TARİH
Germen halkları Hint-Avrupa ailesinden Germen dillerini konuşan halklar olarak tanımlanır. Tarihleri de birinci ünsüz değişmesi (ya da Grimm Yasası) denen gelişmeyle dillerinin ayrı bir öbek durumuna geldiği dönemden başlatılır. Ama bu değişmenin kesin tarihini saptamak olanaksızdır; Kuzey Almanya ve İskandinavya’da İÖ 1700 ile İO 450 arasındaki Kuzey Tunç Çağma rastlamış olabileceği gibi, aynı yörede yaşanan erken Demir Çağı kültürlerinden birinde (örn. İÖ 800-600 arasındaki Wessentadt ya da İÖ 600-300 arasındaki Jastorf) ortaya çıkmış da olabilir. Güvenilir tarihsel bilgiler İÖ y. 50’de başlar.
Sponsorlu Bağlantılar
İLKÇAĞ.
Julius Caesar Galya seferleri sırasında yalnız Keltlerle değil, Germenlerle de karşılaştı. İÖ 55 ve İÖ 53’te Ren Irmağını geçti, ama oluşturduğu Galya eyaleti ırmağı sınır alıyor ve Germenlerin çoğu ırmağın ötesinde yaşıyordu. Romalıların Germen kabilelerine doğrudan saldırılan Nero Claudius Drusus Germanicus döneminde başladı. Ren ve Orta Tuna bölgesindeki şiddetli çarpışmalardan ve IS 9’da Teutoburger Ormanındaki ünlü Germen zaferinden sonra
Roma sının Ren ve Tuna’nın ötesine geçmedi. Bununla birlikte Roma denetimi zaman zaman kuzeyde Frizya ve doğuda Ren’le Tuna’nm birleştiği noktanın ötesine^ kadar uzandı; örneğin İmparator Domitianus’un İS 83 ve 88’deki seferleri böyle bir sonuç doğurdu.
Bu dönemde Germen kültürleri İskandinavya’dan güneyde Karpatlar’a kadar yayılmıştı. Yerleşik tarım topluluklan oluşturan Germenler karma tarım yapıyor, ahşap evlerde oturuyor, çömlekçi çarkını ve yazıyı bilmiyor, para kullanmıyorlardı. Toplum farklılaşmış, varlıklı bir savaşçı-şef sınıfı belirmeye başlamıştı. Bir savaş tanrısına (Tiu ya da Wodan) tapan bu savaşçı sınıf siyasal örgütlenmenin temelini oluşturuyordu. Germenler pek çok kabileye bölünmüş, kabileler ortak tanrılar çevresinde birleşmişlerdi. Bu tür birlikler içinde yer alan kabileler yıllık şenlikler için bir araya gelir, silahların bırakıldığı bu dönemde yalnızca dinsel değil, ekonomik ve toplumsal etkinlik de artar, anlaşmazlıklar çözülürdü.
İS 350’ye değin Roma’yla ilişkiler. Roma’ nın sınırlarını belirlemesinden sonra ticaret ve kültür ilişkileri de en az çatışmalar kadar önem kazandı. Güçlü kalelerle korunmasına karşın sınır hiçbir zaman ticareti ve insanları engellemedi. İS y. 50’de Ren kıyılarındaki kabileler Roma parasını kullanmayı öğrendi. Seramik, cam ve metal işi gibi lüks Roma mallan Germen zenginlerine, kehribar, deri gibi hammaddelerle pek çok köle de Roma’ya ulaşmaya başladı. Roma ordularında Germen askerler yer aldı.
Sınır çatışmalanysa zaman zaman büyük hareketlere dönüştü. 150’de Germen kabilelerinden Markomanlar güneye, Orta Tuna boylarına ilerlediler; hatta 167’de İtalya’ya akın ettiler. Bu hareket tekil bir olay değildi. 150-200 yılları arasında Germen kabileleri akm akın Orta ve Doğu Avrupa’ya ilerlediler ve 3. yüzyılda sınır boyunda yıkıma yol açtılar. Galya büyük zarar gördü. Gotlar Tuna bölgesini yağmaladılar, hatta 251’de İmparator Decius’u öldürdüler. Yaklaşık 280’de Ren ve Tuna havzalarında yeniden istikrar sağlandı. Roma ordusu ve başını Frankların, Atamanların ve Gotlarm çektiği bir Germen ittifakı yaklaşık 370’e değin sının korudu.
Bu arada Germen dünyası dönüşüme uğruyordu. Avrupa’daki güç dengeleri açısından bu gelişmelerin en önemli yanı, daha büyük ve tutarh Germen siyasal birimlerinin ortaya çıkmasıydı. Roma’yla savaşlar Germenlere büyük toplulukların yaşama şansının daha fazla olduğunu öğretmişti. 4. yüzyılda iki güçlü Germen konfederasyonu vardı:
10. ve 11. Yüzyılda Almanya
Ren boylarında Alamanlar ve Tuna boylarında Gotlar. Bunları ayakta tutan savaşçı sınıfın kabile halkı üzerindeki denetimi gittikçe artıyordu. 3. yüzyılda Germenler Romalılardan yeni tarım teknikleri ve çömlekçi çarkını öğrendiler. Germen edebiyat dillerinin en eskisi olan Got dili, yaklaşık 350’de Ulfilas’ın çalışmalarıyla ortaya çıktı. Roma’nın desteklediği bir misyoner olan Ulfilas Kitabı Mukaddes’in Got diline çevirisini yaptı.
Kavimler Göçü (Völkerwarıderung). Hunların batıya doğru hareketinin yol açtığı Kavimler Göçü Germen kabilelerini dalgalar halinde Roma İmparatorluğu’nun içlerine itti. İlk kez 376’da İmparator Valens, isteksizce de olsa Vizigotlara sığınma hakkı tanıdı, ama çok geçmeden aralarında çatışma çıktı. 378’de Vizigotlar Adrianopolis’te (Edime) kesin bir zafer kazanarak Valens’i öldürdülerse de izleyen dört yıl içinde Roma’ya boyun eğmek zorunda kaldılar. Hunlar batıya ilerledikçe Roma sınırlan Germenlerin ve başka halkların artan baskısı altında kaldı; 386, 395, 405 ve 406 yıllarında büyük akınlar yaşandı. Germen halklarından Vandallar ve Suevler İspanya ve Kuzey Afrika’da güçlendiler. Karışıklıktan yararlanan Vizigotlar ayaklandılar; İtalya’ya yürüyerek daha iyi koşullarda anlaşma istediler ve istekleri yerine getirilmeyince 24 Ağustos 410’da Roma’yı yağmaladılar.
