendi eserlerine yansıtmıştır. Nitekim 1902 yılında “Ne Yapmalıdır” isimli eserinde Lenin durumu şu şekilde değerlendirmiştir: “Hareketlerinin süreci içinde işçi yığınlarının kendilerine bağımsız bir ideoloji formüle etmeleri söz konusu olmadığına göre, yapılacak tek şey burjuva, ya da sosyalist ideoloji arasında seçim yapmaktır. Başka yol yoktur; çünkü insanoğlu bir “üçüncü” ideoloji yaratmamıştır ve üstelik sınıf çelişkileriyle bölünmüş olan bir toplumda, sınıf niteliği taşımayan yada sınıflar üstü ideoloji olamaz (Mardin, 1993; 40).
Burada Lenin burjuvazinin bir ideoloji geliştirdiğini, bunu da silah olarak kullandığını, dolayısıyla işçi sınıfının da mücadelede ideolojik silah kullanabileceği sonucuna ulaşmıştır. Bu sonuç doğrultusunda strateji geliştirmiştir. Bu dönemin çok ilginç bir noktası sanayileşmeyle birlikte gelen yeni kitle hareketleridir. Dolayısıyla ideolojilerin üzerine eğildiği ve ele aldığı husus kitle psikolojisi olmuştur. Bu bağlamda “ sosyalist ideolojiyi sosyo-politik programı meydana getiren iddia ve teorinin bir araya gelmesi şeklinde ifade temek çok yanlış olmayacaktır” (Dilmaç, 1997; 69)
Marks’a göre ideoloji toplumsal gerçeği maskeleyen fikirler olmakla beraber bunların içerisinde en tehlikelisi “din”dir. Marks ideolojiyi böyle tanımlarken pek çok bilim adamının sorduğu gibi burada karşımıza çıkan soru şudur: Marks’ın söyledikleri ideoloji değilde nedir? Bu nedenle olumsuz mana yüklediği ideolojik yaklaşımını genel bir yaklaşım ve kavram olarak kabul etmek yanlıştır.
İdeolojiyle bağlantılı ve bazen eş anlamlı olarak ele alınan diğer bir kavram da “ütopyadır”. Çünkü her ikiside sistem içerisinden çıkan fakat sistemin yapısına muhalif olan görüşler olarak değerlendirilmektedir. Fakat ütopyayla ideoloji arasında nüansların olduğunu kabul etmek gerekir. “İdeoloji sistemle uygunluk halinde olmayıp aynı zamanda vaat ettiklerini pratikte bütünüyle ortaya koymayan potansiyeli oluşturamayan fikirler atarak ifade edilmiştir. Ütopya ise, içinden çıktığı sitemle uygunluk halinde olmadığı gibi mevcut sosyal realiteyi değiştirmeye çalışır” (Mardin, 1993; 57).
Mannheim’a göre modern tarihte 4 önemli ütopya örneği ortaya çıkmıştır.
* Anabaptist’lerin “Orgiastik Kiliazma’sı” ,
* Liberal-Hümaniter Görüş Açısı,
* Tutucu Görüş Açısı,
* Sosyalist-Komünist Ütopya (Mardin, 1993; 58).Bu bağlamda ideolojiyi ütopya gibi algılamak gerekirse;“tutucu fikir ve sosyalist-komünist ütopyanın” ülkemizdeki terörizm faaliyetlerine kaynak teşkil ettiğini ifade edebiliriz.


B.YIKICI TERÖRİZM

Türkiye’de yıkıcı yönde faaliyette bulunan terörizmi; siyasal terörizmi kendilerine strateji olarak belirlemiş, Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen, aşırı sol akımların oluşturduğu illegal yapılanmalar ve örgütlerin bütün faaliyetleri olarak değerlendirebiliriz. Bu nedenle sol terörizmin hedefini ortaya koymak gerekir.

1.Aşırı Sol Örgütlerin Hedefi :
Sol terör örgütlerinin hedefi mevcut anayasal düzeni yıkıp, yerine ülkemizin tümünde yada arzuladıkları bölümlerinde kominist ideolojinin yayılmasını sağlamak ve Marksist-Lennist bir komünist düzen kurmaktır (YÖK, 1985: 79). Sol örgütlerin bu mücadelesinde mevcut ideolojilerinin sahibi olan ülkenin, o günkü adıyla SSCB’nin Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirene kadar, bu örgütlere desteğinin devam edeceği vurgulanmaktadır(YÖK 1985). Bu açıdan sol terörizm Türkiye’de gerçek manada bir ideolojiye sahip gibi görünse de, aslında çizmiş olduğu gizli karakter itibariyle; ideolojinin asıl sahibi olan ülkenin maşası olma fonksiyonundan ibarettir.
Yani ifade etmek istediğimiz husus ideolojinin ithali olduğudur. Çünkü ideoloji bizim insanımızın gerek kültürel, gerekse karakteristik çizgisinin dışında, çok farklı özellikler arz etmektedir. Nitekim Laqueur’in giriş kısmında bahsettiğimiz Latin Amerika daki terör örgütlerini nitelendiriken kullandığı yaklaşıma benzer bir durum sözkonusudur. Görüldüğü gibi komünizm, bizim yerli düşüncemiz olmamasına rağmen, ülkemizde sol terörizme yıllardır hayat vermiş, ivme kazandırmış ve hala da bu fonksiyonunu devam ettirmektedir. Ancak burada şunu vurgulamak gerekir ki, sol terörizmin, Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal, sosyal ve ekonomik durumu çok iyi tahlil ettiği ve buna göre de terör hareketlerinin dozajını ayarladığı bir gerçektir.
Sol örgütlerin diğer bir özelliği ise amaçları doğrultusunda çok iyi organize olmalarıdır. Amaç devleti yıkmak olduğu için, hedef durumunda olan devlet mekanizması gibi güçlü ve sistemli olan bir yapılanmayı ideolojilerinin hayat bulmasının bir teminatı olarak görmüşlerdir. Bunun için de legal olarak kurulan aslında asıl gaye ve hedefleri kamufle eden bir takım siyasi parti, kurum, dernek ve sendikalar ile örgütlenmelerini gerçekleştirmişlerdir (YÖK, 1983: 80).

