Ziyaretçi
Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç
tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile
en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi
bilmeliyiz. Denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu
az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış
hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak,
ulaşılması gereken hedefi göstermiştir. Bu hedef doğrultusunda 1 Temmuz 1926
tarihinde Kabotaj Kanunu yürürlüğe sokulmuş ve Türk denizcilik gücünü toparlamaya
ve geleceğe taşımaya yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, dünya
denizciliğindeki gelişmeler paralelinde değerlendirildiği zaman, Cumhuriyet Türkiye’sinin, Osmanlının bıraktığı yerde
Anadolu kıyılarına hapsedilmiş vaziyette kalmaya devam ettiğini, Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki
gelişme ve büyüme dışında 80 yılda değişen çok şey olmadığını
müşahade etmekteyiz. Denizle bütünleşmiş bir coğrafyada, bir deniz ülkesinde yaşıyoruz.
Ancak, denizci bir ülke olduğumuz söylenemez. Çevre denizlerimizi politik, stratejik
ve ekonomik bakımdan olması gereken düzeyde değerlendirebilmiş değiliz. Denizciliği Türk’ün
büyük milli ülküsü olarak düşünerek onu başardığımız ve denizci bir
millet yetiştirdiğimiz söylenemez.
Türkiye’yi çevreleyen denizler ve Türk Boğazları
Üç
asır Türk gölü hüviyetinde olan, 1774′de Türk-Rus denizine dönüştürülen ve
bugün altı devletin kıyıdaş olduğu Karadeniz’in yaklaşık yarısı bu denize
kıyısı bulunan devletlerle yapılan andlaşmalarla Türkiye’nin kıta sahanlığı ve münhasır
ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye’nin belirli egemen
haklara sahip olduğu alan olarak tescil edilmiştir. Bununla birlikte uluslararası
hukuktan kaynaklanan haklarımız ile bu denizdeki ekonomik değerlerimizi nasıl koruyup
kollayacağımızı düzenleyen bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu"nu hazırlayıp yürürlüğe koyabilmiş
değiliz. Karadeniz’deki Türk kıta sahanlığının araştırılması ve potansiyel kaynakların tespit
edilerek işletilmesine yönelik milli bir tavır ve duruş sergileyemiyor, yapılması
gereken işlem ve uygulamaları yapamıyoruz.
Asya ile Avrupa kıtalarını coğrafi olarak
ayırmasına rağmen siyasi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan Türk Boğazlarına
sahibiz. Rusya’nın Karadeniz’e inip Rus ticaret gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş
hakkı elde ettiği 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması’ndan itibaren Türkiye’ye yöneltilen
tehditlerin başlıca kaynağı gibi görünmesine rağmen, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik
önemini artırıcı fonksiyonunu her zaman muhafaza eden Türk Boğazları’nın bu
niteliğinden yeterince istifade edebiliyor muyuz? Unutulmamalıdır ki Türk Boğazları sadece
Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin değil, Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz
havzası devletlerin de ana giriş-çıkış kapısıdır ve bu kapının sahibi
Türkiye’dir. Bu kapının Karadeniz’e giriş-çıkış yapılan ve 10 milyondan fazla
insanın yaşadığı İstanbul Boğazı’ndan her 9 dakikada 1 gemi ve
her 51 dakikada 1 tehlikeli yük taşıyan gemi geçiş yapmaktadır.
İstanbul Boğazı’ndan 2005 yılında taşınan tehlikeli yük miktarı yaklaşık 144
milyon tondur. Çanakkale Boğazı’nda bu miktar 150 milyon tona ulaşmaktadır.
Türk Boğazlarının fiziki yapısı değişmezken geçiş yapan gemi sayısı ve
taşınan tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artış eğilimi göstermektedir.
Bir başka ifade ile Türkiye, Boğazlar yoluyla taşınan ham petrol
ve petrol türevleri neticesinde kuzey-güney enerji koridoru haline gelmiştir. Taşınan
bu yükün %35′inin Avrupa Birliği üyesi devletlere gitmesi de ayrı
bir önem arz etmektedir.
