Arama

İstanbul'un Osmanlı Devleti'ne siyasal, sanatsal ve kültürel katkıları ne olmuştur?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 19 Eylül 2012 Gösterim: 23.109 Cevap: 18
tenfar - avatarı
tenfar
Ziyaretçi
2 Şubat 2009       Mesaj #1
tenfar - avatarı
Ziyaretçi
istanbulun osmanlı devletine sanatsal ve kültürel katkıları
EN İYİ CEVABI fadedliver verdi
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerek içeride bazı seçkinci çevrelerdeki, gerekse dış dünyadaki imajı maalesef savaşçı ve yayılmacı bir İmparatorluk olduğu yönündedir. Osmanlı beyliğini kuranların göçebe unsurlar şeklinde düşünülmesine paralel olarak gelişen ve yerleşen bu yanlış imaja göre, Osmanlıların dünya medeniyetine katkıları yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, dünya medeniyetini ele alan eserlerde Osmanlı Kültür ve Medeniyeti konusu bir kaç sayfa ile sınırlı kalmaktadır. Ne yazık ki okullarımızdaki ders kitaplarında bile bu konulara çok az bir kısım ayrılmaktadır.
Bununla birlikte son elli yılda, özelikle Fernand Braudel'in Akdeniz medeniyetini değerlendirdiği muhteşem eserinde Osmanlı Devletine de yer vermesi ve onun Avrupa mucizesinin gerçekleşmesindeki rolüne temas etmesi, Osmanlı hakkında Batıdaki korku ve tepkiden kaynaklanan imajın yavaş yavaş değişmesine sebep olmuştur. Ancak yine de aradan geçen zamanda Osmanlı medeniyeti ve dünya medeniyetine katkısı hak ettiği ölçüde değerlendirilememiştir. Bu konuda çıkan eserler minyatür ve resimlerle süslü, daha çok göze hitap eden ya da Osmanlı kültür ve medeniyetine yönelik eleştirilere cevap niteliğindeki sathi değerlendirmeler olarak kalmıştır. Halbuki son zamanlarda bilim dünyasında Osmanlı sosyal hayatı ve kültürü üzerinde yoğunlaşan araştırmalar, Osmanlı Devletinin bir şehir medeniyeti olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymuştur. Osmanlı sultanlarının övgüye değer faziletleri arasında sanatın ve sanatçının hamisi oldukları özellikle vurgulanmış, hatta her Osmanlı padişahlarının aynı zamanda bir sanatkar olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı padişahlarının sadece himayeci değil bizzat icracı olarak Osmanlı kültür hayatının ; renklenmesine ve çok yönlü olarak gelişmesine katkıda bulundukları görülmüştür. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'un fethinden sonra her yana fermanlar gönderip "ashab-ı sanayi" ve "ehl-i hiref'i Istanbul'a davet etmesinin bir ilk değil, bir başlangıç olduğu anlaşılmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı hakkında imaj değişikliği olarak ifade edebileceğimiz bu gelişmeler, bize Osmanlı ; kültür ve sanatını ilk defa her yönüyle ve toplu olarak ele alan üç ciltlik bir eser hazırlama cesareti verdi.
Bunların ilkinde ortak bir milli kültür oluşturmanın temel unsurları olan alt yapıyı, başka bir deyişle kültürel ortam, imaj, dil ve edebiyatı ele aldık. Her biri konusunda uzman olan değerli araştırmacılar, bu bölümde Osmanlı kültür hayatında dil ve edebiyatın önemini ve Osmanlı tebaasının ortak değerler etrafında birleşmesine katkısını değerlendirdiler. Buradaki ana fikir şu şekilde gelişti: Osmanlıda kültür ve sanat zannedildiği gibi saray etrafında şekillenmemiş ya da İstanbul ile sınırlı kalmamıştır. İstanbul' da sultanlar, taşrada ayan ve eşraf, sanatı ve sanatçıyı himaye etmişlerdir. Bu sayede İstanbul'dan Edirne'ye ve Zagrep'ten Tataristan'a kadar çok geniş, aynı zamanda kültür yapısı açısından epeyce farklı bir coğrafya'da Osmanlı kültür varlığının boyutları ortaya konulmuştur. Böylece bir kere daha, 600 yıllık dönemde Osmanlı Devletinin, tebaasını ortak değerler etrafında birleştiren maddî ve manevî bir kültür çevresi oluşturmayı başardığını ve ! Avrupa medeniyetine katkısının zannedildiği gibi "İstanbul'un fethi sonucu sanatkarların Roma'ya sığınması"ndan ibaret kalmadığını anlamaktayız.
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