Roma İmparatorluğu’nun hâlâ Avrupa’da önemli bir güç olması Hunlardan kaçan Germenleri barış istemeye yöneltti; 418’de Vizigotlar bile Galya’ya yerleştirilmeyi kabul etti. Bu dönemde Germen kabilelerinde bir “ulus” bilinci yoktu; dolayısıyla da birbirlerine karşı kullanılabiliyorlardı. Yaklaşık 450’ye değin Hun korkusu Roma’nm hiç değilse Vizigotları, Frankları ve 439’da Galya’ya yerleştirilen Burgonlan kendi savunması için seferber etmesine olanak yerdi. 453’te Attila’nın ölmesinden ve Hun İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra ise Roma bu diplomatik silahını yitirdi. Aynca toprak kayıplarıyla gelirleri azaldı. Koşulların yardım ettiği Germenler zamanla Roma’ dan bağımsızlaştı. 470’lerde Galya’nm güneybatısında Vizigot, güneydoğusunda Burgonya krallıkları kuruldu. Kuzeyde Clovis Frank Krallığı’m kurdu. Kuzey Afrika Vandalların, İspanya’nın bir bölümü Suevlerin denetimindeydi. 489-493 arasında Ostrogotlar İtalya’yı fethetti. Tuna boylarına Gepid ve Lombard krallıkları egemen oldu. Böylece Batı Roma İmparatorluğu ortadan kalktı.
Roma ve Hun tehlikesi karşısında Germen siyasal birimleri daha da büyümüştü. Aynca Roma İmparatorluğu güçsüzleştikçe eyalet halklan çoğu kez oralara yeni yerleşen Germenlerin korumasına sığınmış, bu arada Germenler de egemen oldukları Romalı nüfusun etkisinde kalmaya başlamıştı. Romahların eğitim düzeyi Germen krallarının düzenli vergi toplamasına ve yasal iktidarlanm genişletmesine olanak verdi. Böylece Batı Roma İmparatorluğu’nun yerini alan Germen kralhklan, Germen askeri gücüyle Roma eyaletlerindeki soylu sınıfın yönetim bilgilerinin birleştiği siyasal birimler oldu. Germen askeri sınıfıyla Romalı eyalet seç
kinleri arasındaki evlilikler de dönüşüm sürecini tamamlayarak ortaçağ Avrupa’sını biçimlendirecek yeni bir aristokrasinin doğmasını sağladı.
MEROVENJLER VE KAROLENJLER.
476’da Batı Roma İmparatorluğu yıkıldığında Ren’in batısındaki Germen toplulukları arasında siyasal bir birlik yoktu. Ama bu Germen kabileleri ortak bir dilin lehçelerini konuşuyor, aynı siyasal ve toplumsal geleneği paylaşıyorlardı. Yüzyıllarca Roma dünyasıyla ilişki içinde yaşamaları geleneklerini etkilemişti. İmparatorluğa bağlı kabilelerde güçlü askeri yapılı, başında kral ya da dük denen bir komutanın yer aldığı bir toplumsal örgütlenme ortaya çıkmış, bu yapı imparatorluk sınırlarının dışındaki Germen kabileleri arasında da yaygınlaşmıştı. Benzer biçimde İtalya’daki Ostrogot kralları da Alpler’in kuzeyinde kalan Germen topraklarının büyük bölümünü etkileri altına almıştı.
Merovenj Almanyası.
Romalılaşmış Galya ve Batı Almanya’da yerleşmiş bulunan Franklar Ostrogotların liderliğini tanımayarak krallıklarını doğuya doğru genişletmeye başladılar. Clovis’in Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemesi hem doğudaki Ostrogot egemenliğine, hem de güneydeki Vizigotlara açıkça meydan okuyan bir tutumu yansıtıyordu. Clovis ve ardılları, özellikle de I. Theodebert (hd 534-548) daha sonra Almanya’yı oluşturacak toprakların büyük bölümü üzerinde Frank denetimini kurmayı başardı; Orta Almanya’daki Thüringlilerle güneydeki Alaman ve Bavyerahlar gibi çeşitli topluluklara üstünlük sağladı. Bu toplulukları yöneten yerel dükler Frank kralını temsil ediyor, ama merkezî iktidarın iç savaş ve çekişmelerle zayıfladığı dönemlerde büyük ölçüde özerk davranabiliyorlardı. Örneğin İtalya’daki Lombard kraliyet ailesiyle yakın akraba olan Bavyeralı yöneticiler 8. yüzyıla gelindiğinde krallar kadar başına buyruktu. Kuzeyde Frizler ve Saksonlar 8. yüzyılın başlarına değin Frank denetiminin dışında kaldılar; siyasal ve toplumsal yapılarını korudukları gibi, genellikle Hıristiyanlığı da benimsemediler. Frank bölgesinde ise Hıristiyanlık İrlandalI misyonerlerin, Alpler’de yerli Raetialıların ve manastır kuruluşlarını destekleyen Frank soylularının etkisiyle yaygınlaştı.
Karolenjlerin yükselişi ve Bonifatius.
7. yüzyılın sonuna gelindiğinde Frank dünyasında Merovenjlerin iktidarı sona ermişti. Çeşitli aristokratik aileler Merovenjlerin yerini almak için mücadele ediyordu. Sonunda ülkeye egemen olan Karolenjler 730’larda iktidarı, 751’de de tahtı ele geçirdiler. Roma kilise hiyerarşisinin desteklediği Karolenj hanedanı gücünü Meuse ve Ren ırmakları arasında uzanan geniş mülklerden ve buraların sadık soylu sınıfından alıyordu. Ren’in doğusundaki düklüklerin denetim altına alınmasında ise Karolenjler siyasal merkezîleşme yanlısı Roma kilisesinin misyonerlik çalışmalarından yararlanarak İrlandalI misyonerlerin ve yerel kilise örgütlerinin gücünü kırdı. Frankların yayılma düzeni hep aynıydı: Ormandan ya da bataklıktan kazanılarak yerleşime uygun duruma getirilen topraklar, Karolenj yönetimince korunan topluluklara veriliyor, buralarda küçük yerleşimler ya da kilise cemaatleri kuruluyordu. Böylece kuzeyde Frizya’dan güneye Bavyera’ya kadar siyasal, dinsel ve ekonomik yayılma bir arada sürdürüldü. Frank dünyasını bir yandan kendi kiliselerinin yüksek kültürüne, bir yandan da Roma’ya bağlamada önemli bir rol üstlenen Anglosakson misyonerler arasında, Alman kilise örgütlenmesinin kurucusu Bonifatius da vardı. Charles Martel’in desteklediği Bonifatius Franken (Franklar ülkesi), Thüringen (Thüringliler ülkesi) ve Bavyera’da Roma’yı örnek alan ilk piskoposlukları kurdu ya da yeniden örgütledi. Ama bütün bunlar yalnızca bir başlangıçtı. Putperestlik hâlâ büyük ölçüde egemendi ve Sakson kabilelerinin yaşadığı kuzey, düşmanca tavrını koruyordu. Bonifatius, sonunda manastırım terk edip Kuzey Frizler arasında Hıristiyanlığı yaymaya girişti ve orada öldürüldü. Ama öldüğünde Saksonlar dışındaki bütün gruplar Roma-Frank kilise örgütlenmesi içinde bütünleşme yolundaydı.