Bazı bilim adamlarınca Asya ile Avrupa’nın denizaltındaki
sınırı olarak kabul edilen Ege Denizi’ndeki kıtasal ayırım bölgesinin doğu
yarısındaki kıyıdaş devlet Türkiye’dir. Karmaşık teknik ve hukuki problemleri içeren
ve çözüm arayışları devam eden çok sayıda sorun bulunan Ege’deki
haklarımız ile temel milli çıkarlarımızı koruma ve kollamaya yönelik kararlı
ve tutarlı bir duruş ile denizci bir yaklaşım sergileyebildiğimizi söyleyemiyoruz.
Ege Denizi’ndekiler de dahil olmak üzere Türkiye ile Yunanistan’ın yaşamsal
çıkarlarını birbirine uyumlu hale getirerek her iki devlet arasında siyasi
ve askeri bir denge kurulmasını amaçlayan ve Ege’nin hukuki statüsünü
belirleyen Lozan Barış Andlaşması’na göre Ege’nin yaklaşık %75′ini açık deniz
oluşturmakta ve kıyıdaş devletlerden biri olarak Türkiye, başta ulaştırma ve
uçuş hakkı olmak üzere balıkçılık ve bilimsel araştırma gibi açık
deniz serbestilerinden istifade edebilmekteydi. Bugün Lozan’ın, Ege Denizi’nde tesis ettiği
statüden Türkiye aleyhine fazlasıyla uzaklaşıldığını, Türkiye’nin bu denizdeki haklarının gasp
edilmesi sonucunu doğurabilecek fiili durumlar ile ciddi siyasi teşebbüslerle karşı
karşıya bırakıldığımızı görmekteyiz.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında sıkışmış yarı
kapalı bir deniz olan ve dünya su kütlesinin yaklaşık %1′ini
oluşturmasına rağmen dünya deniz taşımacılığının %30′unun, ham petrol ve petrol
ürünleri taşımacılığının ise %28′inin gerçekleştiği Akdeniz’in önemli bir bölümüne Türkiye
kıyıdaştır. Bu denizde tartışmalı bir şekilde bazı bölgelerde 6 mil
ve bazı bölgelerde 12 mil olarak uygulanmakta olan karasularımıza, ekonomik
manada hapsedilmiş vaziyette yaşamayı sürdürüyoruz. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının
sınırlandırılmasına ilişkin adlaşmaların olmaması nedeniyle diğer devletler, bu denizdeki açık
deniz serbestilerinden ve bu bağlamda bilimsel araştırma ve avlanma haklarından
istifade edebilmekte, Türkiye kendi kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi hakkından
halihazırda mahrum yaşamaktadır.
Türkiye’nin yakın deniz havzasındaki katma
değerden aldığı pay
Denizler ve okyanusların gerek doğal kaynak olarak gerekse
sunduğu hizmetler açısından tüm dünyada yaklaşık 23 trilyon dolar/yıllık bir
katma değer sağladığı hesap edilmektedir. Bu katma değer içerisinde deniz
ulaştırmasının payı yaklaşık 300 milyar dolar olup bunun da yaklaşık
%30′u Akdeniz havzası taşımacılığından sağlanmaktadır. Toplam ithalat ve ihracatının yaklaşık
%90′ını deniz yolu ile gerçekleştiren Türkiye’nin bu pastadan aldığı pay
%1′dir. Bununla birlikte dünya yüklerinin %3.4′ünü taşımaktayız. Bunun anlamı dünya
standartlarına göre 3.4 kat daha ucuz yük taşımaktayız. Dış ticaret
taşımacılığında milli filonun payının %25′lerin altında gerçekleşmesi, dünya sıralamasında 1
Ocak 2000′de 18′inci olan Türk deniz ticaret filosunun, 2001′de 20′nci,
2004′de 23′üncü ve 2005′de ise 24′üncü sıraya düşmesi, seyir emniyeti
ve deniz güvenliği bakımından gençleştirilme ihtiyacı açık olan Türk deniz
ticaret filosunun mevcut 20 yaş ortalaması, irdelenmesi gereken diğer önemli
konulardır.
