En güzel bayrak
Bir zamanlar; şimdilerde olduğu gibi cici ablalar, okul öncesi çağdaki çocukları evlerinden daha şafak doğmadan toplayıp, gün batmadan geri getirmezlerdi. Yani ana okulları denilen o bol cıvıltılı,okul öncesi eğitim kurumları şimdilerde olduğu gibi her mahallenin bakkalı, kasabı, manavı gibi olmazsa olmazlarından değildi.…. Ankara yada İstanbul radyoları ise, her hangi bir iş için evden çıkma zorunluluğu olmayan ev halkına yönelik özel yayın kuşaklarını program akışları içine almayı akıllarına dahi getirememişlerdi henüz …..
Evdeki okul öncesi çağlarını yaşayan çocuklar; “yalan söylemenin çok kötü bir şey olduğu, eğer bir çocuk yalan söylerse dilinin en kısa zamanda bir eşek arısı tarafından sokulacağı , anne yada babanın sözlerini dinlemeyen çocukların taş heykellere dönüşerek Allah Baba tarafından cezalandırılacağı” ve benzerleri, çocuklarda sadece eşek arılarından korkma ve taş heykellerin içlerinde asi ruhlu parmak çocuk özelliklerini aramak gibi hiçbir işe yaramayan eğitimler (!) dışında bir ön eğitim alamadan, bir sabah “bizim çocuğumuz büyük adam olacak inşallah-maşallah ” avazları ve sevinç gözyaşları arasında anne yada baba yada ikisinin birden eşliğinde siyah önlük, beyaz yakalı üniforma içinde okul hayatı denilen ve ortalama yaşam süresinin neredeyse dörtte birini tahta sıralar-kara tahtalar önünde silip süpürecek yada çok farklı bereket tarlalarının hasat öncesi dönemine ilk adımı atmak için evden çıkılırdı.
Hepsi aynı boyda, aynı yaşta ve aynı siyah-beyaz görüntüdeki kızlı-erkekli çocuk kalabalığı; okul hademesinin elindeki zili sallayarak çıkardığı çıngıltılı sesin müjdelediği 5-10 dakikalık aralar dışında hep “ben bu heceleri nasıl yan yana getiririm- ben bu rakamları nasıl doğru toplarım, çarparım endişesinin küçücük yüreklerini sürekli sıkıştırması ile yaşamaya başlarlar eğitim yaşamlarının özellikle ilk günlerini. Giderek hava koşullarının değişmeye başlaması ile de sınıfın orta yerine kurulu kocaman boylu kömür sobası isli duman olup tıkalı baca yerine minik soluk borularında kendine yol bulmaya başladığı günlere gelindiği zaman ise heceleri birleştirme, toplamalarda, çarpmalarda doğruyu yakalama formülleri öğretmenlerin olağanüstü çabaları ile yerini bulmaya başlamış olurdu.
Ve işte tam bu sıralarda ilk kez kimden çıktığı, nereden geldiği belli olmayan bir haber dalgalanarak bütün sınıflar içinde yayılmaya başlardı. “Duydunuz mu, dünya bayrakları arasında yapılan yarışmada bizim bayrağımız birinci olmuş. ” Sorgulama düğmesi, masamız üstündeki milyonlarca düğme arasında yanıp-sönerek hadi bas komutumuza yardımcı olmadığından, öncelerin hafif şaşkınlığının arkasından giderek belki o ana kadar yaşamımızda ilk kez gururlanma duygusunun küçük kıvılcımlarının içimizde bir yerlerde yangına döndüğünü hissetmeye başlardık. Ve yangının ısıtmasıyla da önce sağımıza–solumuza bakınır, yeni bir duygunun, bir parça böbürlenme-tepeden bakma zevkinin oyun arkadaşını aramaya başlardık. Ama ne tahta sıralarda o an bizimle aynı duyguları yaşayan ve nede ısıtmaktan çok is dağıtmaya yarayan kocaman sobamızın etrafında küçücük ellerini ovuşturarak ısınmaya çalışan diğerlerimiz arasında aradığımız kişi yada kişileri bulamazdık. Mahallemizin tozlu sokaklarında da tepeden bakabilme zevkini dağıtacağımız kimsenin olma ihtimali düşük, o arkadaşlarımızın da aynı duygularla şişmiş olma ihtimalleri ise hayli yüksekti. “dünya bayrak yarışmasında birinci olan” bir bayrağın gölgesinde yaşayan çocuklar olmak gene de çok farklı ve çok güzel bir duyguyla bir parça çocuksu uçarılık damarlarımızı daraltan bir ağırbaşlılığı anında oturtuverirdi sıkletimizin üzerine.