Charlemagne.
Charles Martel ve Bonifatius’un attığı temeller üzerine Charlemagne bir imparatorluk kurdu. Doğu Frizler ve Saksonlar arasında misyonerlik çalışmalarına girişti. Misyonerlerin hemen ardından Frank kontları ve öteki görevliler Kuzeydoğu Frizya’ya giderek, kraliyet için asker toplama ve yönetim işlerini yürütmeye başladılar. Ren Bölgesinde ise durum farklıydı; bölge zenginleştikçe, hinterlandı olan Franken ve Thüringen’i Sakson akmlarına karşı savunmak gereği artıyordu. Saksonların ardında tutulabileceği doğal engeller bulunmadığı için de savunma zordu. Charlemagne’ m, fırsat buldukça ayaklanan Saksonlan cezalandırmayı amaçlayan seferleri zoraki din değiştirmelerle, tehcirlerle ve toplu kıyımlarla geçti. Charlemagne’ın Saksonlara karşı tutumu salt siyasal kaygılardan kaynaklanmıyordu; Hıristiyanlığın önderlerinden biri olarak belirli bir misyonu olduğuna da içtenlikle inanıyordu. Saksonlar direnişleri boyunca, hiçbir zaman yitirmeyecekleri bir ırk birliği bilinci kazandılar, ama henüz ne kendi aralarında, ne de öteki Germenlerle siyasal birlik kurabilmişlerdi. Orman aralarındaki topraklan üstünde, soylu (edhelingi), özgür (frilingi), yarı özgür (lazzi) ve özgür olmayan gruplardan oluşan, toprağa bağlı, ortak davranışa pek yönelmeyen hiyerarşik bir toplum olarak yaşıyorlardı. Franklara karşı Sakson askeri şeflerin çoğunu birleştirmeyi başaran önderleri Widukind de sonunda teslim oldu ve Hıristiyanlığı kabul etti. D anların desteğini almış olan en kuzey kesimler Frank denetiminin dışında kalmakla birlikte, Saksonya’nın büyük bölümü yavaş yavaş birleşen Frank dünyasına katıldı.
Charlemagne Bavyera’da da Saksonlar kadar bağımsız, ama daha uygar bir halk buldu. Lombardlarla kurdukları ticaret ve hanedan ilişkileri ile güneye dönük yaşayan bu topluluklar doğudaki Avarlarla da barış içindeydi. Charlemagne’m 774’te Lombardlara boyun eğdirmesi Bavyera’yı yalnızlığa itti. 788’de Karolenj yönetimi Bavyeralı Agilolfing hanedanına son verdi. Artık Franklar için Kuzey Frizya Danlara, Saksonya Slavlara ve Lombardiya’yla birlikte Bavyera da A var lar a karşı bir sınır olmuştu.
Almanya'nın doğuşu. Charlemagne geniş imparatorluk topraklarını tek elden yönetmek yerine her Germen bölgesinin yönetimine kont ve piskoposlarını getirmekle yetindi. Oğlu I. Ludwig (Dindar) 825’te Bavyera’nın yönetimini kendi oğlu Ludwig’e (Alman) bıraktı. Egemenlik alanını zamanla bütün Karolenj Almanyası’na yayan Ludwig, Germen halklarının otoritesi Germen topraklarıyla sınırlı ilk hükümdarı oldu. Bütün Karolenj ülkesini ele geçirme isteğini korumakla birlikte Alman dilini ve edebiyatını ilk kez kültürel ve siyasal kimliğin aracı olarak geliştirdi. Kitabı Mukaddes’i Alman lehçelerine çevirtti; şiiri özendirdi. Doğu Frank kralı olarak nitelenen Ludwig’in hükümdarlığı daha çok Slavlara karşı yapılan seferlerle geçti. 870’e gelindiğinde yönetimindeki topraklar hemen hemen Almanya’nın ortaçağdaki sınırlarına eşitti. Doğuda Elbe Irmağı ve Bohemya Ormanıyla sınırlanıyor, batıda ise Ren’in ötesinde sonradan Alsace ve Lorraine olarak anılan bölgeleri içine alıyordu. Charlemagne’m torunları arasındaki kan bağı ve rekabet ilişkileri hâlâ Frank ülkesinin doğusuyla batısını birbirine bağlamakla birlikte doğuda Alman kimliği yerleşmeye, batıda ise geleceğin Fransa’sı belirmeye başlamıştı.
Ludwig’in uzun hükümdarlık dönemi ülkede belli bir birlik duygusu yarattı. 9. ve 10. yüzyıllarda Danların, Müslümanların ve Macarların bitmek bilmeyen saldırılan Karolenj ülkesinde bütünleşmeyi engelleyici bir rol oynadı. Yalnızca Karolenjler değil, onları izleyen hanedanlar da düşmanla uzlaşmaya ve birbirinin topraklarından koparabildiklerini almaya bakıyorlardı.
Alman düklüklerinin doğuşu. Karolenjlerin krallığı merkezden savunacak durumda olmaması saldırıya uğrayan bölge ve toprakların savunmasını yerel önderlerin üstlenmesini zorunlu kıldı. Askeri yönetim tek merkezden çok merkeze yayılırken, kaçınılmaz olarak, krallık yetkilerinin bir bölümü de yerel düklere geçti. Yeni dükler ne bir zamanlar sanıldığı gibi yöre halkınca seçilmekte, ne de göç sonrası dönemin kabile şeflerinin soyundan gelmekteydi. Stamm (kabile) düklükleri denen toprakları yeni siyasal ve dolayısıyla toplumsal birimlerdi. Bunlar savunmayı yerel ölçekte örgütlemek üzere öne çıkmış Karolenj kontları, yani imparatorluk aristokrasinin bir parçasıydı. Halkın Charlemagne hanedanına bağlılığını sarsmak gibi bir amaçları yoktu. Gene de daha başlangıçta kazandıkları başarılar, halkın bu yeni koruyuculara bağlanmasını sağladı. İmparatorluk aristokrasisi zamanla yerel seçkinlere dönüştü ve vasallık ilişkileriyle bağlı bir toplum yapısı ortaya çıktı. Ama bu süreç Fransa’daki kadar ilerlemedi; Alman toplumsal örgütlenmesinde bölgesel farklar ve Karolenj etkileri sürdü.