Deniz taşımacılığı ile mukayese edildiği zaman demiryolu taşımacılığının 3 kat,
karayolu taşımacılığının 7 kat ve havayolu taşımacılığının 21 kat daha
pahalı olduğunu görmekteyiz. Türkiye kıyı şeridinin belirli bölgelerinde, özellikle Batı
Karadeniz ile Doğu Akdeniz’de Gazipaşa-Silifke arasında kara ulaştırmasında ciddi sıkıntılar
yaşanmaktadır. Yüzyıllar boyunca denizle iç içe yaşamış bir coğrafyanın insanları
olarak, denizin doğal otobanından yeterince istifade edemiyoruz. Karayollarında yaşanan bütün
zorluklara, telafisi mümkün olmayacak düzeydeki acılara, can ve mal kayıplarına
rağmen taşımacılığı denize kaydırabilmiş değiliz. Hala deniz kıyısında, denize ve
kıyı şeridine büyük zararlar vererek, kıyılarımızın doğal yapısını ve güzelliklerini
düzeltilemeyecek şekilde bozarak yüksek maliyetli otoyollar inşa etmek için uğraşıyoruz.
Kara ulaştırmasının ağırlıklı ve yoğun olarak kullanılması nedeniyle yol bakım
ve onarım maliyetleri çok yüksek değerlere ulaşmakta ve bu durum
ülke kaynaklarının büyük ölçüde israfına sebep olmaktadır. Karayolu, demiryolu ve
havayolu taşımacılığına rağmen çok daha ucuz olmasının yanında güvenli, düşük
yatırım maliyetli ve çevre dostu olan deniz taşımacılığının ülkenin ekonomik
gelişmesine sağlayacağı katkı ve oluşturacağı istihdam, üzerinde önemle ve gecikmeksizin
durulması ve devlet eliyle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Kara ülkemizi
çevreleyen denizler ile yakın deniz havzamızdaki katma değerden, 23 trilyon
dolarlık yıllık pastadan; deniz ulaştırması, liman ve kıyı tesisleri işletmeciliği,
gemi inşa ve tersanecilik, deniz turizmi, balıkçılık, denizcilik eğitimi, amatör
denizcilik ve en önemlisi doğal kaynak işletmeciliği ile denizlerin canlı
ve cansız kaynaklarından ve enerji imkanlarından bu coğrafyanın hak ettiği
payın çok azını temin edebiliyoruz. Kuşkusuz bunun birinci nedeni deniz
ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yüzümüzü denize dönebilmiş, deniz sevgisi
ve tutkusu olan, deniz bilinci ve kültürü olan ve bunu
nesilden nesile aktarabilen bir millet görünümünde değiliz. Denizci devlet kimliği
ile dünya güç merkezi ve bir deniz imparatorluğu olan atalarımızı
yeterince örnek aldığımızı söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, denizci
olmayan devletleri ve sırtını denize dönen milletleri affetmemiştir.
Türkiye’nin idari yapısı içerisinde denizcilik idaresi
Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak
üzere yürürlükteki yasalar ile ulusal düzenlemelerimiz Türkiye’nin idari yapısını ve
işleyişini belirlemektedir. Bu yapı ve işleyiş içerisinde, denizcilik idaresi olarak
1993 yılında, Cumhuriyetin 70′inci yılında kurulan Denizcilik Müsteşarlığı’nın yeri ve
konumu; genel olarak kamu hukuku, özel olarak idare hukuku bakış
açılarıyla bellidir. Bugün Türk denizciliği çok sayıda bakanlık, kamu kurum
ve kuruluşu ile sayısı her geçen gün değişerek artan ve
yüzlerle ifade edilen kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemlerle
idare edilmektedir. Denizcilikte var olan çok başlılık ile ulusal ve
uluslararası ölçekte ve platformlarda yaşanan görev ve yetki çatışmaları bu
durumun doğal bir sonucudur. Denizcilik idaresi Türkiye Cumhuriyeti idari yapısı
içerisinde hak ettiği yeri alamazsa, denizciliğimize ve Türkiye’ye sağlayabileceği katkılar
da sınırlı olacaktır. Denizcilik Müsteşarlığı’nın kuruluşundan bugüne kadar yaşanan süreç
ve kazanılan tecrübeler bu durumu teyit etmektedir.