2.Yıkıcı Terörizmin Devrim Faaliyetleri :
Sol terör örgütleri illegal alanda da çok iyi teşkilatlı bir örgüt yapısını oluşturmayı hedeflemektedir. Çünkü devleti yıktıklarında; “hemen kendi örgütleri devletin misyonunu eda edebilecek nitelikte olmalı” düşüncesine sahiptirler. Örgütlerin diğer bir özelliği ise oluşturulan illegal örgütlenmeler ile legal örgütlenmelerin irtibatlandırılmasına verilen önemdir. Böylece eylemler bir bütünlük içinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Sol örgütlerin legal ve illegal alanda faaliyetlerini hızlandırdıkları dönem 1960’lar ve sonrasıdır. 1960 ihtilalinden sonra yürürlüğe giren, 1961 anayasasının getirdiği geniş hürriyetler ortamı, sol terör örgütleri tarafından çok iyi değerlendirilmiştir. TKP(Türkiye Komünist Partisi) yeniden güçlenme çalışmalarına hız verirken, diğer yandan da yasal alanda TKP içerisinde faaliyet gösteren kadroların öncülüğünde siyasi parti, işçi sendikaları, öğrenci ve öğretmen kuruluşları oluşturulması sağlanmıştır. Bu çabalar sonucunda 1960 ve 1970 döneminde aşırı solun etkinliğinde kurulan yasal örgütler şunlardır(YÖK, 1983: 84)
* Siyası Parti olarak TİP (Türkiye İşçi Partisi)
* İşçi Kuruluşu olarak DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu)
* Öğrenci örgütü olarak FKF(Fikir Klüpleri Federasyonu) ve daha sonra DEV-GENÇ
* Öğretmen örgütü olarak TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası)
Tüm bu faaliyetler 1968-1969 yıllarında büyük kentlerde kalabalık öğrenci hareketleri olarak kendisini göstermiş bunu DİSK’in işçi olayları takip ederek zemini devrim için uygun hale getirmeye çalışmışlardı.

3.Yıkıcı Terörizmin İdeolojiyi Yorumlaması :
Türkiye aydınlarının, Osmanlı döneminde devleti kurtarma, Cumhuriyet döneminde çağdaş uygarlık düzeyine erişme yada kalkınma sorunları için çözüm önerileri aramak durumunda kalmaları yurt ve dünya olaylarını çoğu kere ihtilalci bakış açılarına göre yorumlamalarına yol açmıştır. Bu bakış açılarının doğal sonucu olarak iklim, zaman, ideoloji ve eylemi birlikte yaşamak zorunda kalmışlardır. Osmanlı da Jön Türkler, Cumhuriyet döneminde 1930’larda “Kadro”, 1950’lerde “Forum” ve özelliklede 1960’lardan sonra “Yön” dergileri etrafında toplanan aydınların dünyadaki siyasal oluşumlardan etkilenmeleri ve bu doğrultuda Türk siyasal düşüncesini devrimci bir bakış açısıyla etkiledikleri ifade edilmektedir.(Özdemir, 1986; 269)
Halk adına daha fazla özgürlük talep eden bu aydınlar kitlesi Cumhuriyetin yeni oluşumunda da öncü grup olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu insanlar iktidardaki konumlarını DP’ye(Demokrat Parti) gösterilen halk desteği ile yitirip muhalefete düşünce; kendi altın devirleri olarak tek partili rejimi andıkları olsa gerek, çok partili rejime ve DP iktidarına kuşku ile bakmışlar ve 1960’la askerlerin iktidara el koymalarına çok büyük bel bağlamışlardır (Özdemir 1986; 270).
Bu durum oldukça üzücüdür. Halk için mücadele edenlerin halkın tercihine saygı göstermek bir kenara, onu provake etmeye çalışması anlaşılması güç bur husustur. Böyle bir düşünce tarzı samimi bir demokratın (demokrasiye ve özgürlüğe inanan kişi) midesini bulandırması gerekirken, herhalde o dönemin demokrat üstü aydınlarının iştahını, devrim için artırdığını söylersek,meseleyi çok fazla abartmış olmayız.
Özdemir’in radikal sol eğilimli olarak nitelendirdiği aydınların “Yön dergisi” etrafında birleşerek, 1960-1965 arası ülkenin mevcut durumundan dolayı güç kazandığı ifade edilmektedir. Yeni bir yapılanma gösteren bu radikal sol düşünce ortamı devrim için daha müsait hale getirmek adına ideoloji platformunda var güçleriyle çalışmışlardır.