911-1250 DÖNEMİNDE ALMANYA.
I. Konrad (911-918). Doğu Frank Karolenj lerinin son kralı IV. Ludwig (Çocuk) 911’de erkek vâris bırakmadan ölünce, krallığının parçalanması kaçınılmaz gözüküyordu. Dört Stamm düklüğüne ayrılmış toprakların en az üçünde (Bavyera, Saksonya ve Franken) düklük aileleri halk üzerinde egemenlik kurmuştu. Schwaben’de (Alemarınia) iki aile arasında çatışma sürüyordu. Monarşinin geleceğinden tek kaygılanan, elindeki varlığı yitirmekten korkan kiliseydi. Düklerin giderek artan güçlerine ve kabileler arasındaki lehçe, görenek ve toplumsal yapı farklılıklarına yalnızca Karolenj krallık geleneği karşı duruyordu. Batı Frank tahtında III. Charles (Saf) bulunduğu için, bu gelenek de artık güçlü değildi. Yalnızca Lorraine (Lothringen) düklüğü, batıya ve batının kralı olan Charles’a bağlılık duyuyordu. Doğu Frank krallığının öteki bölümleri ise bu yolu izlemedi.
Doğuya Doğru Alman Yayılması, 800-1400
Kısa sürede Bavyera dükü Arnulf ve Schwaben kabileleri de Konrad’ın krallığını tanıdı. Ama soyluluk, unvan ya da zenginlik açısından Konrad’ın, krallığını tanıyan düklerden farkı yoktu. Bu dönemde siyasal kararlar Alman kralları ile çok az sayıda varlıklı ailenin tekeline girdi. Bu iktidar yoğunlaşmasının ardında Alman krallık geleneğinin her zaman soy, zenginlik ve askeri başarıya dayanmış olması yatıyordü. Varlıklı ailelerin toprakları yarı-özgür köylülerce işleniyordu. Hizmet ve bağlılıkla yükümlü oldukları efendileri, köylülerin topraklarını da denetliyordu. Frizya ve Saksonya’nın bazı bölgeleri dışında soylular, kral ya da dükle sıradan insanlar arasında bir konum elde ettiler. Yönetimde görev almak ya da kilise görevlerinde yükselmek, salt onların hakkıydı. Yönetim, yargı ve savaşta komutanlık yetkisi düklerden hemen sonra kontların ve markgraf denen sınır kontlarının elindeydi; yetkiler giderek babadan oğula geçen haklara dönüştü. Halk kamu yaşamındaki önemli işlevini yitirdi; yerel meclislere yalnızca ödemelerini yapmak, emir almak, adalet istemek ya da cezalandırılmak için katılır oldu. Güçlü beylerin koruması altında birçok insan toplanıyor, böylece bu beyler, düşmanları ve öteki özgür insanlar için daha da korkutucu bir konum kazanıyorlardı. Yönetmek de yönetilmek de babadan oğula geçer oldu. Bağımlı sınıfların daralan ufuklarında artık tek güç simgesi feodal bey ve onun yetkili kıldığı yöneticilerdi. Bağımlı nüfusun çoğunun silahlan da ellerinden alındı.
Saksonların yükselişi.
I. Konrad Almanya’da duruma egemen olabilecek bir kral değildi. 918’de ölürken, 911’de Frankların olan krallık tacının Saksonya’nın önderi Heinrich’e verilmesini vasiyet etti. Yeni kral 919’da Saksonlar ve Franklar tarafından seçildi ve Saksonlar, ülkeye kral veren halk olmanın yükünü de nimetlerini de devraldılar.
Krallığın Franklardan Saksonlara geçişi, bir süre için güneydeki Germen kabilelerinin kendine yeterliliğini artırdı. Schwaben’li ler seçimlere katılmadı. Karolenj mirası üzerinde Saksonlardan daha çok haklan olduğuna inanan Bavyeralılar ise, kendi dükleri Arnulf’u kral ilan ettiler. I. Heinrich’in krallığı tümüyle askeri nitelikteydi. Saygınlığını başanlı seferlerle kazanmak istiyordu. Genç Sakson hanedanı bu yolla batıda ve güneybatıda, en azından 11. yüzyılın ortalarına değin süren bir egemenlik kazandı. Burgonya kralları Lorraine’i ele geçiren Saksonların vasalı durumuna düştü. Bir zamanlar Karolenj lerin anayurdu olan eski yerleşimlerle dolu bu bölge, Ren’in doğusuna oranla hem daha yoğun nüfusa sahipti, hem de daha zengindi. Lorraine’li tüccarlar, Saksonya sınırlarından Cördoba’ ya kadar köle ticaretini ellerinde tuttular.
Sakson hükümdarları, Macar akmlarının hızını kesince daha da çok saygınlık kazandılar ve imparatorluk üzerinde daha çok hak talep eder oldular. 955’te I. Otto’nun (hd 936-973) Augsburg yakınlarında büyük bir Macar ordusunu yok ettiği savaşa hemen hemen bütün kabilelerin süvarileri katıldı.
Tahta bir Sakson geçince Saksonyalı soylular da güç ve mevki elde ettiler; doğuda ırmakların çizdiği sınırlar boyunca fetihlere girişme olanağı kazandılar. I. Otto’nun Doğu politikası köle, ganimet ve haraçtan fazlasını amaçlıyordu. Otto 955-972 arasında Magdeburg’da bir başpiskoposluk kurdu ve ona geniş olanaklar tanıdı. Amacı, Elbe’ nin ötesindeki putperest Slavları denetimine almak ve orada geniş bir eyalet kurmaktı. Ama Saksonyalı beylerin acımasız yöntemleriyle kilisenin daha barışçı yaklaşımlarla nüfuz kazanma çabaları çelişiyordu.