Bu çerçevede; bazı
başarılı faaliyetlere ve atılmış olumlu adımlara rağmen, denizcilikten sorumlu bir
Devlet Bakanlığı uhdesinde 1993′den Kasım 2002′ye kadar yaşanan Müsteşarlık deneyimi
ve önemli ölçüde harcanan 10 yıl, 2003′den itibaren Denizcilik Müsteşarlığı’nın
gayretli çalışmalarına ve önemli başarılarına rağmen Hükümetin karakteri ve denizciliği
bağlı ve küçültülmüş bir idari yapı içerisinde yönetme arzusu ile
Türkiye’yi çevreleyen denizleri ufuk mesafesi derinliğinde mücavir alan olarak algılayan
bakanlık, kurum ve kuruluşların aktif müdahaleleri ve denizciliği daha fazla
yönetme girişimleri, denizciliğimizin bugünü ve geleceği üzerine konulmuş bir ipotek
hüviyetini muhafaza etmektedir. Bu bakış açıları ve yaklaşımlar değişmediği ve
bu bağlamda yasal değişiklik yoluna gidilerek güçlü bir denizcilik idaresi
oluşturulamadığı takdirde, ehil ellerde ve gayretli çalışmalarla sağlanabilecek başarılar da
sınırlı ve taktik düzeyde olacaktir. Halbuki Türk denizciliğinin sorunu politik
ve stratejiktir. Barbaros Hayrettin Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği
hedeflere politik ve stratejik düzeyde gösterilecek irade ve kararlılıkla varılabilir.
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk "En güzel coğrafi vaziyette ve üç
Sponsorlu Bağlantılar
en ileri denizci millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifade etmeyi
bilmeliyiz. Denizciliği, Türk’ün büyük milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu
az zamanda başarmalıyız." diyerek hem mevcut durumun bir analizini yapmış
hem de denizci devlet ve denizci millet idealini ortaya koyarak,
ulaşılması gereken hedefi göstermiştir. Bu hedef doğrultusunda 1 Temmuz 1926
tarihinde Kabotaj Kanunu yürürlüğe sokulmuş ve Türk denizcilik gücünü toparlamaya
ve geleceğe taşımaya yönelik önemli adımlar atılmıştır. Bununla birlikte, dünya
denizciliğindeki gelişmeler paralelinde değerlendirildiği zaman, Cumhuriyet Türkiye’sinin, Osmanlının bıraktığı yerde
Anadolu kıyılarına hapsedilmiş vaziyette kalmaya devam ettiğini, Türk Deniz Kuvvetleri’ndeki
gelişme ve büyüme dışında 80 yılda değişen çok şey olmadığını
müşahade etmekteyiz. Denizle bütünleşmiş bir coğrafyada, bir deniz ülkesinde yaşıyoruz.
Ancak, denizci bir ülke olduğumuz söylenemez. Çevre denizlerimizi politik, stratejik
ve ekonomik bakımdan olması gereken düzeyde değerlendirebilmiş değiliz. Denizciliği Türk’ün
büyük milli ülküsü olarak düşünerek onu başardığımız ve denizci bir
millet yetiştirdiğimiz söylenemez.
Türkiye’yi çevreleyen denizler ve Türk Boğazları
Üç
asır Türk gölü hüviyetinde olan, 1774′de Türk-Rus denizine dönüştürülen ve
bugün altı devletin kıyıdaş olduğu Karadeniz’in yaklaşık yarısı bu denize
kıyısı bulunan devletlerle yapılan andlaşmalarla Türkiye’nin kıta sahanlığı ve münhasır
ekonomik bölgesi olarak, diğer bir ifade ile Türkiye’nin belirli egemen
haklara sahip olduğu alan olarak tescil edilmiştir. Bununla birlikte uluslararası
hukuktan kaynaklanan haklarımız ile bu denizdeki ekonomik değerlerimizi nasıl koruyup
kollayacağımızı düzenleyen bir "Münhasır Ekonomik Bölge Kanunu"nu hazırlayıp yürürlüğe koyabilmiş
değiliz. Karadeniz’deki Türk kıta sahanlığının araştırılması ve potansiyel kaynakların tespit
edilerek işletilmesine yönelik milli bir tavır ve duruş sergileyemiyor, yapılması
gereken işlem ve uygulamaları yapamıyoruz.