4. Yıkıcı Terörizmin İdeolojiyi Sentezlemesi :
“Yön Hareketi” olarak isimlendirilen bu yeni sol akımın ideolojiyi yerli değerlerle sentezlemede kendinden önceki bazı akımlardan farkının olduğu belirtilmektedir. Örneğin; “Kadro hareketi” iktidarın sözcülüğünü, “Yön” ise iktidarı hedefleyen bir grubun sözcülüğünü yapmasıdır, bu da ; Kadrocuların Marksizm’i geliştirmek, istedikleri “Kemalizm” için, Yöncülerin ise “Kemalizm’i” yorumlamak istedikleri Marksizim için kullanmalarına yol açmıştır(Özdemir, 1986; 275)
Tarih çemberinde biraz daha geriye gidildiğinde Marksist düşüncenin ve sol terörizmin Türkiye’de temellerini atan Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın(OSF) da benzer yöntemi kullandığını görmekteyiz. OSF’nın solculuğu halka yaklaştırmak için kullandığı yöntemlerden biriside İslamiyet’le uzlaşma zemini aramak olduğu ifade edilmiştir(Tuncay, 1967: 30,31).OSF’nın kurucularından Hüseyin Hilmi’nin yayın organları olan İştirak dergisindeki “Şura-yı Ümmete Cevap” ismindeki denemesinin bu niteliği taşıyan bir yazı olduğu ve bu yazıda sosyalistliğin İsa ile başladığını, İslamiyet de dahi nice “Ayeti kerime ile ehadisi şerife” ile teyit ve tasdik olan, sosyalist esasların zekat gibi emeli bir surete ifrağ edildiğini söylemektedir(Tuncay,1967:31). Tuncay, Hüseyin Hilmi’yi dini bilgisinin yatkınlığını kullanmak suretiyle İslamiyet’ten faydalanmaya çalışan bir sosyalist olarak değerlendirmiştir. Bu bağlamda gerek Tuncay’ın ifadesi, gerekse Hüseyin Hilmi’nin iştirakte kaleme aldığı sözler ifade ettiğimiz görüşleri doğrular niteliktedir.
Yine Cumhuriyetin akabinde aynı manaları ifade eden bir örnek vermek mümkündür: (5 Kasım 5 Aralık 1922) tarihleri arasında Moskova’da toplanan dördüncü komiten kongresinde Türkiye komünist partisinin temsilcisi ve kongrede Türk delegasyonunun reisi olan şahıs, Ankara hükümetinin Anadolu solunu yok ettiğini büyük bir kızgınlıkla dile getirdiğinde Rodek isimli Rus temsilci şu şekilde konuşmuştur. “Türk komünistlerine, partiyi kurduktan sonra ilk ödevlerinin milli kurtuluş hareketini desteklemek olduğunu söylediğimizden ötürü bir an pişman olmadık. Şimdi bile, baskılara rağmen, Türk yoldaşımıza diyoruz ki, içinde bulunduğumuz zaman, sizi yakın geleceğe karşı kör etmesin, kendinizi, size baskı yapanlara karşı koruyun fakat unutmayın ki, kesin savaşa başlayacağınız tarihi an gelmemiştir; daha çok yolunuz var” (Tuncay,1967: 142)
Görüldüğü gibi radikal sol örgütler ülkemiz içerisinde gerek ideolojilerini destekleyen, gerekse kısmen de olsa asıl hedeflerini gizleyen yerli değerler ve kavramlara sarılma ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu bağlamda 1960’lar ve sonrası radikal sol düşüncenin sesi olan “Yön dergisi” etrafında birleşen aydın kimliğine sahip militanların kemalizmi kullanmaları ilk ve son örnek değildir.
Gerek Osmanlı döneminde, gerekse genç Cumhuriyetin ilk dönemlerde kominizmin Türkiye’de ki temsilcileri bu ideolojinin asıl sahiplerince Türkiye’de tutunabilmeleri için popilist değerlere paralel harekat etmeleri konusunda sıkı sıkıya tembih etmişlerdir. Bunun için kominizim ve sol örgütlenme Osmanlıda İslamiyet’i ve Cumhuriyet döneminde popülist değerler olan “Kemalizm, Laiklik, Alevilik” gibi değerlere sarılarak, bu kavramlar desteğinde ideoloji platformunda verilen mücadelede daha fazla taraftar toplamayı hedeflemişlerdir.