10. yüzyılda Elbe’nin ötesinde Germenlerin hemen hiçbir tarımsal yerleşmesi yoktu. Dahası, Brandenburg ve Lausitz’teki Slav halklarının yanı sıra yeni Slav güçleri ortaya çıkıyordu. I. Mieszko’nun yönetimindeki Lehler ve güneyde Premysl’lerin yönetimindeki Çekler bunlar arasındaydı. Bu güçler Passau ve Magdeburg misyonerlerini kabul ettiler, ama kalıcı olarak Bavyeralıların ve Saksonların siyasal ve dinsel egemenliğine girmediler. 10. yüzyılda doğuya doğru genişleme çabaları tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve Elbe’nin ötesindeki kabileler, çevredeki kiliseler için Hıristiyanlaştırılmamış ve yenilememiş düşmanlar olarak kaldı. 1140’tan sonra yerli Slavların yerine Germen göçmenlerin yerleştirilmesi kilise ve prenslerin ortak amacı haline geldi.
Dükler, kontlar ve vekiller.
I. Konrad ve I. Heinrich’in krallıkları kabilelerin, daha doğrusu kabile önderleri ile üst düzey aristokratlarının iradelerine dayanıyordu. Franklar ve Saksonlar arasındaki bu anlaşmayı Bavyera ve Schwaben dükleri tanımıştı, ama hangi hanedandan gelirse gelsin Alman krallarının Frank yasalarına uyması zorunluydu. Krallar düklükleri ellerinde tutarak ve yeni oluşturdukları düklüklerin başına akrabalarını getirerek kontlan doğrudan tahta bağlamaya çalıştılar. II. Konrad (hd 1024-39) ve III. Heinrich de (tek başına hd 1039-56) düklerle mücadele ettiler, ama ne bunları yok edebildiler, ne de sistemi değiştirebildiler. Eskiden olduğu gibi 11. yüzyılda da dükler, zümre meclisleri toplamayı, savaşta kabilelerinin başına geçmeyi ve barış sağlama işlevlerini sürdürdüler.
Ağır suç davalarında yargı yetkileri olan kontlar, düklerin buyruklarına uymakla birlikte, “kana kan” yargısını gerektiren davalara bakma yetkisini kraldan alıyorlardı. Bunların fief leri ve geleneksel yetkileri babadan oğula geçen bir nitelik kazanmakla kalmadı; zamanla kral ve dük de dahil, kimsenin el uzatamayacağı bir hak olarak görülmeye başladı. Gene de birçok ailenin soyu kurudu ve toprakları yeniden kralın eline geçti. III. Otto döneminden (9831002) başlayarak da krallar bunları yeniden başka ailelere vermektense kiliseye vermeyi yeğlediler. Ama piskoposlar, kontların tüm işlevlerini yerine getiremiyor, örneğin dinsel buyruklar ve inançları nedeniyle ölüm cezası veremiyorlardı. Böylece üst yargı işlevi görmek için “vekil” (Vogt) denen görevlilere gereksinim doğdu. Sıradan özgür kişiler yargılamada ağır cezalar veremeyeceğine ya da kilisenin ayrıcalıklarını silahlı saldırılara karşı koruyamayacağına göre, bu vekillerin soylular arasından seçilmesi zorunluydu.
Böylece Almanya’nın her tarafında, düklük makamı ister dolu ister boş olsun, kilisenin (ve kralın) kesesinden zengin olan ve birbirleriyle yanşan güçlü sınır kontları, kontlar ve vekiller ortaya çıktı. Bu ailelerin daha yetenekli, daha şanslı ve daha uzun ömürlü olanlar 12. ve 13. yüzyılda yönetimin pek çok yetkisini devralarak bölgesel prensliklere dönüştü.
Kral kişisel olarak bütün beylerin üstündeydi. Kralın sarayı yönetimin merkeziydi ve kral nereye giderse merkez de orada kurulurdu. Alman krallan güçlerini kabul ettirmek için öbür ortaçağ hükümdarlarından çok daha fazla gezer, düklükten düklüğe, sınırdan sınıra dolaşırlardı. Konakladıkları yerde yetkileri, orada geçerli olan dük, kont ve vekil yetkisinin yerini alırdı.
Alman kilisesinin gelişimi. Kraliyet gelirleri, kralın mülk topraklarından ve PolonyalIların, Çeklerin, putperest Slavların ve D anların ödediği vergilerden oluşurdu. Kralın mülkleri, işletme sermayesiydi. Ülke içindeki gezileri sırasında kendisi ve ailesi bu mülkün geliriyle geçinir, bu gelir ayrıca kiliseler kurmasına, özellikle savaşta kendisine sadakatle hizmet edenleri ödüllendirmesine olanak verirdi.
Karolenj lerden Alman krallarına miras kalan tek merkezî yönetim kurumu, kraliyet şapeli ve ondan çok da ayrı bir kurum olmayan mahkemeydi. Burada ayin yönetmek, soylu kökenli papazlar için piskoposluk yolunun açılması demekti. 11. yüzyılda yüksek kilise görevlileri savaşta bile, yönetimde sıradan beylerden daha çok rol oynuyordu. Ülkenin diplomatları ve elçileri de onlardı. I. Otto ve ardılları, piskoposların düklere karşı hiçbir sorumluluk taşımamasını sağladılar; piskoposlar kral tarafından atanıyor ve yalnızca, gene Tanrı’nın seçtiği krala itaat etmekle yükümlü sayılıyorlardı.
Böylece Alman krallığının dağınık yapısının ve gevşek birliğinin yanında çok daha derli toplu ve imparatorlukta çok daha büyük çıkarları olan ikinci bir kurum oluştu: Alman kilisesi. Büyük kiliseler hükümdarlara atlı asker, barınak ve para sağlayarak hizmet vermek zorundaydı. Piskoposluk ya da manastır kurup geliştirmek için yapılan kraliyet bağışları, elden bir şey çıkartmak anlamına gelmiyordu; piskopos ve başkeşişleri atama yetkisi kralda olduğu sürece bu bağışlar kiliseyi denetleme olanağı veren bir dinsel yatırım demekti. Kiliseye yalnız yerleşmek ve işletmek için toprak bağışlanmakla kalmıyor, bu yörelerde yaşayanlar üzerinde yönetim ve yargı erki de veriliyordu.
Evrensel bir kurum olan kiliseyi, belirgin sınırlan olan bir devlete bağlama siyasetini I. Otto’nun başlattığı kabul edilir. Onun ardılları zamanında hızlanan süreç II. Heinrich döneminde doruk noktasına ulaştı. Böylece egemenlik alanlarını belirlemede piskoposlar ve manastır başkeşişleri prenslerin rakibi haline geldi; bu rekabet de yüzyıllar boyunca Almanya’nın bütün bölgelerinde sürüp giden çatışmaların, iç savaşların başta gelen nedeni oldu.