Asya ile Avrupa kıtalarını coğrafi olarak
ayırmasına rağmen siyasi olarak iki kıtayı birbirine bağlayan Türk Boğazlarına
sahibiz. Rusya’nın Karadeniz’e inip Rus ticaret gemilerinin Boğazlardan serbest geçiş
hakkı elde ettiği 1774 Küçük Kaynarca Andlaşması’ndan itibaren Türkiye’ye yöneltilen
tehditlerin başlıca kaynağı gibi görünmesine rağmen, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik
önemini artırıcı fonksiyonunu her zaman muhafaza eden Türk Boğazları’nın bu
niteliğinden yeterince istifade edebiliyor muyuz? Unutulmamalıdır ki Türk Boğazları sadece
Karadeniz’e kıyısı bulunan devletlerin değil, Tuna-Ren su yolunu saymazsak Karadeniz
havzası devletlerin de ana giriş-çıkış kapısıdır ve bu kapının sahibi
Türkiye’dir. Bu kapının Karadeniz’e giriş-çıkış yapılan ve 10 milyondan fazla
insanın yaşadığı İstanbul Boğazı’ndan her 9 dakikada 1 gemi ve
her 51 dakikada 1 tehlikeli yük taşıyan gemi geçiş yapmaktadır.
İstanbul Boğazı’ndan 2005 yılında taşınan tehlikeli yük miktarı yaklaşık 144
milyon tondur. Çanakkale Boğazı’nda bu miktar 150 milyon tona ulaşmaktadır.
Türk Boğazlarının fiziki yapısı değişmezken geçiş yapan gemi sayısı ve
taşınan tehlikeli yük miktarı her geçen yıl artış eğilimi göstermektedir.
Bir başka ifade ile Türkiye, Boğazlar yoluyla taşınan ham petrol
ve petrol türevleri neticesinde kuzey-güney enerji koridoru haline gelmiştir. Taşınan
bu yükün %35′inin Avrupa Birliği üyesi devletlere gitmesi de ayrı
bir önem arz etmektedir.
Bazı bilim adamlarınca Asya ile Avrupa’nın denizaltındaki
sınırı olarak kabul edilen Ege Denizi’ndeki kıtasal ayırım bölgesinin doğu
yarısındaki kıyıdaş devlet Türkiye’dir. Karmaşık teknik ve hukuki problemleri içeren
ve çözüm arayışları devam eden çok sayıda sorun bulunan Ege’deki
haklarımız ile temel milli çıkarlarımızı koruma ve kollamaya yönelik kararlı
ve tutarlı bir duruş ile denizci bir yaklaşım sergileyebildiğimizi söyleyemiyoruz.
Ege Denizi’ndekiler de dahil olmak üzere Türkiye ile Yunanistan’ın yaşamsal
çıkarlarını birbirine uyumlu hale getirerek her iki devlet arasında siyasi
ve askeri bir denge kurulmasını amaçlayan ve Ege’nin hukuki statüsünü
belirleyen Lozan Barış Andlaşması’na göre Ege’nin yaklaşık %75′ini açık deniz
oluşturmakta ve kıyıdaş devletlerden biri olarak Türkiye, başta ulaştırma ve
uçuş hakkı olmak üzere balıkçılık ve bilimsel araştırma gibi açık
deniz serbestilerinden istifade edebilmekteydi. Bugün Lozan’ın, Ege Denizi’nde tesis ettiği
statüden Türkiye aleyhine fazlasıyla uzaklaşıldığını, Türkiye’nin bu denizdeki haklarının gasp
edilmesi sonucunu doğurabilecek fiili durumlar ile ciddi siyasi teşebbüslerle karşı
karşıya bırakıldığımızı görmekteyiz.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında sıkışmış yarı
kapalı bir deniz olan ve dünya su kütlesinin yaklaşık %1′ini
oluşturmasına rağmen dünya deniz taşımacılığının %30′unun, ham petrol ve petrol
ürünleri taşımacılığının ise %28′inin gerçekleştiği Akdeniz’in önemli bir bölümüne Türkiye
kıyıdaştır. Bu denizde tartışmalı bir şekilde bazı bölgelerde 6 mil
ve bazı bölgelerde 12 mil olarak uygulanmakta olan karasularımıza, ekonomik
manada hapsedilmiş vaziyette yaşamayı sürdürüyoruz. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının
sınırlandırılmasına ilişkin adlaşmaların olmaması nedeniyle diğer devletler, bu denizdeki açık
deniz serbestilerinden ve bu bağlamda bilimsel araştırma ve avlanma haklarından
istifade edebilmekte, Türkiye kendi kıta sahanlığının araştırılması ve işletilmesi hakkından
halihazırda mahrum yaşamaktadır.