Belki müfredat; minicik yüreklere bayrak sevgisi aşılamak için böylesine basit ama çok etkili bir yöntem içeriyordu. Belki de gerçekten böyle bir yarışma yapılmış ve bayrağımız birinci oluvermişti. Yakışmaz mıydı böyle bir unvanı taşımaya. Fazlası ile yakışırdı elbette. Bugün bile hala düşünürüm böyle bir yarışma gerçekten yapıldı mı diye. Cevabını bulamam, belki de ısrarla aramaktan korkar “yok canım öyle bir yarışma, kim uyduruyor böyle şeyleri” yanıtı ile karşılaşmaktan korkarım. Ama gerçek şu ki, o haberi duyduğum ilk andaki heyecan ve gurur, kendi gökyüzümde “ay-yıldızlı al bayrağım” tutkusu ile dalgalanıp durmaktadır hızını kesmeden.
Fakat zaman; masamızın üzerindeki milyonlarca düğme içinden kimilerini yakıp söndürmeye de başlamıştır bu arada. İlk zamanlar “siyah saçlı güreş ilahları” söylemleri ile sırtı minder tadını bilmeyen ünlü güreş efsanelerimiz, ay-yıldızlı mayoları ile uluslararası platformlarda tek başlarına eserlerken çok güzeldi ama hemen yanı başlarında konuklarından yada konuk oldukları ülke ekiplerinden üç, beş hatta sekiz gol yiyerek başı önde sahayı terk eden ay-yıldızlı formalı delikanlılarda kendini göstermeye başlamıştı. Şerefli yenilgiler kılıfı hiçbir şekilde uymuyordu üstlerine. Bundan da anlıyorduk ki, bayrağımıza ve onunla özdeş kimliğimize kesinlikle bizim gösterdiğimiz saygıyı, sevgiyi göstermeyen hatta onu kıskanan birilerinin oyunlarına bu bahaneler ile sıkça düşüyor ve başımız bu konularda bunun için yerden kalkmıyordu. Ne yapmalıydı? O zaman iki dudak arasında çalınacak bir düdüğün sinsi sesinden uzak başka konular, başka yarış alanları ve daha kalıcı kürsülerin arkasına asmamız gerekmez miydi bayrağımızı. Kişisel becerilerle at üstünde takla atmak dönemlerini çağın gerisinde kalmış mahsuller olarak bir tarafa bırakıp mesela bilimde, sanatta, teknik konularda bayrağımızı dalgalandıracak direkler bulunamaz mıydı. Bu direkler vardı esasında, yeryüzünün çeşitli noktalarında bayrağı o direklere çekmek için yapılan yarışlar başkaları tarafından olanca hızıyla ve günden güne yeni rekorlar kırılarak da yapılıyordu.
Biz ise bugün; zamanındaki şerefli yenilgilerimizi bize tattıranları nihayet yakalamış olmanın yellendirdiği gurur yelpazesi ile avuntu havuzlarında ya birbirimizi başından tutup suya bastırmakla yada elimizdeki bayrağı “hayır o sadece benim” diyerek karşımızdakine ama esasında bizden olanlara kaptırmamanın anlamsız mücadelesi içinde ter dökmekle uğraşıp duruyoruz.
Ve bu durum bu koşullarda ve bu düzeyde sürüp gitmekten vazgeçecekmiş gibi görünmüyor. Ben bayrağımdan gene gurur duyuyorum ama gönlümden de onu başka direklerde dalgalanırken görmek arzusu geçiyor çok şiddetli bir biçimde. Mesela ülkenin farklı köşelerinde farklı konularla binlerce bilim insanının katılımı, binlerce bildirinin sunumu ile aynı anda yapılan toplantıların yapıldığı mekanın önlerindeki en uzun boylu ev sahibi direğinde. Mesela saygın uluslar arası festivallerin ödül törenlerinin yapıldığı festival sarayları önündeki direklerde, mesela yeni bir teknolojik mucizeyi gerçekleştiren ikili-üçlü “konsorsiyum” birimlerinin yer aldığı merkezlerdeki, mesela çok uzak ve açık denizlerde birbirine selam vererek geçen milyonlarca grostonluk armadaların, limanı; İstanbul, İzmir, İskenderun yazılı tankerlerinin, yüzen saraylar kadar görkemli yolcu gemilerinin direklerinde. Mesela …, mesela …, mesela ….,
O zaman kimse Boğaz köprülerindeki bayraklarımıza yönelik:”kan renkli ve rüzgar değirmeni kadar çirkin ” benzetmesini yapmaya cesaret edemez, bizlerde çocukluk günlerimizin aşısını tartışmasız bir bağışıklık karakteri ile tepeden bakacak gururla taşımaya ve yaşamaya devam ederiz.