2 Şubat 2009       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerek içeride bazı seçkinci çevrelerdeki, gerekse dış dünyadaki imajı maalesef savaşçı ve yayılmacı bir İmparatorluk olduğu yönündedir. Osmanlı beyliğini kuranların göçebe unsurlar şeklinde düşünülmesine paralel olarak gelişen ve yerleşen bu yanlış imaja göre, Osmanlıların dünya medeniyetine katkıları yok denecek kadar azdır. Bu yüzden, dünya medeniyetini ele alan eserlerde Osmanlı Kültür ve Medeniyeti konusu bir kaç sayfa ile sınırlı kalmaktadır. Ne yazık ki okullarımızdaki ders kitaplarında bile bu konulara çok az bir kısım ayrılmaktadır.
Bununla birlikte son elli yılda, özelikle Fernand Braudel'in Akdeniz medeniyetini değerlendirdiği muhteşem eserinde Osmanlı Devletine de yer vermesi ve onun Avrupa mucizesinin gerçekleşmesindeki rolüne temas etmesi, Osmanlı hakkında Batıdaki korku ve tepkiden kaynaklanan imajın yavaş yavaş değişmesine sebep olmuştur. Ancak yine de aradan geçen zamanda Osmanlı medeniyeti ve dünya medeniyetine katkısı hak ettiği ölçüde değerlendirilememiştir. Bu konuda çıkan eserler minyatür ve resimlerle süslü, daha çok göze hitap eden ya da Osmanlı kültür ve medeniyetine yönelik eleştirilere cevap niteliğindeki sathi değerlendirmeler olarak kalmıştır. Halbuki son zamanlarda bilim dünyasında Osmanlı sosyal hayatı ve kültürü üzerinde yoğunlaşan araştırmalar, Osmanlı Devletinin bir şehir medeniyeti olduğunu kesin bir şekilde ortaya koymuştur. Osmanlı sultanlarının övgüye değer faziletleri arasında sanatın ve sanatçının hamisi oldukları özellikle vurgulanmış, hatta her Osmanlı padişahlarının aynı zamanda bir sanatkar olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı padişahlarının sadece himayeci değil bizzat icracı olarak Osmanlı kültür hayatının ; renklenmesine ve çok yönlü olarak gelişmesine katkıda bulundukları görülmüştür. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'un fethinden sonra her yana fermanlar gönderip "ashab-ı sanayi" ve "ehl-i hiref'i Istanbul'a davet etmesinin bir ilk değil, bir başlangıç olduğu anlaşılmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı hakkında imaj değişikliği olarak ifade edebileceğimiz bu gelişmeler, bize Osmanlı ; kültür ve sanatını ilk defa her yönüyle ve toplu olarak ele alan üç ciltlik bir eser hazırlama cesareti verdi.
Bunların ilkinde ortak bir milli kültür oluşturmanın temel unsurları olan alt yapıyı, başka bir deyişle kültürel ortam, imaj, dil ve edebiyatı ele aldık. Her biri konusunda uzman olan değerli araştırmacılar, bu bölümde Osmanlı kültür hayatında dil ve edebiyatın önemini ve Osmanlı tebaasının ortak değerler etrafında birleşmesine katkısını değerlendirdiler. Buradaki ana fikir şu şekilde gelişti: Osmanlıda kültür ve sanat zannedildiği gibi saray etrafında şekillenmemiş ya da İstanbul ile sınırlı kalmamıştır. İstanbul' da sultanlar, taşrada ayan ve eşraf, sanatı ve sanatçıyı himaye etmişlerdir. Bu sayede İstanbul'dan Edirne'ye ve Zagrep'ten Tataristan'a kadar çok geniş, aynı zamanda kültür yapısı açısından epeyce farklı bir coğrafya'da Osmanlı kültür varlığının boyutları ortaya konulmuştur. Böylece bir kere daha, 600 yıllık dönemde Osmanlı Devletinin, tebaasını ortak değerler etrafında birleştiren maddî ve manevî bir kültür çevresi oluşturmayı başardığını ve ! Avrupa medeniyetine katkısının zannedildiği gibi "İstanbul'un fethi sonucu sanatkarların Roma'ya sığınması"ndan ibaret kalmadığını anlamaktayız.
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
2 Şubat 2009       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Osmanlı Devleti’nin en yüksek ilmî müessesesi olan medrese ile ilmiye mesleği kuruluşundan Kanûnî devrine kadar devamlı gelişme kaydetmiştir. Medrese tahsilini tamamlayan ve kendisine ulemâ denilen ilim erbâbı icazet aldıktan sonra hukuk eğitim başlıca dinî hizmetler ve zaman zaman da bürokraside sorumluluk üstlenmekte ya da kendisini tamamen toplumun hizmetine vermekteydi.[1]