Otto’nun İtalya’yı fethi ve imparator olması. I. Otto’nun Burgonya prensesi Adelaide (Adelheid) ile evlenmesi, ayrıca ilk karısından olan oğlu Schwaben dükü Liudolf ile kardeşi Bavyera dükü I. Heinrich’in İtalya konusundaki rekabetleri güneye yönelmesine yol açtı. 951’den sonra İtalya seferleri artık yalnızca Güney Germen kabilelerinin yayılma girişimleri olmaktan çıkmış, hükümdarının önderliğinde bütün Almanya’ mn ilgilendiği bir. konu olmuştu. Sakson asker zümresi için İtalya, Elbe ötesindeki el değmemiş ormanlardan ve bataklıklardan daha çekiciydi. Alman kralları üstün güçleriyle İtalya’daki Lombard Krallığı’m ele geçirdiler.
955’te Macarlara karşı kazandığı zaferden sonra I. Otto batıda mutlak bir egemenlik kurdu. Sakson vakayiname yazan Widukind’e göre, başka halkları kendine bağladığı ve birden fazla krallıkta egemenlik kurduğu için, artık zaten imparatordu. Ama imparatorluk tacını giydirmek ve bir kralı imparatorluk mevkiine getirmek yetkisi, Charlemagne ve ardıllarının çoğunu kutsamış olan papalıktaydı. 10. yüzyılda, batıdaki Karolenj düzeni, bir çeşit siyasal ülküydü. Charlemagne’a benzemek ve yeni konumuna gelenekleşmiş biçimde yerleşebilmek için Otto imparatorluk tacını papanın elinden giydi (962). İmparatorluk yetkisinin özü, askeri güçten ve savaşta haşandan geliyordu; ama Hıristiyanlık ülküleri de tahtın dokusuna işlemişti. Öğreti ve ayin konularına kanşmamakla birlikte imparator olarak Alman krallan, yüz yıla yakın bir süre, Roma Kilisesi’nin siyasal efendileri oldular.
Saller, papalık ve prensler, 1024-1125.
Sal hanedanı olarak bilinen Batı Frank hanedanının ilk imparatoru II. Konrad (1024-39) döneminde Burgonya Krallığı da Alman tahtının denetimine girdi. Konrad İtalya’daki Germen egemenliğini yeniden kurdu. II. Konrad’m oğlu III. Heinrich (hd 1039-56), imparatorluğu, papalıkta reform yapması ve vasallara barış içinde yaşamayı öğretmesi için kendisine verilmiş bir görev olarak algıladı ve elinde yeni bir ikticfar kaynağı da olmadan, yetkilerine abartılma bir dinsellik kattı. Batı Avrupa’da egemenliğini koruyabilen bu son Alman imparatoru, papaları neredeyse imparatorluk piskoposları düzeyine indirdi. Dört Almanı papalığa getirdi. Ama hükümdarlığının son yıllarında, toplumun kilise dışı kesimlerinin hoşnutsuzluğu ve imparatorun kiliseye ilişkin tutumuna yönelik eleştiriler arttı.
Erken ortaçağ Avrupa’sında, papalıkta reform yapılmasına yönelik öneriler yüzünden en çok bölünmeye uğrayan feodal toplum Almanya idi. Heinrich’in papalığa getirdiği IX. Leo’dan başlayarak kilise reformunun en ateşli sözcüleri papalığın hizmetine girdiler. Ruhban olmayan yöneticilerin, mülkiyet hakkına dayanarak kilise üzerinde egemenlik kurmasına karşı çıkmaya başladılar; bu kışkırtmalar imparatorluğun her yanma yayıldı. Yenilikçilerin programı, Alman kilisesinin artık alışmış olduğu, kralların da bel bağladığı bir düzeni temelden sarsıyordu. Dolayısıyla, hareketin önderleri, iktidar mücadelesine doğrudan katılmak zorunda kaldılar. Yeni düşünceler baskın çıkarsa, IV. Heinrich’in öncellerinin kiliseye yağdırdığı büyük servet kralın denetiminden çıkacak, onun atamadığı din adamlarının eline geçecekti. Roma’nm niyeti, tahtın korumasının getirdiği külfetlerden kurtulmak, ama yararlarını yitirmemekti. Yenilikçilerin önderi, daha sonra VII. Gregorius adıyla papa olan (1073-85) Hildebrand, imparatorlukla çatışmayı göze aldı. Gregorius’un talepleri, bir Sakson ayaklanmasının yanı sıra Güney Alman prenslerinin kıpırdanmaya başladığı, tahtta ise altı yaşında bir çocuğun bulunduğu bir zamana rastladı. Böylece ortaçağ Alman tarihinin en bunalımlı dönemine girildi.
IV. Heinrich’in küçük yaşta oluşu, kilise dışındaki feodal beylere de hırslarını ortaya dökme fırsatını verdi. III. Heinrich’in sarayında yüksek din adamlarının etkili olması ve kiliseye yeniden bağış akıtılması, prensleri imparatorluktan soğutmuştu; prensler tarımsal gelir kaynaklarını geliştirmekte piskoposların gerisinde kalmışlardı. Çıkarları dolayısıyla barıştan yana olan yüksek kilise görevlileri tahtın koruması altında ormanları tarım alanına dönüştürerek ve bağlanacak bir toprak beyi arayan özgür köylülere daha iyi koşullar sunarak varlıklarını ve mülklerini genişlettiler. Pazaryeri ve geçiş hakkı ayrıcalıkları da prenslerin çoğunda olmayan gelir kaynaklarıydı. Prenslerin başlıca üstünlüğü olan askeri güçlerine o güne değin kimse karşı çıkmamıştı; bu durumda ilk kez, kendi eylem alanları içinde rakiplerle karşılaşıyorlardı. 11. yüzyılın başlarından beri kraliyet ve kilise mülklerinde çeşitli görevler verilen özgürlüğünden yoksun şövalyeler (ministeriales) bu dönemde savaş alanında önem kazandı.
Bir grup Sakson soylusu, bazı din adamları ve krallık kalelerini inşa etmek için konan angarya uygulamasından şikâyetçi Ostfalyah özgür köylüler Heinrich’in Frank ve Schwaben’li yöneticilerine karşı 1073’te ayaklandılar. Bu beklenmedik dayanışmaya karşı koyabilmek ve kalelerini koruyabilmek için krahn güneydeki prenslerin yardımına gereksinimi vardı. Prensler Heinrich’in Saksonlan yenmesini sağladılar (Haziran 1075), ama altı ay sonra Roma ile belirleyici bir savaşa girildiğinde imparatora sırt çevirerek Saksonlar ve birkaç piskoposla birlikte VII. Gregorius’un saflarında yer aldılar.