C.BÖLÜCÜ TERÖRİZM
Ülkemizde, bölücü faaliyetler denildiğinde ilk olarak aklımıza PKK (KADEK) bölücü terör örgütü gelse de, aslında bölücülük faaliyetleri Osmanlının son dönemlerine kadar dayanmaktadır. Ülkemizdeki bölücü terörün idealleri; aslında Türkiye’nin parçalanmasını isteyen ve böylece bölgeden menfaat temin edecek olan yabancı devletlerin ideallerinin ülkemiz üzerinde olan yansımalarından ibarettir. Bu yüzden 1800’li yıllarda başlayarak 1912 yılına kadar on iki Kürt isyanı yaşanmıştır. Cumhuriyet döneminde 1924-1940 yılları arasında yirmi beş Kürt isyanı yaşanmıştır. Bu isyanlara zorunlu askerlik, vergi ve bir takım iç sebeplerin yanı sıra İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmaları dış sebep olarak gösterilmiştir(Alkan, 2002:86,87).Bu isyanların çoğunda Kürtçülüğün yanında “din olgusu” yerli malzeme olarak kullanılmıştır.
Günümüz Türkiye’sinde ise yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bölücü terörizmin en önde gelen grubu aynı şekilde Marksist-Leninist ideolojiyi Kürt milliyetçiliğiyle sentezleyen Abdullah Öcalan’ın liderliğindeki terör örgütü PKK veya KADEK’
dir.
Özellikle 1960 yılından sonra Kürt milliyetçiliği ile Marksist-Leninist düşüncenin sentezinden oluşan ideolojik akımların, 1969 yılından itibaren “Doğu Devrimci Kültür Ocakları” (DDKO) ismiyle dernekler kurdukları ve bu dernekler içerisinde faaliyetleri sürdürdükleri görülmüştür(Alkan, 2002: 87).
Böylece, bölücü terörizme ivme kazandıran ideoloji yine yıkıcı olan sol terörizmdeki gibi Marksist-Leninist ideoloji olmuştur. Abdullah Öcalan, Marksist Leninist çizgiye kayışını şu şekilde anlatmıştır; “Sanırım, 1969’du; Hüberman’ın Sosyalizmin Alfabesi isimli kitabı okuduğumda bu iş burada biter dedim ve “bilimsel sosyalizmi” tercihim kesinleşti.”(Alkan, 2002:112).
Örgütün klasik manadaki sol örgütlere göre daha fazla taraftar bulmasının ve tutunabilmesinin en önemli sebepleri şu şekilde sıralayabiliriz:
a-) İthal olan ideolojinin yüzyıllardır ülkemiz için sorun teşkil eden “Kürtçülük” gibi etnik bir yerli değere dayandırması ve bu değerle sentezlenmesi.
b-) Bölgenin sosyo-ekonomik yapısındaki aksaklıkların göz önünde bulundurularak, halkın içerisinde bulunduğu mevcut psikolojik durumun provakasyona uygun hale getirilmesi.
c-) Söz konusu terör örgütüne sol örgütlerin ideolojinin sahibi olan ülkenin yanında ,bölge üzerinde tarihi emelleri olan, bazı batılı ülkelerin de örgüte ekonomik ve siyasi olarak büyük oranda destek vermeleri.
d-) Söz konusu terör örgütünün diğer örgütlerden farklı olarak gerilla savaşını benimsemesi ve kendilerine gerilla statüsünü kazanmaya çalışmalarıdır. Gerilla savaşının siyasi boyutları üzerinde en yoğun şekilde duran Mao Leninist stratejiyi demode olarak görmüş ve köylü sınıfını devrimci mücadelenin lokomotifi olarak kabul edilmiştir. Örgüt üyesi teröristlerin kendilerini gerilla savaşçısı şeklinde isimlendirdiklerini görmekteyiz.Bu durumun önemli etkilerinden biri gerilla etiketinin halkla ilişkilerde daha sempatik olarak algılanması ve uluslararası hukuktaki tanınmış farklı statüsüdür. Çünkü 12 Ağustos 1949 tarihli Cenevre sözleşmesinde ek protokol 1’e(bir) göre teröristler “imtiyazsız savaşçı” statüsünde değerlendirilip “savaş suçluları” statüsünden farklı anlaşılması gerektiği belirtilmiştir (Beşe,2002:48).
Böylece terörist gruplar uluslar arası hukuktaki savaş esiri muamelesi görmeyi hak etmezler. Oysa gerilla savaşçılarına savaş hukukunun uygulaması, teröristler karşısında hukuki statü kazandırmış olmaktadır.Bu nedenle PKK veya diğer adıyla KADEK bu statüyü kazanmak için bir takım siyasi manevralarda bulunmuş ve bazı ülkelerden de destek görmüştür.
Örgüt sürdürdüğü ideolojik savaşta bölge halkının geleneksel değerlerinden olan dini inançlara, ideolojilerin gereği olarak çok fazla değer vermemiştir. Bu durum ülkemiz açısından büyük bir şans, örgüt açısından ise; yapılmış bir stratejik hata olarak değerlendirilebilir. Örgüt Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinden sonra 02-23.01.2000 tarihleri arasında olağanüstü 7. kongreyi gerçekleştirerek Kürt sorununun barışçıl çözümlenmesi için “demokratik cumhuriyet ve barış projesi adı altında yeni bir program oluşturarak, silahlı eylemden siyasallaşma sürecine doğru hız verilmiştir.
Aynı süreç 04-10.04.2002 tarihleri arasında düzenlendiği sekizinci, kongrede terörist örgüt imajından kurtulmak için “Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi” (KADEK) olarak değiştirmiştir (Alkan, 2002:94). Bu bağlamda bölücü terörizmin, sol terörizme göre ağır basan bir yönü de siyasallaşmaya önem vermiş olmasıdır. Böylece isim değiştirmekle yeni bir yüze sahip olan bölücü terörizm, hiç ama hiç eski kimliğini değiştirmeden ideolojik mücadelesini siyasi platformda devam ettirmeyi hedeflemektedir.

D.DİNİ MOTİFLİ TERÖRİZM
1.Dinin Terörizmi Motive Emesi :
Dini motifli terörizm Türkiye’de özellikle ivme kazandığı dönem 1980’li yılların başına rastlamaktadır. 1979’da İran’da gerçekleşen devrimin etkilerinin dini motifli terörizmin dünyada, özellikle Türkiye’de etki kazanmasının en büyük nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Çünkü İran’daki devrimden sonra da bütün dünya da olduğu gibi Türkiye’deki radikal gruplar ve kişiler arasında dinin bir idare sistemi olarak devrim aşamasıyla gerçekleştirilebileceği inancının oluşması, dini kaynaklı tedhiş hareketlerine etkide bulunmuştur (Dilmaç. 1997; 189).
Dini motifli terörizmin üst noktaya çıktığı dönemler ise 1990’lı yıllar olarak algılanmaktadır. Çünkü 1990’lı yılların en büyük cilvelerinden biri, dinin nefret, savaş ve terörizme yol açan en büyük faktör haline gelmesidir. Sovyet sisteminin yıkılması ve soğuk savaş çekişmelerinin bitmesi sonucu tüm dünyada dikkatleri, çoğu inançlardan kaynaklanan etnik mücadeleler çekmiştir (Hought, 1999;7).
Bazı görüşler dinin insanları “iyi insan” yaptığı evrensel görüşüne rağmen, bazı insanları ise korkunç davranışlara sürüklediğinin bir gerçek olduğunu vurgulanmaktadır. Öyle ki 11. yüzyılda hırıstiyan askerler kutsal toprakları işgal etmek için müslümanlara saldırırlar. Ama önce kendi aralarındaki kafirleri (Almanya’da yaşayan Musevileri katlettiler)katledip, Hıristiyan askerler Kudüs’ü kılıçtan geçirerek bütün şükranlarını Tanrıya sundular (Hought, 1999;9).Görüldüğü gibi din kitleleri etkileyen ve hatta kendi dininden insanları dahi, sadece farklı düşündükleri için onların ortadan kaldırılmalarını gerekli kılan beklide en büyük inanç motivasyonudur.
Aynı şekilde ülkemizde faaliyet gösteren özellikle Hizbullah, İslami Hareket Örgütü ve İBDA/C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi) gibi terör örgütleri ideolojik yapılarını sadece kendileri gibi düşünen ve inananların Müslüman olabileceğinin, haricindekilerin ise kafir olarak algılanmaları sonucu ortaya çıkarmaktadır.Bu tip örgüt üyesi teröristler gerçekten bu işe inandıkları için akıl almaz derecedeki şiddet eylemlerini din ile bütünleştirmektedir. “Bütün bu öldürme işlemlerinin hepsinde Tanrı’nın böyle istediğinden emin oldukları için gerçekleştirdikleri ifade edilmektedir”(Hought, 1999;15)

2.İrticai Örgütlerin İslam’ı Yorumlaması :
Benzer hatta aynı inanç sistemleri, toplumların kültürel yapılarının farklı bir sonucu olarak, farklı bir şekilde algılanabilmektedir. Bu bağlamda, ülkemizdeki dini motifli terör örgütlerinin Ortadoğu kökenli özellikle de İran Şii sisteminden etkilenerek bir yapılanmaya gittiğini göz önüne aldığımızda; Türkiye’deki bu örgütler haricindeki pek çok insanın Müslümanlık anlayışı ile bu örgütlerin “İslam” anlayışı arasındaki uçurumu algılamak daha kolay olabilir. Örneğin: İran’lı bir yazar olan Müteharri İslam dinini “kan, ihtilal, göz yaşı ve cihat şeklinde tarif etmektedir. Oysa Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli gibi Türk din bilginleri de İslamiyet’i : “sevgi, hoşgörü, kardeşlik dini” olarak algılamışlar, yaşamışlar ve yaşatmışlardır(Alkan, 2002;97).
Görüldüğü gibi İslamiyet’i kan ve şiddetle bağdaştıran bir inançtan esinlenen dini motifli terör öğrgütlerinin yine din adına şiddeti kullanmaları çok da fazla yadırgamamalıdır. Bu nokta bizi gerek sol gerekse bölücü terörizmde ki ideolojik sistemin itâl edilip bazı yerli değerlerle sentezlenmesi noktasına götürmektedir.
Ruşen ÇAKIR'ın " Ayet ve Slogan " isimli kitabında Hizbullah’a yönelik açıklamaları bizim bu ifadelerimizi dorular mahiyettedir. Çakır : Türkiye'deki Hizbullahçılar yalnızca şablanculukları ve kraldan çok kralcılıklarıyla değil, bir çok konuda Türkiyeli Marksist- Leninistlerle benzerlik göteriyorlar. Yazı ve kitaplarının büyük çoğunluğu İran kaynaklı Türkiye üzerine yazılar ise kuru ajitasyondan öteye gidemiyor diyor. Bu bağlamda Hizbullah başta olmak üzere bir takım dini ideolojiyi benimseyen terör örgütleri, büyük ölçüde mesepsizliğe dayanan, ancak fikri temellerini Şii dünyasındaki yazar ve düşünürlerden alan, yeni bir din anlayışını Türk toplumuna taşımaya çalıştıklarını söyleyebiliriz (Dilmaç, 1997 : 190 ).
Yukarıda ideolojik savaşın temellerini arz etmeye çalıştığım dini motifli terör örgütü mevcut sistemle mücadeleyi “cihad” olarak nitelendirmişlerdir. Örgütler bu ideoloji doğrultusunda dinin şiddete dayalı bir siyasallaşma süreci içerisinde kullanılarak bahsedilen cihadın gerçekleştirilmesi ve yeni bir devletin kurulmasını hedeflemektedirler. Cihat sürecinde hizbullahın lideri Hüseyin VELİOĞLU’nun Polis tarafından öldürüldüğü ana kadar güvenlik kuvvetleriyle çatışmaması, bilakis bir başka terör örgütü ile mücadele etmesi, ayrıca vurgulanması gereken ilginç bir noktadır.

3.Hizbullah Ve Yeniden Kabileleşme :
Bu bağlamda hizbullahın da ideoljisini ülke içerisinde sağlam temellere dayandırma noktasında PKK ile rakip olduğunu ifade etmek mümkündür. “PKK'yı ve Hizbullah’ı yaratan şartların aynı olduğu; böylece etnik, sosyal, kültürel ve dini bir çok etkenin üzerine binerek Hizbullah’ı yarattığı ifade edilmektedir”( Akyol, 2000 :201 ). Yani vurgulanmak istenen husus PKK'nın ve Hizbullah’ın konuşlandığı bölgeler olan doğu ve güneydoğu bölgemiz bize bu örgütlerin " Etnik Fanatizmi " kullanmaya çalıştıklarının bir göstergesidir. Bu bağlamda Hizbullahın militanlarını kazanmada " yeniden kabileleşme " olarak nitelendirilen ve özelliklede büyük şehirlerde aynı etnik yapıdan ve şehirden oluşan insanların oluşturduğu gruplaşmasının örgütler tarafından işlek bir şekilde kullanıldığı ifade edilmektedir( Mardin, 1993, Akyol, 2000).
Böylece örgütlerin ideolojilerini dışlanmışlık hissine kapılmış ve modern şehir anlayışında unutulmuş bu insanların kendilerine değer veren, bir ideolojiye ve mantaliteye sarılmaları oldukca normal olarak algılanmaktadır. Önemli olan bu durumun devlet politikaları geliştirirken ciddi bir sorun olarak ele alınması ve çözümler üretilmesidir.
SONUÇ
Sonuç olarak Türkiye’de terörizm, eylemlerine esas teşkil eden düşünceleri alıp, bunları yerli değerlerle sentezlemeye çalışarak, siyasal bir şiddet oluşturmuşlardır.Bu nedenle özellikle sol terörizmin dayandığı ideoloji, dünyada güç kazandığı dönemlerde daha etkin iken, gücünü kaybetmesiyle Türkiye’de de etkilerinin azaldığını söylemek mümkündür. Çünkü sol örgütlerin ithal ettiği ideoloji ile oluşturdukları illegal yapılanmalar genel itibariyle toplumumuzun yabancı olduğu, suni bir tabakadır.
Sol örgütler her ne kadar Türkiye’nin kaderi haline gelen sosyal ve politik badireleri çok iyi değerlendirip, eylemlerine ivme kazandırmış ise de bölücü örgüt (PKK, KADEK) kadar etkili olmamıştır.Çünkü bölücü örgütün ideolojisi her ne kadar sol örgütlerinki gibi ithal ise de, dayandırdıkları unsur yerli değer olan “Kürtcülük”tür.
Bu nedenle bölücü örgütün faaliyetleri ve organizasyonu aynı ideolojiyi paylaştığı sol örgütlere göre daha fazla yankı bulmuştur. Zannımca PKK, etnik yapıyı öne çıkartan “Kürtcülük” kavramına eğer ithal bir ideolojiyle değil de, yerli bir ideolojiyle, yani Hizbullah’ın dini ideolojisi gibi bir düşünceyle sarılsaydı, ülkemiz ve insanımız için çok daha büyük bir tehlike arz edecek olurdu.
Bu durumda aynı ideolojiye sahip sol örgütler ile PKK arasındaki ideolojik yönden tek fark olan “Kürtçülük” kavramı neyi ifade etmektedir? Kürtçülük PKK’nın kullandığı ideolojisine ivme kazandırdığı bir araç mı yoksa ideolojinin kendisi mi? Gibi sorular insanın aklına gelmektedir. Bu nedenle, bu husus başlı başına farklı bir çalışmada değerlendirilmesi gerekmektedir.
Hazır‘ın şu ifadeleri yazının başından beri izah etmeye çalıştığım Türkiye’deki siyasal terörizmin özelliklede, bölücü terörizmin özetini ortaya koymaktadır. Buna göre; “Türkiye’de, günümüzde ayrılıkçı siyasal şiddetin estirdiği terörle oldukça başı dertte olsa bile gene de homojen ve bütünleşmiş bir ülkedir. Ama demokrasi için bu olumlu ön şartın varlığına ve inkar edilmez bir ekonomik gelişme sağlanmasına rağmen, sosyo –ekonomik eşitsizliklerde de buna paralel farklılıklar meydana gelmiştir. Bu olumsuz gelişme, fertler arasında olduğu kadar bölgeler arasında da büyük dengesizlikler meydana getirmiştir. Sonuçta bu sosyo-ekonomik dengesizliklere, ek olarak dış desteklerin de yardımları ile siyasal terörde hissedilir bir tırmanma olmuştur. Dolayısıyla yoğun olarak görülen terör, temelde devlet tarafından hakları gasp edilen etnik bir azınlığın terörü olmayıp, bu terörün görüldüğü bölgelerde çok daha fazla olduğu iddia edilen sosyo-ekonomik eşitsizliklerin dış güçlerce tahrik edilmesinden kaynaklanan, ayrılıkçı bir teröre dönüştürülmek istenmektedir”(Hazır, 2001:133)
Son olarak Türkiye’de bölücü terörizm gibi etnik değerleri eylemlerine dayanak yapmak isteyen Hizbullah terör örgütünün ise siyasal şiddeti tırmandırdığını ifade edebiliriz. Hizbullah’ın farklı bir ideolojiyle aynı etnik ve kültürel değerlere sahip bölgelerde tutunmaya ve eylemlerini gerçekleştirmeye çalıştığını görmekteyiz.Özellikle büyük şehirlerin kenar bölgelerinde, aynı etnik ve kültürel değerlere sahip grupların, dini motifli terörizmi tırmandırmada, terör örgütleri tarafından suiistimal edildiği gözden kaçırılmamalıdır. Bu nedenle ülkedeki tüm kitleleri gözeten daha demokratik bir ortam ve ekonomik gelişmeyle birlikte, ülkemiz üzerinde oynanmaya çalışılan, bu tür oyunlar daha zor hale gelecektir.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
9 Aralık 2008       Mesaj #4
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Feminizm de bir ideolojik akımdır.. aşağıda feminizmin Türkiyedeki yerini bulacaksınız


Çağdaş Kadın Hareketi ve Feminizm,Türkiye'de Kadın Hakları




Çağdaş Kadın Hareketi ve Feminizm
II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'da, İngiltere'de, ABD'de kadınlar erkeklerden boşalan iş alanlarında çalışmaya başladılar. Kadın işgücüne gereksinmenin artması kadınlara yardımcı olacak kreş, çocuk bakımevi gibi kolaylıkların sağlanmasına yol açtı. Erkeklerin cepheden dönmesiyle kadınlar işlerini kaybetmek durumuyla karşı karşıya kaldılar. ABD'de kadınların evlerine dönmesi için kampanyalar yürütüldü; kreşler de kapatıldı.
1945'ten sonra gelişmiş kapitalist ülkelerde eskisine oranla çok sayıda kadın yükseköğrenim görme olanağı buldu. Ne var ki, erkeklerle aynı eğitim düzeyinde olan bu kadınlar iş yaşamında daha yorucu işlerde çalıştırılıyor, erkeklere göre daha az ücret alıyor ve kolay kolay yükselemiyorlardı. Çoğu evli ve çocuk sahibiydi. Çocukların bakımı ve ev işleri de üzerlerinde olduğu için iki kat emek harcıyorlardı.
1949'da Fransa'da İkinci Cins, Kadın (Le Deuxieme Sexe) adında bir kitap yayımlandı. Yazarı ünlü düşünür ve edebiyatçı Simone de Beauvoir'dı. Simon de Beauvoir bağımsız ve özgür olunabileceğini kanıtlamış bir kadındı. Feminist edebiyatın klasikleri arasına giren bu yapıtında de Beauvoir, erkeklerin egemen olduğu bir dünyada kadın olmanın tarihsel, psikolojik ve felsefi boyutlarını inceledi. Ona göre insan "kadın doğmaz" çeşitli toplumsal etkiler ve baskılar sonucu "kadın olur"du. Kadınların içinde bulunduğu durumu aydınlatıcı kuramların yer aldığı bu kitap kısa zamanda birçok dile çevrildi ve kadınlar için bir yol gösterici oldu.
1960'ların sonlarında Vietnam Savaşı'na karşı çıkan ve 1968 öğrenci eylemlerinin içinde yer almış olan eğitimli, orta sınıftan genç kadınlar da kendi konumlarını sorgulamaya başladılar. Hâlâ birçok işyerinde eşit işe eşit ücret yasası geçerli değildi. Üniversitelerde kız öğrenciler dörtte bir oranındaydı. Kadını tüketim toplumunun odağı durumuna getiren reklamlar, onun yuvanın dişi kuşu olduğunu vurguluyor, tüm makyaj, giyim kuşam ve ev araç gereçlerini ayaklarına getiriyordu. Kadınlar ise toplumun onlara uygun gördüğü rolleri kabullenmek istemiyordu. Kadınlar kendileriyle ilgili cinsiyetçi imgelerin değişmesi için eylemlere girişti. Feminizmin yeniden örgütlendiği bu dönemde, feministlerin mücadelesinin amacı erkeklerin egemenliğine karşı mücadele etmek, ona son vermeye çalışmaktı. Çağdaş toplumların hepsinde geçerli olan erkek bakış açısının egemen olduğu koşullarda bütün kadınlar ezilmekle birlikte, hepsinin ezilme biçimi aynı değildir. Örneğin bir işçi kadın ile zengin ailelerin içindeki kadınların sorunları da farklılık gösterir.
Kadınlar geçmişlerini keşfetmek ve geleceğe ışık tutmak için tarih, sosyoloji, iktisat, antropoloji ve dilbilim alanlarında araştırmalara giriştiler. Pek çok üniversitede kısa zamanda kadın araştırma merkezleri kurdular. Cinsel baskılara ve kadınlara karşı uygulanan şiddete karşı mücadele ettiler. Okul kitaplarına yerleşmiş cinsiyete dayalı rollerine ilişkin kalıpları değiştirmek için çocuklara yeni kitaplar yazdılar.
Dünyaya kadın açısından bakan feministler, feminizmin yalnızca kadınların kurtuluşu için değil, yeni tip bir insanın yaratılması için de bir umut olduğunu ileri sürüyorlar.