Türkiye’nin yakın deniz havzasındaki katma
değerden aldığı pay
Denizler ve okyanusların gerek doğal kaynak olarak gerekse
sunduğu hizmetler açısından tüm dünyada yaklaşık 23 trilyon dolar/yıllık bir
katma değer sağladığı hesap edilmektedir. Bu katma değer içerisinde deniz
ulaştırmasının payı yaklaşık 300 milyar dolar olup bunun da yaklaşık
%30′u Akdeniz havzası taşımacılığından sağlanmaktadır. Toplam ithalat ve ihracatının yaklaşık
%90′ını deniz yolu ile gerçekleştiren Türkiye’nin bu pastadan aldığı pay
%1′dir. Bununla birlikte dünya yüklerinin %3.4′ünü taşımaktayız. Bunun anlamı dünya
standartlarına göre 3.4 kat daha ucuz yük taşımaktayız. Dış ticaret
taşımacılığında milli filonun payının %25′lerin altında gerçekleşmesi, dünya sıralamasında 1
Ocak 2000′de 18′inci olan Türk deniz ticaret filosunun, 2001′de 20′nci,
2004′de 23′üncü ve 2005′de ise 24′üncü sıraya düşmesi, seyir emniyeti
ve deniz güvenliği bakımından gençleştirilme ihtiyacı açık olan Türk deniz
ticaret filosunun mevcut 20 yaş ortalaması, irdelenmesi gereken diğer önemli
konulardır.
Deniz taşımacılığı ile mukayese edildiği zaman demiryolu taşımacılığının 3 kat,
karayolu taşımacılığının 7 kat ve havayolu taşımacılığının 21 kat daha
pahalı olduğunu görmekteyiz. Türkiye kıyı şeridinin belirli bölgelerinde, özellikle Batı
Karadeniz ile Doğu Akdeniz’de Gazipaşa-Silifke arasında kara ulaştırmasında ciddi sıkıntılar
yaşanmaktadır. Yüzyıllar boyunca denizle iç içe yaşamış bir coğrafyanın insanları
olarak, denizin doğal otobanından yeterince istifade edemiyoruz. Karayollarında yaşanan bütün
zorluklara, telafisi mümkün olmayacak düzeydeki acılara, can ve mal kayıplarına
rağmen taşımacılığı denize kaydırabilmiş değiliz. Hala deniz kıyısında, denize ve
kıyı şeridine büyük zararlar vererek, kıyılarımızın doğal yapısını ve güzelliklerini
düzeltilemeyecek şekilde bozarak yüksek maliyetli otoyollar inşa etmek için uğraşıyoruz.
Kara ulaştırmasının ağırlıklı ve yoğun olarak kullanılması nedeniyle yol bakım
ve onarım maliyetleri çok yüksek değerlere ulaşmakta ve bu durum
ülke kaynaklarının büyük ölçüde israfına sebep olmaktadır. Karayolu, demiryolu ve
havayolu taşımacılığına rağmen çok daha ucuz olmasının yanında güvenli, düşük
yatırım maliyetli ve çevre dostu olan deniz taşımacılığının ülkenin ekonomik
gelişmesine sağlayacağı katkı ve oluşturacağı istihdam, üzerinde önemle ve gecikmeksizin
durulması ve devlet eliyle değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Kara ülkemizi
çevreleyen denizler ile yakın deniz havzamızdaki katma değerden, 23 trilyon
dolarlık yıllık pastadan; deniz ulaştırması, liman ve kıyı tesisleri işletmeciliği,
gemi inşa ve tersanecilik, deniz turizmi, balıkçılık, denizcilik eğitimi, amatör
denizcilik ve en önemlisi doğal kaynak işletmeciliği ile denizlerin canlı
ve cansız kaynaklarından ve enerji imkanlarından bu coğrafyanın hak ettiği
payın çok azını temin edebiliyoruz. Kuşkusuz bunun birinci nedeni deniz
ülkesiyiz ama denizci ülke değiliz. Yüzümüzü denize dönebilmiş, deniz sevgisi
ve tutkusu olan, deniz bilinci ve kültürü olan ve bunu
nesilden nesile aktarabilen bir millet görünümünde değiliz. Denizci devlet kimliği
ile dünya güç merkezi ve bir deniz imparatorluğu olan atalarımızı
yeterince örnek aldığımızı söyleyemeyiz. Unutulmamalıdır ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, denizci
olmayan devletleri ve sırtını denize dönen milletleri affetmemiştir.
Türkiye’nin idari yapısı içerisinde denizcilik idaresi
Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olmak
üzere yürürlükteki yasalar ile ulusal düzenlemelerimiz Türkiye’nin idari yapısını ve
işleyişini belirlemektedir. Bu yapı ve işleyiş içerisinde, denizcilik idaresi olarak
1993 yılında, Cumhuriyetin 70′inci yılında kurulan Denizcilik Müsteşarlığı’nın yeri ve
konumu; genel olarak kamu hukuku, özel olarak idare hukuku bakış
açılarıyla bellidir. Bugün Türk denizciliği çok sayıda bakanlık, kamu kurum
ve kuruluşu ile sayısı her geçen gün değişerek artan ve
yüzlerle ifade edilen kanun, tüzük, yönetmelik ve diğer düzenleyici işlemlerle
idare edilmektedir. Denizcilikte var olan çok başlılık ile ulusal ve
uluslararası ölçekte ve platformlarda yaşanan görev ve yetki çatışmaları bu
durumun doğal bir sonucudur. Denizcilik idaresi Türkiye Cumhuriyeti idari yapısı
içerisinde hak ettiği yeri alamazsa, denizciliğimize ve Türkiye’ye sağlayabileceği katkılar
da sınırlı olacaktır. Denizcilik Müsteşarlığı’nın kuruluşundan bugüne kadar yaşanan süreç
ve kazanılan tecrübeler bu durumu teyit etmektedir.
Bu çerçevede; bazı
başarılı faaliyetlere ve atılmış olumlu adımlara rağmen, denizcilikten sorumlu bir
Devlet Bakanlığı uhdesinde 1993′den Kasım 2002′ye kadar yaşanan Müsteşarlık deneyimi
ve önemli ölçüde harcanan 10 yıl, 2003′den itibaren Denizcilik Müsteşarlığı’nın
gayretli çalışmalarına ve önemli başarılarına rağmen Hükümetin karakteri ve denizciliği
bağlı ve küçültülmüş bir idari yapı içerisinde yönetme arzusu ile
Türkiye’yi çevreleyen denizleri ufuk mesafesi derinliğinde mücavir alan olarak algılayan
bakanlık, kurum ve kuruluşların aktif müdahaleleri ve denizciliği daha fazla
yönetme girişimleri, denizciliğimizin bugünü ve geleceği üzerine konulmuş bir ipotek
hüviyetini muhafaza etmektedir. Bu bakış açıları ve yaklaşımlar değişmediği ve
bu bağlamda yasal değişiklik yoluna gidilerek güçlü bir denizcilik idaresi
oluşturulamadığı takdirde, ehil ellerde ve gayretli çalışmalarla sağlanabilecek başarılar da
sınırlı ve taktik düzeyde olacaktir. Halbuki Türk denizciliğinin sorunu politik
ve stratejiktir. Barbaros Hayrettin Paşa ve Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği
hedeflere politik ve stratejik düzeyde gösterilecek irade ve kararlılıkla varılabilir.