XV-XVI. yüzyıllar Osmanlı medreselerinin ikbâl devri XVI. yüzyılın sonları inhitât devrinin başlangıcı olmuştur.[2] İlk devir Osmanlı Medreselerinin düşünce sisteminin temelinde Fahreddin Râzî mektebi vardır.[3] Bu mektebin temel özelliği aklî ve naklî ilimlerin beraber okutulmasıdır. Ne var ki bu anlayış zamanla yerini aklî ve felsefî ilimlere karşı skolastik ve tepkici bir zihniyete bırakmış sonunda medrese sistemi gerilemeye başlamıştır.[4] Osmanlı çözülüşünün Kâtip Çelebi ve Koçi Bey gibi gelenekçi yorumcuları medreselerin bozulmasını tamamen ilmiye içinde olup biten meselelere bağlamışlarsa da siyâsî iktisâdî ve sâir çözülmelerin de bu hususta rol oynadığı muhakkaktır.

Bütün bunlara ilâve olarak bu yüzyılda baş gösteren hoşgörüsüzlük ve bağnazlık da ilmî performansın gerilemesine sebep olmuştur. Kendilerine Kadızâdeliler ya da Fakılar denilen bir grup vâiz Birgivî Mehmed Efendi (v. 981/1573)[5]’nin açmış olduğu çığırdan gittiklerini iddia ederek şerîatı koruma iddiası ile ortalığı huzursuz etmişlerdir. Zamanlarında felsefî ve tecrübî ilimlerle meşgul olup meşhur olan bulunmadığından karşılarına hücum edecek sadece sûfiyye mensuplarını bulmuşlardır.[6]

Bir önceki asra kıyasla müdekkik muhakkik olmasalar bile bu dönemde kalem sahibi münşî âlimler de yetişmiştir. Bunlar arasında Bergamalı İbrahim (v. 1014/1605) Taşköprîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi (v. 1030/1621) Altıparmak Mehmed Efendi (v. 1033/1627) Ayşî Mehmed Efendi (v. 1080/1669) Kefeli Ebulbekâ Eyüp (v. 1094/1683) gibi âlimler vardır.[7] Bunlara ilâveten Kâtip Çelebi ve Hezârfen Hüseyin Efendi (v. 1102/1691) de zikredilmelidir.[8]

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde buhran hemen hemen her alanda görülmekte iken genişleme ve ilerleme bâzı alanlarda devam etmektedir. Edebiyat mûsikî ve hat sanatı bunlardandır. XVII. yüzyıl her ne kadar karışıklık ve isyan devri olsa da XVI. yüzyıldan devralınan siyâsî iktisâdî ve içtimâî hayatın olgunluk semerelerinin devşirildiği bir dönemdir. Bu devreye her şeyin ölçü ve esasa kavuştuğu bir denge hali ve olgunlaşmayı temsil eden bir zaman dilimi olarak bakabiliriz.

Bu yüzyılda bir Mimar Sinan yetişmese de aynı zamanda bir mûsikîşinas ve sedefkâr olan Mehmed Ağa ortaya çıkmış ve klasik Osmanlı mimari üslubun XVII. yüzyıl başında büyük ve gösterişli bir çıkışı olan Sultan Ahmed Câmii ’ni yaparak âdetâ son sözünü söylemiştir.[9] Ayrıca bu yüzyılda yapılan Yenicami[10] ile Bağdat Revan ve İncili Köşkü gibi mimari eserlerini de bu bâbda zikredebiliriz.

Bu yüzyılda büyük gelişme gösteren ve yükselen sanat alanı mûsikî olmuştur. Gerek câmi mûsikisinde gerekse tekke mûsikîsinde önemli husûsiyetler gösteren şahsiyetler yetişmiştir. En büyük şansımız da bu eserlerin çoğunun zamanımıza kadar gelebilmiş olmasıdır. Zira dinî Türk mûsikîsi eserlerinin sözlerini (güftelerini) veren yazmaların en eskileri XVII. yüzyıldan kalmadır. Bu yüzden XVI. yüzyılın son yarısına kadar yetişen mûsikîşinasların ortaya koydukları eserler tespit edilememektedir.[11] Bu yüzyıldan kalma kırk iki parçanın notası Ali Ufkî tarafından yüzden fazla parçanın sözleri de Sâdeddin Nüzhet Ergun tarafından aktarılmıştır.[12]

Bu dönemde bir çok sahada olduğu gibi mûsikîde de merkez İstanbul ’dur. Başkent başta olmak üzere Anadolu’daki yüzlerce tekke mûsikîyi yayma husûsunda en büyük âmildir.[13]

Dönemin en büyük mûsikî üstâdı sahasında önemli eserler vermiş olan Hâfız Post ’tur. Edirneli Köçek Derviş Mustafa Bezcizâde Muhiddin Koğacızâde Şeyh Mehmed Zâkirî Hasan Derviş Ali Esved Hâfız Kumral Şaban Dede Abdülkerim İmam Yusuf Antepli Bedrî Mehmed Nasuh Paşazâde Ömer Derviş Sadâyî Bursalı Hâfız Ubeyd Bursalı Osman Yakubzâde Şeyh Mehmed Bursalı Ebûbekir Mevlevî Yusuf Dede Küçük İmam Mehmed Ümmî Sinanzâde Hasan Nane Ahmed Çelebi Kefeli Derviş Abdî Fethullah Çelebi Şeyh Mehmed Nazmî Tablîzâde Aklî bu dönemin diğer mutasavvıf mûsikîşinaslarındandır.[14]

XVII. yüzyılda inkişâf eden bir alan da âşık edebiyatıdır. Bu asırda mühim eserler ortaya koyan saz şâirleri arasında Gevherî Âşık Ömer Karaca Oğlan Kâmil Kul Oğlu İbrahim Türabî Edhemî Afife Sultan Kul Deveci Kul Süleyman Temeşvarlı Gazî Âşık Hasan Âşık Mustafa Kayıkçı Kul Mustafa Kâtibî Za’îfî Âşık Er Oğlu Benli Ali gibi simalar vardır.[15]

XVI. yüzyılda ulaşılan edebî seviye XVII. yüzyılda da muhafaza edilmiş yüzyılın ilk yarısında edebî türlerin hemen tamâmında mükemmel eserler yazılmıştır. Kasidede Nef’î gazelde Yahyâ Neşatî Nâilî gibi sonraki devirlere de tesir edecek üstatlar yetişmiştir. Ancak yüzyılın ikinci yarısında durgunluk başlar. Bu dönemin zirve ismi Nâbî ’dir. Genel olarak şiir bu dönemde daha yerli bir özellik arzeden. İran edebiyatı ile ilişki devam etmekle birlikte kasidede ve gazelde İran şiirini geçmiştir.

Bu dönemin dîvân şâirleri arasında Nef’î (v. 1045/1635) Sabrî (v. 1055/1645) Âlî (v. 1058/1648) Riyazî (v. 1055/1645) Şehrî (v. 1070/1660) kasideleri ile Şeyhulislâm Yahyâ (v. 1053/1643) Şeyhulislâm Bahâyî (v. 1063/1653) Nedîm -i Kadîm (v. 1081/1670) Neşâtî (v. 1085/1674) Nâilî (v. 1077/1666) Nâbî (v. 1124/1712) ve Sâbit (v. 1124/1712) gazelleri Hâletî (v. 1040/1630) rubâîleri Atâyî (v. 1044/1634) Nâdirî (v. 1035/1626) Fasih (v. 1106/1695) Nâbî mesnevîleri ile tanınmış ancak diğer edebî türlerde verdikleri eserlerle de edebî gelişmeye katkı sağlamışlardır.[16]

Dönemin hükümdarlarından I. Ahmed II. Osman IV. Murad IV. Mehmed II. Ahmed ve II. Mustafa da şiirde yetenekli pâdişahlardır.[17]

Yine bu yüzyılda mevlid mi’raciye hilye hadis-i erbaîn gibi dinî konularda yazılmış eserlerin dîvânlarda tevhid münacaat ve na’tların arttığı dikkat çekmektedir.[18]

XVII. yüzyılda kaleme alınan mensur edebî eserler arasında ilk sırayı aaakireler almaktadır. aaakire yazarları arasında Kafzâde Fâizî (v. 1031/1621) Seyyid Mehmed Rıza (v. 1082/1671) Yümnî Mehmed Sâlih (v. 1072/1662) Seyrekzâde Mehmed Âsım (v. 1087/1676) ve Mustafa Mûcib vardır. Bu yüzyılda edebî alanda sanatlı ve süslü nesir üslûbunun tanınmış iki temsilcisi Veysî (v. 1038/1628) ile Nergisî (v. 1044/1634)’dir. Evliyâ Çelebi bu dönemin nesri açısından en dikkate değer yazarlarındandır. Dil tarih coğrafya sosyoloji folklor ve edebiyat bakımından zengin malzemeyi içeren on ciltlik Seyâhatnâme ’si kültür târihinin âbidelerindendir. Yine Kâtip Çelebi (v. 1066/1656)’nin tarih coğrafya bibliyoğrafya sosyoloji ahlâk gibi alanlarda yazdığı eserler ilim târihi açısından oldukça önem arz etmektedir. Peçevî ve Naîmâ sâde ve akıcı üslûbuyla dönemin hadiselerini bize ulaştırmış târihçilerdir. Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (v. 1067/1657) Taşköprîzâde Kemâleddin Efendi (v. 1030/1620) Sarı Abdullah Efendi (v. 1070/1660) Ankaralı İsmail Rusûhî Dede (v. 1041/1631) Baldırzâde Şeyh Mehmed Selîsî (v. 1060/1650) Hulvî Mahmud Efendi (v. 1063/1653) Suaaaaah Gaybî (v. 1071/1661) Abdurrahman Abdî Paşa (v. 1102/1691) da bu yüzyılın nesir yazarlarındandır.[19]

Osmanlı Müziğine Genel Bir Bakış


Osmanlı mûsikîsi Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî dini klâsik ve folklorik türlerde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanat olup bir ucu Çin'e bir ucu Fas'a kadar uzanan 25 asırlık Türk mûsikîsinin yaklaşık 500 yıllık bir bölümünü teşkil eder. Türk mûsikîsinden —sınırlayıcı amaçla— Osmanlı mûsikîsi olarak bahsedilemeyeceği bu tarifin tabii bir sonucudur (1). Ne var ki Türk tarihinin en büyük devleti dünya tarihinin de en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu Türk ilim sanat ve siyasetinin her dalında zirveye çıkıldığı 600 küsur yıllık bir tarih dilimi olması sebebiyle Osmanlı medeniyetinin ayrılmaz bir parçası —daha doğrusu meyvesi— olan Osmanlı mûsikîsi genel
Türk mûsikîsi içindeki mümtaz mevkiinde ayrı bir başlık altında incelenmeğe bihakkın layıktır.
Bu makâle içinde bugün Türk Halk Müziği adı verilen Anadolu folklor mûsikîsinin klâsik Osmanlı mûsikîsinden bazı şekil farklılıkları gösteren güfte beste ve çalgı özelliklerinin incelenmesine girilmeyecektir. Esasen halk mûsikîsi ile 'klâsik' denen mûsikî biri diğerinden çıkmış ve birbirini sürekli etkilemiş farklı çevrede icra edilen aynı mûsikî kültürünün ürünleri olarak aynı ses sistemi ile çok az farklı makam usul ve form (bu terimler için s.b.) yapısına sahiptirler. Geçen yüzyıl ortalarında milliyetçilik hareketlerinin doğmasından sonra insanlık folklorik sanatların taşıdığı sonsuz renkli dinamik cevherin farkına yeni yeni varmaya başlıyordu ('halk bilgisi' anlamındaki folklore kelimesinin İngilizce'de dahi yeni oluşu bunun delilidir). Halk tababetinin bir folklor dalı olarak itibarını hep korumuş olmasına karşılık folklor mûsikîsi ürünleri okumuş şehir ahalisince yüzyıllar boyu 'basit köy türküleri' olarak değerlendirilmişti. Ancak bugün ciddî müzisyenlerin tartışma konusu dahi yapmadıkları gerçek şudur ki ne klâsik Osmanlı mûsikîsi folklor mûsikîsinin 'gelişmiş şekli'dir ne de folklor mûsikîsi klâsik şehir mûsikîsinin 'ilkel şekli'.
Tanzîmat'la gelen doğu-batı kültür çatışmasının sembolü alaturka-alafranga zıtlığı ile teksesli-çoksesli çekişmesi gibi Türk Sanat Müziği - Türk Hafif Müziği bozuk politik terminolojisi de Osmanlı asırlarında hiç mevcuda olmamıştır. Klâsik Osmanlı bestekârlarının türkü koşma semâî destan formundaki 'folklorik' bestelerine karşılık çoğunun bir tarikat bağlantısı olan halk şairleri de tekke edebiyatı ürünlerini ortaya koydukları klâsik dîvanlar yazmışlardı. Ayrıca 'halk müziği sazı - klâsik müzik sazı' diye bugünkü gibi kesin politik bir ayırım söz konusu değildir.
Osmanlı mûsikîsi; aaahibi nakşı (minyatürü) halısı hattı ve ebrusuyla Batılıların sublime art dedikleri 'ulvî' bir güzellik olan Osmanlı sanatının —mimarîdeki taş yerine— Ses'te billurlaşmış şeklidir; Tablolarında uzun süre en koyu bordo narçiçeği ve kestane renklerini kullandıktan sonra paletinde siyah ve griden başka renk tuvalinde belirsiz dikdörtgenlerden başka şekil bırakmayan M. Rothko'nun (1903-1970) resmi gibi en yalın ezgilerle zaman ötesini anlatan derinliğiyle insanı sonsuza kanatlandıran bir müzik(4)
Sûfîlerin 'dilsizlerin dili' (lisân-i bîzebâzân) sözüyle anlattıkları kelimeye dökülmesi mümkün olmayan ancak sadece hissedilebilen gerçek'i terennüm eden bu mûsikînin karakteri kaynağı olan Türk mûsikîsinin genel karakteri içinde mütalaa edilir. Yani: Kuzey ve Doğu Asya'da 5 (pentatonik) Güney ve Batı Asya'da 7 (heptatonik) aralık üzerine kurulu genellikle tizden peste doğru dönerek inen ses dizilerine dayalı; tarihî orijininde tek kişinin (ozan tarzına uygun) üslubu veya usulsüz ama mutlaka bir makam'a bağlı olarak çalıp söylediği; müziğin sadece ritm ve melodi unsurlarını kullanıp insan sesine ağırlık veren ve nihayet nesilden nesle aktarımı Batı müziğindeki gibi nota yoluyla değil(5) meşk yoluyla sağlanan bir şahsî üslup ve ifade müziği. Osmanlı mûsikîsi bu genel karakteri bariz şekilde taşımakla birlikte sonuç olarak bir imparatorluğun müziği olmak bakımından mûsikîyle doğrudan ilgili askerî dinî-tasavvuf sarayı ve elit çevrelerde müesseseleşmiş ayrıca mozaiği meydana getiren çok çeşitli etno-kültürel unsurların katılımıyla renklenmiş ve zenginleşmiş büyük bir senaaa sanatıdır. Gerek hızla gelişmesinin gerekse hem kendi içinde hem çevresindeki etki gücünün kolayca hazmedilip yaygınlaşmasının sırrı bu muhteşem senaaadedir.
Genel olarak Türk özel olarak Osmanlı mûsikîsinin karakterleriyle ilgili çok önemli bir başka husus da şudur: bu müzik —ordu tekke ve eğlence uygulamaları dışında— bir toplu icra müziği değildir: hele koro ile hiçbir zaman icra edilmemiştirMsn Demon. Sarayda ve elit çevrelerde yapılan klâsik veya halk tarzı vasıflar ise gerek kadro gerek repertuar bakımından günümüz korolarının çok ama çok uzağındadır: koro Osmanlı mûsikîsinin aslî karakteriyle taban tabana zıt bir uygulamadır. KAYNAK: Cinuçen Tanrıkorur
Quo vadis?
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
4 Şubat 2009       Mesaj #4
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
istanbul un osmanlı devletindeki ekonomik katkısı
broken* - avatarı
broken*
Ziyaretçi
4 Şubat 2009       Mesaj #5
broken* - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı istanbulu fethedince boğazlar onun oldu.Ve boğazlarda ticaret sağladı.Ekonomik yönden katkısı oldu.
uchiha itachi - avatarı
uchiha itachi
Ziyaretçi
4 Şubat 2009       Mesaj #6
uchiha itachi - avatarı
Ziyaretçi
Karadeniz ticaret yolu, dolayısıyla baharat yolu'na egemen olmak
broken* - avatarı
broken*
Ziyaretçi
4 Şubat 2009       Mesaj #7
broken* - avatarı
Ziyaretçi
baharat yolu...
sayko676767 - avatarı
sayko676767
Ziyaretçi
22 Şubat 2009       Mesaj #8
sayko676767 - avatarı
Ziyaretçi
İstanbulun Osmanlı Devletine Ekonomik Kültürel Ve Siyasal Katkıları,Ödevimdir lütfen yardm .itede bir tane wardı ama kelimeler ağırdı.
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
22 Şubat 2009       Mesaj #10
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Alıntı
Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı

Osmanlı Devleti’nin en yüksek ilmî müessesesi olan medrese ile ilmiye mesleği kuruluşundan Kanûnî devrine kadar devamlı gelişme kaydetmiştir. Medrese tahsilini tamamlayan ve kendisine ulemâ denilen ilim erbâbı icazet aldıktan sonra hukuk eğitim başlıca dinî hizmetler ve zaman zaman da bürokraside sorumluluk üstlenmekte ya da kendisini tamamen toplumun hizmetine vermekteydi.[1]

XV-XVI. yüzyıllar Osmanlı medreselerinin ikbâl devri XVI. yüzyılın sonları inhitât devrinin başlangıcı olmuştur.[2] İlk devir Osmanlı Medreselerinin düşünce sisteminin temelinde Fahreddin Râzî mektebi vardır.[3] Bu mektebin temel özelliği aklî ve naklî ilimlerin beraber okutulmasıdır. Ne var ki bu anlayış zamanla yerini aklî ve felsefî ilimlere karşı skolastik ve tepkici bir zihniyete bırakmış sonunda medrese sistemi gerilemeye başlamıştır.[4] Osmanlı çözülüşünün Kâtip Çelebi ve Koçi Bey gibi gelenekçi yorumcuları medreselerin bozulmasını tamamen ilmiye içinde olup biten meselelere bağlamışlarsa da siyâsî iktisâdî ve sâir çözülmelerin de bu hususta rol oynadığı muhakkaktır.

Bütün bunlara ilâve olarak bu yüzyılda baş gösteren hoşgörüsüzlük ve bağnazlık da ilmî performansın gerilemesine sebep olmuştur. Kendilerine Kadızâdeliler ya da Fakılar denilen bir grup vâiz Birgivî Mehmed Efendi (v. 981/1573)[5]’nin açmış olduğu çığırdan gittiklerini iddia ederek şerîatı koruma iddiası ile ortalığı huzursuz etmişlerdir. Zamanlarında felsefî ve tecrübî ilimlerle meşgul olup meşhur olan bulunmadığından karşılarına hücum edecek sadece sûfiyye mensuplarını bulmuşlardır.[6]

Bir önceki asra kıyasla müdekkik muhakkik olmasalar bile bu dönemde kalem sahibi münşî âlimler de yetişmiştir. Bunlar arasında Bergamalı İbrahim (v. 1014/1605) Taşköprîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi (v. 1030/1621) Altıparmak Mehmed Efendi (v. 1033/1627) Ayşî Mehmed Efendi (v. 1080/1669) Kefeli Ebulbekâ Eyüp (v. 1094/1683) gibi âlimler vardır.[7] Bunlara ilâveten Kâtip Çelebi ve Hezârfen Hüseyin Efendi (v. 1102/1691) de zikredilmelidir.[8]

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde buhran hemen hemen her alanda görülmekte iken genişleme ve ilerleme bâzı alanlarda devam etmektedir. Edebiyat mûsikî ve hat sanatı bunlardandır. XVII. yüzyıl her ne kadar karışıklık ve isyan devri olsa da XVI. yüzyıldan devralınan siyâsî iktisâdî ve içtimâî hayatın olgunluk semerelerinin devşirildiği bir dönemdir. Bu devreye her şeyin ölçü ve esasa kavuştuğu bir denge hali ve olgunlaşmayı temsil eden bir zaman dilimi olarak bakabiliriz.

Bu yüzyılda bir Mimar Sinan yetişmese de aynı zamanda bir mûsikîşinas ve sedefkâr olan Mehmed Ağa ortaya çıkmış ve klasik Osmanlı mimari üslubun XVII. yüzyıl başında büyük ve gösterişli bir çıkışı olan Sultan Ahmed Câmii ’ni yaparak âdetâ son sözünü söylemiştir.[9] Ayrıca bu yüzyılda yapılan Yenicami[10] ile Bağdat Revan ve İncili Köşkü gibi mimari eserlerini de bu bâbda zikredebiliriz.

Bu yüzyılda büyük gelişme gösteren ve yükselen sanat alanı mûsikî olmuştur. Gerek câmi mûsikisinde gerekse tekke mûsikîsinde önemli husûsiyetler gösteren şahsiyetler yetişmiştir. En büyük şansımız da bu eserlerin çoğunun zamanımıza kadar gelebilmiş olmasıdır. Zira dinî Türk mûsikîsi eserlerinin sözlerini (güftelerini) veren yazmaların en eskileri XVII. yüzyıldan kalmadır. Bu yüzden XVI. yüzyılın son yarısına kadar yetişen mûsikîşinasların ortaya koydukları eserler tespit edilememektedir.[11] Bu yüzyıldan kalma kırk iki parçanın notası Ali Ufkî tarafından yüzden fazla parçanın sözleri de Sâdeddin Nüzhet Ergun tarafından aktarılmıştır.[12]

Bu dönemde bir çok sahada olduğu gibi mûsikîde de merkez İstanbul ’dur. Başkent başta olmak üzere Anadolu’daki yüzlerce tekke mûsikîyi yayma husûsunda en büyük âmildir.[13]

Dönemin en büyük mûsikî üstâdı sahasında önemli eserler vermiş olan Hâfız Post ’tur. Edirneli Köçek Derviş Mustafa Bezcizâde Muhiddin Koğacızâde Şeyh Mehmed Zâkirî Hasan Derviş Ali Esved Hâfız Kumral Şaban Dede Abdülkerim İmam Yusuf Antepli Bedrî Mehmed Nasuh Paşazâde Ömer Derviş Sadâyî Bursalı Hâfız Ubeyd Bursalı Osman Yakubzâde Şeyh Mehmed Bursalı Ebûbekir Mevlevî Yusuf Dede Küçük İmam Mehmed Ümmî Sinanzâde Hasan Nane Ahmed Çelebi Kefeli Derviş Abdî Fethullah Çelebi Şeyh Mehmed Nazmî Tablîzâde Aklî bu dönemin diğer mutasavvıf mûsikîşinaslarındandır.[14]

XVII. yüzyılda inkişâf eden bir alan da âşık edebiyatıdır. Bu asırda mühim eserler ortaya koyan saz şâirleri arasında Gevherî Âşık Ömer Karaca Oğlan Kâmil Kul Oğlu İbrahim Türabî Edhemî Afife Sultan Kul Deveci Kul Süleyman Temeşvarlı Gazî Âşık Hasan Âşık Mustafa Kayıkçı Kul Mustafa Kâtibî Za’îfî Âşık Er Oğlu Benli Ali gibi simalar vardır.[15]

XVI. yüzyılda ulaşılan edebî seviye XVII. yüzyılda da muhafaza edilmiş yüzyılın ilk yarısında edebî türlerin hemen tamâmında mükemmel eserler yazılmıştır. Kasidede Nef’î gazelde Yahyâ Neşatî Nâilî gibi sonraki devirlere de tesir edecek üstatlar yetişmiştir. Ancak yüzyılın ikinci yarısında durgunluk başlar. Bu dönemin zirve ismi Nâbî ’dir. Genel olarak şiir bu dönemde daha yerli bir özellik arzeden. İran edebiyatı ile ilişki devam etmekle birlikte kasidede ve gazelde İran şiirini geçmiştir.

Bu dönemin dîvân şâirleri arasında Nef’î (v. 1045/1635) Sabrî (v. 1055/1645) Âlî (v. 1058/1648) Riyazî (v. 1055/1645) Şehrî (v. 1070/1660) kasideleri ile Şeyhulislâm Yahyâ (v. 1053/1643) Şeyhulislâm Bahâyî (v. 1063/1653) Nedîm -i Kadîm (v. 1081/1670) Neşâtî (v. 1085/1674) Nâilî (v. 1077/1666) Nâbî (v. 1124/1712) ve Sâbit (v. 1124/1712) gazelleri Hâletî (v. 1040/1630) rubâîleri Atâyî (v. 1044/1634) Nâdirî (v. 1035/1626) Fasih (v. 1106/1695) Nâbî mesnevîleri ile tanınmış ancak diğer edebî türlerde verdikleri eserlerle de edebî gelişmeye katkı sağlamışlardır.[16]

Dönemin hükümdarlarından I. Ahmed II. Osman IV. Murad IV. Mehmed II. Ahmed ve II. Mustafa da şiirde yetenekli pâdişahlardır.[17]

Yine bu yüzyılda mevlid mi’raciye hilye hadis-i erbaîn gibi dinî konularda yazılmış eserlerin dîvânlarda tevhid münacaat ve na’tların arttığı dikkat çekmektedir.[18]

XVII. yüzyılda kaleme alınan mensur edebî eserler arasında ilk sırayı aaakireler almaktadır. aaakire yazarları arasında Kafzâde Fâizî (v. 1031/1621) Seyyid Mehmed Rıza (v. 1082/1671) Yümnî Mehmed Sâlih (v. 1072/1662) Seyrekzâde Mehmed Âsım (v. 1087/1676) ve Mustafa Mûcib vardır. Bu yüzyılda edebî alanda sanatlı ve süslü nesir üslûbunun tanınmış iki temsilcisi Veysî (v. 1038/1628) ile Nergisî (v. 1044/1634)’dir. Evliyâ Çelebi bu dönemin nesri açısından en dikkate değer yazarlarındandır. Dil tarih coğrafya sosyoloji folklor ve edebiyat bakımından zengin malzemeyi içeren on ciltlik Seyâhatnâme ’si kültür târihinin âbidelerindendir. Yine Kâtip Çelebi (v. 1066/1656)’nin tarih coğrafya bibliyoğrafya sosyoloji ahlâk gibi alanlarda yazdığı eserler ilim târihi açısından oldukça önem arz etmektedir. Peçevî ve Naîmâ sâde ve akıcı üslûbuyla dönemin hadiselerini bize ulaştırmış târihçilerdir. Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (v. 1067/1657) Taşköprîzâde Kemâleddin Efendi (v. 1030/1620) Sarı Abdullah Efendi (v. 1070/1660) Ankaralı İsmail Rusûhî Dede (v. 1041/1631) Baldırzâde Şeyh Mehmed Selîsî (v. 1060/1650) Hulvî Mahmud Efendi (v. 1063/1653) Suaaaaah Gaybî (v. 1071/1661) Abdurrahman Abdî Paşa (v. 1102/1691) da bu yüzyılın nesir yazarlarındandır.[19]