Türkiye'de Kadın Hakları
Türkiye'de bir dizi yasal düzenlemeyle cumhuriyetin ilanından sonra, 5 Aralık 1934'te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. Kadınlar, eğitim, evlenme, boşanma, veraset gibi konularda erkeklerle eşit haklara sahip oldular. Birden çok kadınla evlilik yasaklandı. Peçe ve çarşaf yerine batı ölçülerine uygun giyim kabul edildi. Ne var ki, yasalarla sağlanan bazı hakların yaşama geçirilmesi ve uygulanması ayrı bir mücadeleyi gerektiriyordu. Bugün Türkiye'de hâlâ ailenin reisi erkektir. Kadın kocasının izni olmadan ev dışında çalışamaz. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirmiş olsa da, sınıf arkadaşı olan erkekler gibi kaymakam olamaz. Köylerde hâlâ evlenmek için kızın babasına başlık parası verilir. Oldukça küçük yaşta evlenen genç kızlar çok geçmeden üstlendikleri işlerin ağırlığından ve çok sayıda çocuk doğurmaktan çökerler. Yemek yapmak, çeşmeden su taşımak, bulaşık ve çamaşır yıkamak, ocak yakmak, tarlada çalışmak hep kadının sırtındadır.
Okula giden kızların oram öğrenim basamakları yükseldikçe düşmektedir. Siyasal alanda, sendikalarda, meslek odalarında kadın sayısı yok denecek kadar azdır.
Türkiye'nin 1985'te imzaladığı Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi kadınlara cinsiyet ayrımı gözetmeksizin siyaset, eğitim, çalışma yaşamı, aile yaşamı, kısaca her alanda eşitlik sağlayan bir yasadır. Böyle kapsamlı bir yasa ise bu alanda duyarlı çabalar ve ısrarlı mücadelelerle yaşama geçirilebilecektir.
Feminizm 1980'den sonra Türkiye'de de çeşitli çevrelerde ve basında yoğun biçimde tartışılmaya başlandı. Genellikle büyük kentlerde yaşayan yükseköğrenim görmüş kadınlar kendi durumlarını sorgulamaya başladılar. Önce küçük tartışma grupları oluşturdular, daha sonra belirli somut sorunlar etrafında bir araya geldiler. İlk eylemleri, bir dayak davasında "Kadının sırtından sopa, karnında sıpa eksik olmamalı" diyen bir yargıcın kararının protesto edildiği "Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü"ydü. Bunu yeni kadın dernekleri ve feminist dergilerin çevresinde toplanan kadın grupları izledi. Hepsi de kadınların bilinçlenmesini sağlamak, kadınlara yönelik baskıları protesto etmek için kampanyalar düzenlediler ve dergiler yayımladılar.
Bugün ülkemizde nicelik olarak parmakla sayılacak kadar az olsa da, sesini duyurabilen kadınlar her alanda eşitlik için mücadele etmeyi savunmaktadır.
Quo vadis?

Benzer Konular

11 Haziran 2011 / The Unique Taslak Konular
16 Kasım 2009 / _KleopatrA_ X-Sözlük
29 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Taslak Konular
2 Nisan 2009 / bi quan Zooloji