Papa 22 Şubat 1076’da Heinrich’i aforoz etti. Bunun üzerine Heinrich’e karşı başlayan iç savaş 20 yıldan fazla sürdü. Kralın en önemli düşmanlarından Rudolf von Rheinfelden savaşta öldü (1080). Gene krahn düşmanlarından Hermarın von Salm’ın eceliyle ölmesinden sonra savaş, piskoposlukların ve manastırların ele geçirilmesi için çıkan yerel çatışmalara dönüştü. Bu yıllar boyunca saray, kilise ve soylular atlı savaşçılarını artırmak için özgür olmayan şövalyelere gittikçe daha çok dayanmak zorunda kaldılar. Bu yolla savaşçı toplanması ve savaşın yol açtığı yıkım pek çok soylunun servetini tüketti, ama soylular topraklarını piskoposluk ve manastır mülkleri aleyhine genişlettikleri için bundan gene kilise zararlı çıktı. Dolayısıyla iç savaşın yükünü çeken bölünmüş Alman kilisesi barışı en çok isteyen taraf oldu.
IV. Heinrich’in oğlunun, babasına karşı son bir ayaklanmanın önderliğini bizzat üstlenmesi (1105), Sal hanedanının ve uğrunda savaştığı ayrıcalıkların kurtarıcısı oldu. V. Heinrich (hd 1106-25) tahtm imparatorluk sınırlan içindeki kiliseler üzerindeki ayncalıkları için verdiği mücadeleyi bu manevra ile sürdürebildi. Bu dönemde çatışma, piskoposlara ve manastır yöneticilerine paye ve kilise dışı mülk verilmesiyle ilgili hukuksal bir tartışmaya dönüşmüştü. Sonunda prensler arabulucu oldu; 1122’de Worms Konkordatosu ile Vatikan’dan bazı ödünler koparmayı başardılar.
V. Heinrich 1125’te ardında çocuk bırakmadan öldüğünde Almanya artık Avrupa’ daki en önemli siyasal güç olmaktan çıkmıştı. İngiltere ile Sicilya’da fetihler peşinde koşan Norman devletleri ve Fransa krallarının sabırlı, adım adım gelişen çabaları, yaşlı imparatorlukta bulunmayan ekonomik ve askeri güç yoğunlaşmalarına, yeni yönetim biçimlerinin doğmasına yol açıyordu. Papalık imparatorluğun saygınlığını gölgede bırakmış, Roma evrensel çıkarların gerçek merkezi haline gelmişti.
Hanedanlar arasında mücadele, 1125-52. V. Heinrich’in en yakın akrabaları Hohenstaufen soyundan yeğenleri Friedrich ve Konrad’dı. Krahn tahta geçebilmesi için her zaman bir tür seçim yapılırdı. Ama iç savaş öncesinde birinci dereceden vâris olmadığı durumlarda kan bağı yakınlığına bakılırdı. 1125’te ise Heinrich’in can düşmanı Mainz başpiskoposu Adalbert’m önderliğindeki prensler, kan bağından gelen haklara karşı çıktılar ve Friedrich yerine Saksonya dükü Lothar’ı tahta geçirdiler. Arkasında Northeim ve Bruno soylarının çok büyük mirasları bulunan, kızını verdiği güçlü Welflerin de yakın desteğine sahip olan III. Lothar ölünce (1137), İdlisenin ve bazı prenslerin Welflere karşı duydukları kuşku nedeniyle imparatorluk o şırada Saksonya ve Bavyera ile Matilda’nm İtalya’daki topraklarını elinde tutan damadı Heinrich’e değil, Hohenstaufen hanedanından rakibi Konrad’a kaldı.
III. Konrad’m ölümü üzerine (1152) yapılan seçim, ondan sonraki 30 yıl için Almanya’daki yönetimi ve siyasal ortamı belirledi. Tahta Konrad’m ağabeyinin oğlu I. Friedrich (Barbarossa) getirildi ve iktidarı Welf soyundan kuzeni III. Heinrich (Aslan) ile paylaşmayı kabul etti. Bu seçim Almanya’ da ikili bir yönetimin ortaya çıkmasına yol açtı.
Doğunun kolonileştirilmesi. Almanya 12. ve 13. yüzyıllarda sürekli genişledi. Holstein’dan Silezya’ya kadar bir fetih ve kolonileştirme hareketi yaşandı; bütün ırmak sınırlan aşılıp ormanhk ve bataklık alanlara ulaşıldı. Elbe ve Öder arasındaki Slav kabilelerine boyun eğdirildi. Alman toplumunun bütün kesimleri, prensler, piskoposlar, tarikat üyeleri, şövalyeler, kasabalılar ve göçmen köylüler bu harekete katıldı. Nüfus arttıkça batıda tarıma açılabilecek alanlar da azalmıştı. Tanm topraklarınm fazla bölünmesi ise kimsenin işine gelmiyordu. Toprak bulmakta sıkıntı çeken kırsal nüfus, emeğinin karşılığını kolonilerde çok daha iyi alabiliyordu. Koloniciler elde edilen yeni topraklara disiplinli bir hayvancılık düzeni, verimli bir tanm tekniği ve yerleşme yerlerinin seçilerek köylerin planlanmasında uygulanacak kurallar getirdiler. Kısa süre sonra Bohemya ve Silezya’nın Slav yöneticileri, göçmenleri kendi topraklarına çekebilmek için birbirleriyle yarışır oldular. Öte yandan, ülkenin eski kesimlerinde yalnızca köylü fazlası değil, şövalye fazlası da vardı. Bu askerlerin rütbelerini koruyabilmesi topraklarının olmasına bağlıydı; bu da Elbe’nin öbür yakasında, başarıh prenslerin yönetimi altında elde edilebilirdi. Böylece 13. yüzyılda Germenleştirilen doğu oldukça büyük ölçekli prenslikler ülkesi haline geldi.
İmparatorluğun kendisi de doğuda mülkler edindi ve Hohenstaufen hanedanından krallar kolonileştirme hareketine katıldılar. Ama bu konuda da yaptıkları, prenslerle yarışmaktı; doğu hareketini bir bütün olarak denetim altına alamadılar.