Osmanlı Müziğine Genel Bir Bakış


Osmanlı mûsikîsi Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî dini klâsik ve folklorik türlerde ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanat olup bir ucu Çin'e bir ucu Fas'a kadar uzanan 25 asırlık Türk mûsikîsinin yaklaşık 500 yıllık bir bölümünü teşkil eder. Türk mûsikîsinden —sınırlayıcı amaçla— Osmanlı mûsikîsi olarak bahsedilemeyeceği bu tarifin tabii bir sonucudur (1). Ne var ki Türk tarihinin en büyük devleti dünya tarihinin de en uzun ömürlü devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu Türk ilim sanat ve siyasetinin her dalında zirveye çıkıldığı 600 küsur yıllık bir tarih dilimi olması sebebiyle Osmanlı medeniyetinin ayrılmaz bir parçası —daha doğrusu meyvesi— olan Osmanlı mûsikîsi genel
Türk mûsikîsi içindeki mümtaz mevkiinde ayrı bir başlık altında incelenmeğe bihakkın layıktır.
Bu makâle içinde bugün Türk Halk Müziği adı verilen Anadolu folklor mûsikîsinin klâsik Osmanlı mûsikîsinden bazı şekil farklılıkları gösteren güfte beste ve çalgı özelliklerinin incelenmesine girilmeyecektir. Esasen halk mûsikîsi ile 'klâsik' denen mûsikî biri diğerinden çıkmış ve birbirini sürekli etkilemiş farklı çevrede icra edilen aynı mûsikî kültürünün ürünleri olarak aynı ses sistemi ile çok az farklı makam usul ve form (bu terimler için s.b.) yapısına sahiptirler. Geçen yüzyıl ortalarında milliyetçilik hareketlerinin doğmasından sonra insanlık folklorik sanatların taşıdığı sonsuz renkli dinamik cevherin farkına yeni yeni varmaya başlıyordu ('halk bilgisi' anlamındaki folklore kelimesinin İngilizce'de dahi yeni oluşu bunun delilidir). Halk tababetinin bir folklor dalı olarak itibarını hep korumuş olmasına karşılık folklor mûsikîsi ürünleri okumuş şehir ahalisince yüzyıllar boyu 'basit köy türküleri' olarak değerlendirilmişti. Ancak bugün ciddî müzisyenlerin tartışma konusu dahi yapmadıkları gerçek şudur ki ne klâsik Osmanlı mûsikîsi folklor mûsikîsinin 'gelişmiş şekli'dir ne de folklor mûsikîsi klâsik şehir mûsikîsinin 'ilkel şekli'.
Tanzîmat'la gelen doğu-batı kültür çatışmasının sembolü alaturka-alafranga zıtlığı ile teksesli-çoksesli çekişmesi gibi Türk Sanat Müziği - Türk Hafif Müziği bozuk politik terminolojisi de Osmanlı asırlarında hiç mevcuda olmamıştır. Klâsik Osmanlı bestekârlarının türkü koşma semâî destan formundaki 'folklorik' bestelerine karşılık çoğunun bir tarikat bağlantısı olan halk şairleri de tekke edebiyatı ürünlerini ortaya koydukları klâsik dîvanlar yazmışlardı. Ayrıca 'halk müziği sazı - klâsik müzik sazı' diye bugünkü gibi kesin politik bir ayırım söz konusu değildir.
Osmanlı mûsikîsi; aaahibi nakşı (minyatürü) halısı hattı ve ebrusuyla Batılıların sublime art dedikleri 'ulvî' bir güzellik olan Osmanlı sanatının —mimarîdeki taş yerine— Ses'te billurlaşmış şeklidir; Tablolarında uzun süre en koyu bordo narçiçeği ve kestane renklerini kullandıktan sonra paletinde siyah ve griden başka renk tuvalinde belirsiz dikdörtgenlerden başka şekil bırakmayan M. Rothko'nun (1903-1970) resmi gibi en yalın ezgilerle zaman ötesini anlatan derinliğiyle insanı sonsuza kanatlandıran bir müzik(4)
Sûfîlerin 'dilsizlerin dili' (lisân-i bîzebâzân) sözüyle anlattıkları kelimeye dökülmesi mümkün olmayan ancak sadece hissedilebilen gerçek'i terennüm eden bu mûsikînin karakteri kaynağı olan Türk mûsikîsinin genel karakteri içinde mütalaa edilir. Yani: Kuzey ve Doğu Asya'da 5 (pentatonik) Güney ve Batı Asya'da 7 (heptatonik) aralık üzerine kurulu genellikle tizden peste doğru dönerek inen ses dizilerine dayalı; tarihî orijininde tek kişinin (ozan tarzına uygun) üslubu veya usulsüz ama mutlaka bir makam'a bağlı olarak çalıp söylediği; müziğin sadece ritm ve melodi unsurlarını kullanıp insan sesine ağırlık veren ve nihayet nesilden nesle aktarımı Batı müziğindeki gibi nota yoluyla değil(5) meşk yoluyla sağlanan bir şahsî üslup ve ifade müziği. Osmanlı mûsikîsi bu genel karakteri bariz şekilde taşımakla birlikte sonuç olarak bir imparatorluğun müziği olmak bakımından mûsikîyle doğrudan ilgili askerî dinî-tasavvuf sarayı ve elit çevrelerde müesseseleşmiş ayrıca mozaiği meydana getiren çok çeşitli etno-kültürel unsurların katılımıyla renklenmiş ve zenginleşmiş büyük bir senaaa sanatıdır. Gerek hızla gelişmesinin gerekse hem kendi içinde hem çevresindeki etki gücünün kolayca hazmedilip yaygınlaşmasının sırrı bu muhteşem senaaadedir.
Genel olarak Türk özel olarak Osmanlı mûsikîsinin karakterleriyle ilgili çok önemli bir başka husus da şudur: bu müzik —ordu tekke ve eğlence uygulamaları dışında— bir toplu icra müziği değildir: hele koro ile hiçbir zaman icra edilmemiştirMsn Demon. Sarayda ve elit çevrelerde yapılan klâsik veya halk tarzı vasıflar ise gerek kadro gerek repertuar bakımından günümüz korolarının çok ama çok uzağındadır: koro Osmanlı mûsikîsinin aslî karakteriyle taban tabana zıt bir uygulamadır. KAYNAK: Cinuçen Tanrıkorur

..
Quo vadis?

Benzer Konular

14 Ocak 2017 / Ziyaretçi Cevaplanmış
21 Nisan 2013 / Misafir Cevaplanmış
2 Aralık 2011 / amyLee Soru-Cevap
6 Ekim 2012 / kelebek_etkisi Soru-Cevap
14 Mart 2014 / edip yaman Cevaplanmış