İtalya'da Hohenstaufen siyaseti. 12. yüzyılda ikinci büyük Germen yayılma alanı Lombardiya ve Orta İtalya oldu. Gelişen Lombard kentleri üzerindeki hükümdarlık haklarını geri almak ve kullanmak için sürdürülen savaşlarda Almanya’nın kırsal nüfusunun doğrudan hiçbir çıkan yoktu. Alman tahtı ve imparatorlukla İtalya egemenliği arasında bağ kurulması ve Hohenstaufen hanedanının güneyle gittikçe daha çok ilgilenmesi Almanya tarihinin en trajik dönemine yol açtı. İtalya’daki Germen varlığı, yoksul ve ilkel kabilelere yarar sağlamadı. Saldırdıkları ekonomik bakımdan ileri ve daha gelişmiş topluluklardan istedikleri vergiler ve ayrıcalıklar karşılığında da sunabilecekleri bir şeyleri yoktu. Lombardiya’ daki başlıca üstünlükleri askeri güçleriydi; onu da acımasızca kullandılar.
1177’de Lombard Birliği karşısında geri çekilmek zorunda kalan I. Friedrich (Barbarossa) suçu kuzeni III. Heinrich’te (Aslan) bulunca araları açıldı. Almanya’da ikili iktidar dönemi artık sonuna gelmişti. Savaş alanında yenik düşen, 1180’de yargılanıp unvanları elinden alınan ve vasallan tarafından terk edilen Heinrich, teslim olup sürgüne gitti (1182); düklükleri ve toprakları imparatorluğa kaldı.
Heinrich’in düşüşüyle bir grup prens, saygınlığı olan ve tahta çıktığından beri kaynaklan çok artmış bulunan bir imparatorla karşı karşıya geldiler. Gene de 1180 olaylarından en kazançlı çıkan prensler oldu. 1216’da imparatorun prenslikleri kaldıramayacağı ve rasgele yenilerini kuramayacağı karan alındı.
Bütün imparatorlukta düklüklerin paylaşılması, para basma, panayır gelirleri, geçiş haklan ve kendi kendini yönetme gibi ayncalıklar prenslerin gücünün temelini oluşturuyordu. Güçlü piskoposlar ve feodal beyler de bu ayrıcalıklara sahip olmaya çalışıyordu.
Hohenstaufen-papalık çatışması, 11591215. İtalya’da doğrudan bir imparatorluk yönetimi kurma girişimi, bir kez daha papalığın tepkisini çekti ve Lombard kentlerinin yandaşı olan Roma ile imparatorluk arasında yeni bir çatışmaya yol açtı. Dinsel çıkarlardan çok siyaset ve toprak çıkarlan tehlikedeydi. Ama papalar ancak başı olduklan evrensel kilisenin özgürlüğünü korumak için savaşabilirlerdi; bu yoldaki tipik silahlan da aforoz, propaganda ve entrikaydı. Bununla birlikte Alman piskoposlar Papa III. Alexander’a karşı imparatoru desteklediler. I. Friedrich’in oğlu ve seçilmiş ardılı VI. Heinrich, Sicilya Krallığı’nm tek yasal vârisi Konstanz ile evlenince papalar daha da güç durumda kaldılar ve Hohenstaufenlerin karşıtlarından olabildiğince yararlanmaya baktılar. Zamansız ölen VI. Heinrich’ten sonra çıkan taht kavgasında, papalık geri aldığı İtalya’daki topraklan elinde tutabilmek için seçim çekişmesinde taraf olmak zorunda kaldı. Adaylar taht çekişmesinde kendilerine destek sağlamak için imparatorluğun mülklerinden ve kiliseye karşı elde ettiği yetkilerden ödün verdiler.
II. Friedrich ve prensler. 1215’te taç giyen VI. Heinrich’in oğlu II. Friedrich, mirasını bölüştürmeye söz verdiği halde sözünü yerine getirmedi ve Sicilya Krallığı ile imparatorluğu bir arada tutarak papalıkla kaçınılmaz bir ölüm kalım mücadelesine girdi. 1235’teki büyük banş yasasından anlaşıldığına göre toprak kazanma yarışında imparator yalnızca yarışçılardan biri olmakla kalmamış, prenslerle piskoposları da topraklarının geleceği için birbirleriyle savaşmakta serbest bırakmıştı. Çıkardığı yasalarla kraliyet mülk görevlilerine karşı dinsel prenslere ve giderek de bütün toprak sahiplerine güvence vermiş ve imparatorluk kentlerinin (Reichsstadte) büyümesini kısıtlamıştı. Gene de 1250’ye değin imparatorluğun Güney Almanya’daki gücü çok büyüktü.
Hohenstaufen hanedanının çöküşünden sonra imparatorluk. II. Friedrich papayla olan çatışması sonuçlanmadan ölünce (1250) oğlu IV. Konrad ertesi yıl babasının İtalya’daki topraklan için dövüşmek amacıyla yola çıktı. Papanın girişimiyle kral seçilerek 1247-56 arasında karşı-kral olan HollandalI Wilhelm, hükümdarlarına karşı ilgisini yitirmiş olan Almanya’da böylece rakipsiz kaldı. Çoğu krallık mülkleri üstünde kurulu olan piskoposluk kentlerine ve kasabalarına dokunmak olanaksızdı. Bunların ekonomik gücü, Alman toplumunun eskilere dayanan aristokrat düzenini zorluyordu. Kralın korumasından yoksun kalınca bu kentler özerkliklerini koruyabilmek İçin bir araya toplanmaya başladılar. Soylular arasındaki her katman bir üstündekinin kişisel haklarının bir bölümünü ele geçirmeye yöneldi. Özgür olmayan şövalyeler de artık eskisi gibi imparatorluğun güvenilir emir kullan değildi. Özgür soyluların birçoğu gönüllü olarak onların arasına katılınca, bu şövalyeler özgür aristokratların haklarını da ele geçirdiler ve sınır eyaletlerinin yöneticisi durumuna geldiler.
1250’ye gelindiğinde Almanya’da merkezî otorite kalmamıştı. 13. yüzyılda süregiden iç çatışmalar, kargaşa ve güvensizlik, gene de Almanların tükenmez enerjisini etkilemedi; prenslerin ve Toton Şövalyeleri’nin önderliğinde doğuya doğru yayılmayı sürdürdüler. Onlar Prusya içlerine doğru ilerlerken Lübeckli tüccarlar da B altık kıyılarını ticarete açıyordu. Üç yüzyıl boyunca dış saldırılara uğramadan yaşamak Alman aristokrasisinin siyasal disiplin ve boyun eğmeyi öğrenmesine gerek bırakmamıştı. Ama Hohenstaufen Almanyası’nm tek özelliği siyasal ve yönetsel birliği sağlayamamış olması değildi.
kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM