Arama

Almanya ve Almanya Tarihi - Sayfa 2

Güncelleme: 13 Şubat 2017 Gösterim: 74.633 Cevap: 15
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #11
Safi - avatarı
SMD MiSiM

TARİH


Germen halkları Hint-Avrupa ailesinden Germen dillerini konuşan halklar olarak tanımlanır. Tarihleri de birinci ünsüz değişmesi (ya da Grimm Yasası) denen gelişmeyle dillerinin ayrı bir öbek durumuna geldiği dönemden başlatılır. Ama bu değişmenin kesin tarihini saptamak olanaksızdır; Kuzey Almanya ve İskandinavya’da İÖ 1700 ile İO 450 arasındaki Kuzey Tunç Çağma rastlamış olabileceği gibi, aynı yörede yaşanan erken Demir Çağı kültürlerinden birinde (örn. İÖ 800-600 arasındaki Wessentadt ya da İÖ 600-300 arasındaki Jastorf) ortaya çıkmış da olabilir. Güvenilir tarihsel bilgiler İÖ y. 50’de başlar.
Sponsorlu Bağlantılar

İLKÇAĞ.


Julius Caesar Galya seferleri sırasında yalnız Keltlerle değil, Germenlerle de karşılaştı. İÖ 55 ve İÖ 53’te Ren Irmağını geçti, ama oluşturduğu Galya eyaleti ırmağı sınır alıyor ve Germenlerin çoğu ırmağın ötesinde yaşıyordu. Romalıların Germen kabilelerine doğrudan saldırılan Nero Claudius Drusus Germanicus döneminde başladı. Ren ve Orta Tuna bölgesindeki şiddetli çarpışmalardan ve IS 9’da Teutoburger Ormanındaki ünlü Germen zaferinden sonra
Roma sının Ren ve Tuna’nın ötesine geçmedi. Bununla birlikte Roma denetimi zaman zaman kuzeyde Frizya ve doğuda Ren’le Tuna’nm birleştiği noktanın ötesine^ kadar uzandı; örneğin İmparator Domitianus’un İS 83 ve 88’deki seferleri böyle bir sonuç doğurdu.
Bu dönemde Germen kültürleri İskandinavya’dan güneyde Karpatlar’a kadar yayılmıştı. Yerleşik tarım topluluklan oluşturan Germenler karma tarım yapıyor, ahşap evlerde oturuyor, çömlekçi çarkını ve yazıyı bilmiyor, para kullanmıyorlardı. Toplum farklılaşmış, varlıklı bir savaşçı-şef sınıfı belirmeye başlamıştı. Bir savaş tanrısına (Tiu ya da Wodan) tapan bu savaşçı sınıf siyasal örgütlenmenin temelini oluşturuyordu. Germenler pek çok kabileye bölünmüş, kabileler ortak tanrılar çevresinde birleşmişlerdi. Bu tür birlikler içinde yer alan kabileler yıllık şenlikler için bir araya gelir, silahların bırakıldığı bu dönemde yalnızca dinsel değil, ekonomik ve toplumsal etkinlik de artar, anlaşmazlıklar çözülürdü.
İS 350’ye değin Roma’yla ilişkiler. Roma’ nın sınırlarını belirlemesinden sonra ticaret ve kültür ilişkileri de en az çatışmalar kadar önem kazandı. Güçlü kalelerle korunmasına karşın sınır hiçbir zaman ticareti ve insanları engellemedi. İS y. 50’de Ren kıyılarındaki kabileler Roma parasını kullanmayı öğrendi. Seramik, cam ve metal işi gibi lüks Roma mallan Germen zenginlerine, kehribar, deri gibi hammaddelerle pek çok köle de Roma’ya ulaşmaya başladı. Roma ordularında Germen askerler yer aldı.
Sınır çatışmalanysa zaman zaman büyük hareketlere dönüştü. 150’de Germen kabilelerinden Markomanlar güneye, Orta Tuna boylarına ilerlediler; hatta 167’de İtalya’ya akın ettiler. Bu hareket tekil bir olay değildi. 150-200 yılları arasında Germen kabileleri akm akın Orta ve Doğu Avrupa’ya ilerlediler ve 3. yüzyılda sınır boyunda yıkıma yol açtılar. Galya büyük zarar gördü. Gotlar Tuna bölgesini yağmaladılar, hatta 251’de İmparator Decius’u öldürdüler. Yaklaşık 280’de Ren ve Tuna havzalarında yeniden istikrar sağlandı. Roma ordusu ve başını Frankların, Atamanların ve Gotlarm çektiği bir Germen ittifakı yaklaşık 370’e değin sının korudu.
Bu arada Germen dünyası dönüşüme uğruyordu. Avrupa’daki güç dengeleri açısından bu gelişmelerin en önemli yanı, daha büyük ve tutarh Germen siyasal birimlerinin ortaya çıkmasıydı. Roma’yla savaşlar Germenlere büyük toplulukların yaşama şansının daha fazla olduğunu öğretmişti. 4. yüzyılda iki güçlü Germen konfederasyonu vardı:
Ad:  almanya15.jpg
Gösterim: 544
Boyut:  98.0 KB

10. ve 11. Yüzyılda Almanya


Ren boylarında Alamanlar ve Tuna boylarında Gotlar. Bunları ayakta tutan savaşçı sınıfın kabile halkı üzerindeki denetimi gittikçe artıyordu. 3. yüzyılda Germenler Romalılardan yeni tarım teknikleri ve çömlekçi çarkını öğrendiler. Germen edebiyat dillerinin en eskisi olan Got dili, yaklaşık 350’de Ulfilas’ın çalışmalarıyla ortaya çıktı. Roma’nın desteklediği bir misyoner olan Ulfilas Kitabı Mukaddes’in Got diline çevirisini yaptı.
Kavimler Göçü (Völkerwarıderung). Hunların batıya doğru hareketinin yol açtığı Kavimler Göçü Germen kabilelerini dalgalar halinde Roma İmparatorluğu’nun içlerine itti. İlk kez 376’da İmparator Valens, isteksizce de olsa Vizigotlara sığınma hakkı tanıdı, ama çok geçmeden aralarında çatışma çıktı. 378’de Vizigotlar Adrianopolis’te (Edime) kesin bir zafer kazanarak Valens’i öldürdülerse de izleyen dört yıl içinde Roma’ya boyun eğmek zorunda kaldılar. Hunlar batıya ilerledikçe Roma sınırlan Germenlerin ve başka halkların artan baskısı altında kaldı; 386, 395, 405 ve 406 yıllarında büyük akınlar yaşandı. Germen halklarından Vandallar ve Suevler İspanya ve Kuzey Afrika’da güçlendiler. Karışıklıktan yararlanan Vizigotlar ayaklandılar; İtalya’ya yürüyerek daha iyi koşullarda anlaşma istediler ve istekleri yerine getirilmeyince 24 Ağustos 410’da Roma’yı yağmaladılar.
Roma İmparatorluğu’nun hâlâ Avrupa’da önemli bir güç olması Hunlardan kaçan Germenleri barış istemeye yöneltti; 418’de Vizigotlar bile Galya’ya yerleştirilmeyi kabul etti. Bu dönemde Germen kabilelerinde bir “ulus” bilinci yoktu; dolayısıyla da birbirlerine karşı kullanılabiliyorlardı. Yaklaşık 450’ye değin Hun korkusu Roma’nm hiç değilse Vizigotları, Frankları ve 439’da Galya’ya yerleştirilen Burgonlan kendi savunması için seferber etmesine olanak yerdi. 453’te Attila’nın ölmesinden ve Hun İmparatorluğu’nun parçalanmasından sonra ise Roma bu diplomatik silahını yitirdi. Aynca toprak kayıplarıyla gelirleri azaldı. Koşulların yardım ettiği Germenler zamanla Roma’ dan bağımsızlaştı. 470’lerde Galya’nm güneybatısında Vizigot, güneydoğusunda Burgonya krallıkları kuruldu. Kuzeyde Clovis Frank Krallığı’m kurdu. Kuzey Afrika Vandalların, İspanya’nın bir bölümü Suevlerin denetimindeydi. 489-493 arasında Ostrogotlar İtalya’yı fethetti. Tuna boylarına Gepid ve Lombard krallıkları egemen oldu. Böylece Batı Roma İmparatorluğu ortadan kalktı.

Roma ve Hun tehlikesi karşısında Germen siyasal birimleri daha da büyümüştü. Aynca Roma İmparatorluğu güçsüzleştikçe eyalet halklan çoğu kez oralara yeni yerleşen Germenlerin korumasına sığınmış, bu arada Germenler de egemen oldukları Romalı nüfusun etkisinde kalmaya başlamıştı. Romahların eğitim düzeyi Germen krallarının düzenli vergi toplamasına ve yasal iktidarlanm genişletmesine olanak verdi. Böylece Batı Roma İmparatorluğu’nun yerini alan Germen kralhklan, Germen askeri gücüyle Roma eyaletlerindeki soylu sınıfın yönetim bilgilerinin birleştiği siyasal birimler oldu. Germen askeri sınıfıyla Romalı eyalet seç
kinleri arasındaki evlilikler de dönüşüm sürecini tamamlayarak ortaçağ Avrupa’sını biçimlendirecek yeni bir aristokrasinin doğmasını sağladı.

MEROVENJLER VE KAROLENJLER.


476’da Batı Roma İmparatorluğu yıkıldığında Ren’in batısındaki Germen toplulukları arasında siyasal bir birlik yoktu. Ama bu Germen kabileleri ortak bir dilin lehçelerini konuşuyor, aynı siyasal ve toplumsal geleneği paylaşıyorlardı. Yüzyıllarca Roma dünyasıyla ilişki içinde yaşamaları geleneklerini etkilemişti. İmparatorluğa bağlı kabilelerde güçlü askeri yapılı, başında kral ya da dük denen bir komutanın yer aldığı bir toplumsal örgütlenme ortaya çıkmış, bu yapı imparatorluk sınırlarının dışındaki Germen kabileleri arasında da yaygınlaşmıştı. Benzer biçimde İtalya’daki Ostrogot kralları da Alpler’in kuzeyinde kalan Germen topraklarının büyük bölümünü etkileri altına almıştı.

Merovenj Almanyası.
Romalılaşmış Galya ve Batı Almanya’da yerleşmiş bulunan Franklar Ostrogotların liderliğini tanımayarak krallıklarını doğuya doğru genişletmeye başladılar. Clovis’in Ortodoks Hıristiyanlığı benimsemesi hem doğudaki Ostrogot egemenliğine, hem de güneydeki Vizigotlara açıkça meydan okuyan bir tutumu yansıtıyordu. Clovis ve ardılları, özellikle de I. Theodebert (hd 534-548) daha sonra Almanya’yı oluşturacak toprakların büyük bölümü üzerinde Frank denetimini kurmayı başardı; Orta Almanya’daki Thüringlilerle güneydeki Alaman ve Bavyerahlar gibi çeşitli topluluklara üstünlük sağladı. Bu toplulukları yöneten yerel dükler Frank kralını temsil ediyor, ama merkezî iktidarın iç savaş ve çekişmelerle zayıfladığı dönemlerde büyük ölçüde özerk davranabiliyorlardı. Örneğin İtalya’daki Lombard kraliyet ailesiyle yakın akraba olan Bavyeralı yöneticiler 8. yüzyıla gelindiğinde krallar kadar başına buyruktu. Kuzeyde Frizler ve Saksonlar 8. yüzyılın başlarına değin Frank denetiminin dışında kaldılar; siyasal ve toplumsal yapılarını korudukları gibi, genellikle Hıristiyanlığı da benimsemediler. Frank bölgesinde ise Hıristiyanlık İrlandalI misyonerlerin, Alpler’de yerli Raetialıların ve manastır kuruluşlarını destekleyen Frank soylularının etkisiyle yaygınlaştı.

Karolenjlerin yükselişi ve Bonifatius.
7. yüzyılın sonuna gelindiğinde Frank dünyasında Merovenjlerin iktidarı sona ermişti. Çeşitli aristokratik aileler Merovenjlerin yerini almak için mücadele ediyordu. Sonunda ülkeye egemen olan Karolenjler 730’larda iktidarı, 751’de de tahtı ele geçirdiler. Roma kilise hiyerarşisinin desteklediği Karolenj hanedanı gücünü Meuse ve Ren ırmakları arasında uzanan geniş mülklerden ve buraların sadık soylu sınıfından alıyordu. Ren’in doğusundaki düklüklerin denetim altına alınmasında ise Karolenjler siyasal merkezîleşme yanlısı Roma kilisesinin misyonerlik çalışmalarından yararlanarak İrlandalI misyonerlerin ve yerel kilise örgütlerinin gücünü kırdı. Frankların yayılma düzeni hep aynıydı: Ormandan ya da bataklıktan kazanılarak yerleşime uygun duruma getirilen topraklar, Karolenj yönetimince korunan topluluklara veriliyor, buralarda küçük yerleşimler ya da kilise cemaatleri kuruluyordu. Böylece kuzeyde Frizya’dan güneye Bavyera’ya kadar siyasal, dinsel ve ekonomik yayılma bir arada sürdürüldü. Frank dünyasını bir yandan kendi kiliselerinin yüksek kültürüne, bir yandan da Roma’ya bağlamada önemli bir rol üstlenen Anglosakson misyonerler arasında, Alman kilise örgütlenmesinin kurucusu Bonifatius da vardı. Charles Martel’in desteklediği Bonifatius Franken (Franklar ülkesi), Thüringen (Thüringliler ülkesi) ve Bavyera’da Roma’yı örnek alan ilk piskoposlukları kurdu ya da yeniden örgütledi. Ama bütün bunlar yalnızca bir başlangıçtı. Putperestlik hâlâ büyük ölçüde egemendi ve Sakson kabilelerinin yaşadığı kuzey, düşmanca tavrını koruyordu. Bonifatius, sonunda manastırım terk edip Kuzey Frizler arasında Hıristiyanlığı yaymaya girişti ve orada öldürüldü. Ama öldüğünde Saksonlar dışındaki bütün gruplar Roma-Frank kilise örgütlenmesi içinde bütünleşme yolundaydı.

Charlemagne.
Charles Martel ve Bonifatius’un attığı temeller üzerine Charlemagne bir imparatorluk kurdu. Doğu Frizler ve Saksonlar arasında misyonerlik çalışmalarına girişti. Misyonerlerin hemen ardından Frank kontları ve öteki görevliler Kuzeydoğu Frizya’ya giderek, kraliyet için asker toplama ve yönetim işlerini yürütmeye başladılar. Ren Bölgesinde ise durum farklıydı; bölge zenginleştikçe, hinterlandı olan Franken ve Thüringen’i Sakson akmlarına karşı savunmak gereği artıyordu. Saksonların ardında tutulabileceği doğal engeller bulunmadığı için de savunma zordu. Charlemagne’ m, fırsat buldukça ayaklanan Saksonlan cezalandırmayı amaçlayan seferleri zoraki din değiştirmelerle, tehcirlerle ve toplu kıyımlarla geçti. Charlemagne’ın Saksonlara karşı tutumu salt siyasal kaygılardan kaynaklanmıyordu; Hıristiyanlığın önderlerinden biri olarak belirli bir misyonu olduğuna da içtenlikle inanıyordu. Saksonlar direnişleri boyunca, hiçbir zaman yitirmeyecekleri bir ırk birliği bilinci kazandılar, ama henüz ne kendi aralarında, ne de öteki Germenlerle siyasal birlik kurabilmişlerdi. Orman aralarındaki topraklan üstünde, soylu (edhelingi), özgür (frilingi), yarı özgür (lazzi) ve özgür olmayan gruplardan oluşan, toprağa bağlı, ortak davranışa pek yönelmeyen hiyerarşik bir toplum olarak yaşıyorlardı. Franklara karşı Sakson askeri şeflerin çoğunu birleştirmeyi başaran önderleri Widukind de sonunda teslim oldu ve Hıristiyanlığı kabul etti. D anların desteğini almış olan en kuzey kesimler Frank denetiminin dışında kalmakla birlikte, Saksonya’nın büyük bölümü yavaş yavaş birleşen Frank dünyasına katıldı.
Charlemagne Bavyera’da da Saksonlar kadar bağımsız, ama daha uygar bir halk buldu. Lombardlarla kurdukları ticaret ve hanedan ilişkileri ile güneye dönük yaşayan bu topluluklar doğudaki Avarlarla da barış içindeydi. Charlemagne’m 774’te Lombardlara boyun eğdirmesi Bavyera’yı yalnızlığa itti. 788’de Karolenj yönetimi Bavyeralı Agilolfing hanedanına son verdi. Artık Franklar için Kuzey Frizya Danlara, Saksonya Slavlara ve Lombardiya’yla birlikte Bavyera da A var lar a karşı bir sınır olmuştu.
Almanya'nın doğuşu. Charlemagne geniş imparatorluk topraklarını tek elden yönetmek yerine her Germen bölgesinin yönetimine kont ve piskoposlarını getirmekle yetindi. Oğlu I. Ludwig (Dindar) 825’te Bavyera’nın yönetimini kendi oğlu Ludwig’e (Alman) bıraktı. Egemenlik alanını zamanla bütün Karolenj Almanyası’na yayan Ludwig, Germen halklarının otoritesi Germen topraklarıyla sınırlı ilk hükümdarı oldu. Bütün Karolenj ülkesini ele geçirme isteğini korumakla birlikte Alman dilini ve edebiyatını ilk kez kültürel ve siyasal kimliğin aracı olarak geliştirdi. Kitabı Mukaddes’i Alman lehçelerine çevirtti; şiiri özendirdi. Doğu Frank kralı olarak nitelenen Ludwig’in hükümdarlığı daha çok Slavlara karşı yapılan seferlerle geçti. 870’e gelindiğinde yönetimindeki topraklar hemen hemen Almanya’nın ortaçağdaki sınırlarına eşitti. Doğuda Elbe Irmağı ve Bohemya Ormanıyla sınırlanıyor, batıda ise Ren’in ötesinde sonradan Alsace ve Lorraine olarak anılan bölgeleri içine alıyordu. Charlemagne’m torunları arasındaki kan bağı ve rekabet ilişkileri hâlâ Frank ülkesinin doğusuyla batısını birbirine bağlamakla birlikte doğuda Alman kimliği yerleşmeye, batıda ise geleceğin Fransa’sı belirmeye başlamıştı.
Ludwig’in uzun hükümdarlık dönemi ülkede belli bir birlik duygusu yarattı. 9. ve 10. yüzyıllarda Danların, Müslümanların ve Macarların bitmek bilmeyen saldırılan Karolenj ülkesinde bütünleşmeyi engelleyici bir rol oynadı. Yalnızca Karolenjler değil, onları izleyen hanedanlar da düşmanla uzlaşmaya ve birbirinin topraklarından koparabildiklerini almaya bakıyorlardı.
Alman düklüklerinin doğuşu. Karolenjlerin krallığı merkezden savunacak durumda olmaması saldırıya uğrayan bölge ve toprakların savunmasını yerel önderlerin üstlenmesini zorunlu kıldı. Askeri yönetim tek merkezden çok merkeze yayılırken, kaçınılmaz olarak, krallık yetkilerinin bir bölümü de yerel düklere geçti. Yeni dükler ne bir zamanlar sanıldığı gibi yöre halkınca seçilmekte, ne de göç sonrası dönemin kabile şeflerinin soyundan gelmekteydi. Stamm (kabile) düklükleri denen toprakları yeni siyasal ve dolayısıyla toplumsal birimlerdi. Bunlar savunmayı yerel ölçekte örgütlemek üzere öne çıkmış Karolenj kontları, yani imparatorluk aristokrasinin bir parçasıydı. Halkın Charlemagne hanedanına bağlılığını sarsmak gibi bir amaçları yoktu. Gene de daha başlangıçta kazandıkları başarılar, halkın bu yeni koruyuculara bağlanmasını sağladı. İmparatorluk aristokrasisi zamanla yerel seçkinlere dönüştü ve vasallık ilişkileriyle bağlı bir toplum yapısı ortaya çıktı. Ama bu süreç Fransa’daki kadar ilerlemedi; Alman toplumsal örgütlenmesinde bölgesel farklar ve Karolenj etkileri sürdü.

911-1250 DÖNEMİNDE ALMANYA.


I. Konrad (911-918). Doğu Frank Karolenj lerinin son kralı IV. Ludwig (Çocuk) 911’de erkek vâris bırakmadan ölünce, krallığının parçalanması kaçınılmaz gözüküyordu. Dört Stamm düklüğüne ayrılmış toprakların en az üçünde (Bavyera, Saksonya ve Franken) düklük aileleri halk üzerinde egemenlik kurmuştu. Schwaben’de (Alemarınia) iki aile arasında çatışma sürüyordu. Monarşinin geleceğinden tek kaygılanan, elindeki varlığı yitirmekten korkan kiliseydi. Düklerin giderek artan güçlerine ve kabileler arasındaki lehçe, görenek ve toplumsal yapı farklılıklarına yalnızca Karolenj krallık geleneği karşı duruyordu. Batı Frank tahtında III. Charles (Saf) bulunduğu için, bu gelenek de artık güçlü değildi. Yalnızca Lorraine (Lothringen) düklüğü, batıya ve batının kralı olan Charles’a bağlılık duyuyordu. Doğu Frank krallığının öteki bölümleri ise bu yolu izlemedi.
Ad:  almanya16.jpg
Gösterim: 484
Boyut:  135.5 KB
Doğuya Doğru Alman Yayılması, 800-1400

10. yüzyıl başlarında Ren’in doğusu ile Elle, Saale ve Bohemya Ormanının batısında yaşayan Germen kavimleri başta Macarlar olmak üzere topraklarını doğudan zorlayan daha ilkel ve putperest gruplara karşı koymak zorunda kaldılar. Sınırlan en çok zorlananlar Saksonlardı. 10 Kasım 911’de Sakson ve Frank kabile önderleri, Frankların dükü Konrad’ı kendilerine kral seçtiler. Saksonlar için gücünü daha da batıdaki kaynaklardan alan bir kral, Franklar için ise öncü konumlarını ve krallar yetiştirme geleneğini korumak önemliydi.
Kısa sürede Bavyera dükü Arnulf ve Schwaben kabileleri de Konrad’ın krallığını tanıdı. Ama soyluluk, unvan ya da zenginlik açısından Konrad’ın, krallığını tanıyan düklerden farkı yoktu. Bu dönemde siyasal kararlar Alman kralları ile çok az sayıda varlıklı ailenin tekeline girdi. Bu iktidar yoğunlaşmasının ardında Alman krallık geleneğinin her zaman soy, zenginlik ve askeri başarıya dayanmış olması yatıyordü. Varlıklı ailelerin toprakları yarı-özgür köylülerce işleniyordu. Hizmet ve bağlılıkla yükümlü oldukları efendileri, köylülerin topraklarını da denetliyordu. Frizya ve Saksonya’nın bazı bölgeleri dışında soylular, kral ya da dükle sıradan insanlar arasında bir konum elde ettiler. Yönetimde görev almak ya da kilise görevlerinde yükselmek, salt onların hakkıydı. Yönetim, yargı ve savaşta komutanlık yetkisi düklerden hemen sonra kontların ve markgraf denen sınır kontlarının elindeydi; yetkiler giderek babadan oğula geçen haklara dönüştü. Halk kamu yaşamındaki önemli işlevini yitirdi; yerel meclislere yalnızca ödemelerini yapmak, emir almak, adalet istemek ya da cezalandırılmak için katılır oldu. Güçlü beylerin koruması altında birçok insan toplanıyor, böylece bu beyler, düşmanları ve öteki özgür insanlar için daha da korkutucu bir konum kazanıyorlardı. Yönetmek de yönetilmek de babadan oğula geçer oldu. Bağımlı sınıfların daralan ufuklarında artık tek güç simgesi feodal bey ve onun yetkili kıldığı yöneticilerdi. Bağımlı nüfusun çoğunun silahlan da ellerinden alındı.

Saksonların yükselişi.
I. Konrad Almanya’da duruma egemen olabilecek bir kral değildi. 918’de ölürken, 911’de Frankların olan krallık tacının Saksonya’nın önderi Heinrich’e verilmesini vasiyet etti. Yeni kral 919’da Saksonlar ve Franklar tarafından seçildi ve Saksonlar, ülkeye kral veren halk olmanın yükünü de nimetlerini de devraldılar.
Krallığın Franklardan Saksonlara geçişi, bir süre için güneydeki Germen kabilelerinin kendine yeterliliğini artırdı. Schwaben’li ler seçimlere katılmadı. Karolenj mirası üzerinde Saksonlardan daha çok haklan olduğuna inanan Bavyeralılar ise, kendi dükleri Arnulf’u kral ilan ettiler. I. Heinrich’in krallığı tümüyle askeri nitelikteydi. Saygınlığını başanlı seferlerle kazanmak istiyordu. Genç Sakson hanedanı bu yolla batıda ve güneybatıda, en azından 11. yüzyılın ortalarına değin süren bir egemenlik kazandı. Burgonya kralları Lorraine’i ele geçiren Saksonların vasalı durumuna düştü. Bir zamanlar Karolenj lerin anayurdu olan eski yerleşimlerle dolu bu bölge, Ren’in doğusuna oranla hem daha yoğun nüfusa sahipti, hem de daha zengindi. Lorraine’li tüccarlar, Saksonya sınırlarından Cördoba’ ya kadar köle ticaretini ellerinde tuttular.
Sakson hükümdarları, Macar akmlarının hızını kesince daha da çok saygınlık kazandılar ve imparatorluk üzerinde daha çok hak talep eder oldular. 955’te I. Otto’nun (hd 936-973) Augsburg yakınlarında büyük bir Macar ordusunu yok ettiği savaşa hemen hemen bütün kabilelerin süvarileri katıldı.
Tahta bir Sakson geçince Saksonyalı soylular da güç ve mevki elde ettiler; doğuda ırmakların çizdiği sınırlar boyunca fetihlere girişme olanağı kazandılar. I. Otto’nun Doğu politikası köle, ganimet ve haraçtan fazlasını amaçlıyordu. Otto 955-972 arasında Magdeburg’da bir başpiskoposluk kurdu ve ona geniş olanaklar tanıdı. Amacı, Elbe’ nin ötesindeki putperest Slavları denetimine almak ve orada geniş bir eyalet kurmaktı. Ama Saksonyalı beylerin acımasız yöntemleriyle kilisenin daha barışçı yaklaşımlarla nüfuz kazanma çabaları çelişiyordu.
10. yüzyılda Elbe’nin ötesinde Germenlerin hemen hiçbir tarımsal yerleşmesi yoktu. Dahası, Brandenburg ve Lausitz’teki Slav halklarının yanı sıra yeni Slav güçleri ortaya çıkıyordu. I. Mieszko’nun yönetimindeki Lehler ve güneyde Premysl’lerin yönetimindeki Çekler bunlar arasındaydı. Bu güçler Passau ve Magdeburg misyonerlerini kabul ettiler, ama kalıcı olarak Bavyeralıların ve Saksonların siyasal ve dinsel egemenliğine girmediler. 10. yüzyılda doğuya doğru genişleme çabaları tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve Elbe’nin ötesindeki kabileler, çevredeki kiliseler için Hıristiyanlaştırılmamış ve yenilememiş düşmanlar olarak kaldı. 1140’tan sonra yerli Slavların yerine Germen göçmenlerin yerleştirilmesi kilise ve prenslerin ortak amacı haline geldi.

Dükler, kontlar ve vekiller.


I. Konrad ve I. Heinrich’in krallıkları kabilelerin, daha doğrusu kabile önderleri ile üst düzey aristokratlarının iradelerine dayanıyordu. Franklar ve Saksonlar arasındaki bu anlaşmayı Bavyera ve Schwaben dükleri tanımıştı, ama hangi hanedandan gelirse gelsin Alman krallarının Frank yasalarına uyması zorunluydu. Krallar düklükleri ellerinde tutarak ve yeni oluşturdukları düklüklerin başına akrabalarını getirerek kontlan doğrudan tahta bağlamaya çalıştılar. II. Konrad (hd 1024-39) ve III. Heinrich de (tek başına hd 1039-56) düklerle mücadele ettiler, ama ne bunları yok edebildiler, ne de sistemi değiştirebildiler. Eskiden olduğu gibi 11. yüzyılda da dükler, zümre meclisleri toplamayı, savaşta kabilelerinin başına geçmeyi ve barış sağlama işlevlerini sürdürdüler.

Ağır suç davalarında yargı yetkileri olan kontlar, düklerin buyruklarına uymakla birlikte, “kana kan” yargısını gerektiren davalara bakma yetkisini kraldan alıyorlardı. Bunların fief leri ve geleneksel yetkileri babadan oğula geçen bir nitelik kazanmakla kalmadı; zamanla kral ve dük de dahil, kimsenin el uzatamayacağı bir hak olarak görülmeye başladı. Gene de birçok ailenin soyu kurudu ve toprakları yeniden kralın eline geçti. III. Otto döneminden (9831002) başlayarak da krallar bunları yeniden başka ailelere vermektense kiliseye vermeyi yeğlediler. Ama piskoposlar, kontların tüm işlevlerini yerine getiremiyor, örneğin dinsel buyruklar ve inançları nedeniyle ölüm cezası veremiyorlardı. Böylece üst yargı işlevi görmek için “vekil” (Vogt) denen görevlilere gereksinim doğdu. Sıradan özgür kişiler yargılamada ağır cezalar veremeyeceğine ya da kilisenin ayrıcalıklarını silahlı saldırılara karşı koruyamayacağına göre, bu vekillerin soylular arasından seçilmesi zorunluydu.
Böylece Almanya’nın her tarafında, düklük makamı ister dolu ister boş olsun, kilisenin (ve kralın) kesesinden zengin olan ve birbirleriyle yanşan güçlü sınır kontları, kontlar ve vekiller ortaya çıktı. Bu ailelerin daha yetenekli, daha şanslı ve daha uzun ömürlü olanlar 12. ve 13. yüzyılda yönetimin pek çok yetkisini devralarak bölgesel prensliklere dönüştü.

Kral kişisel olarak bütün beylerin üstündeydi. Kralın sarayı yönetimin merkeziydi ve kral nereye giderse merkez de orada kurulurdu. Alman krallan güçlerini kabul ettirmek için öbür ortaçağ hükümdarlarından çok daha fazla gezer, düklükten düklüğe, sınırdan sınıra dolaşırlardı. Konakladıkları yerde yetkileri, orada geçerli olan dük, kont ve vekil yetkisinin yerini alırdı.
Alman kilisesinin gelişimi. Kraliyet gelirleri, kralın mülk topraklarından ve PolonyalIların, Çeklerin, putperest Slavların ve D anların ödediği vergilerden oluşurdu. Kralın mülkleri, işletme sermayesiydi. Ülke içindeki gezileri sırasında kendisi ve ailesi bu mülkün geliriyle geçinir, bu gelir ayrıca kiliseler kurmasına, özellikle savaşta kendisine sadakatle hizmet edenleri ödüllendirmesine olanak verirdi.
Karolenj lerden Alman krallarına miras kalan tek merkezî yönetim kurumu, kraliyet şapeli ve ondan çok da ayrı bir kurum olmayan mahkemeydi. Burada ayin yönetmek, soylu kökenli papazlar için piskoposluk yolunun açılması demekti. 11. yüzyılda yüksek kilise görevlileri savaşta bile, yönetimde sıradan beylerden daha çok rol oynuyordu. Ülkenin diplomatları ve elçileri de onlardı. I. Otto ve ardılları, piskoposların düklere karşı hiçbir sorumluluk taşımamasını sağladılar; piskoposlar kral tarafından atanıyor ve yalnızca, gene Tanrı’nın seçtiği krala itaat etmekle yükümlü sayılıyorlardı.

Böylece Alman krallığının dağınık yapısının ve gevşek birliğinin yanında çok daha derli toplu ve imparatorlukta çok daha büyük çıkarları olan ikinci bir kurum oluştu: Alman kilisesi. Büyük kiliseler hükümdarlara atlı asker, barınak ve para sağlayarak hizmet vermek zorundaydı. Piskoposluk ya da manastır kurup geliştirmek için yapılan kraliyet bağışları, elden bir şey çıkartmak anlamına gelmiyordu; piskopos ve başkeşişleri atama yetkisi kralda olduğu sürece bu bağışlar kiliseyi denetleme olanağı veren bir dinsel yatırım demekti. Kiliseye yalnız yerleşmek ve işletmek için toprak bağışlanmakla kalmıyor, bu yörelerde yaşayanlar üzerinde yönetim ve yargı erki de veriliyordu.

Evrensel bir kurum olan kiliseyi, belirgin sınırlan olan bir devlete bağlama siyasetini I. Otto’nun başlattığı kabul edilir. Onun ardılları zamanında hızlanan süreç II. Heinrich döneminde doruk noktasına ulaştı. Böylece egemenlik alanlarını belirlemede piskoposlar ve manastır başkeşişleri prenslerin rakibi haline geldi; bu rekabet de yüzyıllar boyunca Almanya’nın bütün bölgelerinde sürüp giden çatışmaların, iç savaşların başta gelen nedeni oldu.

Otto’nun İtalya’yı fethi ve imparator olması. I. Otto’nun Burgonya prensesi Adelaide (Adelheid) ile evlenmesi, ayrıca ilk karısından olan oğlu Schwaben dükü Liudolf ile kardeşi Bavyera dükü I. Heinrich’in İtalya konusundaki rekabetleri güneye yönelmesine yol açtı. 951’den sonra İtalya seferleri artık yalnızca Güney Germen kabilelerinin yayılma girişimleri olmaktan çıkmış, hükümdarının önderliğinde bütün Almanya’ mn ilgilendiği bir. konu olmuştu. Sakson asker zümresi için İtalya, Elbe ötesindeki el değmemiş ormanlardan ve bataklıklardan daha çekiciydi. Alman kralları üstün güçleriyle İtalya’daki Lombard Krallığı’m ele geçirdiler.

955’te Macarlara karşı kazandığı zaferden sonra I. Otto batıda mutlak bir egemenlik kurdu. Sakson vakayiname yazan Widukind’e göre, başka halkları kendine bağladığı ve birden fazla krallıkta egemenlik kurduğu için, artık zaten imparatordu. Ama imparatorluk tacını giydirmek ve bir kralı imparatorluk mevkiine getirmek yetkisi, Charlemagne ve ardıllarının çoğunu kutsamış olan papalıktaydı. 10. yüzyılda, batıdaki Karolenj düzeni, bir çeşit siyasal ülküydü. Charlemagne’a benzemek ve yeni konumuna gelenekleşmiş biçimde yerleşebilmek için Otto imparatorluk tacını papanın elinden giydi (962). İmparatorluk yetkisinin özü, askeri güçten ve savaşta haşandan geliyordu; ama Hıristiyanlık ülküleri de tahtın dokusuna işlemişti. Öğreti ve ayin konularına kanşmamakla birlikte imparator olarak Alman krallan, yüz yıla yakın bir süre, Roma Kilisesi’nin siyasal efendileri oldular.

Saller, papalık ve prensler, 1024-1125.

Sal hanedanı olarak bilinen Batı Frank hanedanının ilk imparatoru II. Konrad (1024-39) döneminde Burgonya Krallığı da Alman tahtının denetimine girdi. Konrad İtalya’daki Germen egemenliğini yeniden kurdu. II. Konrad’m oğlu III. Heinrich (hd 1039-56), imparatorluğu, papalıkta reform yapması ve vasallara barış içinde yaşamayı öğretmesi için kendisine verilmiş bir görev olarak algıladı ve elinde yeni bir ikticfar kaynağı da olmadan, yetkilerine abartılma bir dinsellik kattı. Batı Avrupa’da egemenliğini koruyabilen bu son Alman imparatoru, papaları neredeyse imparatorluk piskoposları düzeyine indirdi. Dört Almanı papalığa getirdi. Ama hükümdarlığının son yıllarında, toplumun kilise dışı kesimlerinin hoşnutsuzluğu ve imparatorun kiliseye ilişkin tutumuna yönelik eleştiriler arttı.
Erken ortaçağ Avrupa’sında, papalıkta reform yapılmasına yönelik öneriler yüzünden en çok bölünmeye uğrayan feodal toplum Almanya idi. Heinrich’in papalığa getirdiği IX. Leo’dan başlayarak kilise reformunun en ateşli sözcüleri papalığın hizmetine girdiler. Ruhban olmayan yöneticilerin, mülkiyet hakkına dayanarak kilise üzerinde egemenlik kurmasına karşı çıkmaya başladılar; bu kışkırtmalar imparatorluğun her yanma yayıldı. Yenilikçilerin programı, Alman kilisesinin artık alışmış olduğu, kralların da bel bağladığı bir düzeni temelden sarsıyordu. Dolayısıyla, hareketin önderleri, iktidar mücadelesine doğrudan katılmak zorunda kaldılar. Yeni düşünceler baskın çıkarsa, IV. Heinrich’in öncellerinin kiliseye yağdırdığı büyük servet kralın denetiminden çıkacak, onun atamadığı din adamlarının eline geçecekti. Roma’nm niyeti, tahtın korumasının getirdiği külfetlerden kurtulmak, ama yararlarını yitirmemekti. Yenilikçilerin önderi, daha sonra VII. Gregorius adıyla papa olan (1073-85) Hildebrand, imparatorlukla çatışmayı göze aldı. Gregorius’un talepleri, bir Sakson ayaklanmasının yanı sıra Güney Alman prenslerinin kıpırdanmaya başladığı, tahtta ise altı yaşında bir çocuğun bulunduğu bir zamana rastladı. Böylece ortaçağ Alman tarihinin en bunalımlı dönemine girildi.

IV. Heinrich’in küçük yaşta oluşu, kilise dışındaki feodal beylere de hırslarını ortaya dökme fırsatını verdi. III. Heinrich’in sarayında yüksek din adamlarının etkili olması ve kiliseye yeniden bağış akıtılması, prensleri imparatorluktan soğutmuştu; prensler tarımsal gelir kaynaklarını geliştirmekte piskoposların gerisinde kalmışlardı. Çıkarları dolayısıyla barıştan yana olan yüksek kilise görevlileri tahtın koruması altında ormanları tarım alanına dönüştürerek ve bağlanacak bir toprak beyi arayan özgür köylülere daha iyi koşullar sunarak varlıklarını ve mülklerini genişlettiler. Pazaryeri ve geçiş hakkı ayrıcalıkları da prenslerin çoğunda olmayan gelir kaynaklarıydı. Prenslerin başlıca üstünlüğü olan askeri güçlerine o güne değin kimse karşı çıkmamıştı; bu durumda ilk kez, kendi eylem alanları içinde rakiplerle karşılaşıyorlardı. 11. yüzyılın başlarından beri kraliyet ve kilise mülklerinde çeşitli görevler verilen özgürlüğünden yoksun şövalyeler (ministeriales) bu dönemde savaş alanında önem kazandı.

Bir grup Sakson soylusu, bazı din adamları ve krallık kalelerini inşa etmek için konan angarya uygulamasından şikâyetçi Ostfalyah özgür köylüler Heinrich’in Frank ve Schwaben’li yöneticilerine karşı 1073’te ayaklandılar. Bu beklenmedik dayanışmaya karşı koyabilmek ve kalelerini koruyabilmek için krahn güneydeki prenslerin yardımına gereksinimi vardı. Prensler Heinrich’in Saksonlan yenmesini sağladılar (Haziran 1075), ama altı ay sonra Roma ile belirleyici bir savaşa girildiğinde imparatora sırt çevirerek Saksonlar ve birkaç piskoposla birlikte VII. Gregorius’un saflarında yer aldılar.

Papa 22 Şubat 1076’da Heinrich’i aforoz etti. Bunun üzerine Heinrich’e karşı başlayan iç savaş 20 yıldan fazla sürdü. Kralın en önemli düşmanlarından Rudolf von Rheinfelden savaşta öldü (1080). Gene krahn düşmanlarından Hermarın von Salm’ın eceliyle ölmesinden sonra savaş, piskoposlukların ve manastırların ele geçirilmesi için çıkan yerel çatışmalara dönüştü. Bu yıllar boyunca saray, kilise ve soylular atlı savaşçılarını artırmak için özgür olmayan şövalyelere gittikçe daha çok dayanmak zorunda kaldılar. Bu yolla savaşçı toplanması ve savaşın yol açtığı yıkım pek çok soylunun servetini tüketti, ama soylular topraklarını piskoposluk ve manastır mülkleri aleyhine genişlettikleri için bundan gene kilise zararlı çıktı. Dolayısıyla iç savaşın yükünü çeken bölünmüş Alman kilisesi barışı en çok isteyen taraf oldu.

IV. Heinrich’in oğlunun, babasına karşı son bir ayaklanmanın önderliğini bizzat üstlenmesi (1105), Sal hanedanının ve uğrunda savaştığı ayrıcalıkların kurtarıcısı oldu. V. Heinrich (hd 1106-25) tahtm imparatorluk sınırlan içindeki kiliseler üzerindeki ayncalıkları için verdiği mücadeleyi bu manevra ile sürdürebildi. Bu dönemde çatışma, piskoposlara ve manastır yöneticilerine paye ve kilise dışı mülk verilmesiyle ilgili hukuksal bir tartışmaya dönüşmüştü. Sonunda prensler arabulucu oldu; 1122’de Worms Konkordatosu ile Vatikan’dan bazı ödünler koparmayı başardılar.

V. Heinrich 1125’te ardında çocuk bırakmadan öldüğünde Almanya artık Avrupa’ daki en önemli siyasal güç olmaktan çıkmıştı. İngiltere ile Sicilya’da fetihler peşinde koşan Norman devletleri ve Fransa krallarının sabırlı, adım adım gelişen çabaları, yaşlı imparatorlukta bulunmayan ekonomik ve askeri güç yoğunlaşmalarına, yeni yönetim biçimlerinin doğmasına yol açıyordu. Papalık imparatorluğun saygınlığını gölgede bırakmış, Roma evrensel çıkarların gerçek merkezi haline gelmişti.
Hanedanlar arasında mücadele, 1125-52. V. Heinrich’in en yakın akrabaları Hohenstaufen soyundan yeğenleri Friedrich ve Konrad’dı. Krahn tahta geçebilmesi için her zaman bir tür seçim yapılırdı. Ama iç savaş öncesinde birinci dereceden vâris olmadığı durumlarda kan bağı yakınlığına bakılırdı. 1125’te ise Heinrich’in can düşmanı Mainz başpiskoposu Adalbert’m önderliğindeki prensler, kan bağından gelen haklara karşı çıktılar ve Friedrich yerine Saksonya dükü Lothar’ı tahta geçirdiler. Arkasında Northeim ve Bruno soylarının çok büyük mirasları bulunan, kızını verdiği güçlü Welflerin de yakın desteğine sahip olan III. Lothar ölünce (1137), İdlisenin ve bazı prenslerin Welflere karşı duydukları kuşku nedeniyle imparatorluk o şırada Saksonya ve Bavyera ile Matilda’nm İtalya’daki topraklarını elinde tutan damadı Heinrich’e değil, Hohenstaufen hanedanından rakibi Konrad’a kaldı.

III. Konrad’m ölümü üzerine (1152) yapılan seçim, ondan sonraki 30 yıl için Almanya’daki yönetimi ve siyasal ortamı belirledi. Tahta Konrad’m ağabeyinin oğlu I. Friedrich (Barbarossa) getirildi ve iktidarı Welf soyundan kuzeni III. Heinrich (Aslan) ile paylaşmayı kabul etti. Bu seçim Almanya’ da ikili bir yönetimin ortaya çıkmasına yol açtı.
Doğunun kolonileştirilmesi. Almanya 12. ve 13. yüzyıllarda sürekli genişledi. Holstein’dan Silezya’ya kadar bir fetih ve kolonileştirme hareketi yaşandı; bütün ırmak sınırlan aşılıp ormanhk ve bataklık alanlara ulaşıldı. Elbe ve Öder arasındaki Slav kabilelerine boyun eğdirildi. Alman toplumunun bütün kesimleri, prensler, piskoposlar, tarikat üyeleri, şövalyeler, kasabalılar ve göçmen köylüler bu harekete katıldı. Nüfus arttıkça batıda tarıma açılabilecek alanlar da azalmıştı. Tanm topraklarınm fazla bölünmesi ise kimsenin işine gelmiyordu. Toprak bulmakta sıkıntı çeken kırsal nüfus, emeğinin karşılığını kolonilerde çok daha iyi alabiliyordu. Koloniciler elde edilen yeni topraklara disiplinli bir hayvancılık düzeni, verimli bir tanm tekniği ve yerleşme yerlerinin seçilerek köylerin planlanmasında uygulanacak kurallar getirdiler. Kısa süre sonra Bohemya ve Silezya’nın Slav yöneticileri, göçmenleri kendi topraklarına çekebilmek için birbirleriyle yarışır oldular. Öte yandan, ülkenin eski kesimlerinde yalnızca köylü fazlası değil, şövalye fazlası da vardı. Bu askerlerin rütbelerini koruyabilmesi topraklarının olmasına bağlıydı; bu da Elbe’nin öbür yakasında, başarıh prenslerin yönetimi altında elde edilebilirdi. Böylece 13. yüzyılda Germenleştirilen doğu oldukça büyük ölçekli prenslikler ülkesi haline geldi.

İmparatorluğun kendisi de doğuda mülkler edindi ve Hohenstaufen hanedanından krallar kolonileştirme hareketine katıldılar. Ama bu konuda da yaptıkları, prenslerle yarışmaktı; doğu hareketini bir bütün olarak denetim altına alamadılar.
İtalya'da Hohenstaufen siyaseti. 12. yüzyılda ikinci büyük Germen yayılma alanı Lombardiya ve Orta İtalya oldu. Gelişen Lombard kentleri üzerindeki hükümdarlık haklarını geri almak ve kullanmak için sürdürülen savaşlarda Almanya’nın kırsal nüfusunun doğrudan hiçbir çıkan yoktu. Alman tahtı ve imparatorlukla İtalya egemenliği arasında bağ kurulması ve Hohenstaufen hanedanının güneyle gittikçe daha çok ilgilenmesi Almanya tarihinin en trajik dönemine yol açtı. İtalya’daki Germen varlığı, yoksul ve ilkel kabilelere yarar sağlamadı. Saldırdıkları ekonomik bakımdan ileri ve daha gelişmiş topluluklardan istedikleri vergiler ve ayrıcalıklar karşılığında da sunabilecekleri bir şeyleri yoktu. Lombardiya’ daki başlıca üstünlükleri askeri güçleriydi; onu da acımasızca kullandılar.

1177’de Lombard Birliği karşısında geri çekilmek zorunda kalan I. Friedrich (Barbarossa) suçu kuzeni III. Heinrich’te (Aslan) bulunca araları açıldı. Almanya’da ikili iktidar dönemi artık sonuna gelmişti. Savaş alanında yenik düşen, 1180’de yargılanıp unvanları elinden alınan ve vasallan tarafından terk edilen Heinrich, teslim olup sürgüne gitti (1182); düklükleri ve toprakları imparatorluğa kaldı.

Heinrich’in düşüşüyle bir grup prens, saygınlığı olan ve tahta çıktığından beri kaynaklan çok artmış bulunan bir imparatorla karşı karşıya geldiler. Gene de 1180 olaylarından en kazançlı çıkan prensler oldu. 1216’da imparatorun prenslikleri kaldıramayacağı ve rasgele yenilerini kuramayacağı karan alındı.
Bütün imparatorlukta düklüklerin paylaşılması, para basma, panayır gelirleri, geçiş haklan ve kendi kendini yönetme gibi ayncalıklar prenslerin gücünün temelini oluşturuyordu. Güçlü piskoposlar ve feodal beyler de bu ayrıcalıklara sahip olmaya çalışıyordu.
Hohenstaufen-papalık çatışması, 11591215. İtalya’da doğrudan bir imparatorluk yönetimi kurma girişimi, bir kez daha papalığın tepkisini çekti ve Lombard kentlerinin yandaşı olan Roma ile imparatorluk arasında yeni bir çatışmaya yol açtı. Dinsel çıkarlardan çok siyaset ve toprak çıkarlan tehlikedeydi. Ama papalar ancak başı olduklan evrensel kilisenin özgürlüğünü korumak için savaşabilirlerdi; bu yoldaki tipik silahlan da aforoz, propaganda ve entrikaydı. Bununla birlikte Alman piskoposlar Papa III. Alexander’a karşı imparatoru desteklediler. I. Friedrich’in oğlu ve seçilmiş ardılı VI. Heinrich, Sicilya Krallığı’nm tek yasal vârisi Konstanz ile evlenince papalar daha da güç durumda kaldılar ve Hohenstaufenlerin karşıtlarından olabildiğince yararlanmaya baktılar. Zamansız ölen VI. Heinrich’ten sonra çıkan taht kavgasında, papalık geri aldığı İtalya’daki topraklan elinde tutabilmek için seçim çekişmesinde taraf olmak zorunda kaldı. Adaylar taht çekişmesinde kendilerine destek sağlamak için imparatorluğun mülklerinden ve kiliseye karşı elde ettiği yetkilerden ödün verdiler.
II. Friedrich ve prensler. 1215’te taç giyen VI. Heinrich’in oğlu II. Friedrich, mirasını bölüştürmeye söz verdiği halde sözünü yerine getirmedi ve Sicilya Krallığı ile imparatorluğu bir arada tutarak papalıkla kaçınılmaz bir ölüm kalım mücadelesine girdi. 1235’teki büyük banş yasasından anlaşıldığına göre toprak kazanma yarışında imparator yalnızca yarışçılardan biri olmakla kalmamış, prenslerle piskoposları da topraklarının geleceği için birbirleriyle savaşmakta serbest bırakmıştı. Çıkardığı yasalarla kraliyet mülk görevlilerine karşı dinsel prenslere ve giderek de bütün toprak sahiplerine güvence vermiş ve imparatorluk kentlerinin (Reichsstadte) büyümesini kısıtlamıştı. Gene de 1250’ye değin imparatorluğun Güney Almanya’daki gücü çok büyüktü.

Hohenstaufen hanedanının çöküşünden sonra imparatorluk. II. Friedrich papayla olan çatışması sonuçlanmadan ölünce (1250) oğlu IV. Konrad ertesi yıl babasının İtalya’daki topraklan için dövüşmek amacıyla yola çıktı. Papanın girişimiyle kral seçilerek 1247-56 arasında karşı-kral olan HollandalI Wilhelm, hükümdarlarına karşı ilgisini yitirmiş olan Almanya’da böylece rakipsiz kaldı. Çoğu krallık mülkleri üstünde kurulu olan piskoposluk kentlerine ve kasabalarına dokunmak olanaksızdı. Bunların ekonomik gücü, Alman toplumunun eskilere dayanan aristokrat düzenini zorluyordu. Kralın korumasından yoksun kalınca bu kentler özerkliklerini koruyabilmek İçin bir araya toplanmaya başladılar. Soylular arasındaki her katman bir üstündekinin kişisel haklarının bir bölümünü ele geçirmeye yöneldi. Özgür olmayan şövalyeler de artık eskisi gibi imparatorluğun güvenilir emir kullan değildi. Özgür soyluların birçoğu gönüllü olarak onların arasına katılınca, bu şövalyeler özgür aristokratların haklarını da ele geçirdiler ve sınır eyaletlerinin yöneticisi durumuna geldiler.

1250’ye gelindiğinde Almanya’da merkezî otorite kalmamıştı. 13. yüzyılda süregiden iç çatışmalar, kargaşa ve güvensizlik, gene de Almanların tükenmez enerjisini etkilemedi; prenslerin ve Toton Şövalyeleri’nin önderliğinde doğuya doğru yayılmayı sürdürdüler. Onlar Prusya içlerine doğru ilerlerken Lübeckli tüccarlar da B altık kıyılarını ticarete açıyordu. Üç yüzyıl boyunca dış saldırılara uğramadan yaşamak Alman aristokrasisinin siyasal disiplin ve boyun eğmeyi öğrenmesine gerek bırakmamıştı. Ama Hohenstaufen Almanyası’nm tek özelliği siyasal ve yönetsel birliği sağlayamamış olması değildi.

kaynak: Ana Britannica

SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #12
Safi - avatarı
SMD MiSiM

1250-1493 DÖNEMİNDE ALMANYA:


Hohenstaufen hanedanının sonu. 1250’de II. Friedrich’in, 1254’te de oğlu IV. Konrad’ın ölümü, Hohenstaufenlerin gücünün Almanya ile Napoli ve Sicilya birleşik krallıklarında kaçınılmaz biçimde azalmasına yol açtı. Konrad’ın Napoli ve Sicilya’nın vârisi olan oğlu Konradin, yaşı küçük olduğu için Almanya’da arınesinin yanında kaldı. Her iki krallığın yönetimini de ele alan amcası Manfred (Manfredi) 1258’de taç giyerek resmen Konradin’in yerine geçti. Manfred’ in Fransızlara yenilip öldürülmesinden sonra Almanya’daki yandaşlarını toplayan Konradin, İtalya krallıklarına egemen olmak istediyse de bunda başarı sağlayamadı. Roma’ya doğru kaçarken tutsak edildi, ihanetle suçlanarak Napoli’de idam edildi.
Sponsorlu Bağlantılar
Yönetim boşluğu (Interregnum) dönemi. Almanya’da II. Friedrich’in ölümüyle Büyük Interregnum diye anılan yönetim boşluğu dönemi başladı (1250-73). Bu, bir iç kargaşalıklar ve siyasal sorunlar dönemiydi. Thüringenli Heinrich Raspe (hd 1246-47) ve HollandalI Wilhelm (hd 1247-56) papanın onayı ile kral seçilmişlerdi. Krallığı önce yalnız Aşağı Ren Bölgesinde tanınan Wilhelm 1252’de Braunschweig’lı Elisabeth’le evlendikten sonra Kuzey Almanya’da akraba olduğu prenslerce de tanındı. IV. Konrad ölünce Almanya’da rakibi de kalmadı. Gücünün giderek artması, kiliseye bağlı elektör prenslerin vesayetinden kurtulup kendini bütünüyle hükümdarlık politikalarına verebilmesini sağladı.

Papa IV. Alexander, Hohenstaufen hanedanından birinin seçilmesini yasaklamanın ötesinde tahta kimin geçeceğine karışmadı. Bu konuda ağırlık, kendi çıkarlarını ön planda tutan bir grup etkin Alman prensinin elindeydi. Bunların hiçbiri, kendi bağımsızlıklarını kısıtlayacak güçte bir kraldan yana değildi. Sonunda İngiltere kralı III. Henry’ nin kardeşi Richard kral olarak taç giydi. Richard Köln ve Mainz başpiskopostan ile Pfalz elektörü ve Bohemyalı II. Otokar’ın desteği ile seçilmişti. Ama üç ay sonra, İtalya’daki varlığını sağlamlaştırmak için imparator olmak isteyen Kastilyalı X. Alfonso, Trier başpiskoposunun, Saksonya dükünün, Brandenburg kontunun ve saf değiştiren II. Otokar’ın desteğiyle kral seçildi.
Bu arada her iki kral da dikkatlerini kendi ülkelerindeki aristokratlar arasındaki çalkantılara yöneltmişlerdi. Richard Almanya’ya dört kısa ziyaret yaptı. Alfonso ise Almanya’ya hiç gitmedi. Ama ikisi de kral seçilmelerinin onaylanması için papaya başvurdular. Papa, birinci seçimi yasal sayarak Richard’ın krallığını onayladı.
Habsburg ve Lüksemburg hanedanlarının yükselmesi. 1272’de Richard ölünce papa elektör prensleri harekete geçirerek Kutsal Topraklar’ın geri alınması için yapılacak yeni bir Haçlı seferini destekleyecek bir Alman hükümdarının seçilmesini sağlamaya çalıştı. Kralın çok da güçlü olmasını istemeyen prensler, Habsburg hanedanından Rudolfu seçtiler (1273). Rudolf, Bavyera’nm Wittelsbach ailesini yanma alarak Avusturya ve Steiermark düklüklerini sahipsiz ilan etti ve ikisini birlikte oğullan Albrecht’le Rudolf a verdi (1282). Elde edilen bu kazançlar Habsburglan, mülk sahibi prenslerin en önemlileri arasına sokarken, siyasal ağırlık merkezinin Ren Bölgesinden Doğu Almanya’ya kaymasına da yol açtı. Ama Habsburgların gücünün gittikçe artmasına kızan elektör prensler, krahn 1287’de büyük oğlu Albrecht’in, 1290’da da küçük oğlu Rudolf’un seçilmesini güvenceye alma girişimlerine karşı çıktılar.

Rudolf 1291’de ölünce, miras yolu ile geçen bir Habsburg monarşisi tehlikesini önlemek isteyen elektörler, onun yerine Nassau kontu Adolfu seçtiler. Tek varlığı Lahn Irmağının güneyindeki küçük bir prenslik olan Adolf, Ingiliz-Fransız Savaşı’nda her iki tarafa da askeri destek vaat ederek aldığı paralarla mali gücünü artırdı. Meissen’i ele geçirdiken sonra 1295’te Thüringen’i satın alarak kendini seçenlere karşı daha bağımsız davranabilecek duruma gelebildi. 23 Haziran 1298’de elektör prenslerden beşi, ülkeyi yönetmekten aciz ilan ettikleri Adolfu azlederek ertesi gün yerine AvusturyalI Albrecht’i geçirdiler.

Tahta Habsburg hanedanından bir kral seçmekle elektörler kendilerini tehlikeye atmıştı. Yeni kral, ardındaki Avusturya topraklarının sağladığı zengin kaynaklar nedeniyle kendinden önce gelenlerin hepsinden hem daha güçlü, hem de daha acımasız olmuştu. Elektör prenslerin bazı komplolarını bozduktan başka, 1303’te papalığa o zamana değin görülmemiş biçimde feodal bağlılık yemini ederek karşılığında seçimini onaylattı; böylece prenslere karşı üstünlüğünü daha da pekiştirdi. Bir süre için elektör prensleri denetimi altına aldı, papalığı yumuşattı ve İtalya’ya müdahaleden vazgeçti. Elektör prensler Alman krallığı üzerindeki etkili konumlarım ancak Aİ brecht’in öldürülmesinden sonra yeniden elde ettiler.
Ad:  almanya17.jpg
Gösterim: 417
Boyut:  32.6 KB
Heidelberg Şatosu, 14. yy

Albrecht’in sert tutumundan kurtulan prensler, kendilerine bir efendi gibi davranmak yerine hizmet edecek bir kral aramaya giriştiler. Sonuçta Trier başpiskoposunun aday gösterdiği kardeşi, 1308’de VII. Heinrich adıyla tahta çıkarıldı. Lüksemburglu olan bu hanedan büyük toprak sahibi değildi. Heinrich elde ettiği konumu kullanarak hemen mülklerini artırmaya başladı. 1310’da da onun emri ve yerel toprak sahiplerinin de onayıyla Bohemya krallığı oğlu Joharın’a verildi. Böylelikle Habsburglarla birlikte Lüksemburg çıkarlarının merkezi de doğuya doğru kaymaya başladı. Ama Heinrich, Habsburg soyundan öncellerinden farklı olarak, imparatorluğun İtalya’ daki eski egemenliğini canlandırma düşleri de kuruyordu. 1310-13 arasındaki İtalya seferi çok parlak başladı ve Heinrich 1312’de Roma’da Kutsal Roma-Germen imparatoru olarak taç giydi. Ama Alman egemenliğinden duyulan geleneksel korku, İtalyan devletlerinin direnişine yol açtı. Heinrich’in papalık fiefi olan Napoli Kralhğı’m zapt etme hazırlıklarından ürken papa, onu aforozla tehdit etti. 1313’te Heinrich ölürken, yeni bir papalık-imparatorluk çatışması kaçınılmaz gibi görünüyordu.

Prensler ve bölgeciliğin gelişmesi. Almanya’da Hohenstaufen etkisinin zayıflaması ve hanedanların sık sık değişmesi ruhban sınıfından olan ve olmayan bütün bölgesel prenslerin güçlerinin artmasına elverişli bir ortam yaratmıştı. Krallık yetkilerinin prenslerin egemenlik alanlarında doğrudan uygulanabilmesi gittikçe olanaksız hale geldi. Prensler kaleleri ve_geçit hakkı alman duraklan artırmakta, madenleri işletmekte, para basmakta ve imparatorluk mahkemesinde temyiz edilen davalar dışındaki uzlaşmazlıkları çözmekte özgür oldular. Prensliğin din adamları, soylular ve kentlilerden oluşan üç zümresi de bu ortamı fırsat bilerek hoşnutsuzluklarını belli etmeye ve prenslere akıl öğretmeye başladılar. Böylelikle ortaya çıkan sınırları az çok belirli bölgesel devletçik prensle zümrelerin ikili yönetimi altına girdi. Güç dengesinin bu iki odak arasında gidip gelmesi, bölgesel devletçiğin gelişme çizgisini önemli ölçüde etkiledi.

14. yüzyılın anayasal çatışmaları. VII. Heinrich’in ölümü, sonucuna karşı çıkılan yeni bir seçime ve bir iç savaşa yol açtı. Elektör prenslerin yeniden zayıf bir kontu kral yapma isteğini, seçimin kendi adayları arasından yapılmasında direten Habsburg ve Lüksemburg hanedanları engellediler. Habsburg yanlısı çoğunluk Avusturya dükü III. Friedrich’i (Güzel) seçti. Azınlık ise VII. Heinrich’in oğlu Joharın’ı seçtirmekten vazgeçerek, çok daha güçlü bir aday olan Wittelsbach hanedanından Bavyera dükü Ludwig’e destek oldu. Seçim geleneğinde henüz çoğunluk ilkesi yoktu. İtirazlı durumları sonuçlandırma yetkisi o sırada boş olan papalık makamına aitti. Sonunda iki taraf sorunlarını zor kullanarak çözdüler. Mücadeleyi 1322’de Ludwig kazandı, ama bu papalıkla uzun süren bir anlaşmazlığın başlangıcı oldu.

Papalık, seçimleri onaysız olduğu sürece geçersiz sayıyor, Ludwig ise çoğunluğun desteğinin unvanını yasal kıldığını, papalık onayına gerek olmadığını savunuyordu. 1338’de altı elektör Rhens Bildirgesi’yle Ludwig’in yanında yer aldı; Frankfurt’ta toplanan bir sonraki meclis de çoğunluk ilkesini imparatorluk yasası olarak benimsedi. Buna karşılık Papa VI. Clemens 1343’te Bohemya tahtının vârisi Lüksemburglu Karl’la ilişki kurarak, onu Ludwig’in yerine Alman tahtına geçirme hazırlıklarına girişti. Elektör prensler de birer birer Ludvvig’i tutmaktan vazgeçmeye başladılar. Papa yeni bir seçimin yapılmasında diretirken 1346’da Ludwig’in yanında yalnızca iki elektör kalmıştı. Öbür beş elektör 11 Temmuz’ da Rhens’de toplanarak Karl’ı kral seçtiler.
IV. Kari iç savaşa dönüşen seçim anlaşmazlıklarının Alman siyasal yaşamının 1198’den beri süregelen bir hastalığı olduğunu, Alman monarşisinin sağlamlığının büyük ölçüde bölgesel prenslere, özellikle de elektör prenslerin işbirliğine bağh olduğunu görmekte gecikmedi. 1355’te Kutsal Roma-Germen imparatoru olarak taç giyip ülkesine dönünce, Alman zümreler meclisinin de (Diet) onayı ile temel bir anayasal belge çıkarttı. Üstündeki altın mühürden dolayı bu belge Altın Ferman adıyla anıldı. Karl’ın iki temel amacı, gelecek seçimlerde anlaşmazlık alanını daraltmak ve elektörlerle olan bağlarını güçlendirmekti. Her zaman oybirliğini sağlamak çok güç olduğundan Rhens Bildirgesi’nde benimsendiği gibi çoğunluk oyu geçerli kabul edildi. Kilise dışı elektör prenslerin topraklarının bölünemeyeceği ve yalnızca en büyük erkek çocuğa kalabileceği kabul edilerek, elektörlük hakkının kime geçeceğine ilişkin sorunlar çözüldü. Elektör sayısı yedi olarak korundu; Mainz, Köln ve Trier başpiskoposları ile Ren-Pfalz kontu, Bohemya kralı, Brandenburg sınır kontu ve Saksonya dükü yedi elektörü oluşturdu.
Altın Ferman elektörlerin kendi sınırlan içindeki güçlerini çok artırdı ve imparatorluk içinde onlara geniş ayrıcalıklar tanıdı. Elektörlere öykünen öbür bölgesel prensler de aynı ölçüde bağımsızlık kazanma mücadelesine giriştiler.

IV. Karl’m gücü temelde, Lüksemburg hanedanının elinde bulunan ve Brandenburg’un da satın alınmasıyla (1373) büyük ölçüde genişleyen topraklardan geliyordu. Alman tahtı bir saygınlık ve etki kaynağıydı; ama gelir ve toprak açısından Karl’ın doğu ve kuzeydoğudaki mülkleriyle karşılaştırılamazdı. Elektörlere tanınan ayrıcalıklarla dolu olan Altın Ferman, azalan taht topraklan, yetersiz gelir, bir ordunun ve uzman memurların olmaması gibi monarşinin temel sorunlarından hiçbirini ele almamıştı.
Mali sorunlar çok ciddiydi ve öteden beri süregeliyordu. 1198-1257 arasında yaşanan sorunlu seçimlerde destek kazanmak amacıyla krallık toprakları ve hâzinesi cömertçe dağıtılmıştı. Rudolf zamanında imparatorluk kentlerine ağır vergiler konmuş, Avusturya almana değin gelirlerin önemli bölümünü bu kentler sağlamıştı. Ama Rudolf’ tan sonraki hükümdarlar zaman zaman bunları yerel prenslere ipotek ettiği için, vergileme hakkı da kalmamıştı.
Alman krallarının topluma barış getirme vaadi bir türlü gerçekleşmiyordu. Zaten ellerinde barışı sağlayacak kurum ve olanaklar da yoktu. Bu işlev giderek bölgesel kent birliklerince ve yerel prenslerce yerine getirilmeye başladı. Kısacası Alman kralları aynı zamanda hem feodal süzeren, hem kilisenin koruyucusu, hem de barışın bekçisi olma gibi üçlü rollerini giderek yitiriyorlardı.

Prenslerin sürekli yükselişi. 1378’de IV. Kari öldüğü zaman Almanya’nın prensliklere ayrılması oldukça ileri bir aşamaya ulaşmıştı.
Güney Almanya’da, Schwaben’deki Hohenstaufen düklüğünün dağılması, asıl topraklan Alsace, Breisgau, Vorarlberg ve Tirol’de bulunan Habsburglara büyük üstünlük sağladı. Rudolf’un 1282’de Avusturya ve Steiermark’ı almasıyla Habsburg topraklan iki katınmın üzerine çıkmıştı. Habsburglarm kuzey komşulan ve rakipleri olan Württemberg kontları, 1495’te düklük statüsüne yükseldiler. Baden sınır kontlan ise daha çok topraklarını güneye doğru genişletmeye çalışıyorlardı. Bu üç büyük birimin içinde her an evlenme, satın alma ya da çatışma yoluyla varlıklarını kaybetme kaygısında olan daha küçük beyler yer alıyordu.
Orta Almanya’da Wettin hanedanından Meissen kontları güney bölgelerini sürekli zorlayarak 1423’te Saksonya elektörlüğünü ele geçirdiler. Batıda ise 1263’te aldıkları Thüringen’i tahta bırakmamayı başardılar. Hessen kontlan, güçlü komşularla çevrili
olmakla birlikte, Wettin hanedanından toprak almayı başardılar. Hessen’in doğu ve güneyindeki Ren Bölgesi Mainz, Trier ve Köln başpiskoposları gibi büyük dinsel prenslerin ülkesiydi. Ayrıca dört tane elektörlüğü içeren bu bölge siyasal bakımdan çok önemliydi.
Doğuda Mecklenburg Düklüğü iyice İskandinav sorunlarının içine çekilmişti. 1363’te de Albrecht ile İsveç’te yeni bir kraliyet hanedanı başladı. Brandenburg elektörlüğü 1415’te Nürnberg kontu Friedrich’e verildi. Bohemya Krallığı’nm, Lüksemburg egemenlik alanının merkezi olma konumu sürüyor, gümüş madenleri de krallık gelirlerinin artışına önemli katkıda bulunuyordu. Bu bölgede Slavların Alman azınlığın ekonomik ve kültürel etkilerine duyduğu tepki gittikçe arttı ve monarşi için huzur bozucu bir düşmanlık haline geldi.

Çeşitli prenslik topraklan içinde prenslerin otoritesi tam olarak kurulmamıştı. Çoğu kez prenslikler birbirinden kopuk toprak parçalarına yayılmıştı ya da dağınık bütünler oluşturuyorlardı. Her yerde daha alt kademelerdeki soylular, prensin gücüne karşı çıkıyor, haklarını ve /teflerini korumak için birlikler oluşturuyorlardı. Özyönetimli kentler de prenslerin karşısına çıkıyordu. Bu durumda prenslerin yetkilerini kullanma çabaları, muhalefetin birleşmesine, düşmanlıkların doğmasına yol açıyordu.
Bu arada ruhban olmayan büyük prensler, topraklarını yalnızca en büyük oğullarına bırakmak yerine eski Germen geleneğine göre bütün oğulları arasında bölüştürmekte direndiler ve kendi güçlerini sarstılar. Katedral kurullarınca seçilen ruhban prensler arasında sorun ise dinsel nedenlerle evlenememeleri sonucunda vârislerinin olmamasıydı.

Kentler ve prensler arasında sürtüşme. IV. Karl’ın hükümdarlığı döneminde elektör prensler, Lüksemburg hanedanının bir monarşiye dönüşmesini önleme kaygısıyla, çok da istekli olmadıkları halde oylarını Wenzel’e (Wenceslas) verdiler. Öbür prenslerin çoğu da bu kaygıyı paylaşıyordu.
Wenzel (hd 1378-1400) babasının güçlü yönetiminin ardından ortaya çıkan pek çok sorunu devralmıştı. Kaba bir insandı; genellikle içkili dolaşıyordu. Zamanının çoğunu Bohemya’da geçirmesi, Almanya’nın sorunlarıyla yeterince ilgilenmediği görüşünün yayılmasına yol açmıştı. Bunun sonucunda prensler, kentler ve soylular arasındaki sürtüşmeler açık bir savaşa dönüştü.
Bu çatışmaların arkasında uzun zamandır var olan sorunlar yatmaktaydı: Kırsal nüfusun toprağa bağımlı yaşamaktansa kentlerin özgür havasına kaçması, işgücünü azaltıp gelir akışını aksatıyordu. Kırsal kesimde kalanlar da komşu kentlerin koruma ve yönetimini benimseyerek kendilerini ve topraklarını beylerin denetimi dışında bırakıyorlardı. Kentler ise bir ölçüde kırsal üretimin kentlerdeki loncalarla rekabet etmesini önlemek amacıyla, etki alanlarını yerel beylerin zararına genişletmeye çalışıyorlardı.

İkinci temel sorun, feodal beylerin kendi topraklarından geçen kent mallarından geçiş ücreti almakta direnmeleriydi. Aslında yol ve ırmaklardan geçiş için alman ücretler, tüccarlarla mallarının güvenliğinin sağlanmasının karşılığı idi. Ama yol boyunca durak sayısının, dolayısıyla geçiş parasının artırılması ticareti engelliyor, birçok anlaşmazlığın doğmasına ve beylerin mallara el koymasına yol açıyordu.
Bunalımın üçüncü ve en önemli nedeni Wenzel’in izlediği mali politikada yatıyordu. Bohemya’dan elde edilen gelirler çok olmakla birlikte bunlar büyük oranda Wenzel’in seçilmesini sağlayanlara aktarılmış, yeni kaynak sağlamak için de imparatorluk kentlerine ağır vergiler konmuştu.
4 Temmuz 1376’da Schwaben’deki 14 imparatorluk kenti, Ulm ve Konstanz kentlerinin öncülüğünde toplanıp adil olmayan vergilere karşı durmak amacıyla bir birlik oluşturdular. 1385’e gelindiğinde Schvvaben Birliği’nde 40 üye toplanmıştı ve bunlar Alsace, Ren Bölgesi ve Saksonya’daki benzer ittifaklarla bağlantı içindeydi. Katılanların sayısı arttıkça Wenzel’in başlangıçta birliğe duyduğu düşmanlık da azaldı, birliği resmen değilse de sözlü olarak onayladı. Resmî onayın prensleri kızdıracağından korkuyordu; ayrıca Altın Ferman’da, bütün kent birliklerinin yasadışı olduğuna ilişkin bir madde vardı. Ağustos 1388’de Schwaben ve Franken prensleri, Schwaben Birliği’nin çoğu paralı asker olan güçlerini Stuttgart yakınlarında kuşattılar. Bunu izleyen kuşatmalara kentler başarıyla direndi; ama bu olaylar onların ekonomik durumunu sarsmıştı. Uzayan mücadele, prenslerin kaynaklarını da zorluyordu. 1389’da Wenzel işe karıştığında her iki taraf da barış yapmaya hazır duruma gelmişti. Sonunda kent birlikleri dağıtıldı.

Wenzel’in başlangıçta kentleri desteklemesi, elektörlerin gözünden düşmesine neden oldu. Tahttan uzaklaştırılması için çeşitli yollar önerilmeye, hatta denenmeye başladı. 1399’da elektörler Wenzel’i azletmek niyetinde olduklarını açıkça ilan ettiler. Bu kez de onun yerini kimin alacağı konusunda önemli görüş ayrılıkları çıktı. Sonuçta, çoğunluğu ancak kendi oyuyla sağlayabilen III. Ruprecht seçildi.
1400-10 arasında tahtta kalan Ruprecht, Alman monarşisinin gücünü canlandıracak beceriden ve kaynaklardan yoksundu. Prenslerin ve kentlerin onu tanıması zaman aldı. Bir kralı ancak papanın azledebileceğini iddia eden papa da Ruprecht’i onaylamayı geciktirdi. Wenzel’e karşı düzenlediği sefer Prag surlan önünde yenilgiyle sonuçlanan, tacı papanın elinden giyme hayali ile gittiği İtalya seferinden eli boş dönen kral için en büyük tehlike ise Ren elektörleriyle ilişkisinin bozulmasından kaynaklandı. 18 Mayıs 1410’da Ruprecht ölünce, çok yaklaşan iç savaş da önlenmiş oldu.

Yeni kral seçimi gündeme gelince, güçlü Lüksemburg hanedanının kendilerinden olmayan bir adaya karşı çıkacağı anlaşıldı. Dört elektörün, adaylarının değişmesi koşuluyla Lüksemburglu bir kralın seçilmesini onaylamaları üzerine 20 Eylül 1410’da Wenzel’in kardeşi Sigismund seçildi. Bundan 11 gün sonra ise başka bir grup da Wenzel’in kuzeni Moravyalı Jost’u kral seçti. Jost ertesi yıl ölünce Sigismund tartışmalı unvanına yeniden kavuştu.
Sigismund enerjik, çok yönlü ve akıllıydı. Ama uzun yılların deneyimleri bile yeni tasarılara yönelmekteki aceleci tutumunu törpüleyemedi; mali konulardaki yeteneksizliği çevresini her zaman şaşırttı. Kişisel gücünü artırma ve hanedanına servet kazandırma hırsıyla dolu Sigismund’un kafasında öncelikle kendi krallığı Macaristan ve daha sonra ele geçirdiği Bohemya yer alıyordu; bunlar sürekli olarak Almanya’ya ilişkin konuların önüne geçiyordu.
Hus anlaşmazlığı. Sigismund’un Almanya’dan uzun süreler uzak kalmasının bir nedeni de Bohemya’daki Hus sorunuydu. Bohemya’daki Çek Kilisesi kendine özgü bir kimlik kazanmış ve uygulamalarında büyük ölçüde özerk davranmaya alışmıştı. Dinsel konulardaki bu bağımsızlık ruhu 14. yüzyılda Çekler arasında yavaş yavaş kendini gösteren bir milliyetçilik duygusuyla birleşmeye başladı. Bu duygu Alman azınlıktan nefret etmek gibi olumsuz bir biçime yöneldi. Bohemyalı din adamlarının lüks düşkünlükleri ve ahlaka aykırı davranışları ise, öğretileri giderek güçlü bir püriten nitelik kazanan dinsel reformculara hoş gözükmüyordu. Bu üç hareket Jan Hus’un kişiliğinde birleşti.

Prag Üniversitesi’nin İlahiyat Bölümü’nden mezun olan Hus, Prag’daki Betlehem Kilisesi’ne atandı ve verdiği vaazlarla kısa sürede büyük ilgi topladı. 1410’da Prag başpiskoposu Zbynek’in aforoz ettiği Hus papalık mahkemesine çıkmayı reddetti ve vaaz vermeyi sürdürdü. Bir süre sonra Wenzel’in isteği üzerine başkentten ayrıldı, ama ülkenin her yerinde vaazlar vererek cemaatini genişletti. Halk kitleleri, Hus’un öğretilerini gündelik dille açıklayan Çek rahiplerinden Alman azınlığın istilacı ve gerek Bohemya’nın, gerekse gerçek dinin düşmanı olduğunu öğreniyordu. Topraklarını satış ya da ipotek yoluyla kentlerdeki zengin Alınanlara kaptırmış olan güçsüz soylular hızla bu görüşlere yöneldi. Kilisenin zengin mülklerini ele geçirmeyi uman bazı yüksek soylular da Hus’un, Çek Kilisesi’ni havarilerin yoksulluğu düzeyine indirme önerisini benimsiyordu.

Bohemya’daki huzursuzluğu gören veliaht Sigismund Hus’u düşüncelerini Konstanz Konsili önünde açıklayıp kanıtlamaya davet etti. Bunu kabul eden, ama sorgulamada görüşlerini değiştirmeyen Hus, 28 Kasım 1414’te tutuklandı ve 6 Temmuz 1415’te yakılarak öldürüldü. Sigismund’un, Hus’u meclise çağırdığı sırada yaptığı protokole uyulmadığı yönündeki protestoları ise, hüküm giymiş zındıklarla yapılan anlaşmaların bağlayıcı olamayacağı ileri sürülerek önemsenmedi.
Hus’un ölümü onu, Çekler arasındaki izleyicilerinin gözünde bir şehit ve milli kahraman konumuna getirdi. Bunlar Sigismund’a lanetler yağdırıp papazlara ve kiliselere saldırarak öfkelerini gösterdiler. Katolikler de aynı biçimde karşılık verdiler. Bütün bunlar Sigismund’un tahta çıktığı sırada Bohemya’da adeta bir iç savaş havasının egemen olmasına yol açtı. Yeni kralın yatıştırıcı ve uzlaştırıcı tutumu da bu karmaşık dinsel ortamda yararlı olamadı. Papa, kralı Husçuların üzerine gitmeye yönelterek, karşılığında ona imparatorluk tacını vaat etti. Sigismund’un, Almanya içinden kaynak sağlayamadığı için, daha çok paralı askerlerle yaptığı saldırılar bir sonuç vermedi; bu seferlere mali güç oluşturmak için konan yeni vergiler de hoşnutsuzluk yarattı. 142930’da Husçular Saksonya, Thüringen ve Franken’e saldırdılar. Deneyimli Husçuların kaba kuvvetle yenilemeyeceği anlaşılınca Sigismund kiliseyle onları uzlaştırmayı Basel Konsili’ne bıraktı. Uzun süren zorlu görüşmeler sonucunda belirli bir anlaşma sağlandı ve ayaklanmacılar kraldan, kiliseden aldıklarından da çok şey kopardılar.
Habsburglar ve imparatorluk. Sigismund, erkek vârisi bulunmadığı için yerine damadını, Habsburglardan Avusturya dükü II. Albrecht’i aday gösterdi. İki hanedanın topraklarının birleşmesiyle gücü artan Albrecht yetenekli ve etkili biriydi. Alman siyasal yaşamında öne çıkarak tahta oybirliğiyle getirildi. Elektörlerin reform adı altında önerdikleri, prenslerin yetkilerini artırıcı tasarıları ise benimsemedi. Albrecht, OsmanlIlara karşı savunmak için gittiği Macaristan’da öldü (27 Ekim 1439).

II. Albrecht’in oğlu yaşça küçük olduğu için, kuzeni Steiermark dükü Friedrich Habsburg hanedanının başma geçti. III. Friedrich kayınbiraderi Saksonyalı Friedrich’in desteği sonucu gene oybirliği ile Almanya krallığına seçildi. Bu seçim Habsburglarla Alman Krallığı arasındaki ilişkiyi daha da pekiştirmişti, ama tahta da Almanya ile pek ilgilenmeyen, daha çok hanedan ve astrolojiyle uğraşan bir kralın geçmesine yol açmıştı. Bu dönemde prensler arasındaki düşmanlıklar, yıkım ve yağmalarla sonuçlanan kanlı savaşlara dönüştü. Herkes barışın gerekliliğinden söz ediyordu, ama barışı kimin sağlayacağı belli değildi. Sürekli bir barışın yapılması, bunu sağlayabilen için önemli bir güç kaynağı olacaktı; bu nedenle de III. Friedrich’le prensler arasındaki mücadele uzun, şiddetli, ama sonuçsuz oldu.

OsmanlIların Varna ve Kosova zaferlerinden sonra hızla batıya doğru ilerlemeleri bir bunalım dafıa yarattı. Habsburgların Macaristan krallığı ve III. Friedrich’in kendi düklüğü Steiermark Osmanlı ordusunun yolu üzerindeydi. 1453’te Konstantinopolis’in (İstanbul) düşmesi Doğu Roma İmparatorluğumu yok etmişti ve Almanya’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun da aynı sona uğramasından korkuluyordu. Kral bu fırsatı değerlendirerek meclisten OsmanlIlara karşı durmak için mali yardım istedi. Başta prensler olmak üzere mechs de krala, içteki karmaşa nedeniyle Almanya’nın savunma gücünün zayıfladığını hatırlattı.
III. Friedrich düşürülmeden önemli reformların sağlanamayacağına inanan prenslerin sayısı giderek artıyordu. Yerini yitirmekten korkan Friedrich küçük reformlar yapmaya başladı. Kralın sonunu getiren, kardeşi Albrecht’in ölümüyle 1463’te Avusturya’yı da elde etmesi oldu. Dikbaşlı Avusturya soyluları kısa zamanda Friedrich’i değerlendirdiler ve otoritesini görmezden geldiler. Bu arada Avusturya’yı doğuda ve güneyde Macaristan’ın toprağa doymaz hükümdarı I. Mâtyâs tehdit ediyor, güney sınırlarından da OsmanlIlar saldırıyordu. Friedrich’in sürüp giden kararsızlığını gören ve zaten Bohemya’nın bir bölümünü zapt etmiş olan I. Mâtyâs Avusturya’ya karşı bir saldırıya geçti ve 1485’te Viyana’yı ele geçirdi. Friedrich Almanya’ya kaçarak prenslerden yardım almaya çalıştı. Böylece reform yanlılarına uzun süredir bekledikleri fırsatı verdi; tahtı oğluna bırakmaya zorlanan Friedrich krallığın Habsburglarda kalmasıyla avunarak, pek de istekli olmadan bu öneriye uydu ve 1486’da Maximilian kral seçildi. Friedrich 1452’de Roma’daki taç giyme töreninden beri sahip olduğu imparator unvanını korudu, ama Almanya yönetiminde hiçbir rol oynamadı.

1500 öncesinde bölgesel devletçiklerdeki gelişmeler. 1500’e gelindiğinde birçok prenslikte, prenslerle yerel zümre meclisleri (Landstande) arasındaki mücadelenin sonucu açıklık kazanmamıştı. Çatışma biraz da tarafların hükümet anlayışındaki farklılıktan kaynaklanıyordu. Ruhban olmayan prensler topraklarını, oğullan arasında anlaşmayla paylaştırabilecekleri özel mülkleri olarak görüyor, özel ve resmî gelirleri arasında aynm yapmıyorlardı. Üç zümre (ruhban, soylular ve kentliler) ise toplumu yerel meclislerin temsil ettiğini ileri sürüyorlardı. Bu nedenle de prenslerin davranışlanyla zümre çıkar va ayrıcalıklarına zarar vermemeleri için meclislerin onayını almaları gerektiğinde diretiyorlardı. Benzer biçimde, toprakların aile anlaşması ile prensin oğulian arasında bölünmesine karşıydılar. Sonunda prensliklerin küçük beyliklere bölünmesinin doğru olmadığı daha sağduyulu prenslerce de benimsendi. Mali alanda ise olağanüstü vergilerin konması, prenslerle zümreler arasında en önemli konu olarak kaldı. Bu yerel meclislerin amacı, üç zümrenin de ayrıcalıklarını korumak, prensin yetkilerini sınırlı tutmak ve vergilendirmeyi kısıtlamaktı. Ama aynı zamanda, iyi yönetimden yanaydılar ve aydın prensler genellikle karar almadan önce onlara danışırdı. Prensler bu güçlü ve çoğu kez kavgacı kurumlara karşı dikkatli davranıyor ve sürekli olarak meclislerin ancak prens çağırdığı zaman toplanabileceğini ileri sürüyorlardı.

Meclisin duvarları dışında ise prenslerin güçlü uyruklarını dizginleme çabalan şiddetli direnişlere yol açıyordu. Gururlu ve dikbaşlı soylu vasallar, özgürlükleri ile oynamaya kalkan herhangi bir prense karşı kolayca birleşebiliyorlardı. Prenslik topraklarındaki kentler de bağımsızlıklarını korumada aynı ölçüde kararlıydılar. En yoğun mücadele Brandenburglu Hohenzollern hanedanının yerel özgürlüklerin taşdüşmanı olarak ortaya çıktığı doğu bölgesinde, bir de kuzeyde geçiyordu. Güneyde ise prenslerin, İtalya ticareti ile zenginleşen kentlerle başa çıkmasına zaten olanak yoktu.
1300-1500 dönemi bölgesel devletçiklerde merkezî hükümet organlarının yavaş yavaş çeşitlenip uzmanlaştığı yıllar oldu. Ana kurum, üst tabaka soylularla din adamlarından oluşan ve prensin istedikçe başvurduğu danışma meclisiydi (Hofrat). Meclisin işleri belirlenmiş değildi ve üyeleri arasında herhangi bir işbölümü yoktu. Üyeleri de kesin değildi ve bazıları toplantıya ancak özel davetle katılırdı. Böyle uzmanlaşmamış ve oturmamış bir organ, merkezî hükümetin gittikçe karmaşıklaşan sorunlarının üstesinden gelemiyordu. Bu nedenle 14. ve 15. yüzyıllarda “günlük” ya da sürekli meclis üyeliği biçiminde bir profesyonel öğe devreye sokuldu. Bu üyeler genellikle İtalya’da ya da Prag (1364), Viyana (1365), Heidelberg (1386), Rostock (1419) ve Tübingen (1477) gibi yeni açılmış üniversitelerde eğitilmiş ve Roma hukukunu çok iyi bilen hukukçulardı. Roma hukukunun merkezileştirici, otoriter hükümleri geleneklerin çok köklü olduğu Saksonya ve SchlesvvigHolstein dışındaki her yerde prenslerin gücünün artmasına elverişli bir ortam oluşturdu. Özel beceriler gerektiren mali yönetim, hükümetin ayrı bir bölümüne (Hofkammer) verilmişti. Prense devlet işlerinde yardımcı olması için de gözde danışmanlardan oluşan özel bir kurul (Geheimrat) vardı. Yeni yönetsel yapının en zayıf yanı maliye konusuydu. Hohenzollernleri örnek alarak yıllık bütçeyi hazırlamak ve düzenli olarak hükümete hesap sunacak maliye görevlileri kullanmak gibi düzenlemelere pek az prens girişmişti.

14. ve 15. yüzyülarda Alman toplumu, ekonomisi ve kültürü. Ticaret ve el sanatlarında görülen büyük ilerlemelere karşın ortaçağ sonlarında Alman toplumu hâlâ tarıma dayanıyordu. 1500’de 12 milyon olduğu tahmin edilen nüfusun yalnızca 1,5 milyonu kent ve kasabalarda yaşıyordu. Tarımın örgütlenmesi bölgeden bölgeye farklılıklar gösteriyordu. Kuzey ve kuzeydoğunun yeni yerleşilmiş topraklarına özgü büyük çiftliklerle geniş malikânelerde üretilen tahılın fazlası Baltık limanlarından ihraç ediliyordu. Daha yoğun nüfuslu güney ve güneybatı bölgeleri ise birçok küçük köyün ve küçük soyluların “cüce” malikânelerinin bulunduğu bir kesimdi. Kuzeydoğuda Toton Şövalyeleri’nin başını çektiği büyük toprak sahipleri başlangıçta özgür olan çiftçiler üzerindeki denetimlerini sıkılaştırdılar; dolaşım özgürlüklerini kısıtlamakla başlayıp giderek onları toprağa bağlı serilere dönüştürdüler. Güneyde, kentlerden gelen yoğun tahıl talebi, toprak sahibi büyük köylülere yaradı; bunlar üretim fazlalarını en yakın kentte satarak kazançlarını toprak alımına yatırdılar. Küçük çiftçi ve köylüler ise ancak kendilerine yetecek kadar üretim yapabiliyor, üretim fazlaları olmadığı için de büyüyen kentsel talepten yararlanamıyorlardı. Babadan kalan toprakların vârisler arasında bölünerek çok küçülmesi kentlere akm edilmesine yol açıyordu.

Güney Almanya’da kırsal toplumdan kentsel topluma geçişin sancılan, ruhban ve kilise dışı toprak sahiplerinin izlediği politikalarla daha da arttı. İşgücü kıt, maliyetler yüksekti. Kendi çıkarlarını önde tutan beyler, topraklarında yaşayanlardan isteklerini artırmaya başladılar. Ama bu uygulamalarla birlikte hoşnutsuzluklar da belirdi. Gözü en zor doyanlar ruhban toprak sahipleri olduğu için hoşnutsuzluklar giderek kiliseye yöneldi ve Gotha (1391), Bregenz (1407), Rottweil (1420) ve Worms’de (1421) yerel ölçekte karışıklıklar çıktı. 15. yüzyılda Yukarı Ren Bölgesinde, Alsace’da ve Kara Ormanlar’da da kargaşalıklar gittikçe artıyordu. Köylülerin haklı, ama çoğu kez karşılanamayacak ölçüdeki isteklerine toprak sahiplerinin sert biçimde karşı çıkışı ise yangını körükleyerek 1524-25’teki büyük ayaklanmalara yol açtı.
Soyluların alt tabakası iki belirgin gruptan oluşuyordu: Topraklarını doğrudan tahttan alan imparatorluk şövalyeleri (Reichsritter) ve tahtla doğrudan bağlantılarını yitirerek yerel prenslerin vasalı durumuna girmiş taşra soyluları (Landesadel). İmparatorluk şövalyeleri Hohenstaufen hanedanından imparatorlar tarafından askeri ve yönetsel görevlere getirilmişlerdi; daha çok Schwaben, Franken, Alsace ve Ren Bölgesindeki Hohenstaufen topraklarında yaygındılar. Hohenstaufen hanedanı yok olunca bunlar işlevlerini ve kazançlarını yitirdiler. Artan fiyatlar karşısında küçük topraklarının gelirinin alım gücü kalmadı. Sınıfsal önyargılan nedeniyle bir ticaret ya da üretim etkinliğine de girişmediler. Talihlerinin tersine dönmesinin yarattığı öfkeyle ellerinde kalan vergi bağışıklığı ve savaşma hakkı gibi ayrıcalıklara daha çok sarıldılar. Prenslerin onları sıradan uyruk konumuna indirmek için yaptığı baskılara karşı koydular ve taşra soylularıyla güçlü birlikler oluşturarak yerel çatışmalara karıştılar. Bunun sonucunda şövalyelerin bir bölümü basit havdutlar haline geldi, bir bölümü de İtalya ya da Almanya’da paralı asker (Saldritter) oldu. Doğu Almanya’daki şövalyeler aynı ölçüde dikbaşlı, ama çok daha varlıklıydılar; malikâneleri (Rittergut) daha büyüktü, ellerinde kazanç sağlayacak kadar üretim fazlası kalıyordu. Yerel zümre meclislerine katılıyorlardı. Bu nedenle prenslerin gücü karşısında daha sağlam bir durumdaydılar.

15. yüzyılda Almanya’da kentsel nüfus yaklaşık 3 bin kentle kasabada toplanmıştı. Bunların 2.800 kadarında nüfus 100 ile 1. 000 kişi arasındaydı. Nüfusu 10 bini aşan kent sayısı 15’i geçmiyordu. Bu küçük grup içinde Köln, Augsburg ve Nümberg öne çıkmıştı. Köln’ün en kalabalık nüfusu 13. yüzyılda 60 bindi. Ama iç çatışmalar, kovulmalar ve dış göçlerle bu sayı 1500’de 40 bine düştü. 1500’de en kalabalık Alman kenti, 50 bin kişiyle Augsburg’du. Üçüncü sırada 30 bin kişiyle hızla büyüyen Nümberg vardı. Kentsel nüfus arasında toplumsal birlik duygusu en çok 13. yüzyılda ortaya çıktı: Loncalar nüfuzlu kentli ailelerle birleşerek beylerinden bağımsız bir kent meclisi (Stadrat) kurma yetkisi aldılar. 14. yüzyılda kentli oligarşi sistemli olarak lonca ustalarını bu meclisin dışında tutmaya başlayınca birçok yerde ayaklanma çıktı. Çatışmanın temelinde üretici lonca üyelerinin kentsel üretimi tüccarların sıkı denetiminden kurtarma isteği yatıyordu.
Bu arada ustalar rekabeti azaltmak için yeni üyelerin katılmasını engelledikçe, loncalar da giderek daha oligarşik ve kapalı bir yapıya büründü. Çırak ve kalfalıktan ustalığa geçebilmek için büyük paralar ödenmesi gerekiyordu ve birçok loncaya hemen hemen yalnızca ustaların oğullan üye kabul ediliyordu. Kalfalar zamanla daha fazla ücret ve daha kısa iş saati isteklerini kabul ettirebilmek için kendi birliklerini oluşturmaya başladılar. Ustalar ise bu birlikleri yasadışı ilan edip elebaşlarım kara listeye aldılar ve düşük ücret uygulamasını sürdürmek için birleştiler. Lonca dışında günlük ya da geçici çalışan işçilerin hiçbir güvencesi yoktu. Alman kentlerinin bugüne kalan vergi kayıtlarına göre kentlerde hem aşın zenginlik, hem de aşırı yoksulluk vardı.

Almanya’da laik toplumun güçlenmesi ve kendini kabul ettirmesi kilisenin zararına gerçekleşiyordu. Üst düzey din adamlarının arasında siyasal önderliği de yürüten 100’den fazla başpiskopos, piskopos ve başkeşiş vardı. Piskoposlar genellikle aristokrat ailelerden geliyorlardı ve kilise görevine seçilmiş olmaları, bunların savaşa ve toprak edinmeye yönelik tutkularını engellemiyordu. Kilisede alt kademeler de dünyevi çıkarlara yöneliyordu. 1348-49’daki veba salgınında, kaçmak yerine hastalara bakmayı seçen birçok değerli papaz ölmüştü. Boşalan yerlere gelenler ise ruhsal bakımdan yetersiz, kendi çıkarlarını kollayan kişilerdi. Bunların sayısı çoğaldıkça görevlendirilmeleri ve ödenek bulmaları da zorlaştı.
1200-1500 döneminde Alman ekonomisinin en önemli başarısı ticaret ve tanm dışı üretimde oldu. Kuzeye yönelik Akdeniz ticaretinin, Yüz Yıl Savaşları nedeniyle geleneksel geçiş yolu olan Rhöne Vadisinden doğuya, Alp geçitlerine kayması, iç çatışmalar sonucu İtalyan kent devletlerinin uzak ülkeler ticaretindeki üstünlüklerinin zayıflaması ve Baltık’la Tuna arasındaki Doğu Avrupa kolonilerinde ekonominin hızla gelişmesi Alman ticaretine büyük kazançlar sağladı. Almanya’da ticaret kuzeyde genel olarak tahıl, balık, tuz, maden gibi temel maddelerle sınırlıyken, güneyli Alman tüccarlar İtalya ile Avrupa’nın başka yerleri arasındaki ticarete aracılık ederek 15. yüzyılın sonunda üstünlüğü ele geçirmişlerdi. Schwaben keteni üretip ihraç eden Büyük Ravensburg Ticaret Kumpanyasının (13801530) etkinlikleri ticaretle üretimi birleştirdi. Böylece Höchstetter, Herwart, Adler, Tucher ve Imhof gibi ailelerin servetlerinin temeli atıldı. Bağımsız girişimcilerin en önemlisi Augsburglu dokumacı Hans Fugger’in aile kuruluşuydu. Fugger ailesinin birikimi tefecilik ve bankacılık için sermaye oluşturdu.

Odak noktası işlevi yüklenecek güçlü bir merkezî monarşi olmadığı için, Alman kültürü bölgesel niteliğini ve çeşitliliğini sürdürdü. Meister Eckhart, Joharın Tauler ve Heinrich Suso’nun tüm insanları Tarın’mn krallığını kendi içlerinde aramaya çağıran mistisizmi, özellikle kiliseden yeterli ilgiyi göremeyen insanların kendi iç değerlerine yöneldiği Ren Bölgesindeki kentlerde gelişti. Aynı bölgede toplumsal ve ahlaksal yergi edebiyatı da canlı bir gerçekçiliğe ulaştı. Strassburg (Strasbourg) doğumlu Sebastian Brant (1458-1521) insanın akıl yoksunluğunu işlediği Narrenschiffit (1494; Deliler Gemisi) hiçbir sınıfı eleştiriden uzak tutmadı. İtalyan hümanizminin etkisinin henüz pek ulaşmadığı zengin Güney Almanya kentlerinde geç gotik kültürü mimarlık ve heykel sanatlarında olağanüstü güzellikler yarattı.

kaynak: Ana Britannica

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #13
Safi - avatarı
SMD MiSiM

İTİKATÇI DÖNEM, 1555-1648.


Devletin yapılanması ve Reform hareketi sıradan insanların yaşam koşullarında gerçek bir iyileşme sağlamadı. Bu arada hızlı nüfus artışının ve Yenidünya’dan gelen değerli metallerin etkisiyle fiyatlar çok yükseldi. Kentlerin pazarı daralıp gelirleri düştükçe siyasal etkileri de azaldı. Kapitalizmin ilk uygulamalarıyla üretim, eve iş verme biçiminde kentlerden kırsal kesime kaymaya başladı. Zenginler daha da zenginleşirken yoksullar iyice yoksullaştı. Siyasal ve ekonomik güç küçük bir azınlıkta toplandı. Toplumsal kutuplaşma açıkça görülür duruma geldi.
1555-1618 arasında din ve siyaset. Augsburg Barışı sonrasında imparatorlukta üstünlük sağlamak için çekişen dört güç vardı: Almanya’nın Katolik kalmış bölgelerine yayılmak isteyen Lutherci yönetimler, tanınmak için mücadele eden Kalvenciler, güçlü yönetimlerle işbirliğine girerek Protestanları durdurmaya çalışan Katolikler ve Katolik davasına hizmet etmeyi amaçlayan Habsburg imparatorları. 16. yüzyılın ikinci yarısında iki önemli etken bu durumda değişikliğe yol açtı. Bunlar Katolik Kilisesi’nde reforma aracılık eden Trento Konsili (154563) ve Cizvitlerdi. Katolik Reform hareketi Trent Konsili’nin kararlarına dayanıyordu. Bu kararların başlıca uygulayıcısı olan Cizvitler de daha çok Karşı Reform olarak bilinen bu hareketin eylemci aşamasında öne çıkan tarikattı. Almanya’da iyi örgütlenen Cizvitler, çoğu kendilerine itikat bildirisinde bulunmuş Katolik hükümdarlarla işbirliği yaptılar.

Protestanların eylemci kanadını ise Kalvenciler oluşturdu. Alman toplumunu derinden etkilemesi yüzünden bazı tarihçilerin “İkinci Reform” hareketi adıyla andığı Kalvencilik öbür Protestanların inançta reform yaptığını reddediyor, dolayısıyla kendini tek gerçek “Reform Kilisesi” olarak görüyordu. Pfalz elektörünün inançlarını benimsemesiyle Kalvenciler bu elektörlüğü ele geçirdiler. Almanya’da başka elektörlük, bölge ve kentlere de girmeyi başardılar. Cenevre Kalvenciliğinden farklı olarak otokratik devlet kilisesine kolayca uyum sağlayan Alman Kalvenciliği prensler tarafından saldırgan bir ilahiyat ve etkili bir siyasal silah olarak görüldü.
Mezhep çatışmalarının alevlendiği, itikat ve siyasetin iç içe geçtiği bu dönemde herhangi bir olay savaşa yol açabilirdi. 1582’de Köln elektör başpiskoposu Kalvenciliği benimsedi ve 1555 barışının koşullarına meydan okuyarak unvanını bırakmayı reddetti. Bu tutumu elektörler arasında Protestanların çoğunluk olarak imparator seçimini belirlemesi anlamına geliyordu. 1583’teki Köln Savaşı’nda İspanyol birliklerine yenilen Köln başpiskoposu çekilmek zorunda kaldı. Bu arada Habsburglar da Katolik davasına hizmet çabalarında engellerle karşılaştılar. Sorunlu bir kişiliği olan II. Rudolf yönetimi (ve 1612’de de tahtı) kardeşi Matthias’a bıraktı. Habsburgların Avusturya’da giriştikleri kapsamlı Karşı Reform köylü ayaklanmalarına yol açtı; Macar ve Bohemyalı soyluların direnişiyle karşılaştı. İmparatorun Donauwörth kentindeki Katolik azınlığı korumakla görevlendirdiği Bavyera dükü Maximilian’m birlikleri bu kenti işgal etti. Donauwörth olayını bahane eden Lutherci ve Kalvenci prensler 1608’de Protestan Birliği’ni kurdular. Buna karşılık olarak 1609’da Bavyera dükünün önderliğinde Katolik Birliği oluşturuldu. Her iki taraf da silahlandı ve dış güçlerle ittifaka girdi. II. Rudolf ve Matthias vâris bırakmadan ölünce Habsburg hanedanının toprakları acımasız bir Karşı Reformcu olan Arşidük Ferdinand’a (sonradan İmparator II. Ferdinand) kaldı. Ferdinand önceki imparatorun 1609’da Bohemya’ya tanımış olduğu din özgürlüğünü sınırladı. Bohemyalılar buna şiddetle karşı çıktılar ve miÜtan temsilcileri 1618’de iki imparatorluk danışmanını Prag’ da bir şato penceresinden aşağı atarak geleneksel protesto gösterisinde bulundular. Ferdinand savaşa hazırlanırken Bohemyalı soylular da bir Kalvenci olan Pfalz elektörü V. Friedrich’i kral seçtiler. Böylece Otuz Yıl Savaşları başladı.
Ad:  almanya18.jpg
Gösterim: 449
Boyut:  108.8 KB

Otuz Yıl Savaşları Sonunda Almanya’da Mezhepler, 1650


Otuz Yıl Savaşları ve Vestfalya Barışı. İmparatorun ve Katolik Birliği’nin orduları Bohemya ayaklanmasını hızla bastırdı. Bohemya kralı Friedrich yenildi. Bohemya’da katı Katolik inanca ve otoriter yönetime dayalı “itikatçı mutlakıyet” kuruldu. İspanyol ve Bavyera birlikleri Pfalz’ı ele geçirdi; 1623’te Bavyera dükü Maximilian Pfalz elektörü oldu. Savaş yayılıp Katolikler zafere yakın görününce Habsburg egemenliğinden korkan Avrupalı güçler bir ittifak kurarak II. FerdinandTa savaşa girdiler. Bütün Avrupa’yı kaplayan savaşın ilk 10 yılında imparator gittikçe güçlendi ve 1629’da bir ferman çıkararak Protestan yönetimlerin 1552’den sonra el koyduğu bütün kilise mülklerinin geri verilmesini istedi. Savaşın ikinci aşamasında ise iç ve dış düşmanları bir kez daha imparatora karşı birleşti; özgürlüklerini yitirmekten korkan Katolik Alman yönetimler de Protestanlara katıldı. Bu aşamada savaşın vahşeti görülmedik boyutlara ulaştı. Örneğin imparatorluk birlikleri uzun süre direnen Magdeburg kentinde halkın üçte ikisini katletti. 1635’te dış müdahaleye son vermeyi amaçlayan Saksonya ve Brandenburg gibi Protestan yönetimler imparatorla Prag Barışı’nı imzaladılar ve 1629 fermanının kaldırılmasını sağladılar. Ama Ispanya’nın güçlenmemesi için savaşın sürmesini isteyen Fransa İsveç’e ve Alman prenslerine büyük .para yardımlarında bulundu; 1638’de de İsveç’le birlikte saldırıya geçti. Almanya’da savaş 10 yıl kadar daha sürdü, ama artık tarafların çoğu gücünü tüketmiş, pazarlık şansını artırma umuduyla askeri harekâtları sürdürür olmuştu. 1648’de Vestfalya’da biri imparatorun, Alman yönetici zümrelerinin, İsveç’in ve Fransa’nın temsilcileri, öbürü İspanya ile Felemenk arasında iki barış antlaşması imzalandı; Fransa’yla İspanya ise 1659’a değin barış yapmadı.
Vestfalya Banşı’yla Fransa ve İsveç toprak kazandı; Bavyera bir elektörlük elde etti; Protestan yönetimler 1624’teki durum temelinde el koymuş bulundukları kilise mülklerini korudular; Kalvenciler tanındı; Felemenk İspanya’dan, İsviçre de imparatorluktan bağımsızlaştı. Ama en önemlisi Alman prensleri neredeyse sınırsız bir egemenliğe kavuştu ve imparatorluğu merkezî yönetimli “modern” bir devlete dönüştürme çabası boşa çıktı. 1648’de yüzlerce özerk siyasal
birime bölünen Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu 19. yüzyılda Alman birliği kumlana değin bu yapısını korudu. Barış ayrıca Avrupa’da dinsel sorunların öne çıktığı son büyük itikat savaşını da geride bıraktı. Prensin itikat değiştirmesiyle ülkesinin de yeni inancı benimsemesi kuralını kaldırdı; isteksizce de olsa dinde çoğulculuğun ve hoşgörünün yolunu açtı.

MUTLAK KRALLIKLAR DÖNEMİNDE BÖLGESEL DEVLETLER, 1648-1760.


Vestfalya Banşı’ndan sonraki imparatorluğu anlatmak için bazı tarihçiler “ucube” nitelemesini kullanmıştır. Çağdaş araştırmacılar ise bunu gevşek bağlarına karşın işlerliği olan, federasyona benzer bir yapı biçiminde değerlendirme eğilimindedir. Küçüklü büyüklü 300 prenslik, 51 imparatorluk kenti ve yaklaşık 2 bin imparatorluk kontuyla şövalyesi bu yapı içinde var olabilmiş, hepsine de kendi topraklarında bir elektör ya da dük kadar egemenlik hakkı tanınmıştı. İmparator hâlâ bütün ülkenin süzereniydi, ama gerçek bir gücü kalmamıştı. İmparatorluğu oluşturan bütün birimlerde yönetici zümreler yerleşik hiyerarşi ve geleneklerin koruyucusuydu.
Ad:  almanya19.jpg
Gösterim: 516
Boyut:  93.2 KB

Almanya, 1648


Ülke düzeyinde imparatorluğun işlevi de buydu. Sistemin doğasında tutuculuk vardı.
Brandenburg-Prusya ve Avusturya. Statükoyu korumaya yönelik genel eğilime karşın imparatorluğu oluşturan büyük birimler sürekli bir genişleme politikası izledi. 1618 sonrasının devletleşmeye elverişli ortamı da bu politikaya uygun düştü. Ekonominin derin sorunları merkezî yönetim ve müdahalenin tek çıkış yolu olarak görülmesine yol açmış, savaş vergileri hükümdarların mali gücünü artırmış, vergilere karşı çıkan yerel meclisler gittikçe karar alma sürecinin dışına itilmiş, soyluların prense bağımlılığı artmış, toplumun esenlik umutları hükümdarlara bağlanmıştı. Bütün bu gelişmeler en çok imparatorluğun iki büyük birimi olan Brandenburg-Prusya ile Avusturya’nın işine yaradı.
Brandenburg-Prusya’nın tarihi olumsuz koşulların siyasal beceri ve cesaretle aşılmasının örneği oldu. Seyrek nüfuslu ve kıt kaynaklı Brandenburg’un topraklan 1648’ de çok dağınıktı. 1619’da miras yoluyla edinilen Prusya düklüğü coğrafi olarak elektörlükten kopuk ve Polonya’nın vasalı durumundaydı. Ren ve Vestfalya bölgelerindeki Kleve (Cleves), Mark ve Ravensberg kontlukları da uzakta ve ortak sınırdan yoksundu. Brandenburg elektörlüğü bunlar ve 1648 barışıyla ele geçirdiği Doğu Pomeranya ile bazı küçük piskoposluklar ve arazilerden oluşuyordu. Ama hükümdarı Friedrich Wilhelm (hd 1640-88) çeşitli siyasal manevralarla ülkesini bütünleştirmeyi başardı; Prusya’nın dükü ve doğrudan yöneticisi oldu; Magdeburg piskoposluk bölgesini ele geçirdi. Bütün bu başarılarından dolayı da “Büyük Elektör” adıyla anıldı.
Friedrich Wilhelm’in başarısı 30 bin kişilik düzenli profesyonel ordusuna dayanıyor, yönetiminin bütün yönlerini de bu ordu belirliyordu. Vergi gelirlerini yüksek tutmak için ekonomi canlandırıldı. Friedrich

Wilhelm’in son yıllarında XIV. Louis’nin Nantes Fermam’m yürürlükten kaldırması (1685) 20 bin Fransız Protestanın ülkeye göç etmesine yol açtı; bunlar ve Felemenkli göçmenler ekonominin büyümesini hızlandırdı. Friedrich Wilhelm ayrıca profesyonel bir bürokrasi kurarak zümreler meclisini büyük ölçüde yönetimin dışında bıraktı. Köylüyü istedikleri gibi sömürme özgürlüğü karşılığında toprak sahibi soyluların desteğini sağladı. Böylece sağlam bir ekonomi, sıkı bir yönetim, etkili bir mali örgütlenme ve güçlü bir orduya dayanan otokratik devletin temellerini attı.
Friedrich Wilhelm’in ardılı III. Friedrich (hd 1688-1713) İspanya Veraset Savaşı’nda Brandenburg ordusuna gereksinim duyan imparatordan “Prusya kralı” unvanını taşıma iznini aldı. 1713’te savaş sona erdiğinde uluslararası düzeyde tanınan bu unvan Brandenburg’un kuzeyde Saksonya’yla rekabeti açısından önemliydi ve Saksonya hükümdarı 1697’de Polonya kralı olmuştu. Prusya’nın devlet yapısı ile üretkenliğini ve ahlakını kusursuz bir biçimde bütünleştiren ise III. Friedrich’in oğlu oldu. Kral unvanı taşıma hakkı elde edildikten sonra sıralamanın yeniden başlatılması yüzünden I. Friedrich Wilhelm (hd 1713-40) adıyla tahta çıkan yeni kral, düzenli ordusunu 80 bin kişiye çıkardı. Böylece Avrupa’nın Fransa, Rusya ve Avusturya’dan sonra dördüncü büyük ordusu nüfıfs açısından 13. sırada gelen ülkede oluştu. I. Friedrich Wilhelm yüksek vergi gelirlerini korumak için hırslı bir ekonomi politikası izledi. Tarımı ve imalatı özendirdi; sarayda bile gereksiz harcamaları kıstı; hammaddelere ihracat yasağı getirdi; hiçbir lükse izin vermedi. Kent yönetimlerinin yetkilerini devralan kraliyet görevlileri kentsel üretimi denetlemeye başladı. Kalvenci kralın çalışma ahlakı Pietist din adamları aracılığıyla Lutherci uyruklara aşılandı; çok çalışan, sade yaşayan ve devlete boyun eğmeyi görev bilen bir toplum oluştu. I. Friedrich Wilhelm dedesinin başlattığı merkezî örgütlenmeyi büyük bir başarıyla tamamladı. 1740’ta Prusya artık Avrupa’nın büyük güçlerinden biriydi.

Avusturya’da devletin işleyişiyle ilgili bütün sorunlarda iktidardaki Habsburg hanedanının Fransa ve Osmanlı Devleti’yle süregelen çekişmesi belirleyici oldu. İmparator olarak güçlerini büyük ölçüde yitiren I. Leopold (hd 1658-1705), oğlu I. Joseph ve onun kardeşi VI. Kari (hd 1711-40) öncelikle Orta ve Doğu Avrupa’daki hanedan ve taht topraklarında otoritelerini pekiştirmekle uğraştılar. Prusya gibi bir yapı oluşturamamakla birlikte Avusturya önemli bir Avrupa devleti olmayı başardı. Habsburg topraklan Avusturya düklüklerini (Avusturya, Steiermark, Kârnten, Krain [Kramjska] ve Tirol kontluğu), Bohemya eyaletlerini (Bohemya Krallığı, Moravya ve Silezya), Macaristan Krallığı’m ve İspanya Veraset Savaşı’nın ardından 1714’ten sonra Felemenk’in güneyi (Brabant, Lüksemburg, Flandre) ile Milano düklüğünü kapsıyordu. Bu kopuk toprak parçalarını yalnızca Habsburg monarşisi bir arada tutuyordu; Habsburgların imparatorluk ve hanedan kaygıları bütünleşmeyi önlüyordu. Maria Theresia döneminin (1740-80) reformlarına değin Avusturya’da etkili bir yönetim kurulamadı ve maliye düzene kavuşmadı. Avusturya ordusu büyüktü (100 bin kişi), ama savunulacak toprakları da büyük ve dağınıktı. Erkek vârisi olmayan VI. Kari Avusturya’nın parçalanmasını önlemek için Pragmatische Sanktion denen özel bir veraset yasasını ülkedeki bütün zümre meclislerine onaylattı. Avrupa’daki güç dengesinin bozulmasını ve Fransa’nın bundan yararlanmasını istemeyen öbür AvrupalI hükümdarlar da buna razı oldu. 1713’te yürürlüğe giren bu yasaya göre Habsburg toprakları parçalanamayacak ve VI. Karl’ın büyük kızı Maria Theresia’ya kalacaktı. Bu arada Avusturya doğuda OsmanlIlardan, batıda da Fransa’dan gelen bir dizi saldırıya başarıyla karşı koymuştu.

XVI. Louis dönemi.


Vestfalya Barışı’nı izleyen yarım yüzyıl boyunca Fransa kralı XIV. Louis’nin güçlü kişiliği imparatorluk üzerinde biçimlendirici bir etki yarattı. Tahta çıktığı 1661’den 1715’te ölümüne değin Fransa’yı Avrupa’nın en güçlü devleti yapmaya çalışan XIV. Louis doğuda OsmanlIlarla ittifak içindeydi. 1683’te OsmanlIların üç ay süren Viyana kuşatmasına son verdikten sonra Avusturya’nın imparatorluk orduları saldırıya geçti. 1699 Karlofça Antlaşmasıyla da OsmanlIlardan Macaristan’ın büyük bölümünü, Transilvanya (Erdel), Slovenya ve Hırvatistan’ı aldı. Batıda ise durum çok farklıydı. Habsburgların İspanya kolunun II. Carlos’la son bulması bekleniyor, İmparator I. Leopold, bir İspanyol prensesin kocası ve Fransa kralı XIV. Louis Ispanya tahtı üzerinde hak iddia ediyordu. Louis İspanya tahtının boşalmasını beklerken kuvvetlerini Almanya’ya doğru sürdü. Doğu sınırını Ren Irmağına dayamak amacıyla Flandre ve Lorraine’i işgal etti; Kleve’ye (Cleves) saldırdı; Felemenk’e girdi; 1679’da Alsace’a nüfuz etmeye başladı; 1681’de imparatorluk kenti Strassburg’u (Strasbourg) işgal etti. Askeri gücü bütün imparatorluğu dize getirmeye yetmediğinden Alman devletlerinin yardımını ya da tarafsızlığını parayla satın aldı. XIV. Louis’ ye karşı muhalefetin önderliğini Felemenk üstlendi ve daha sonra İngiltere kralı (III. William) olan Oranje prensi Willem İngiltere’nin Fransa yanlısı politikasını değiştirdi. II. Carlos’un ölümünden (1700) sonra Fransa’ya karşı resmen kurulan Büyük İttifak (1701) 1648 ve 1659 barışlarının Avrupa’ya getirdiği dengeyi yeniden sağlamayı amaçlıyordu.
Çatışmanın Almanya’da Pfalz Savaşı adıyla bilinen ilk aşaması Pfalz ve Schwaben’de büyük yıkıma yol açmış, ama kesin sonuç vermemişti. 1701’de çoktandır beklenen İspanya Veraset Savaşı başladı. Aynı yıllarda İsveç’in Danimarka, Rusya ve Saksonya’ya karşı başlattığı Kuzey Savaşı’na Brandenburg-Prusya’yı da katmak isteyen XIV. Louis bu çabasında başarısız kaldı. Avusturya İngiliz kuvvetleriyle birlikte İtalya’da, Fransızlarla Bavyeralılar Güney Almanya’da savaştı. İki taraf da kesin üstünlük sağlayamadı, ama müttefiklerin gücü yavaş yavaş arttı. Bu noktada I. Joseph’in ölmesi ve VI. Karl’m imparator olması ittifakın parçalanmasına yol açtı; VI. Kari bir süre önce İspanya kralı ilan edilmişti ve Kutsal RomaGermen ile İspanyol imparatorluklarının yeniden birleşmesi Avrupalı güçler açısından en az Fransız üstünlüğü kadar tehlikeliydi. 1712’de başlayan barış görüşmeleri 1713-14 yıllarında Utrecht ve Rastatt’ta imzalanan bir dizi antlaşmayla sonuçlandı. İspanya parçalandı. Avusturya toprak kazandı. İspanya tahtına XIV. Louis’nin torunu V. Felipe çıkarıldı. Fransa amaçladığı egemenliği kuramadıysa da Polonya Veraset Savaşı’nın (1733-35) ardından Lorraine’ in denetimini ele geçirdi.

Prusya ve Avusturya arasında çekişme. İmparator VI. Karl’m ölmesi Almanya’da XIV. Louis savaşlarından sonraki en şiddetli çatışmanın başlangıcı oldu. VI. Karl’m 1713 Veraset Yasası’yla tahtı bıraktığı kızı Maria Theresia’nın hükümdarlığını tanımayan rakiplerini Fransa da destekledi. Ama bu kez çatışmayı başlatan yeni Prusya kralı II. Friedrich (hd 1740-86) oldu. Friedrich yönetimi devraldıktan kısa bir süre sonra babasının temkinli politikasını bir yana bırakarak Brandenburg-Prusya’nın askeri olanaklarını genişletmek yerine kullanmaya yöneldi. Zengin mineral kaynakları, yoğun nüfusu ve gelişmiş ekonomisi yüzünden Prusya’nın çoktandır ele geçirmek istediği Silezya’ya saldırdı. Avusturya’nın Silezya’yı Prusya’ya bırakması karşılığında da Maria Theresia’ nın kocası Franz Stephan’ı imparator adayı olarak desteklemeyi önerdi. Ama Avusturya Habsburglarmm başına geçen Maria Theresia kararlı bir kadındı ve ülkesinin parçalanmasına izin vermeye yanaşmadı. 1740’ta başlayan Avusturya Veraset Savaşı’nda Avusturya Macar ordusundan askeri yardım gördü; ayrıca İngiltere’den mali destek aldı. Prusya’ya ise imparatorluk içinden Bavyera ve Saksonya ile Fransa ve İspanya katıldı. Rus ve İsveç askerlerini de içeren Avusturya ordusunun çok daha büyük olmasına karşın çok iyi eğitilmiş ve donatılmış Prusya ordusu yetenekli komutanların önderliğinde üstünlüğünü ortaya koydu. 1763’te imzalanan Hubertusburg Antlaşmasıyla Prusya Silezya’yı aldı. Ama II. Friedrich 1756’da istila ettiği Saksonya’yı elinde tutamadı.
Avusturya Veraset Savaşı (1740-48) bir anlamda imparatorluk içindeki dengelerin nasıl kurulacağı konusunda Alman devletleri arasındaki pek çok çekişmeden biriydi. Ama bununla kalmayıp uluslararası bir mücadelenin de parçası olmuştu. Fransa ile İngiltere’nin Batı ve Güney Avrupa’nın yanı sıra sömürgelerdeki çıkarlarının da çatışması yeni ittifaklara girmelerine yol açmış, Avusturya Veraset Savaşı biterken Yedi Yıl Şavaşı’nın (1756-63) hazırlıkları başlamıştı. İngiltere’nin Prusya, Fransa’nın da geleneksel düşmanı Avusturya ile aynı tarafta yer aldığı Yedi Yıl Savaşı dünya ölçeğinde çıkarlarla ilgiliydi. En önemli sonucu da 1763 Paris Barışı’yla Fransa ve İngiltere arasındaki sömürge ve deniz çarpışmalarının bir süre için durdurulması oldu.
Avusturya savaşı fazla zarar görmeden atlatmış, Prusya da savaştan hem toprak, hem büyük saygınlık kazanarak çıkmıştı. İkisi de çok güçlüydü ve birbirleri üzerindeki tek yıldırıcı etken durumuna gelmişti. Alman dünyasına artık gerilim içindeki bu iki güç egemendi. Genellikle “Alman İkiliği” olarak nitelenen bu koşullarda her iki ülkenin hükümdarı da önemli reformlara girişti. İçişleri bakanı Kont Friedrich Wilhelm Haugwitz’in yol gösterdiği Maria Theresia yönetsel yapıda Prusya’yı örnek alan düzenlemeler yaptı. Zümre meclislerinin kalan yetkilerini de kıstı; merkezileşmeyi mutlak biçimde kurumlaştırdı; ama Prusya sistemindeki bütünselliği tam sağlayamadı. Bu modernleşme programını oğlu II. Joseph (hd 1765-90) tamamladı. Prusya’da ise II. Friedrich kamu yaşamını bütün yönleriyle sıkı denetim altına aldı. Bununla birlikte usçu hoşgörüye kişisel bağlılığı ve sorgulayıcı düşünsel yaklaşımı gereği geniş çaplı hukuk reformuna da yöneldi; yargıdan işkenceyi kaldırdı; en yoksul halkın vergi yükünü hafifletti; dinsel hoşgörüyü devlet politikası haline getirdi; Prusya Akademisinde bilimsel çalışma ve araştırmayı özendirdi. Babası gibi ekonomik kalkınma ve kolonileşmeye büyük önem verdi. Fransız Aydınlanma düşüncesine yakınlığı, müzik ve edebiyattaki yaratıcılığıyla acımasız güçlü iktidarına bir filozof-kralın etkisini kattı. Savaş ve barıştaki başarıları yüzünden Büyük Friedrich adıyla anılan bir ulusal kahraman oldu.

1760-1815 ARASINDA ALMANYA.


18. yüzyılın ortasında Almanya, yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa siyasetinin gelgitlerine kapılmış bir ülkeydi. Ekonomik kaynakları ve ticaret ilişkileri askeri güçlerine sağlam bir temel oluşturan Fransa, Ingiltere ve İspanya gibi büyük güçler, kıtanın yazgısında belirleyici rol oynuyordu. Bu arada Orta Avrupa devletleri ise bölgeci saplantılar içindeydi. Ren Irmağının batısında güçlü monarşilerin ortaya çıkmasında rol oynayan etmenlerin hiçbirine ırmağın doğusunda rastlanmıyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nda merkezî hükümet güçlenmek yerine gücünü yitirmekte, prensler tahtın aleyhine yetkilerini genişletmekte, siyasal birlikten yoksunluk ve belli başlı ticaret yollarından uzaklık da ekonomik girişimleri engellemekteydi.
Ad:  almanya20.jpg
Gösterim: 336
Boyut:  14.0 KB
Yeni Saray (1746-1807), Stuttgart

Otuz Yıl Savaşları ile Fransız Devrimi arasındaki dönemde Almanya’nın tarihini her biri fiilen tam egemenlik haklarına sahip düzinelerle küçük siyasal birimin tarihinin toplamı oluşturmuştu. Her küçük prens Fransa ya da Avusturya hanedanlarına öykünerek Versailles ya da Schönbrurın örneği pahalı saraylar yaptırmış, yoksul köylüler bu yükün altında ezilmişlerdi. Batı Avrupa’ da ulusal birliğin aracı olan hükümdarlık kurumu Orta Avrupa’da ulusal bölünmenin kaynağıydı. Almanya’nın küçük prensleri istedikleri yasaları çıkardılar, vergi koydular, birlikler oluşturdular ve gerek birbirlerine, gerekse imparatora savaş ilan ettiler. Münih’te, Dresden’de, Stuttgart’ta ya da Darmstadt’ta izlenen politikalar Paris,' Viyana, Londra ya da Madrid kökenli politikaları yansıtıyordu, ama tek tek kendi çıkarlarını korumanın ötesinde hiçbir amaç gütmüyordu.

Kuramsal olarak halkın iradesini yansıtmayı amaçlayan siyasal kurumlar yalnızca biçimsel olarak işlevlerini sürdürdüler. Kutsal Roma-Germen imparatoru gene gelenekselleşmiş yöntemlerle Caesar ve Augustus’un ardılı olarak seçiliyor, ama Frankfurt am Main’daki parlak taç giyme töreni, bu mevkiye gelmenin artık yalnızca bir saygınlıık konusu olmaktan öteye geçmediği gerçeğini gizlemeye yetmiyordu. VII. Kari dışındaki bütün imparatorlar ya doğrudan ya da evlilik dolayısıyla Habsburglardan geldikleri için, saygı görüyorlardı. Ama bu saygının temelinde imparatorluk yetkesi değil, batıda Anvers’ten doğuda Debrecen’e kadar uzanan toprakların mülkiyeti yatıyordu. Kutsal Roma-Germen imparatorları Alman dünyasında Almanya dışı kaynakları dolayısıyla önemli bir rol oynayabiliyorlardı. Almanya güçlerinin temel kaynağı olmadığı için, ilgi alanlarının odağını da oluşturmuyordu. Regensburg’da toplanan İmparatorluk Meclisi bütün ciddi havasına karşın, ne yetkesi, ne de etkisi kalmış bir tartışma kulübüne dönüşmüştü. Burada ulusal refah gözetileceğine ayrımcı çıkarlar pekiştiriliyordu. Prensler artık toplantılara katılmıyor, sorunların tartışılması, çözüm getirecek yetkiden yoksun diplomatik temsilcilerin eline kalıyordu. Yaklaşık 1760’ta Almanya anayasal ve siyasal açıdan Polonya’yı andırıyordu; iç çatışmalar, bir zamanların gururlu ve güçlü devletini artık daha güçlü komşularının müdahalesini isteyecek kadar zayıf düşürmüştü.

Almanya’yı Polonya’nın durumuna düşmekten koruyan, imparatorluktaki devletlerden birinin onu saldırılara karşı savunabilmesi oldu. İki yüz yıl boyunca Avusturya, Fransız yayılmacılığına karşı Orta Avrupa’nın kalkanı rolünü üstlendi. Habsburgların sürekli olarak imparator seçilmelerinde, Almanya’nın savunulmasında oynadıkları yaşamsal rolün de payı vardı. Ayrıca batıdaki ülkeler kadar büyük kaynakları bulunan Avusturya siyasal modernleşme politikalarında prensliklerden daha büyük başarı sağlayabiliyordu. Habsburglar ekonomiyi güçlendirdiler, yönetim yapısını düzelttiler ve hükümeti merkezileştirdiler. 18. yüzyılın ortalarına değin Avusturya, Ren Irmağının doğusundaki tek büyük güç olarak kaldı.
Prusya'nın yükselişi ve Hohenzollernler. Hohenzollern hanedanının Habsburgların rakibi olarak ortaya çıkması ve AvusturyaPrusya' çekişmesinin başlamasıyla ortaçağ sonlarından beri Orta Avrupa’da yaşanan ademimerkeziyetçi sürecin tersine çevrilme olasılığı belirdi. Kutsal Roma-Germen Imparatorluğu’nun yerel prensleri çıkarları gereği ayrımcı bir siyaset izliyordu; Felemenk’te, İtalya’da, Slav ve Macar topraklarında çeşitli halkları yönetimi altında tutan Avusturya da Alman birliğine aracılık edemezdi. Oysa askeri açıdan yeterince güçlü ve etnik yönden yeterince türdeş olan Prusya, ulusal bütünleşmeyi temel devlet politikası yapabilecek konumdaydı. Gerçekten de Almanya’nın birleştirilmesi görevi Prusya’ya düştü, ama Prusya başlangıçta bu görevi isteyerek ve hatta bilerek üstlenmedi. II. Friedrich gibi II. Friedrich Wilhelm ve III. Friedrich Wilhelm de ulusal değil, hanedan çıkarlarını gözetmeyi amaçlıyorlardı. Öbür Orta Avrupa prensleri gibi, onların da bütün istediği imparatorun üstünlük iddiası karşısında kendi yetkilerini korumak ve genişletmekti. Almanya’nın parçalanmışlığını ortadan kaldırmayı değil, bu durumu uzatarak ondan yararlanmayı düşünüyorlardı. Amaçları ya da çıkarlarıyla başka prenslerden farklı değil, ama onlardan çok daha yetenekli ve güçlüydüler.

II. Friedrich Almanya’nın değil, kendi devletinin çıkarlarını gözettiğini Yedi Yıl Savaşı’ndan sonra Habsburglara karşı benimsediği stratejiyle ortaya koydu. Hükümdarlığının ilk yarısında imparatorluk yetkesini sınırlamak ve gölgelemek için askeri gücüne dayanırken, ikinci yarısında aynı amaç için diplomatik silahları kullanmayı seçti. 1777’de Maximilian Joseph’in ölümüyle Bavyera’nın hükümdarlık hanedanı sona erdi ve Pfalz elektörü Kari Theodor, Wittelsbach hanedanının her iki kolunun topraklarının da yönetimini üstlendi. Ne meşru bir vârisi olan, ne de eline yeni geçen doğudaki topraklara fazla bir ilgi duyan Kari Theodor, İmparator II. Joseph’in, Bavyera’nın bir bölümünü Avusturya’ya bağlayan planını kabul etti. Habsburgların hiçbir biçimde güçlenmesini istemeyen II. Friedrich, prenslerin çoğunun sessiz onayı ve Orta Avrupa’nın başka devletlerinin de kendine katılacağı umuduyla 1778’de Avusturya’ya savaş ilan etti. Bu umudu gerçekleşmedi, ama savaş II. Joseph için de beklenenden sorunlu oldu; kolay bir başarı umulurken, 1778 yazından 1779 ilkbaharına değin sürdü. Aç kalan askerlerin yiyecek yağmasına girişmesi yüzünden “Patates Savaşı” adını alan Bavyera Veraset Savaşı, Teschen Antlaşması ile sona erdi (Mayıs 1779). Bu antlaşmaya göre Avusturya, Irın Irmağı kıyısındaki dar bir şerit dışında, Bavyera toprakları üzerindeki bütün isteklerinden vazgeçti. Friedrich önemli bir askeri zafer kazanmamış, ama Avusturya’nın emellerini boşa çıkarmıştı.

1785’te II. Joseph bu kez Wittelsbach topraklarının ele geçirilmesine ilişkin daha da iddialı bir planla ortaya çıktı. Kari Theodor’a Avusturya Felemenki’ni vererek karşılığında Bavyera’nın tümünü almaya önerdi. İmparator Kuzey Denizi kıyısındaki savunulması zor topraklan, hemen yambaşında bulunan ve halkını kendi halkı içinde eritebileceği topraklar karşılığında elden çıkarmaya razıydı. Ama II. Friedrich bu öneriyi Orta Avrupa’daki güç dengesini bozmaya yeltenmek olarak yorumladı ve kesinlikle karşı çıktı. Bu konuda Fransa ve Rusya’dan diplomatik yardım umuyordu ve bunu sağladıktan başka Almanya’daki belli başlı prenslerden 17’sinin katıldığı Prensler Birliği’ni (Fürstenbund) kurmayı başardı. Bu muhalefet karşısında Bavyera’yı almanın yarardan çok zarar vereceğini gören Joseph planından vazgeçti. Friedrich bir kez daha siyasette ustalığını kanıtlarken tek amacı imparatorluk yetkesine karşı prenslik yetkilerinin savunulması olan birlik de var oluş nedenini yitirdi ve dağıldı. Sonradan bu birliği Alman İmparatorluğumun öncüsü olarak yorumlayan bazı milliyetçiler çıktı. Ama birlik, Orta Avrupa’da ademimerkeziyetçi yönetim biçiminin sürdürülmesi için verilen mücadelenin silahlarından biri olmaktan öte bir işlevi hiçbir zaman yüklenmemişti.
Hohenzollernler Polonya’nın parçalanması sırasındaki tutumlarıyla da hanedan çıkarlarını ön planda tuttuklarını gösterdiler. 1772’deki ilk paylaşmanın düzenleyicisi II. Friedrich’ti. Bu paylaşma ile Polonya topraklarının dörtte biri, nüfusunun da yaklaşık beşte biri Prusya, Rusya ve Avusturya’ya geçti. II. Friedrich Wilhelm 1793’te Prusya ve Rusya, 1795’te de Prusya, Rusya ve Avusturya arasındaki paylaşmaları gerçekleştirerek Polonya’nın yıkılışını tamamladı. Prusya aldığı bu toprakları ve nüfusu koruyabilseydi zamanla Avrupa’da daha önemli, buna karşılık Almanya için daha önemsiz bir rol oynayacaktı. Ama Polonya’dan aldığının çoğunu ileriki yıllarda bırakmak zorunda kaldı ve Alman siyasetinde çok önemli bir rol oynamaya devam etti.

Kültür ortamı.
İngiltere’de Kraliçe I. Elizabeth dönemindeki görkemli edebiyat geleneği, ticaretin yaygınlaşıp donanmanın gelişmesiyle aynı zamana denk gelmişti. Fransa’da da klasikçiliğin altın çağı XIV. Louis’ nin askeri zaferlerine renk katmıştı. Almanya’da ise sanat ve edebiyat, Ren’in batısındaki güçlü monarşilere ancak gıpta edebilen küçük prensliklerde ve durgun kentlerde gelişti. Ayrıca, kamuoyunun hükümet üzerinde güçlü etkisinin bulunduğu İngiltere ve Fransa’da siyasal ve toplumsal sorunlar canlı tartışmalara konu olurken, Almanya’da her türlü tartışmanın yazgısı bütünüyle kuramsal kalmaktı. Böyle bir ortamdan Voltaire, Rousseau ya da Burke gibi düşünürlerin çıkması’zordu. Almanya’da kültür, mutlakıyetçiliğin dar dünyasından bir kaçış yoluna dönüştü. Toplumda reform yapamayan düşünsel enerji, kendini arındırma ve yetkinleştirme yoluyla bireyi özgürleştirmeye yöneldi.
Ahlak ve estetiği deneysel bilginin zincirlerinden kurtarmayı amaçlayan Alman idealizmi bu ortamda doğdu. Orta Avrupa felsefesi giderek, onu batıdaki felsefenin güçlü pragmatizminden ayıran metafizik bir renk kazandı. 18. yüzyılın ortasında Almanlar ülkelerini “düşünürlerin ve şairlerin vatanı” olarak görmeye başladılar.

Edebiyattaki canlanmada da felsefe alanındaki iç gözlemci idealizm vardı. Alman edebiyatının büyük dehası Joharın Wolfgang von Goethe, var olan toplumsal ve siyasal değerleri gönülden kabullendi, ülkesinin parçalı yapısını onun tarihsel kişiliğinin bir yansıması gibi gördü ve küçük prenslerin yetkilerini, iyi yönetimin bir aracı olarak savundu. Ülkesinin insanlarını yüceliği toplu harekette değil, bireysel kusursuzlukta aramaya yöneltti. Daha fırtınalı bir kişiliği olan Friedrich Schiller ise siyasal haksızlıklara ve zayıflıklara karşı belirli bir hınç duydu. Oyun ve şiirlerinde yer yer öfke patlamaları ve reform istekleri görülüyor, ama tarihin Alman halkının sırtına yıktığı toplumsal etkisizlik yükünün karamsar havasi ve teslimiyetçiliği de seziliyordu. Sonunda Schiller de dünyadan kaçmanın yolunu, şairin kişisel dünyasına dönmekte buldu. 18. yüzyılın sonlarında yerleşik edebiyat kalıplarını kırmak isteyen bir grup genç yazar “coşkunluk akımı” (Sturm und Drang) adıyla bilinen yenilikçi hareketi başlattı, ama bu hareket de daha çok şiirin kuralları ve beğeni sorunlarıyla sınırlı kaldı; siyasal ya da toplumsal sorunlarla uğraşmadı (bak. Alman edebiyatı).
Kültürel başarılar ulusal parçalanmışlığın ve otokratik yönetimin gerçeklerini değiştiremedi, ama Aydınlanma’nın bütün kıtaya yaydığı usçu reform ve toplumcu ilerleme ülkülerini destekledi. 18. yüzyıl başka ülkelerde olduğu gibi, Almanya’da da mutlak krallıklar çağıydı ve mutlak iktidarın yüce bir gerekçesi vardı. Buna göre prenslik yetkisi, kişisel çıkarlar için değil, devleti yüceltmek ve halka refah sağlamak yolunda kullanılırdı ve cömertliğin sınırsız olabilmesi için de bu güç kısıtlanmam alıydı. Çevrelerindeki bilimsel buluşları ve maddi ilerlemeleri gördükçe insanlar, toplumu saran önyargı ve haksızlıkların zaman içinde akim gücü ile yok olacağına inanmaya başladılar.
Ad:  almanya21.jpg
Gösterim: 350
Boyut:  57.8 KB
İmparatorluk nişanlarının Nürnberg’den Frankfurt’a taşınması, 1790

Aydınlanma reformu ve aydın despotizmi. Aydınlanma reformunun temel kaynağı taht oldu. Ama maddi olanakları bulunan ve eğitim görmüş birçok iyi niyetli insan da başka insanlarla olan ilişkilerinde yeni davranış ölçütleri benimsemeye başladılar. Din konusundaki düşmanlıklar azaldı. Orta Avrupa’nın varlıklı sınıflarında Protestanlarla Katolikler arasındaki ilişkiler başka hiçbir dönemde, Fransız Devrimi arifesindeki kadar kinden uzak olmamıştı. Bu dönem aynı zamanda Yahudilerin de derinlere işlemiş bir hoşgörüsüzlükle itildikleri kapalı ortamlardan çıkma dönemi oldu. Yahudiler, içinde yaşadıkları Hıristiyan toplumun tutumu, düşüncesi ve konuşma tarzıyla özdeşleşmeleri halinde, gettolarından kurtulma olanağına kavuşacaklardı. Bundan sonraki 150 yıl boyunca bu olanak, Almanya’daki Yahudi azınlığa gittikçe daha çekici geldi. Aydınlanma düşüncesinin tek boyutu dinsel hoşgörü değildi. Daha mutlu bir geleceğe, eğitimde reform yapılacağına, yoksulluğun ortadan kaldırılacağına, hastalıkların önleneceğine ve haksızlığın yok edilebileceğine de inanılıyordu. İyi niyetli kişiler okullar, yetimhaneler, hastaneler yaptırdılar; tarım ve üretim tekniklerini yenileştirdiler; kitlelerin yaşam düzeyini yükseltmeye çalıştılar. 18. yüzyılın aydın reformcularının beklentileri başarılarının çok ötesindeydi. Ama üstesinden geldikleri işler de küçümsenecek gibi değildi.

Bununla birlikte aydın despotizmi anlayışına göre, toplumun iyileştirilmesinin temel aracı kişilerin yardımsever girişimleri değil, devlet müdahalesiydi. Başka yerlerde olduğu gibi Orta Avrupa’da da devlet politikalarının usçu kurama ne ölçüde uygun düşeceği yöneticilerin kişilik ve yeteneğine bağlıydı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun iki lideri de aydın despotizmi öğretisini izlediler, ama elde ettikleri sonuçlarda büyük fark vardı. İyi niyetli, ama katı bir yenilikçi olan İmparator II. Joseph, geleneğe sıkı sıkıya sarılmış güçlü muhalefete karşın tepeden inme değişiklikler yapmayı denedi. On yıl içinde hükümeti merkezileştirmeye, kilisenin etkisini azaltmaya, dinsel hoşgörüyü yerleştirmeye ve serflerin yükünü hafifletmeye çalıştı. Ama II. Joseph’in uzlaşmasız reform programı, hükümetin çalışabilmesi için desteğine gerek duyduğu toprak sahibi aristokratları ondan uzaklaştırdı. İmparator 1790’da ölünceye değin gittikçe büyüyen huzursuzluklarla karşı karşıya kaldı ve yürürlüğe koyduğu reformların çoğu ölümünden sonra terk edildi.

II. Friedrich daha dikkatli davrandığı için aydın bir despot olarak daha başarılıydı. Yönetimi yeniden örgütlerken aşırıya gitmedi; dinsel hoşgörüde ölçülü davrandı; soyluların köylülerin topraklarını almasını yasaklamakla yetindi. Tarıma açılan toprakları işlemek üzere göçmen kabul etti ve Prusya’nın üretim kapasitesini artıracak girişimcileri destekledi. En büyük başarısı, mutlak yönetim ve korporatif toplumun ilkelerini tanımlayan ve ölümünden sonra tamamlanan Prusya Medeni Hukuku oldu. Friedrich Prusya’nın toprak sahibi aristokratları Junkef leri devletin belkemiği olarak gördüğünden krallığının temel taşı olan taht-aristokrasi ittifakını da korudu.

Aydın despotizmi Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun küçük birimlerinde birbirinden çok farklı gelişmelere yol açtı. Ama Aydınlanma düşüncesi en iyi uygulandığı durumlarda bile, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun siyasal yaşamının temelini değiştirebilmekten uzak kaldı. Bir ölçüye kadar yumuşama sağlayan ve yenilik getiren bu görüşler, hiyerarşik toplum yapısına dayalı çok odaklı egemenlik ve mutlakıyetçi yetke sistemini değiştiremedi. Ne ulusal bütünleşmenin, ne de temsili yönetimin aracı olabildi.
Fransız Devrimi ve Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun sonu. Bourbon monarşisini anayasal bir devlete dönüştüren Fransız Devrimi, Ren Irmağının doğusunda güçlü bir etki yarattı. Alman aydınlarının çoğu, Batı Avrupa’da uğradığı yenilgiden sonra mutlakıyetçi krallığın Orta Avrupa’da da yenileceği beklentisiyle, Fransa’daki yeni düzene yakınlık duydular. Prensler ise devrime, Almanya’da da benzer istekler yaratabileceği korkusuyla, ciddi bir tehlike olarak bakıyorlardı. Paris’teki yönetimle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun prensleri arasında giderek büyüyen düşmanlık, 1792 ilkbaharında I. Koalisyon Savaşı’nın (1792-97) başlamasına neden oldu. Çatışmanın görünüşteki nedeni, Alman prenslerinin Fransa’da bulunan mülkleri üzerindeki haklarına ilişkin anlaşmazlıklarla Almanya’daki Fransız göçmenlerin propaganda etkinlikleriydi. Temeldeki neden ise, siyasal ve toplumsal adalet konusunda çok farklı iki yönetim anlayışının çatışmasıydı. 1793’ten sonra Ren’in batı yakası Fransız denetimine geçti ve burada yaşayan halk 20 yıl süreyle Paris’ten yönetildi. Batıdaki yenilgilerden bezmiş ve gözlerini doğuda Polonya’da alacakları ganimetlere çevirmiş olan PrusyalIlar 1795’te Basel’de ayrı bir barış imzalayarak Ren Bölgesini Fransa’nın almasını fiilen tanıdılar. AvusturyalIlar iki yıl daha direndilerse de sonunda Campo Formio Antlaşmasıyla (17 Ekim 1797) genç Napoleon’un zaferini ve Ren’in batı yakasının ellerinden gittiğini kabul ettiler.

Barış kısa sürdü; 1798 sonunda Fransa’ya karşı yeni bir birlik oluşturularak II. Koalisyon Savaşı (1798-1802) başlatıldı. Prusya bu kez tarafsız kaldı. Avusturya ise II. Koalisyon Savaşı’nda da aynı öncü rolü oynayıp aynı acı sonucu aldı ve İmparator II. Franz, Ren Bölgesinin Fransa’ya bağlanmasını pekiştiren Luneville Antlaşması’m (9 Şubat 1801) imzalamak zorunda kaldı. Antlaşmada ayrıca buradaki topraklarını kaybeden prenslere imparatorluk içinde başka yerler verilmesi öngörüldü. İmparatorluk Meclisi bu toprakların yeniden dağıtılması görevini prenslerin oluşturduğu bir komiteye (Reichsdeputation) verdi. Ama görüşmeleri asıl etkileyen Fransa oldu. Bu fırsattan yararlanarak Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yapısını temelinden değiştirmeye kararlı olan Napoleon amacına ulaştı ve Şubat 1803’te Almanya’nın eski düzeni son buldu, yeni bir Orta Avrupa dokusu ortaya çıktı.

Fransa’nın baskıları sonucu Orta Avrupa’ mn küçük ve etkisiz siyasal birimleri ortadan kalkarken, hiç amaçlanmadığı halde Almanya’nın bütünleşmesine yönelik ilk adımlar atılmış oldu. Görüşmelerden en kârlı çıkan Bavyera, Württemberg, Baden, HessenDarmstadt ve Nassau Napoleon’un değerli vasalları olabilecek kadar güçlü, ama onu tehdit edemeyecek kadar güçsüzdü. Eski düzenin yıkılışı sırasında hiçbir prens Almanya’nın genel refahı adına bu dağılışa karşı çıkmadı.
İmparatorluk meclis komitesinin Şubat 1803’te bir daha toplanmamak üzere dağılması (Hauptschluss) Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun tarihinde sondan bir önceki sahne oldu. İmparatorluğun sonu da 3 yıl sonra geldi. 1805’te Avusturya Fransa’ mn üstünlüğünün kısıtlanması amacıyla AvrupalI güçlerin oluşturduğu ittifaka katıldı. Bunu izleyen III. Koalisyon Savaşı (180507) Avusturya için ilk ikisinden çok daha kötü bir sonuç getirdi. Napoleon, Habsburg ordusunu Almanya’da teslime zorladı (17 Ekim 1805) ve Viyana üzerine yürüyerek başkenti işgal etti. Birleştirilmiş Rus ve Avusturya ordularını Austerlitz’te yenerek 2 Aralık 1805’te kesin bir zafer kazandı. II. Franz aralık sonunda, hanedanın Orta Avrupa’daki egemenliğinin sona erdiğini gösteren Pressburg Antlaşması’m imzalamak, Batı Almanya’daki topraklarını Württemberg’le Baden’e, Tirol’ü de Bavyera’ya bırakmak zorunda kaldı. Napoleon’un uyguladığı prenslerin hırslarıyla imparatorluğun hırslarını karşı karşıya getirme stratejisi parlak bir sonuç vermişti. Avusturya’ya karşı savaşta Napoleon’u destekleyen prensler barışta da ödüllerini fazlasıyla kazandılar. Bavyera ve Württemberg dükleri sonunda tam bağımsız olduklarını ilan ederek kral unvanını aldılar. Baden ve HessenDarmstadt ise grandüklük oldu. İmparatorluk düzeninin son kalıntıları böylelikle silinirken, Orta Avrupa silah zoruyla yaratılmış güç dengelerini yansıtan yeni bir siyasal örgütlenmeye hazır hale geldi.
Ad:  almanya22.jpg
Gösterim: 374
Boyut:  93.5 KB
Napoleon Döneminde Almanya, 1807


1806 yazında ikincil Alman devletlerinin 16’sı Fransa’nın da desteği ve kışkırtmasıyla Ren Konfederasyonu adı altında yeni bir birlik oluşturdular. Birliğin ortak yönetim gibi bazı girişimleri olmakla birlikte, bunlar artık Orta Avrupa’da var olan yabancı egemenliğini gizlemeye yetmiyordu. Napoleon, Renrina da yol açtı. Napoleon’un uyduları olan sözde bağımsız devletler ya ona yaranmak için, ya da onu örnek alarak değişmeye başladılar. 18. yüzyılın kozmopolit bireyciliği, yerini giderek gelişen bir ulusal kimlik bilincine bırakıyordu. Ama anayasal özgürlük ve ulusal birlik kavramlarının doğal olarak değil, yabancı egemenliğine tepki biçiminde ortaya çıkması bunların Orta Avrupa’daki biçimlenişini önemli ölçüde etkiledi.
Devrim sonrası Fransız egemenliğinin getirdiği yeni yönetim ve ekonomi anlayışının etkisi bütün Alman devletlerinde duyuldu. Bu etkinin en güçlü ve yaratıcı olduğu yer ise Prusya’ydı. 1806-13 arasında Berlin’deki devlet adamları katı bir despotizmi, özgür yurttaşların bağlılığı ile desteklenmiş popüler bir monarşiye dönüştürecek reformları başlattılar; ülkenin yeniden canlandırılması için adımlar atıldı; yeni önderler ortaya çıktı. Başarıların en önemlilerinden biri serfliğin kaldırılmasıydı. Ama köylülere kişisel özgürlüklerini kazandıran devlet, onların ekonomik bağımsızlığını sağlayamadı. Toprakların çoğunu hâlâ elinde tutan soylular, kırsal kesimde toplumsal ve siyasal egemenliklerini sürdürdüler. Yerel yönetimlerin oluşmasını öngören yasal düzenlemeler daha başarılı oldu. Kentlerin yönetimi, merkezî bürokrasinin atadığı kişilerden kentli mülk sahiplerinin temsilcilerine geçti. Kentler özerkliklerini kazandıkça, siyasal bilince sahip etkin bir orta sınıfın yetişeceği düşünülmüştü. En etkili reform ise silahlı kuvvetlerde yapıldı. Askeri sistem tümüyle yeniden düzenlendi.
Koşulları giderek ağırlaşan Fransız egemenliğinin yarattığı tepkiler çeşitliydi. İkincil devletlerin yöneticileriyle bunların ordu ve bürokrasi içindeki uzantıları kazandıkları yeni önemin Napoleon sayesinde etkili olarak Konfederasyonu’nun “koruyucusu” ilan edildi; üye ülkeler Fransız İmparatorluğumla kalıcı ittifakları çerçevesinde önemli bir ordu beslemekle yükümlü tutuldu.

1 Ağustos 1806’da konfederasyon devletleri imparatorluktan ayrıldıklarını, 6 Ağustos’ta da II. Franz imparatorluk tacını bıraktığını ilan etti. Bin yıllık tarihiyle Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu resmen sona ermişti.
Almanya da Fransız egemenliği. İmparatorla uzun süren çatışmanın galibi prensler çok geçmeden bağımsızlık kazanmadıklarını, yalnızca bağlandıkları kişiyi değiştirmiş olduklarını anladılar. Napoleon zaman içinde Avusturya ve Prusya dışında, toplam 36 prensliği bazen zor kullanarak birliğe kattı ve Ren’le Elbe arasındaki bölgede hüküm sürer duruma geldi. Öbür Avrupa devletleriyle İngiltere arasındaki ticarete ambargo koyabilmek için Kuzey Denizi kıyısını tümüyle kendine bağladı; bununla yetinmeyerek Baltık kıyısındaki Lübeck’i de Fransız İmparatorluğu’na kattı.
Ren Konfederasyonu’nun kuruluşundan sonra Fransız denetimine girmeye zorlanmayan tek Orta Avrupa devleti olarak Prusya kalmıştı. Uzun süre kararsız kalarak III. Koalisyon Savaşı’nın sağladığı çıkarlardan pay aîma şansını da yitiren Prusya, o sırada Avusturya’yla Rusya’nın yanında yer alsaydı, Napoleon’un Almanya’ya egemen olması engellenebilir, Napoleon’un yanında yer alsaydı Main Irmağının kuzeyindeki bölgede etkili bir duruma gelebilirdi. Arada kalan Prusya Avusturya teslim olduktan, Rusya çekilmeye başladıktan ve küçük prensler Napoleon’a bağlandıktan sonra Fransa’ya savaş ilan etti (Ekim 1806). Ama Hohenzollern orduları büyük bir yenilgiye uğradı ve Berlin 27 Ekim’de işgal edildi. III. Friedrich Wilhelm’in imzalamak zorunda kaldığı antlaşmayla Prusya, topraklarının ve nüfusunun yaklaşık yarısını yitirdi. Büyük Friedrich’in kendine güvenen krallığı böylece Almanya’nın ikincil devletleri arasına katıldı.
Orta Avrupa 10 yıldan fazla Fransa’nın etkisi altında yaşadı. Önceleri sınırlı ve dolaylı olan bu etki, gittikçe yaygın ve yıldırıcı olmaya başladı. Ama yabancı baskısı aynı zamanda Almanya’da liberalizm ve milliyetçilik duygularının ilk kıpırdanmalacağı görüşündeydi. Güneydeki reformcuların birçoğuna göre Almanya’da yönetim ancak Fransız etkisiyle çağdaşlaşabilmişti. Bazı kişiler siyasal bölünmüşlüğün ülkenin tarihsel deneyiminin bir sonucu ve temel kişiliğinin bir yansıması olduğunu savunuyor, bazılarıysa eski düzenin olduğu gibi geri getirilmesini istiyordu. Yabancı egemenliğine karşı çıkanlar kabullenenlerden kalabalık bir gruptu, ama bu grup içinde de ülkenin gelecekteki siyasal yapısı konusunda görüş birliği yoktu. Orta Avrupa’nın sömürülen, okuryazar olmayan, bilgiden yoksun geniş halk kitlelerinin tek kaygısı ise daha iyi yaşamak ve kendi yaşam tarzlarını korumaktı.

Yabancı boyunduruğundan kurtulmayı amaçlayan ilk ciddi girişimde birlik ve özgürlük ülkülerinin pek hızlı gelişmediği anlaşıldı. Avusturya hükümeti Napoleon’un 1809’da İspanya’da karşılaştığı zorlukların Avrupa’da Fransız egemenliğine karşı genel bir ayaklanmanın habercisi olduğu düşüncesiyle bir kurtuluş savaşı girişiminde bulundu, ama Habsburg birlikleri dördüncü kez Napoleon’un karşısında yenildi. Viyana’dan Alman halkına yapılan çağrıya Tirol ve kuzeydeki birkaç milliyetçi merkezden başka karşılık veren olmadı. Prensler kesin zaferden emin olmadıkça Fransa’nın öfkesini üstlerine çekmeye çekindiler; halk ise prenslerin onayı olmadan Fransa’ya karşı ayaklanmaya yanaşmadı. Bu durumda Orta Avrupa’daki savaş Ispanya’daki gibi gerilla kuvvetleriyle değil, düzenli orduyla yapıldı. 14 Ekim’de imzalanan Schönbrurın Antlaşmasıyla Salzburg Bavyera’ya, Batı Galiçya Varşova grandüküne, Adriyatik kıyıları da Fransa’ya verildi. Bu yenilgi üzerine direnmenin gelecekte de boşuna olacağına inanan Avusturya imparatoru I. Franz (daha önce Kutsal Roma-Germen imparatoru II. Franz) Fransa’yla işbirliği politikasını benimsedi ve kızını Napoleon’la evlendirdi.

Kurtuluş savaşları.


Napoleon’un ordusu üç yıl sonra Rusya’da yenik düşünce Almanya’ da bağımsızlık için yeni çabalar belirmeye başladı. Aralık 1812’de Çarlık orduları batı sınırlarını geçtiğinde Rusya henüz Orta Avrupa hükümdarlarının ve halkının nasıl davranacağını bilmiyordu. Prusya, Fransa ile bağlarını ilk koparan devlet oldu. Ruslarla işbirliği yapmayı kararlaştıran ise kral değil, Ludwig Yorck von Wartenburg’du. 1813’te Fransa’ya savaş açıldığında Kral III. Friedrich Wilhelm kararsız ve çekingen, halk ise coşkuluydu. İlk başlarda, Orta Avrupa’nın öbür yöneticileri Prusya’nın yolunu izlemeyi reddetiler. Ren Konfederasyonu üyelerine göre Napoleon hâlâ yenilmezdi. Avusturya ise iki tarafın birbirini yıpratmasını bekliyor, arabuluculuk rolünü üstlenmeye hazırlanıyordu. Avusturya dışişleri bakanı Klemens Lothar von Metternich’in kaygısı ise Orta Avrupa’daki Fransız egemenliğinin yerini Rus egemenliğinin almasıydı. Bu nedenle Rus çan I. Aleksandr ile Napoleon arasında denge sağlayacak bir orta yolu her iki tarafa benimsetmeyi umuyordu. Napoleon’un dış politikada ödün vermesi durumunda Fransa’nın içişlerini daha zor denetleyeceği düşüncesiyle Rusya’yla Prusya’nın yanında savaşa katıldı (Ağustos 1813). Böylelikle askeri güç dengesi, Fransa’nın aleyhine bozuldu. Küçük devletlerin Napoleon’a inancı da sarsılmaya başlamıştı. Ren Konfederasyonumdan önce Bavyera ayrıldı. Tek bir zafer, Almanya’nın tümünü Fransa’ya karşı mücadelenin içine sokabilirdi.

Bu zafer 16-19 Ekim 1813’te Leipzig’de kazanıldı. Yıl sonu gelmeden Napoleon Ren Irmağının ötesine çekildi ve Almanya’daki topraklarından yalnızca Ren’in batı yakası Fransa’nın denetimi altında kaldı. Ren Konfederasyonu tümüyle çöktü ve üyeleri hemen kazanan tarafa katıldı. 1814’te müttefiklerin Fransa’ya saldırısı ile Ren Bölgesi de geri alındı. 1814 ilkbaharında Paris düştü. Bourbonlar yeniden tahta çıkarıldı ve ilk Paris Antlaşmasıyla (Mayıs 1814) kurtuluş savaşının sonu belirlendi; kesin sonuç Napoleon’un aradaki 100 günlük iktidar döneminin de Waterloo yenilgisiyle kapanması oldu. Orta Avrupa’yı yönetenler bir ölçüde yenilikçiliğe, bir ölçüde de geleneğe dayanarak kendilerini yabancı egemenliğinden kurtarmayı başarmışlardı. Şimdi sorun, bu özgürlüğün nasıl kullanılacağıydı. Birçok reformcunun önerdiği gibi birlik ve özgürlük üzerine kurulmuş yeni bir siyasal yapı mı yaratılacaktı, yoksa tutucu kesimlerin özlemi olan eski, mutlakıyetçi ve ayrılıkçı yapı yeniden mi kurulacaktı? Yirmi yıldır süren savaşların acısını çeken Avrupa’ya barışı getirebilmek için 1814’te Viyana’da toplanan devlet adamları Almanya’da kalıcı bir yönetim biçimi oluşturma sorunuyla karşı karşıyaydı.
Viyana Kongresi nin sonuçları. Eylül 1814’ten Haziran 1815’e değin Avrupa’nın yeni haritasını belirlemeye çalışanların tümü, 18. yüzyılın düşünsel mirasını taşıyan, eski gelenekten diplomatlardı. Fransız Devrimi’nin ilkelerinden korkan, demokratik yönetim kuramlarını küçük gören ve ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkına karşı çıkan bu grup, aynı zamanda 1789’un sınırlarına ve yönetimlerine geri dönülemeyeceğinin de farkındaydı. Viyana görüşmeleri sırasında alınan Almanya’ya ilişkin kararlarda yenilikçilikle tutuculuk, aşırı bölünmeyle katı merkeziyetçilik arasında bir orta yol izlendi. Ren Konfederasyonu korunmadı, ama Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu da yeniden kurulmadı. Ne eskiye özenenler, ne de yeniyi özleyenler tam istediklerine kavuştu, ama barış görüşmelerini yürütenler Orta Avrupa’da yarım yüzyıl sürecek yeni bir siyasal düzen kurmayı başardılar.

1815 Viyana Kongresi’nde ortaya çıkan Almanya büyüklü küçüklü 39 siyasal birimden oluşuyordu. İçlerindeki iki büyük devlet Avusturya ve Prusya’ydı. Bavyera, Württemberg, Saksonya ve Harınover’in küçük krallıkları, Baden, Nassau, O ldenburg ve Hessen-Darmstadt gibi daha küçük düklükler, Schaumburg-Lippe, Schwarzburg-Sondershausen ve Reuss-Schleiz-Gera gibi çok küçük prenslikler ve Hamburg, Bremen, Lübeck, Frankfurt am Main gibi özgür kentler bunların ardından geliyordu. Yeni sınırlar imparatorluk döneminin karmaşık mozayiğinden çok farklı bir düzen getirmekle birlikte, ateşli milliyetçileri doyurmayacak ölçüde çok parçalı bir Orta Avrupa yaratmıştı. Gene de belirgin bir gelişme söz konusuydu. Barış görüşmecileri daha bütünleşmiş ve işlerliği olan siyasal birimler oluşturmakla kalmadılar, bu birimlerin ulusa ilişkin konularda oynayacağı rolleri de değiştirdiler. Prusya, Almanya içinde belirleyici bir konuma geldi. Savaşın galipleri Fransız saldırılarının yinelenmesinden korkarak, Berlin’in Orta Avrupa’nın batı sınırının koruyuculuğunu üstlenmesine karar verdiler. İleride Avrupa’nın en büyük sanayi merkezi durumuna gelecek iki bölge Ren ve Vestfalya, Hohenzollern eyaletleri oldu. Bunun da ötesinde, Çar I. Aleksandr’ın Saksonya’nın bir bölümüne karşılık Polonya topraklarının Rusya’ya verilmesi önerisini Prusya kralı kabul etti. Böylelikle 18. yüzyıl sonunda iki uluslu bir devlet olma sürecine giren Prusya, yeniden Almanya’ya yöneldi ve ülkenin her iki cephesinde de stratejik konumlar elde etti. Avusturya’nın çekim merkezi ise doğuya doğru kaydı. I. Franz, coğrafi açıdan bütünlük, askeri açıdan da savunulabilirlik uğruna, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun Bourbonlara karşı tarihsel koruyucusu rolünden vazgeçti. Adriyatik’teki Venedik topraklarına karşılık Avusturya Felemenki ile birlikte Güney ve Batı Almanya’daki toprakları geri verdi. Böylelikle ilgi alanı İtalya ve Balkanlar’a kayan Habsburg İmparatorluğu’nun Germen niteliği azaldı. Viyana Kongresi’nin yol açtığı yeni toprak dağılımı ileride çok önemli sonuçlar doğuracaktı.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #14
Safi - avatarı
SMD MiSiM

METTERNICH DÖNEMİ VE BİRLEŞME ÇAĞI, 1815-71.


Reform ve gericilik.
Viyana Kongresi sonucunda Orta Avrupa’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yerini yeni kurulan Alman Konfederasyonu aldı. Bu, egemenlik haklarının çoğunun üye hükümetlere bırakıldığı gevşek bir siyasal birlikti. Yürütme ve yargıya ilişkin merkezî kurumlar yoktu, yalnızca Frankfurt am Main’da ortak yasaların görüşüldüğü bir Federal Meclis vardı. Konfederasyonun, kuramsal olarak, ülkenin ekonomik ve siyasal ilişkilerini güçlendirecek önlemleri yürürlüğe koyma yetkisi vardı. Uygulamada ise merkezî iktidarın oluşturulabilmesi için yerel özerkliklerden vazgeçilmesini savunmadı; bölgeciliği destekledi. Kuruluşunun temel amacı, kazandıkları bağımsızlığı ve önemi yitirmek istemeyen ikincil devletlerle Almanya dışı çıkarlarının devamını ancak ademimerkeziyetçi bir siyasal birlikte gören Habsburglarm bu konumlarını korumaktı. Dolayısıyla kuruluşundan başlayarak gelenekselliğin ve yerelliğin destekçisi oldu. Kurtuluş savaşı sırasında umutları artan milliyetçiler ise konfederasyonu körü körüne bir gericiliğin aracı olarak görüyorlardı. Gerçekte 1815’te oluşturulan yapı Orta Avrupa’da toplum bilincinin ve ekonomik bütünleşmenin gelişmesindeki yavaşlığı tam olarak yansıtıyordu. Yönetimin merkezileşmesini savunan militan reformcular sesini duyurabilen, ama küçük bir azınlıktı. Toplumun alt sınıfları Viyana Kongresi sonuçlarını sessizce kabullenmişti. Barış antlaşmasının zayıf noktası, var olan gerçeklikleri kapsayamaması değil, gelecekteki değişikliklere uyarlanabilecek nitelikte olmamasıydı. Temelde kırsal ve tarımsal olan bir toplumun siyasal gereksinimleri için yeterli gibi görünen bu düzenleme, 50 yıl sonra, fabrikalar ve demiryolları çağında eskinin işlevsiz bir kalıntısına dönüştü.

Fransız egemenliğinin etkisi altında başlayan reform hareketi Napoleon’un düşmesiyle son bulmadı. Baskıcı ve bölgeci güçler tarafından ezilene değin, birkaç yıl daha devlet yönetimini etkiledi. Bu etki en çok batı örneğinin derin izler bıraktığı Güney Almanya’da görüldü. Güneyde kamu ve saray görevlilerinin, subayların, hatta toprak sahibi soyluların çoğu devletin geleceğinin liberal kuramlar çerçevesinde yapılacak toplumsal reformlarda yattığına inanmaya başladılar. Waterloo Savaşı’ndan sonra güneydeki devletler birbiri ardından, mülk sahibi yurttaşların seçtiği yasama meclislerini öngören anayasalar yürürlüğe koydu. Amaçları eğitim görmüş sınıfların tahtı desteklemesini sağlamak olduğu kadar, hâlâ farklı gelenekleri ve çıkar bağları olan kitlelerde birlik bilinci yaratmaktı. Reform hareketinin yansımaları kuzeyde de sürekli olarak duyuluyordu.
Prusya’da Fransız egemenliği döneminin reformcularından Kari vom Stein’ı destekleyenler hâlâ etkiliydi ve başlangıçta Kral III. Friedrich Wilhelm, 1815’te anayasal bir hükümet kurmak için verdiği sözü tutmayı tasarlıyordu. Siyasal yeniden örgütlenmenin en ateşli propagandasını yapanlar ise Burschenschaft denen yurtsever gruplarda toplanan üniversite öğrencileriydi. Bu gruplar konfederasyonun kaldırılmasını, daha güçlü bir birliğin oluşturulmasını ve ulusal bir iktidarın kurulmasını istiyordu. 1817’de Wartburg Şatosu’nda toplanarak var olan düzeni reddetme anlamına gelen görüşmeler yaptılar; geleneksel otoritenin simgelerini yaktılar. Yasal hükümete karşı alman bu açık tutum, Alman hükümdarlarını huzursuz etmeye başlamıştı.

Reforma karşı olan güçlerin strateji öncüsü Metternich’ti. İlke olarak liberalizme ve milliyetçiliğe karşı olan Metternich, Habsburgların önde gelen bir devlet adamı olarak da Almanya’da merkezî bir otoritenin, Avusturya hükümetinin Macaristan, İtalya ve Balkanlar’da yürüttüğü politikaları engelleyeceğini biliyordu. 23 Mart 1819’da tutucu bir yazar olan August von Kotzebue akıl hastası bir öğrenci tarafından öldürülünce, Viyana hükümeti Alman Konfederasyonu prenslerini, Orta Avrupa’da var olan düzeni hedef alan tehlikeli bir girişimle karşı karşıya bulunduklarına inandırdı. 20 Eylül 1819’da Federal Meclis’in kabul ettiği bir dizi baskı önlemi getirildi. Karlsbad Kararları denen bu hükümler uyarınca genel sansür kondu ve Burschenschafflar yasadışı ilan edildi. Tutuculuğun bu zaferi hükümetlerde reform yanlılarıyla karşıtları arasındaki mücadeleyi önemli ölçüde etkiledi. Prusya’da hükümetin liberal üyeleri istifa etmek zorunda kaldılar. Krallık için bir anayasa oluşturma planı reddedildi. Berlin’ deki bu sağa kayış, kuzeyin ikincil devletlerindeki baskıcı eğilimleri de körükledi ve kısa sürede bunlar da anayasa yapma girişimlerinden vazgeçtiler. 1820’nin sonuna gelindiğinde yaklaşık 15 yıl önce başlatılan reform hareketi bütünüyle durmuştu. Hareket toplumun siyasal ve ekonomik yapısını değiştirmeyi başarmış, ama Orta Avrupa’da liberal yönetim ve ulusal bağlılık geleneğini oluşturamamıştı. İngiliz ve Fransız kurulularının dayanağı olan burjuva toplum bilinci, Ren Irmağının doğusunda hâlâ görülmüyordu. Almanya özgür yönetim düşüncesine ne bir sanayi devriminin, ne de bir siyasal devrimin sonucunda varmıştı; temelinde yabancı bir örneğin taklidi ve yabancı egemenliğine tepki vardı.
Haziran 1830’da Fransa’da Bourbonlarm düşürülmesi bütün Avrupa’yı etkiledi. Orta Avrupa’da ve bazı kuzey devletlerinde destekleyici ayaklanmalar görüldü. Braunschweig, Saksonya, Harınover ve HessenKassel’in yöneticileri daha ağır isteklerle karşılaşma korkusu içinde liberal anayasaları yürürlüğe koymayı kabul ettiler. Güneyde radikaller 1832’de Pfalz’daki Hambach Şatosu’nda bir kitle toplantısı düzenleyerek ulusal bütünlüğü, cumhuriyet yönetimini ve halk egemenliğini desteklediklerini ilan ettiler. Bir grup militan öğrenci Frankfurt am Main kentini ele geçirip, Federal Meclis’i dağıtarak, bir Alman cumhuriyeti ilan etmeye bile kalkıştı. Bu tür girişimlerin sonucu belliydi. Konfederasyonun prensleri, devrimci hareketin doğurduğu ilk korkuyu üstlerinden atınca, var olan yönetim biçimini değiştirmeye yönelik planlara artan bir şiddetle karşı çıkmaya başladılar. Liberalizm ve milliyetçiliği ezme girişimlerinin başını gene Metternich çekti. Onun yönlendirmesiyle Federal Meclis tahtın devlet politikası içindeki yerini sağlamlaştıran, yasama organının gücünü kısıtlayan, toplantı özgürlüğüne sınırlama getiren, polisin yetkilerini genişleten ve sansürü artıran ek baskı önlemlerini benimsedi. Birkaç yıl içinde muhalefet sindirilmişti. Viyana Kongresi’nin kurduğu sistemi sarsan çok daha şiddetli siyasal patlamalar yüzyılın ortalarına değin görülmedi.

Partilerin ve ideolojilerin oluşumu.


Var olan düzeni eleştirenler yenik düştülerse de susturulamadılar. İkincil devletlerin yasama organlarındaki reform yanlıları toplanmaya, planlar yapmaya, örgütlenmeye ve propagandaya başlayınca düzen yanlıları da stratejilerini oluşturmak ve programlarını tanıtmak zorunda kaldılar. Henüz ne anayasaları, ne de parlamentoları bulunan Avusturya ve Prusya’da bile kulüpler, toplantılar, gazeteler, broşürler ve dilekçeler aracılığıyla dolaylı yollardan siyasal eleştiri görülüyordu. Bu gelişmelerin sonucunda devletin ve toplumun niteliği konusundaki görüşleri temelinde birleşen, tam biçimlenmemiş bir dizi toplumsal birlik ortaya çıktı. Bu ilkel gruplaşmalar yüz yıl boyunca yavaş yavaş biçimlenen disiplinli siyasal partilerin çekirdeğini oluşturdu ve yeni toplumsal tutumların, aydın despotizmi dönemindekilerden farklı olduğunu gösterdi. Şimdi Orta Avrupa’da özgürlüğü yalnızca kendi ruhlarının derinliğinde arayıp prenslik otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi reddeden insanlar da vardı. Sanayileşmenin başlamasıyla ekonomik ve toplumsal yapının değişmesi, siyasal sistem ve örgütlenmede değişmelere yol açtı.

Hanedan çıkarlarını güdenlerin ve bölgeci eğilimlerin başlıca karşıtları liberaller ve ılımlılardı. Başlıca desteği sanayicilerden, tüccarlardan, bankerlerden, maden sahiplerinden, kamu görevlilerinden ve üniversite profesörlerinden alan bu grup, yetenek yerine soyluluğun üstün tutulduğu bir yönetim biçimine karşı varlıklı burjuvaziyi temsil ediyordu. Monarşiden yanaydılar, ama kralın iktidarı mülk sahipleri tarafından seçilen bir parlamento ile paylaşmasını istiyorlardı. Liberaller yalnız soyluların ayrıcalıklarından rahatsız değildi; oluşan işçi sınıfından da korkuyorlardı. Siyasette servet ve eğitim edinebilmiş “yetenekli” kişilerin söz sahibi olmasını, ekonomide de servetin iş becerisinin ödülü olacağı sınırsız bir rekabeti savunuyorlardı. Bu grubun daha solunda küçük tüccarlar, küçük dükkân sahipleri, vasıflı işçiler, bağımsız çiftçiler, siyaset yazarları, gazeteciler, avukatlar ve hekimlerin oluşturduğu demokratlar ya da radikaller vardı. Bunlar halkın egemenliğine dayanan eşitlikçi bir yönetim istiyordu. Esin kaynakları Ingiltere ya da Amerika değil, Fransız Devrimi’ydi. Küçük burjuva düşünce yapıları içinde ideal demokrasinin en iyi örneği olarak 1793’ün Jakoben cumhuriyetini görüyorlardı. Halkın enerjisini ve beklentilerini siyasal ve toplumsal reforma dönük düzenli bir güce ancak böyle bir yönetim dönüştürebilirdi. Hapse girmeyi göze almadan monarşik kurumların kaldırılmasını açıkça isteyemediklerinden tahtın varlığını kabul ediyor, ama kralın gücünün bütün erkeklerin eşit oyuyla seçilecek bir parlamentoya aktarılmasına çalışıyorlardı. Böylelikle kitleler siyasette son sözün sahibi olacaktı. Özel mülkiyeti liberaller kadar kutsal sayan demokratlar, alt sınıfların ekonomik koşullarının düzelebilmesi için hükümetin ekonomiye müdahalesini de kabul ediyorlardı. Ama ulusal birliği savunurken kraliyet hak ve yetkilerinin korunmasında liberaller kadar istekli değildiler. Radikaller sayıca liberaller ve ılımlılardan küçük, ama önemli bir muhalefet grubu oluşturuyordu.

Restorasyon döneminin siyasal sistemine yönelik eleştiriler arttıkça, sistemin savunucuları da ideolojik konumlarını daha belirgin olarak tanımlamak zorunda kaldılar. Tanrı’dan gelen yönetme hakkı ve aydın despotizmi artık liberal ve demokratik talepler karşısında yetersiz kalmıştı. Çoğunlukla toprak sahibi soylular, saray aristokrasisi, subaylar, yüksek bürokratlar ve kiliseden gelen düzen savunucuları bireylere ve topluma ilişkin tutucu önyargılara dayalı yeni görüşler geliştirmeye başladılar. Onlara göre kişilerle hükümetler arasındaki ilişkiler katı bir bireyciliğe dayalı anayasalarla sağlanamazdı. Hayalci reformcuların işlevsellikten uzak kuramları geçmişin ve bugünün yarını biçimlendirdiği organik gelişmenin tarihsel güçlerini hesaba katmıyordu. Bütün insanlar eşittir demek, aile, sınıf, içinde yetişilen ortam, eğitim ve gelenek farklılıklarını görmezden gelmekti. Kalıcı bir yönetim biçimi ancak insanların zaman içinde benimsemeyi öğrendikleri taht, kilise, soyluluk ve ordu gibi toplumun geleneksel kurumlan üzerine kurulabilirdi. İnançlılar tanrıtanımazlara, işçiler sömürüye, yurttaşlar devrime karşı ancak yasaların ve tarihin meşru kıldığı bir iktidarla korunabilirdi. Böyle olunca da Alman Konfederasyonumun siyasal kurumlan geçerliydi.
Gümrük Birliği (Zollverein). Restorasyon döneminin parti ve ideoloji mücadelesi gerçekte ekonomideki ve toplumdaki çok önemli değişimleri yansıtıyordu. Bunların en önemlisi, Orta Avrupa’da büyük ölçekli sanayinin gelişmeye başlamasıydı. Dokuma tezgâhlarına ve kömür madenlerine giren makineleşme imalatın öbür dallarına da yayıldı ve ekonomik yaşamın tümü üzerinde bir baskı oluşturdu. Demiryollarının, buharlı gemilerin, yeni karayollarının ve daha iyi kanalların yapılmasıyla ulaşım ağı gelişti. Bankerler ve özel yatırımcılar hükümet bonoları ve ticaret yerine imalat girişimlerine yöneldiler. Serveti sanayi etkinliklerinden gelen yeni bir orta sınıf oluşmaya başladı. Bu sınıfın giderek artan ekonomik önemi, daha etkili bir siyasal konum isteklerine yol açtı. Kentlerdeki çalışan nüfusun çoğunluğunu oluşturan vasıflı zanaatçılar, fabrikalarla rekabet edemediler. Viyana Kongresi’ni izleyen dönemdeki demografik değişiklikler, sanayi ile sanayi öncesi üretim.

Alman Gümrük Birliği’nin Gelişimi biçimleri arasındaki çelişkiyi artırdı. Alman Konfederasyonu nüfusunun büyük bölümü kırsal alanlarda yaşamayı sürdürdüyse de, kırdan kente önemli göçler olmaya başladı.
Sanayi gibi tarımda da yeniden örgütlenme ve modernleşmenin sıkıntıları yaşandı. Elbe’nin doğusunda serfliğe son verilmesi, soylulara ait, ama tarım işçileri tarafından işlenen büyük mülkler doğurmuştu. Prusya’da serflerin azat edilmesi, küçük çiftçilerin topraklarını da alan Junkef lerin topraklarını genişletmişti. Bunun sonucunda Hohenzollern ülkesinin doğusundaki köyler soyluların ekonomik, toplumsal ve siyasal egemenliği altına girdi. Pomeranya, Brandenburg, Silezya ve Doğu Prusya’nın toprak sahipleri tarımı denetliyor, orduyu ve bürokrasiyi yönetip sarayı etkiliyordu.
Elbe’nin batısında ise temel sorun topraksızlık değil, nüfus fazlalığıydı. Ren ve Tuna boyunca soylular çok yüksek paralar karşılığında toprağın tasarrufunu köylülere veriyorlardı. Bu da çiftçileri ağır bir mali yük altına sokuyordu. Pek çokları yoksulluktan kaçışın yolunu Yenidünya’ya göç etmekte buldu. Kalanlar ise hızlı nüfus artışı karşısında toprakların kâr getirmeyecek ölçüde bölünmesinin zorluklarını yaşadı. Sanayide iş bulamayan yoksullaşmış köylüler arasında huzursuzluk arttı.

Alman Konfederasyonu’nun siyasal yapısını zanaatçıların makineleşmiş sanayiye karşı mücadelesi, toprağa aç köylülerin hoşnutsuzluğu ve hepsinin de ötesinde çeşitli parasal sistemleri, ticaret yasaları ve iç vergileriyle çok sayıda devletçiğin varlığının sıkıntısını çeken işadamlarının yakınmaları sarsmaya başladı. Bu koşullar altında Orta Avrupa burjuvazisinin gittikçe liberalizm ve milliyetçiliğe yönelmesi doğaldı. Ama hükümetler de işadamlarının isteklerini karşılamak için önemli bir girişimde bulundu. Küçük devletlerin en önemlilerinden bazılarının Prusya ile yaptığı anlaşmalar sonucunda, Orta Avrupa’nın merkezinde oldukça büyük bir serbest ticaret bölgesi oluşturuldu.
1834’te Alman Konfederasyonu devletlerinin çoğunu kapsayan Gümrük Birliği (Zollverein) kuruldu. Yalnızca Avusturya ve kuzeybatı kıyısı devletleri buna ilgisiz kaldı. Ürünlerinin dış rekabetten korunmasını isteyen AvusturyalI sanayicilere göre yeni birliğin gümrük tarifeleri çok düşük, kıyı bölgesinin ithalata bağımlı tüccar ve bankacılarına göre ise çok yüksekti. Oysa yaklaşık 25 milyon Alman için Gümrük Birliği, siyasal birleşmenin yardımı olmadan sağlanan bir ticaret birliğiydi. Ayrıca Prusya hükümeti Orta Avrupa’da üstünlük sağlama mücadelesinde Avusturya’ya karşı yeni ve güçlü bir silah da kazanmış oluyordu. Gümrük Birliği orta sınıfın ekonomik bütünleşmeye ilişkin en acil isteklerine karşılık vermekle birlikte, gevşek bir konfederasyonun yol açtığı maddi sakıncaların tümünü gideremedi. Varlıklı ve eğitilmiş kesimin yakınmaları sürerken, toplumsal konumları değişen kitleler gitgide huzursuzlaşıyordu.

1848-49 Devrimleri.


Alman Konfederasyonumdaki yaygın hoşnutsuzluk, 1840’ların sonunda Avrupa’yı saran hareketin etkisiyle büyük bir patlamaya dönüştü. Büyük ekonomik bunalım sanayideki gelişmeyi durdurmuş, kentlerde işsizliği artırmıştı. Kötü hasat mevsimlerinin birbirini izlemesi de İrlanda Denizinden Rus Polonyası’na kadar geniş bir alanda büyük bir kıtlığa yol açmıştı. Orta Avrupa’da 1840’larda görülen açlık, sanayi ve tarımdaki modernleşmenin doğurduğu işsizliğe eklenince, yoksul sınıfları açık başkaldırıya itti. Birçok ülkede açlık yüzünden önce tekil ayaklanmalar görüldü; ama 1848 başında Paris’teki ayaklanmayla Kral Louis-Philippe’in devrilmesi (Şubat 22-24) bir dizi ayaklanmanın ilk işareti oldu. Alman Konfederasyonu’na bağlı hükümetlere karşı da genellikle ılımlı, ama Berlin’de olduğu gibi bazen kanlı ayaklanmalar patlak verdi. Kurulu düzenin gururlu simgesi Metternich 13 Mart’ta istifa etmek zorunda kalınca, Fransa’dakilere benzer gelişmelerin önünü alma telaşına düşen prensler hemen muhalefetle barış yoluna gittiler. Bakanlıklara ünlü liberaller getirildi, yurttaş hakları ile yasama organının yetkilerini koruyan siyasal reformlar yapıldı. Daha da önemlisi, Almanya’nın tümünü temsil eden bir ulusal meclis oluşturularak siyasal bütünlüğü sağlama çabalarına girişildi. İlkbahar ayaklanmaları yatışır yatışmaz seçimler yapıldı ve Frankfurt Ulusal Meclisi 18 Mayıs’ta toplanarak özgür ve birleşik bir Almanya kurmak amacıyla hazırlıklarına başladı. Almanya’nın bölünmüşlüğüne karşı uzun süredir mücadele edenler, birkaç hafta içinde kendilerini iktidarda buldular.

Düzeni yıkmayı başaran güçler bu başarıdan nasıl yararlanılacağı konusunda görüş birliği içinde olmadıklarını kısa sürede fark ettiler. Yasama organlarında çoğunluğu kazanmış olan liberallerle daha radikal yöntemleri savunarak mücadeleyi sürdüren demokratlar arasında önemli ayrılıklar vardı. Birliğin nasıl sağlanacağı, hükümdarları 400 yıl boyunca Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumun tacını giymiş Avusturya’nın mı, yoksa siyasal gücü ve merkezî konumuyla Prusya’nın mı önderliği yürüteceği temel anlaşmazlıklardan biriydi. Bir grup Avusturya’nın önderliğincle Büyük Alman (ıGrossdeutsch) birliğini) bir grup ise Habsburg topraklarındaki öbür etnik topluluklara dikkati çekerek Prusya önderliğinde Küçük Alman (Kleindeutsch) hareketini destekliyordu. Öte yandan kırsal yoksullaşmaya ve makineli üretime karşı korunma isteyen işçi sınıfıyla kazandığı siyasal gücü, girişim özgürlüğüne dayalı bir sanayi kapitalizmini yerleştirme yönünde kullanmak isteyen burjuvazi arasında da temel bir çatışma vardı. Frankfurt Meclisi anayasa tartışmalarını sürdürürken desteği giderek azaldı ve otoritesi zayıfladı. Devrimin yarattığı sarsıntıdan kurtulan sağ güçler ise bir karşıdevrim hazırlığı içindeydi. Her Alman devleti değişik ölçüde sağa kaydı. 1849 ilkbaharında Frankfurt Meclisi görüşmelerini tamamladığında devrimin hızı kesilmişti. Meclis, halk tarafından seçilecek bir meclisle yetkileri sınırlanmış bir imparatorun başında bulunduğu federal bir birlik öneren anayasa taslağını ortaya koydu. İmparatorluk tacı Prusya kralına önerildi. Yetkilerini çok kısıtlı bulduğu bu unvanı IV. Friedrich Wilhelm’in reddetmesiyle liberal anayasa altında birleşme olasılığı ve devrimci akımın da son şansı ortadan kalktı. Ilımlılar yenilgiyi kabul edip sahneden çekilirken, radikaller halk kitlelerinden çok aydınlar, öğrenciler, radikal siyaset adamları ve profesyonel devrimcilerin desteklediği bir dizi yeni ayaklanmaya önderlik ettiler. 1849 yazma gelindiğinde devrim tümüyle bastırılmıştı.

1850’ler:


Siyasal gericilik ve ekonomik büyüme yılları. Ulusal birliği liberal reformlarla sağlama girişimini aynı hedefe tutucu devlet politikalarıyla ulaşma çabaları izledi. Parlamenter yönetimin yetkisiz imparatoru olmayı reddeden IV. Friedrich Wilhelm kraliyet yetkilerinin zedelenmeden korunacağı bir ulusal federasyonun başına geçmeye hazırdı. Avusturya orduları Macaristan’da devrimle uğraşırken Berlin, Prusya Birliği olarak adlandırılan yeni bir federasyon oluşturulması yönünde küçük devletlere diplomatik baskı uygulamaya başladı. Ama Friedrich Wilhelm bu konuda yeterince kararlı davranamadı; 1849’da Macaristan zaferini kazanan Avusturya imparatoru I. Franz Joseph, eski Federal Meclis’in yeniden oluşturulması önerisiyle ortaya çıktı ve birçok devletin desteğini kazandı. Böylece ülke bir yanda Prusya Birliği, öbür yanda da Alman Konfederasyonu arasında ikiye bölündü. Bir iç savaş tehlikesi son anda önlendi ve PrusyalIlar Kasım 1850’de Alman Konfederasyonumun yeniden kurulmasını kabul ettiler. Eski düzen bütün yetersizliği ile yeniden kuruldu. Tam bir gericilik dönemine girildi. Alman Konfederasyonu bu son yıllarında devrimin açıkça ortaya koyduğu reform gereksinmesine gözlerini kapadı.

1850’ler siyasal açıdan ne kadar kısırsa, ekonomik bakımdan da o kadar önemli yıllar oldu; Orta Avrupa’da sanayi kapitalizminin büyük yükselişi bu dönemde ğerçekleşti. Siyasal ve toplumsal reformlarda başarısız kalan ulusal birikim, bütün gücünü maddi ilerlemeye yöneltti. Zollverein içindeki sanayi üretimi ve dış ticaret hacmi 10 yıl içinde iki katını aştı. Ama Amerika’dan ve Avustralya’dan altın akışıyla da körüklenen enflasyonist ve spekülatif eğilimler 1857’de bütün kıtayı etkileyen bir mali çöküşle noktalandı. Gene de Almanya sanayi öncesi ekonomik yapıyı artık geride bırakmıştı. Gerçi kırsal nüfus hâlâ çoğunluktaydı, ama sanayileşme ve kentleşme süreci dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bunun siyaset üzerinde de belirgin bir etkisi oldu. Ekonomik güç tarımdan imalata, kırdan kente ve aristokrasiden burjuvaziye kaydıkça iktidarın da yeniden paylaşılması yönündeki baskılar arttı. Dönemin sonunda liberalizmle tutuculuk arasında yeni bir mücadele gündeme gelmişti.

1860’lar ve Bismarck'ın zaferi.


Liberal reform ve ulusal birlik hareketinin 1850’ lerin sonunda yeniden doğuşu Alman tarihinin “yeni dönem”ini başlattı. Gericilik artık son günlerini yaşıyordu. Avusturya 1859’da Fransa ve Piemonte’yle girdiği savaştan yenik çıktı. Viyana’daki otoriter rejimin varlığı askeri saygınlığına bağlı olduğu için bu olay Orta Avrupa’da büyük etki yarattı. 1860’ta Avusturya imparatoru parlamenter bir sisteme geçmeye karar verdi ve bir anayasa ilan etti; iki meclisli bir parlamento ve burjuvaziye ağırlık veren bir seçim sistemini benimsedi. Avusturya’daki bu değişiklik v^ İtalyan birliğinin sağlanması Almanya’da da ulusal bilincin yeniden uyanmasına yol açtı. Ama bu kez liberallerin 10 yıl öncesindekinden tutumu çok farklıydı. Birlik ve özgürlük, kuramlarla ve söylevlerle değil, görüşme ve uzlaşmalarla kazanılabilirdi. Kurulu düzenin güçleri ürkütülerek körü körüne direnmeye itilmemeliydi. Bu yeni siyasetin adı Realpolitik’ti.
Prusya’da tahtla parlamento arasındaki çatışma, ödün vermez bir tutucu olarak tanınan Otto von Bismarck’ın başbakanlığa getirilmesiyle tutucuların iktidarı sonuna kadar savunacağı anlaşılan bir mücadeleye dönüştü. Bismarck’ın amacı otoriter hükümet biçimini, bu biçimi gizleyecek parlamenter kurumların ardında sürdürmekti. Ulusal birlik isteği özgürlüklerin kısıtlanması için, milliyetçilik de liberallerin yola getirilmesi için kullanılabilirdi. Bismarck’a göre uzun dönemde Almanya’da ulusal birliğin doğması kaçınılmazdı. Bunu kurulu düzen sağlayamazsa, o zaman reformculara, demokratlara ve devrimcilere fırsat verilmiş olacaktı.
Uluslararası koşullar Alman Konfederasyonumda bir “ulusal birlik” programının uygulanmasına elverişliydi. Kınm Savaşı (1853-56) yenilgisinden beri Rusya’nın Avrupa’da belirleyici etkisi kalmamıştı. İngiltere iç reformlarla uğraşıyordu. III. Napoleon’un ise Fransa’nın sınırlarını genişletmesine olanak vereceği için Ren’in doğusunda çıkabilecek bir iç savaşa itirazı yoktu. Bu durumda Bismarck dış müdahaleden korkmadan Avusturya ile savaşa girişebilirdi.

1866 ilkbaharı boyunca iki taraf da savaş hazırlıklarını hızlandırdı. Bismarck İtalya’yla anlaştı ve Habsburg’lara karşı yanında yer alırsa, savaş sonrasında İtalya’ya Venedik’i vermeyi önerdi. Alman Konfederasyonu içinde kamuoyu oluşturmak amacıyla da Federal Meclis’e, bütün erkek yurttaşların oy kullanabileceği genel seçimlerle oluşacak bir parlamento kurulması yönünde önerge verdi. AvusturyalIlar ise Fransa’nın tarafsız kalmasını sağlayarak Alman devletlerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlardı. Son barış çabaları da yarar getirmeyince savaş kaçınılmaz oldu.
Prusya ile Avusturya arasındaki Yedi Hafta Savaşı (Haziran-Ağustos 1866) 50 yıl önce Viyana Kongresi’yle Avrupa’da oluşturulan güç dengesini bozdu ve yabancı diplomatlar henüz ne olduğunu anlayamadan sona erdi. PrusyalIların safında Helmuth von Moltke gibi üstün bir stratejist ve kuyruktan dolma top gibi güçlü bir silah vardı. Avusturya komuta kademesi ise daha çarpışmalar başlamadan kararsızlık ve moral bozukluğu içindeydi. Savaşı kazanan Bismarck onurlu bir barışa yönelik görüşmelerin hızla tamamlanmasını istedi. 23 Ağustos’ta imzalanan Prag Antlaşmasıyla Franz Joseph’in Venedik dışındaki tüm topraklarını elinde tutmasına izin verildi. Buna karşılık imparator Harınover, Nassau, Hessen-Kassel, Schleswig-Holstein ve Frankfurt am Main’ın Prusya’ya bağlanmasıyla Alman Konfederasyonu’nun dağılmasını ve Main Irmağının kuzeyinde, Hohenzollern önderliğinde yeni bir federal birliğin oluşturulmasını kabul ediyordu. Yüzyılı aşkın süredir Orta Avrupa tarihini belirleyen BerlinViyana yarışması bitmişti.

Bismarck’m askeri zaferi ülkesindeki anayasal çatışmayı da kazanmasını sağladı. Savaş sırasında yapılan seçimler sağa önemli kazançlar getirmişti. Ama barıştan sonra Bismarck aşırı tutucuların umduğu gibi anayasayı askıya almak ve otoriter bir rejim kurmak yerine uzun vadeli olabilecek çözümleri yeğledi. Liberalizmi bastırmaya çalışmadı. Yasama meclisindeki muhalefeti bölerek amacına ulaştı. Reformcu güçleri bölmeyi ve amaçlarından uzaklaştırmayı başaran Bismarck, ülke içi sorunlar karşısında savaş alanındakinden farksız bir zafer kazandı.
Ulusal birliğin sağlanmasıyla özgürlük istemlerinin yatışacağına uzun süredir inanan başbakan, Prusya ordusunun başarısı üzerine bu varsayımını sınama olanağını buldu. Avusturya sindirildikten sonra Main’ın kuzeyindeki devletlerin de Kuzey Alman Konfederasyonumda Berlin’e katılmaları sağlandı. Prusya Krallığı, konfederasyon topraklarının ve nüfusun yaklaşık beşte üçünü kapsadığından bu çok dengesiz bir birleşmeydi. Yürütme yetkisi veraset gereği PrusyalI hükümdarlara, yasama yetkisi ise üyeleri devletlerin yönetimince atanan Federal Konsey (Bundesrat) ile eşit erkek oylarıyla seçilen İmparatorluk Meclisi’ne (Reichstag) verilmişti. Bismarck böl ve yönet stratejisiyle programını yürütebilmeyi sağlayacak bir çoğunluk elde etmekte güçlük çekmedi. Federal anayasa haklar bildirisine ve bakanların sorumluluğuna yer vermiyor, ordu üzerinde sivil bir denetim kurmuyordu. Ama para, ölçü, ticari uygulama, sanayi yasaları ve mali kurallarda birlik sağlayarak orta sınıfın çoktandır istediği ekonomik düzeni gerçekleştirdi; siyasal özgürlük isteklerinde uğradıkları yenilgiyi bir ölçüde unutturdu.

Fransız-Almarı Savaşı ve yeni Alman Reich’ı.


Yedi Hafta Savaşı Avrupa’daki her ülkeyi Kuzey Alman Konfederasyonu’nun varlığını göz önünde tutarak diplomatik ve askeri konumunu yeniden değerlendirmek zorunda bıraktı. Ama hiçbir ülke Hohenzollern ordularının zaferinden Fransa kadar doğrudan etkilenmedi. Fransa imparatoru III. Napoleon, Avusturya-Prusya çatışmasının her iki tarafı da zayıf düşürerek Fransa’ nın doğuya doğru yayılmasını kolaylaştıracağını düşünmüştü. Oysa şimdi Fransa’nın karşısında, çıkarları için ciddi bir tehlike oluşturan güçlü bir birleşmiş Almanya vardı. Er ya da geç iki ülkenin çatışması kaçınılmaz görülüyor, birliğe güney devletlerini de katmayı amaçlayan Bismarck’a bu olasılık çekici geliyordu. Güç denemesi için beklenen fırsat, I. Wilhelm’in akrabası Prens Leopold’un İspanya tahtına aday gösterilmesiyle çıktı ve 19 Temmuz 1870’te Fransa Prusya’ya savaş ilan etti.

Bismarck’m III. Napoleon’un yayılmacı girişimleri karşısında güneydeki Alman devletlerinin birliğe katılacağı yolundaki hesabı doğru çıktı ve güney devletleri de FransızAlman Savaşı’nda kuzeyin yanında yer aldılar. Napoleon’un komuta ettiği Fransız ordusu Sedan’da teslim oldu. Bunun üzerine Fransa’da kurulan cumhuriyet hükümeti 1793’ün devrimci ülküleri uğruna mücadeleyi sürdürdü. Ama General Moltke karşısında yeni rejim de direnemedi ve 28 Ocak 1871’de Paris düştü. Savaş 10 Mayıs’ta imzalanan ve Almanya’ya Alsace-Lorraine’i kazandıran Frankfurt Antlaşmasıyla sona erdi. Daha çatışmalar bitmeden Almanya’ da ulusal birliğin kuruluşu başarıyla tamamlanmıştı. Main’ın güneyindeki hükümetler, Hohenzollernlerin yönetiminde güçlü bir imparatoluk (Reich) oluşturmak üzere Kuzey Almanya Konfederasyonuma katılmış, 18 Ocak’ta Prusya toplan Paris’i ateşe tutarken I. Wilhelm imparator ilan edilmişti. Böylece Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumdan, Alman İmparatorluğu’na geçiş tamamlandı.

ALMAN İMPARATORLUĞU, 1871-1918.


18 Ocak 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu kitlelerden gelen milliyetçi duyguların değil, askeri zaferleri izleyen geleneksel diplomatik girişimlerin ürünüydü. Kuzey Alman Konfederasyonuma üye devletlerin liderleriyle Bavyera, Baden, Hessen ve Württemberg’in hükümdarları arasında bir anlaşmaya vanlmıştı. O tarihte Alman topraklarının ve nüfusunun yaklaşık beşte üçünü kapsayan Prusya, imparatorluğun I. Dünya Savaşı’nm ardından çöküşüne değin birliğin egemen gücü olarak kaldı.
İmparatorluk oluştuğunda 540.857 km2’lik bir alanı kaplayan Almanya’nın nüfusu 1871-1914 arasında 41 milyondan 67 milyona çıktı. Nüfusun yüzde 63’ü Protestan, yüzde 36’sı Katolik, yüzde l’i Yahudiydi. PolonyalI, DanimarkalI ve Fransızlardan oluşan, küçük azınlık gruplarının dışında nüfus tümüyle Germen kökenliydi. Kırsal nüfus yüzde 67 kadardı; gerisi kasaba ve kentlerde yaşıyordu. 1820’lerde ve 1830’ larda çıkarılan zorunlu eğitim yasaları nedeniyle nüfusun neredeyse tümü okuryazardı.

İç sorunlar.
Alman İmparatorluğu’nun anayasası Kuzey Alman Konfederasyonumdan devralınmıştı. Bismarck’m 1867’de hazırladığı bu anayasa Almanya’nın kırsal ağırlıklı yapısını ve Junker kökenli Bismarck’ m otoriter eğilimlerini yansıtıyordu. Biri halkı, öbürü 25 eyaleti temsil eden iki meclis vardı. Erkek yurttaşların gizli oyuyla seçilen İmparatorluk Meclisi (.Reichstag) 397 üyeliydi. Parlamentonun eyalet temsilcilerinden oluşan üst kanadı ise Bundesrat adını taşıyordu. 1867 ve 1871’de belirlenen seçim bölgeleri hiçbir zaman nüfustaki değişiklikleri yansıtacak biçimde değiştirilmedi. Dolayısıyla da kentleşme ilerledikçe kırsal kesimin meclisteki ağırlığı ülkedeki oranının çok üstüne çıktı. Kuramsal olarak alt meclis her yasayı geri çevirebilirdi, ama gerçekte yetkileri sınırlanmıştı. Ayrıca bakanlar da meclis değil, imparator tarafından seçiliyor ve ona karşı sorumlu tutuluyorlardı, imparatorluk bütün varlık süresince imparatorluğun siyasal sistemi ile Prusya’nın siyasal sistemi arasındaki uyuşmazlığın etkisinde kaldı. Prusya’da alt meclis üç sınıflı bir seçim sistemiyle belirleniyor, erkek nüfusun yüzde 15’ini oluşturan mülk sahipleri temsilcilerin yaklaşık yüzde 85’ini seçiyordu. Dolayısıyla tutucular Prusya’da her zaman çoğunluğu sağlayabiliyor, oysa imparatorluk sistemi merkez ve sol partilere büyüyen bir çoğunluk olanağı veriyordu. İmparator aynı zamanda Prusya kralıydı. İki kısa dönem dışında Prusya başbakanı da hep imparatorluk şansölyesi oldu. Bu durumda yürütme, iki ayrı mecliste çoğunluk sağlama gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Genellikle bürokrasi ya da asker kökenli olan bakanların da çoğu kez parlamento ve dış politika deneyimleri yoktu.
Ad:  almanya23.jpg
Gösterim: 611
Boyut:  92.1 KB

Bismarck kırsal nüfusun liberal eğilimli ilerici partiye değil, Muhafazakâr ve Bağımsız Muhafazakâr partilere oy vereceğini düşünerek erkekler için genel oy hakkını kabul etmiş, kurulacak yeni partileri hesaba katmamıştı. Ama 1870’lerin başında Prusya’ da seçimlere katılmaya başlayan, Katolik inanç temelinde örgütlenmiş Merkez Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) önemli oranda oy aldı.. 1871’de Bismarck Liberaller’le birleşerek Merkez Partisi’ni yok etmeye yönelik Kulturkampfı (kültür savaşı) başlattı. Katolik Kilisesi’ni hedef alan bir dizi yasa çıkarıldı; medeni nikâh kabul edildi; papazların yer değiştirmesi yasaklandı; tarikatlar dağıtıldı. Ama Kültürkampf amacına ulaşamadı. Tersine Katolik azınlığın bir siyasal partiye gereksinimleri olduğunu anlamalarına yaradı. 1870’lerin sonunda Kulturkampf tan vazgeçen Bismarck bu kez muhafazakâr partiler ve Ulusal Liberaller’in birçok üyesiyle birleşerek SPD’ye karşı bir kampanya başlattı. Hızla sanayileşen Almanya’da tehlikeli olabilecek bu partinin anayasa gereği seçimlere katılmasını önleyemediyse de, 1878-90 arasında yasadışı ilan edilmesine yol açan meclis çoğunluğunu sağladı. Pek çok sosyalist İsviçre’ye kaçtı. 1880’lerde Bismarck işçileri sosyalizmden caydırmak için bazı sosyal güvenlik uygulamaları başlattı; ülke çapında sağlık hizmetleri sistemi kurdu. Ama Katolikler karşısında olduğu gibi, sosyalistler karşısında da başarısızlığa uğradı. 1890 seçimlerinde Bismarck’m deyimiyle “imparatorluk düşmanı” bu iki parti çok büyük kazançlar sağladı. Yeni imparator II. Wilhelm (1859-1941) 74 yaşındaki başbakanın istifasını istedi.

1870-90 arasında ekonomi.
İmparatorluk 20 yıllık hızlı ekonomik büyüme döneminin sonuna doğru kurulmuş, Alman devletleri çelik üretiminde ve demiryolu yapımında Fransa’yı geride bırakmıştı. 1867’de Kuzey Alman Konfederasyonu’nun kurulması ekonomik büyümenin önündeki engelleri yok etti. Tefecilik yasaları ve iç göç sınırlamaları kaldırıldı. Bismarck ve müttefiki Ulusal Liberaller’in girişimiyle altına dayalı tek bir para kabul edildi. İmparatorluk bankası kuruldu. Çok ortaklı şirketlerin oluşmasını önleyen katı kurallar bir yana bırakıldı. Sonuçta 1870-73 arasında toplam 1,4 milyar taler sermayeyle 857 yeni şirket kuruldu; bu sayılar önceki 20 yılın toplamının üzerindeydi. 1865-75 arasında demiryolu ağı iki katma çıktı. On binlerce Alman ilk kez hisse senedi almaya başladı.
Bu çılgınca büyüme 1873’te bütün dünyayı saran ekonomik bunalımla sona erdi. Tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları düştü; net milli hasılanın düşüşü altı yıl durdurulamadı. Yeni kurulan çok ortaklı şirketlerin yaklaşık yüzde 20’si iflas etti. Borç içindeki Junker’lev Alman pazarına dolan Amerikan ve Rus tahıl fazlasının rekabetiyle karşılaştı. Kırsal Prusya nüfus kaybetti; 1870’lerde 600 bini bulan Kuzey ve Güney Amerika’ya göç edenlerin sayısı 1880’lerde bunun iki katını aştı. Gene de 1870-90 arası sürekli bir bunalım dönemi olmadı. 1880’lerde tarımda değilse bile, sanavide önemli canlanmalar görüldü ve İngiltere bu yeni rakibinin gücünü tanımaya başladı.

Bunalım koşullan Alman liderleri 20 yıllık serbest ticaret uygulamasından denetimli ekonomiye dönmeye yöneltti. Yeni döneme damgasını vuran yoğunlaşma oldu. Almanya büyük sanayi, büyük tarım, büyük bankacılık ve büyük yönetim ülkesi haline geldi. Devlet korumasındaki kartel anlaşmalanyla pazar bölüşüldü; mamul mallarda standartlaşmaya gidildi; sabit fiyat uygulamasına geçildi. Kartelleşme çelik, kömür, cam, çimento, potas ve kimya sanayilerinde hızla yayıldı. 1882-95 arasında toplam işyeri sayısı yüzde 4,6, ama 50’den fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı yüzde 90 arttı. 187879’da muhafazakâr partilerle birleşip Ulusal Liberaller’e sırt çeviren Bismarck ayrıca sanayi ve tarımın gümrük duvarlarıyla korunmasını öngören bir ekonomi politikasını benimsedi. Tarım ürünlerinde gümrük iki kez yükseltildi ve toprak sahibi Junkef lere sübvansiyon sağlandı. Böylece toprak sahipleri, büyük sanayi, ordu ve sivil bürokrasinin üst kademeleri arasında sosyal demokrasiyi ve siyasal özgürleşmeyi önlemeye, ayrıca piyasadaki dalgalanmalardan korunmaya yönelik bir ittifak oluştu.

1870-90 arasında dış politika.


1890’daki istifasına değin Bismarck dış politikaya neredeyse istediği gibi yön verdi. Üç askeri zaferden sonra görevi barışı yerleştirerek zaman kazanmak, böylece Orta Avrupa’da güçlü bir Alman İmparatorluğumun doğal kabul edilmesini sağlamaktı. En büyük sorunları ise Balkanlar’da ve Fransa’da görüyordu. Osmanlı Devleti’nin çöküşü Balkanlar’da Avusturya ile Rusya arasında çatışmaya yol açabilir, gerek bu olay, gerekse Fransa’nın Almanya’dan öç almak istemesi Avrupa’yı yeniden savaşa sürükleyebilirdi.
Bismarck her ne kadar Realpolitik uygulamasının büyük ustası kabul edilirse de temelde monarşilerle ilişki kurmayı seçen, buna karşılık parlamenter hükümetleri küçük gören bir politikacıydı. 1873’te Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarıyla anlaşarak Üç İmparator Birliği’ni kurdu: Ama 1870’lerin ortalarında OsmanlIların Slav eyaletleri ayaklanınca birlik dağıldı. 1877’de Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açınca İngiltere ve Avusturya-Macaristan Rus yayılmacılığından kaygılanmaya başladı. Bismarck ise Rusya’nın Ayastefanos Antlaşmasıyla OsmanlIlara kabul ettirdiği ağır koşulların 1878 Berlin Kongresi’nde yeniden görüşülmesini sağladı. 1879’da da Habsburglarla İkili İttifak’ı oluşturdu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması durumunda Rusya’nın Polonya, Çekoslovakya ve öbür Slav topraklarına egemen olmasından korkuyordu; ayrıca bu durumda Almanya’ya göç edebilecek ve Merkez Partisi’ni güçlendirecek 7 milyon Germen kökenli AvusturyalI Katoliği de istemiyordu.

Bismarck sağlam bir müttefik bulduktan sonra 1881’de Üç İmparator Biliği’ni canlandırarak usta politikacılığını ortaya koydu. Artık Balkanlar’da bir çatışmayı önlemek için Viyana kadar Petersburg’da da etkili durumdaydı. 1882’de Fransa’dan korkan İtalya’nın da katılmasıyla İkili İttifak Üçlü İttifak’a dönüştü. Görünüşte Bismarck kazanmıştı. Fransa’nın müttefiki yoktu. Balkanlar’daki iki büyük karşıt güç de etkisi altındaydı. Ama çok geçmeden Bulgaristan nedeniyle Avusturya ve Rusya’nın arası açıldı ve birlik yeniden dağıldı. Bismarck’m müdahalesiyle savaş önlenmekle birlikte Habsburglarla Romanovların ilişkileri artık düzelemeyecek kadar bozulmuştu. Bismarck 1887’de Rusya’yla ayrı bir antlaşma imzaladı, ama o daha başbakanlıktan ayrılmadan Fransa’yla Rusya yakınlaşmaya başladı.
Bismarck barışçı politikalarıyla Avrupalı liderlerin saygısını kazandı. Sorun Junker’ lerin ve sanayi burjuvazisinin yönlendirdiği bu gelişen sanayileşmiş gücün öbür Batılı güçlerin kurduğu sömürge imparatorlukları karşısında aynı politikayı sürdürüp sürdüremeyeceğiydi.

1890-1914 arasında siyaset.


Bismarck’ın kurduğu siyasal yapı pek az değişiklikle 1918’e değin korundu. Ama ardılı Leo von Caprivi iç politikada farklı bir yol tuttu. İlk kez siyaset sahnesine çıkan Caprivi askerdi. Şaşırtıcı bir kararla merkez ve sol partilerle çalışmayı seçti; onların desteğiyle tahıldan alman gümrük vergilerini indirdi; Rusya, Avusturya-Macaristan ve Romanya’yla uzun vadeli ticaret anlaşmaları yaptı. Bunların sonucunda gıda maddeleri fiyatları düştü ve sanayi gelişti. Ulusal zenginlikle birlikte sanayi işçilerinin yaşam düzeyi de yükseldi. Caprivi, çıkarları zedelenen Junker aristokrasisi tarafından istifaya zorlandı ve onun düşüşü, izleyen başbakanlara toprak sahiplerine muhalefetin tehlikelerini öğretti. 190009 arasında başbakan olan Bernhard von Bülow, Caprivi’nin ticaret politikasını terk etti ve büyük sanayiyle büyük tarım arasındaki ittifakı yeniden kurdu.

20. yüzyıla girerken imparatorluk büyük bir bunalımın eşiğinde görünüyordu. Avrupa’nın en canlı ekonomisine sahip ülkenin otoriter siyasal sistemi felce uğramıştı. Kentsel seçmen kitlesinin büyümesiyle her seçimde oylarını artıran SPD 1890’da çoğunluk sağlayamamakla birlikte birinci parti durumuna geldi; 1891 Erfurt Kongresi’nde devrimci Marksist bir program benimsedi; 1912’ye gelindiğinde seçmen desteği izleyen iki büyük partinin toplam seçmen desteğini aşmıştı. SPD gibi Merkez Partisi’nin de kitle tabanı vardı. Muhafazakârlar, Ulusal Liberaller ve İlericiler ise geleneksel seçkinlerin önderlik ettiği, sürekli gerileyen partilerdi. Liberaller ve Muhafazakârlar Reichstag'daki ağırlığını yitirirken toplumda ilk kez parlamento dışı çıkar gruplan belirdi. PanGermen Birliği, Donanma Birliği, Çiftçiler Birliği ve Sömürgeler Birliği gibi bu gruplar otoriter bir siyaseti ve yayılmacı bir dış politikayı savunuyordu. Çiftçiler Birliği dışında hepsi eğitimli orta sınıfa dayanıyor, önderleri arasında profesörler bulunuyordu. Bu gruplar karar alma sürecini etkilemekte olağanüstü başarı gösterdi.
İmparatorluk döneminin son seçimlerinde (1912) SPD oyların yüzde 34,8’ini ve meclis üyeliklerinin 110’unu alarak büyük bir zafer kazandı. Güneyde Württemberg tam bir parlamenter yönetime yöneliyordu; AlsaceLorraine’e de şaşılacak kadar geniş bir özerklik tanınmıştı. Dolayısıyla imparatorlukta temsili demokrasiye doğru bir evrimin belirtileri vardı. Buna karşılık Saksonya ve Hamburg Prusya’dan da kısıtlayıcı bir seçim yasası benimsemişti. Hepsinden önemlisi Junker’lere, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan, çoğu profesör tarafından da desteklenen Prusya daha fazla demokrasiye kesinlikle karşı çıkıyordu.

1890-1914 arasında ekonomi.


Alman sanayisi 1890 sonrasında soluk kesici bir hızla olgunluğa erişti. 1895-1907 arasında makine sanayisinde işçi sayısı iki katma çıktı. Amerika’ya göç 1880’lerde yılda 130 binden, 1890’ların ortalarında yılda 20 bine düştü.' Prusya’nın doğusundaki nüfus fazlası Ruhr Havzasındaki fabrikalara yöneldi. Alman mallan Fransa dışında kıtadaki bütün büyük pazarları ele geçirdi.

Yüzyılın sonuna gelindiğinde hem ulusal gelirin, hem de nüfusun ağırlığı kentsel sanayi sektörüne kaydı. 1910’da nüfusun yüzde 60’ı kentlerde yaşıyordu. 1913’te gayri safi milli hasılanın yüzde 60’ı sanayiden kaynaklanıyordu. 1912’de toplam sendikalı işçi sayısı 3,7 milyon, sosyalist sendika üyeleri 2,5 milyondu. 1911’de 13,2 milyon işçi sosyal güvenlik kapsamındaydı. İşverenlerin bütün otoriterliğine karşın işçiler önemli kazanımlar elde etti; 1867-1913 arasında günlük çalışma saatleri yüzde 14 kısaldı. Kişi başına ulusal gelir 1871’de 352 marktan 1914’te 728 marka çıktı. Ama siyasal hakların birçoğundan yoksun olduklarından sanayi işçileri, çoğu kez Katolik bile olsalar, devrimci sosyalist partiye oy verdiler.
Sanayileşme hızlı olmakla birlikte yalnızca belli sektörlerde gerçekleşti, ekonominin öbür alanlarını çok etkilemedi. Almanya bir sanayi devine dönüşürken iki milyon Alman geleneksel zanaat dallarında çalışmayı sürdürdü. Büyük Junker mülklerinin ve kartellerin yanında cüce çiftlikler ve küçük atölyeler de var oldu. Çiftçilerin yüzde 60’ının iki hektardan az toprağı vardı. Alman fabrikaları İngiliz ve Fransızlarınkinden daha büyük, daha moderndi, ama kapitalizm öncesi sektörler bu ülkelerdekinden geriydi. Bunalım dönemlerinde geleneksel meslek sahipleri hem yurtsever, hem antikapitalist bir ideoloji olarak çoğu kez Yahudi düşmanlığına yöneldiler.

1890-1914 arasında dış politika.


Bismarck’ m ardılları onun dış politika ilkelerinden hemen vazgeçtiler. Rusya’yla 1887’de imzalanmış olan antlaşmayı kaldırdılar. 1894’te Rusya Fransa’nın müttefiki oldu. Fransa yalnızlıktan kurtulurken, Almanya’nın Balkanlardaki etkisi azaldı; İngiltere’yle yakınlaşma çabaları ise çok önemsiz kaldı.
1897-1912 arasında II. Wilhelm, kurnaz bir politikacı olan donanma danışmanı Alfred von Tirpitz’le birlikte Weltpolitik (dünya politikası) adıyla bilinen yayılmacı politikayı uygulamaya koydu. Almanya’nın önemsiz deniz gücü 10 yıldan biraz fazla zaman içinde Ingiltere’den sonra ikinci sıraya yükselmiş, okyanuslarda öteki ülkelere meydan okuyabilecek yeni savaş gemileri yapılmıştı. Tirpitz usta bir propagandacıydı; güçlü imparatorluk düşünü tüccar ve sanayici orta sınıfa aşıladı. Donanma onların ticaret gemilerini de koruyacak, ayrıca tahta bağlılığı artırarak sol partilerin büyümesini önleyecekti. Weltpolitik büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Emperyalist dünyaya geç gelen Almanya en değerli sömürgeleri rakiplerine kaptırmıştı. Ele geçirdiği birkaç küçük yer donanmaya akıtılan paranın karşılığı olarak görülemezdi. Üstelik Tirpitz’in planı İngiltere’nin Almanya tehlikesine karşı önlem almasına yol açtı. İngiltere 1902’de Japonya’yla ve 1904’te Fransa’yla birer anlaşma imzaladı. 1907’de ise Rusya’yla anlaşmazlıklarını gidererek Fransa’nın da katılımıyla Üçlü itilafı oluşturdu. Böylece Almanya kendini üç büyük güçle çevrilmiş buldu.

Bismarck yönetiminde 20 yıl çatışmadan kaçman Almanya izleyen dönemde hemen her yere karışmaya başladı. 1890’larda Çin’e müdahalesi Japonya’nın tepkisini çekti. Rusya’yı ilgilendiren Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi, Fransa’nın unutamadığı ise 1870 yenilgisiydi. Almanya İngiltere’nin de düşmanlığını kazanınca Bismarck’ın kâbusu olan koalisyon gerçekleşti. Alman yönetimi 1905 ve 1911’de iki kez Fas sorunundan yararlanarak koalisyonu dağıtmayı denedi, ama bazı ödünler almakla birlikte Üçlü İtilafı bozamadı. 1912’de Başbakan Theobold Bethmarın Holhveg ve bakanları Weltpolitik’ in başarısızlığını kabul ettiler. 1894’ten beri genişletilmeyen orduya yeniden ağırlık verildi. İtalya güvenilir olmaktan çıktığı için artık tek sağlam müttefik Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ydu ve onun istikrarının bozulması Almanya’yı tam bir yalnızlığa itecekti.
Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinand Haziran 1914’te bir Sırp teröristi tarafından öldürüldü. Böyle bir olayın üstüne kararlılıkla gitmeyen bir AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun geleceği parlak olamazdı. II. Wilhelm ve başbakanı Sırbistan’a karşı sert önlemler alınmasında direttiler ve savaş çıkacak olursa Avusturya’ya koşulsuz bağlılıklarını bildirdiler.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #15
Safi - avatarı
SMD MiSiM

I. Dünya Savaşı.


I. Dünya Savaşı’nm ilk günlerinde Almanya’da bütün sınıf, din ve siyasal görüş ayrılıkları unutuldu. Bütün partiler ve hatta SPD savaş harcamalarını onayladı. Oysa Almanya tehlike içindeydi. İtilaf Devletleri denizlerde güçlüydü; nüfusları Almanya’nınkinin üç katıydı; sömürge imparatorlukları ve ABD aracılığıyla ulaşabildikleri zengin doğal kaynakları vardı. Hemen abluka altına alman Almanya ise yalnızca kendi kaynaklarından ve savaşa katılmayan Hollanda, Danimarka ve İsviçre gibi komşularının kaynaklarından yararlanabilirdi. Buna karşılık iki cepheli bir savaşta büyük önem taşıyacak iç geçitlere ve birleşik komuta yapısına sahipti. İtilaf Devletleri birleşik komutadan yoksundu.

Alman genelkurmay başkanı Alfred von Schlieffen’in planı Belçika üzerinden Fransa’ya büyük bir orduyla saldırmak ve ahise kiz hafta içinde Paris’e ulaşmaktı. Doğuda Rusya’ya karşı küçük bir ordu bırakılacak, Fransa yenildikten sonra asıl ordu doğuya dönüp Rusları Doğu Prusya’dan çıkaracaktı. Schlieffen savaş başlamadan öldü; yerini Helmuth von Moltke aldı. Batıda Alman orduları Belçika’yı geçti, ama Marne Çarpışması’nda (Eylül 1914) durduruldu. Bu arada Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girdi. Yeniden görev verilen 67 yaşındaki Paul von Hindenburg, Tümgeneral Erich Ludendorff’la birlikte doğuya gönderildi ve Tarınenberg’de Rus ordularını yendi (Ağustos 1914). Batı cephesi uzun ve yıpratıcı bir savaşa sahne oldu. Ver dun, Somme ve Ypres’deki büyük çarpışmalara karşın iki taraf da İsviçre sınırından Manş Denizine kadar uzanan siperlerinden 50 km’den fazla uzaklaşamadı. Doğuda ise Müttefikler Rusya’ya karşı bir dizi zafer kazandılarsa da 1917 Ekim Devrimi’ne değin Rusya’yı savaş dışı bırakamadılar.

Moltke’den sonra genelkurmay başkanlığına getirilmiş olan Erich von Falkenhayn 1916’da görevden alındı. Ludendorff la birlikte onun yerine getirilen Hindenburg da tıpkı Falkenhayn gibi savaşın sonucunu batı cephesinin belirleyeceğine inanıyordu. Ama 1915’te İtalya’nın, 1916’da da Romanya’nın İtilaf Devletleri’ne katılmasıyla Müttefiklerin yıpratma savaşında hiçbir şansı kalmamıştı. Hindenburg ve Ludendorff fiilen Almanya’nın hükümdarları durumuna geldiler ve bütün toplumu seferber ettiler. Nüfusun yüzde 18’i askere alındı; bu 11 milyon askerin yaklaşık 2 milyonu öldü. Ülkede açlık baş gösterdi. 1916’da bağımsız bir Polonya devletinin oluşturulması o sıralarda beliren Rusya’yla ayrı bir antlaşma yapma olanağını yok etti. 1917’de ABD’yi savaşa katacağını bile bile “sınırsız” denizaltı savaşı başlatıldı. Nisan 1918’de Ludendorff ABD başkanı Woodrow Wilson’m önerdiği On Dört Madde’yi reddederek büyük bir saldırıya geçti. Askeri ve sivil liderler Reichstag’ ın 1917’de kabul ettiği toprak ilhakına yer vermeyen barış kararını hiçe sayarak 191718’de Rusya ve Romanya’ya ağır barış koşullarını kabul ettirdiler.

Ad:  almanya24.jpg
Gösterim: 429
Boyut:  64.6 KB
(Soldan sağa) General Hindenburg, İmparator II. Wilhelm ve General Ludendorff Dünya Savaşı sırasında

Nisan 1918’deki Ludendorff saldırısı batıda büyük engeller aştı. Ama ilk başarıların sürdürülmesini sağlayacak yedek güçler yoktu. Yaklaşık bir milyon ABD askeriyle birlikte karşı saldırıya geçen İtilaf Devletleri kısa sürede inisiyatifi ele aldılar. Alman kuvvetleri yavaş yavaş çekilmeye başladı ve 8 Ağustos’ta Kuzey Fransa’da ağır bir yenilgiye uğradı. II. Wilhelm Prens Maximilian von Baden’in başkanlığında daha liberal bir hükümeti işbaşına getirdi. Yeni hükümet ateşkes istedi. Ama görüşmeler sonuçlanmadan donanmada devrimci ayaklanma başladı; devrim orduda ve kentsel işçi sınıfı arasında da yayılınca II. Wilhelm krallık ve imparatorluk tacını bırakmak zorunda kaldı. Yenilmiş Almanya’da iktidarı Sosyal Demokratlar üstlenirken, savaşın askeri ve sivil liderleri sorumluluktan kaçtı. Almanya adına Merkez Partisi’nden bir sivilin, Matthias Erzberger’in imzaladığı ateşkes 11 Kasım 1918’de yürürlüğe girdi.

ALMAN CUMHURİYETİ, 1918-33.


9 Kasım 1918’de Almanya’da “kaza sonucu” bir cumhuriyet ilan edildi. Prens Maximilian başbakanlığı “Çoğunluktaki Sosyalistler” olarak adlandırılan kesimin önderi Friedrich Ebert’e devretti. Başlıca görevi devrimi önlemek olan Ebert bunun ancak Almanya’ yı bir anayasal monarşiye dönüştürmekle sağlanabileceğine inanıyordu. Dolayısıyla yeni anayasayı yapacak kurucu meclisin oluşturulması için seçime gitmek gerekiyordu.
Devrimin yenilgisi, 1918-19. Ama Ebert’i zor günler bekliyordu. Savaş yorgunu Almanya’da imparatorluk düzeninin ve imparatorun saygınlığı kalmamıştı. Ülkenin her yanında yakıt ve yiyecek sıkıntısı çekiliyordu. Bütün Avrupa’yı saran grip salgını Almanya’da daha da etkili oluyordu. Yalnızca 18 Ekim’de Berlin’de 1.700 ölüm bildirilmişti. Münih’teki Bağımsız Sosyalistler 8 Kasım’da Bavyera kralı III. Ludwig’i tahtı bırakmaya zorlamışlar ve Bavyera’da bir sosyalist cumhuriyetin kuruluşunu ilan etmişlerdi. Kasımın başlarında, Kiel’deki donanma ayaklanmasından önce Kuzey Denizi ve Baltık Denizi kıyılarındaki liman kentleri denizci, işçi ve asker konseylerinin (Rate) eline geçmişti. Berlinli radikal önderler Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg Rusya örneğini izleyerek Almanya’da bir
işçi ve asker konseyleri cumhuriyeti (Râterepublic) kurmak istiyorlardı. Ebert 9 Kasım’ da Reichstag'da hükümetin sorumluluğunu üstlenirken, Liebknecht 1,5 km ötedeki terk edilmiş imparatorluk sarayının önünde taraftarlarını ayaklanmaya çağırıyordu.

Liebknecht’in konuşması sürerken Reichstag önünde kızgın bir kalabalık toplanmaya başladı. Ebert binadan ayrılmış olduğu için arkadaşı Philipp Scheidemarın bir konuşma yapmak zorunda kaldı ve kalabalığın değişim isteklerine yanıt vermek için konuşmasının bir yerinde, “Yaşasın Alman Cumhuriyeti!” demiş bulundu. Ebert arkadaşının “kazayla” ilan ettiği cumhuriyeti duyunca çılgına döndü, ama artık geri dönüş yoktu. Kuracağı geçici hükümete destek sağlamak için Bağımsız Sosyalistler’e üç üyelik verdi; geçici hükümeti Halk Komiserleri Konseyi olarak adlandırmayı ve Almanya’yı anlamı pek belirgin olmayan bir sosyal cumhuriyete dönüştürmeyi kabul etti. Bir yandan da kurucu meclis seçiminin ülkede ılımlı demokratik bir cumhuriyetin yolunu açacağını umuyordu.
Çöküşün eşiğine gelmiş Almanya’da Çoğunluktaki ve Bağımsız Sosyalistler geçici bir yönetim için birleştiler. 11 Kasım’daki ateşkes savaşa son vermiş, ama İtilaf Devletlerinin ablukası kalkmamıştı. 1918-19 kışı bütün sıkıntılarıyla sürüyordu; cepheden dönen yüz binlerce asker kırgın, aç ve işsiz kalabalıklar oluşturuyordu.
Liebknecht’in ve onun kadar istekli olmayan Luxemburg’un önderlik ettiği devrim 6 Ocak 1919’da başladı. Artık resmen Almanya Komünist Partisi adını almış olan Spartakistler Berlin’de kitle gösterilerini başlattılar ve kısa zamanda yönetim ve iletişim merkezlerini ele geçirdiler.
Ama “Spartakist Hafta”nm olayları Almanya’nın henüz devrime hazır olmadığını ortaya koydu. Luxemburg’un korkusu gerçekleşti ve Alman işçilerinin komünizmi kitlesel olarak desteklemediği, çoğunun Bağımsız Sosyalistler’den yana olduğu ya da Ebert’in daha ılımlı demokratik sosyalist görüşlerini benimsediği anlaşıldı. Ayrıca, Alman ordusu toparlanmaya başlamış ve sola kayış önlenmişti. Aralıkta Freikorps (Özgür Birlikler) olarak bilinen ve gönüllülerden oluşan sağcı birlikler gizlice eğitilmeye başlamıştı. Bu birlikler sonraki yıllarda ülkedeki karşıdevrimin vurucu gücünü oluşturdu. Spartakistlerin Berlin’le sınırlı kalan ayaklanması 3 bin kadar Freikorps üyesi tarafından bir haftada bastırıldı. Liebknecht ve Luxemburg 15 Ocak’ta yakalanarak kurşuna dizildiler. Sonraki aylarda Almanya’ nın çeşitli yerlerinde ayaklanmalar görülmekle birlikte Berlin’deki yenilgi devrimin yazgısını belirlemişti. 4 Nisan 1919’da Bavyera’da ilan edilen Râterepublic radikal umutları kısa bir süre için canlandırdıysa da, Freikorps Bavyera Cumhuriyeti’ni ay sonunda yok etti.

Spartakistlerin başarısızlığı Ebert’in şansını artırdı. 19 Ocak 1919’da yapılan ve ilk kez kadınların da oy kullandığı seçimde Ebert’in demokrasi anlayışı büyük bir zafer kazandı. Seçmenlerin yüzde 75’i Almanya’da demokratik bir sistemin kurulmasından yana olan partilere oy verdiler. Meclis 6 Şubat 1919’da Berlin’in radikal siyasal ortamından uzakta, daha güvenli bulduğu Weimar’da toplandı. Ebert cumhurbaşkanlığına, Scheidemarın başbakanlığa seçildi.
18 Ocak 1919’da I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ülkelerin temsilcileri barış görüşmeleri için Paris’te toplandı. Almanya’nın yeni yönetimi bu görüşmelere büyük umut bağlamıştı. Woodrow Wilson’m On Dört Madde’sinin kendi kaderini belirleme ve demokrasiye geçme gibi iki temel konuda Almanya’nın yararına hükümler getirdiğini düşünüyorlardı. Ama beklenen olmadı. Alman heyeti ancak nisan başında Paris’e çağrıldı ve Almanya’nın kardeş bir demokrasi olarak değil, hâlâ Avrupa’nın “kötü huylu çocuğu” gibi görüldüğü ortaya çıktı. Barış görüşmesi olmayacaktı; Almanya eline tutuşturulan antlaşma metnini imzalamak zorundaydı.

Versailles Antlaşması.


Antlaşma metnindeki birçok hüküm Almanların beklediği gibiydi. Alsace-Lorraine’in Fransa’ya geri verilmesi ve Belçika sınırında yapılan birkaç küçük değişiklik sürpriz sayılmazdı. Kuzey Schleswig’deki DanimarkalI nüfusun Danimarka’ya katılması ya da Almanya’da kalması için plebisit yapılması da ulusların kendi kaderini belirleme ilkesiyle uyum içindeydi. Ama aynı ilkenin Avusturya’daki Almanlar için de uygulanmasıbeklenirdi. Almanya için daha ciddi sonuçlar doğuran hüküm, zengin kömür madenlerinin bulunduğu Saarland’ın Milletler Cemiyeti’nin denetimine geçmesi ve buradan çıkarılan kömürün savaş sonrası inşa giderlerine katkıda bulunmak için Fransa’ya verilmesiydi.
Almanya doğuda Batı Prusya eyaletini yeni kurulan Polonya’ya vermek zorunda kaldı. Danzig (Gdansk) Milletler Cemiyeti’nin sürekli denetimi altında özgür kent ilan edildi. Posen eyaletinin büyük bölümü gene Polonya’ya verildi. Almanya daha sonra yapılan bir plebisit sonucunda zengin kömür madenlerinin bulunduğu Yukarı Silezya’nın önemli bir bölümünü yitirdi.

Almanya ayrıca denizaşırı sömürgelerinden vazgeçmek zorunda bırakıldı. Yabancı ülkelerdeki mali kuruluşlarının çoğu elinden alındı; ticaret filosu da savaş öncesindeki hacminin onda birine indirildi.
Almanya’nın silahtan arındırılmasına ilişkin antlaşma hükümleri ise, İtilaf Devletleri önderlerine göre, dünya ölçeğindeki bir silahsızlanma sürecinin ilk adımını oluşturuyordu. Alman ordusu 100 bin kişiye indirildi; tank, zehirli gaz ve savaş uçağı üretimi yasaklandı. Alman-Fransız sınırında sürekli olarak askerden arındırılmış bir bölge bulunacak, Alman silahlı kuvvetleri Ren’in 50 km doğusundaki bir hattın gerisinde kalacaktı. Donanmadaki asker sayısı 15 bine indirildi; 6 savaş gemisine ve 30 daha küçük gemiye izin verildi. Ayrıca Alman genelkurmayı dağıtıldı.
Gene de Almanlar için en yaralayıcı hükümler onur maddeleri olarak bilinen 227230. maddelerdi. Buna göre İtilaf güçleri imparator dahil tek tek Almanları savaş suçlusu olarak yargılayabileceği. Almanya aynca 132 milyar altın mark savaş tazminatı ödeyecekti.

Antlaşma hükümleri Weimar’daki geçici hükümeti ayağa kaldırdı. Scheidemarın ve ordunun yeniden savaşacak gücü olmadığını açıklayan ordu komutanı Paul von Hindenburg istifa ettiler. Ama İtilaf Devletleri’nin verdiği bir ültimatomdan sonra Almanya 28 Haziran 1919’da antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Weimar Anayasası. Versailles Antlaşmasının imzalanmasından bir ay sonra Weimar kurucu meclisi yeni anayasa taslağını hazırladı. Ortaya çıkan metin o dönemin en demokratik anayasası olarak geniş ilgi gördü. Anayasaya göre dış politika ve silahlı kuvvetler üzerinde dikkate değer bir yetkisi olan cumhurbaşkanını halk seçiyordu. Başbakan cumhurbaşkanınca atanıyordu ve hükümet nispi temsille seçilen millet meclisinden (Reichstag) güvenoyu almak zorundaydı. Üst meclis (Reichsrat) federal eyalet hükümetlerinin belirlediği delegelerden oluşuyordu.
Weimar Anayasası’nm en yenilikçi özelliklerinden biri halk inisiyatifi ve referanduma ilişkin hükümleriydi. Buna göre seçmenler Reichstag'a yasa önerisinde bulunabilecek ve meclisi öneriyi oylama konusunda zorlayabilecekti. Öneri mecliste kabul edilmezse referanduma gidilerek, Reichstag'm iradesine karşın yasalaşması sağlanabilecekti.
Weimar Anayasası 11 Ağustos 1919’da resmen yürürlüğe girdi. Eylülde hükümet Berlin’e taşındı. Ama cumhurbaşkanı ve Reichstag seçimleri için ortamın henüz yeterli ölçüde güvenli olmadığı düşünülüyordu. Ebert’in geçici cumhurbaşkanlığı dönemi üç yıl uzatıldı; Reichstag seçimi Haziran 1920’ye ertelendi.
Bunalım yılları, 1920-23. Yeni Alman demokrasisi ilk yıllarım büyük çalkantılarla geçirdi. Savaşın getirdiği düş kırıklığı Versailles Antlaşmasıyla daha da pekişti. Antlaşmanın uyandırdığı nefret cumhuriyetin sosyalist ve demokrat kurucularına yöneltildi; bunların savaşın son aşamalarında Almanya’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Saldırgan Freikorps birlikleri Alman siyasal yaşamına vahşeti getirdi. Mart 1920’de bu birliklerden biri Berlin hükümetini kısa bir süre için ele geçirdi. Darbeyi tutucu siyaset adamı Wolfgang Kapp planlamıştı, ama Kapp darbesi Berlinli sosyalist ve komünist işçilerin genel grevi sonucu başarısızlığa
uğradı. Benzer bir sağcı darbe ise.Bavyera’ da başarıya ulaştı. 1922 sonuna gelindiğinde ülkede 400 siyasal cinayet işlenmişti.

Bunalımın etkileri Haziran 1920 seçiminde açıkça görüldü. Daha önce oyların yüzde 75’ini almış olan ve sosyalist SPD, Katolik Merkez Partisi ile Demokratlardan oluşan Weimar koalisyon partileri ancak yüzde 43,5 oranında oy toplayabildiler. Hızla yükselen enflasyon da bunalımı derinleştiren nedenlerden biriydi. Enflasyonun temelinde Almanya’nın savaş giderlerini karşılamak için girdiği ağır borç yükü yatıyordu, ama 1923’teki hiperenflasyon Fransız-Belçika birliklerinin şubatta sanayi merkezi Ruhr Havzasını işgal etmesiyle başladı. Hükümet işgale boyun eğmedi ve bölgedeki fabrikaların kapatılmasını istedi. Boşta kalan işçilerin ücretleri sonraki aylarda değeri her an düşen paralarla ödendi. 1923’ün ortasına gelindiğinde Alman Markı her dakika değer kaybetmeye başladı. Sabah 20 bin mark olan ekmeğin fiyatı akşamüstü 5 milyon marka çıkıyordu. Her şeyin çöktüğü 15 Kasım’da 1 Amerikan Doları’nın değeri 4,2 trilyon Alman Markı idi.
Hiperenflasyon sağ ve sol radikalizmi ateşledi. Komünistler devrim için uygun bir ortamın doğduğunu düşünüyorlardı. Münih’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adlı küçük bir örgütün önderi Adolf Hitler öteki sağcı grupları birleştirmeye çalışıyordu. Hitler Kasım 1923’te başarısız bir darbe girişiminde bulundu; amacı Bavyera’dan Berlin’e milliyetçi bir yürüyüşü örgütlemekti. Ama sağ ve sol radikalizm umduğunu bulamadı. Hükümet bir para reformu yaptı; Ruhr’daki işgali sona erdirmek için savaş borçlarını yeni bir takvime bağladı ve Ruhr’da pasif direniş politikasına son verdi.

Weimar Rönesansı.


1920’lerin başlarındaki siyasal ve ekonomik kargaşaya karşın Almanya’nın kültürel ve düşünsel yaşamında önemli gelişmeler oldu. 19. yüzyıl sonundan başlayarak Avrupa’daki estetik duyarlığı dönüştürmeye başlayan modernist devrim Weimar Rönesansı olarak adlandırılan bu dönemde Almanya’da yankı buldu. Modernizmin geleneği reddeden yaklaşımıyla Almanların savaşta yok olanların yerine yeni anlam ve değerler bulma gereksinimi tam olarak uyuşuyordu. 1918’in sonlarında cepheden dönen genç mimar Walter Gropius, “Bir dünya yıkıldı; şimdi radikal bir çözüm bulmalıyız,” diyordu. Gropius 1919’da Weimar’daki Bauhaus tasarım okulunun kurucusu ve ilk yöneticisi oldu. Bu okul Almanya’da modernizmin estetik ve kültürel görüşünü dile getiren en önemli kurumdu. Bauhaus sanatçıları bir önceki yüzyılın sanatsal üsluplarını bütünüyle reddediyorlardı.
Ad:  almanya25.jpg
Gösterim: 343
Boyut:  100.5 KB

Bauhaus’un dışında George Grosz, Max Beckmarın ve Otto Dix gibi ressamlar dışavurumculuğu benimsediler; gerçeğin kendisi yerine gerçek karşısındaki duygusal yanıtlarını tuvale dökmek istiyorlardı. Arnold Schoenberg, Anton von Webern ve Alban Berg gibi besteciler yüzyıllardır süregelen geleneği kırarak tonal müziği reddettiler. Popüler ve ciddi müziğin buluşma noktasında besteci Kurt Weill şair Bertolt Brecht’le işbirliği yaparak Die Dreikroschenoper’in (1928; Üç Kuruşluk Opera) yaratılmasına katkıda bulundu. D as Kabinet des Dr. Caligari (1919; Dr. Caligarfnin Muayenehanesi) gibi filmlerde yaşamın yüzeysel görünümlerinin arkasındaki rahatsız edici gerçekleri araştırmak için çarpıtılmış dekorlar ve alışılmamış kamera açıları kullanılmıştı.
Ama geleneğe yönelen modernist saldırıdan herkes hoşnut değildi. Operalar ve tiyatro oyunları çoğu zaman öfkeli seyircilerce yanda kesiliyordu. Richard Wagner’in oğlu Siegfried Wagner, babasının Der fliegende Hollânder (1843; Uçan HollandalI) yapıtının modernist uyarlamasını kınayarak bu uygulamayı “kültürel Bolşevizm” olarak niteledi. Bu hareketli ortamın dışında kalmayı yeğleyen sanatçılar da vardı. Örneğin romancı Thomas Marın dünyayı Alman kültürünün yüce doruklarından gözlemeyi seçmişti. Bu çabası ona 1929 Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirecekti.

Ekonomik ve siyasal istikrar yılları.


1923’ün sonlarında Alman parasının istikrar kazanmasının ardından 1924’te Ruhr bölgesinin işgaline son verildi ve daha gerçekçi bir ödeme planı yapıldı. Dawes Planı çerçevesinde gerçekleştirilen bu uygulamalara ek olarak Almanya’ya 800 milyon altın mark borç verildi. Bu önlemlerin etkisi kısa sürede görüldü ve 1927’de Alman sanayi üretimi 1913 yılı düzeyinde gerçekleşti. Gene 1927’de Reichstag’m zorunlu işsizlik sigortası uygulamasını kabul etmesiyle toplumsal uzlaşma yolunda önemli bir adım atıldı. Siyasal uzlaşmanın bir göstergesi ise ölen Friedrich Ebert’in yerine 1925’te 77 yaşındaki Hindenburg’un seçilmesiydi. Bir demokrat olmamakla birlikte, yaşlı feltmareşal anayasayı ve cumhuriyeti koruma görevini ciddiyetle yerine getirdi.
1924’ten 1929’a değin Alman dış politikasına Dışişleri Bakanı Gustav Stresemarın yön verdi. Stresemarın Versailles’m etkisini, antlaşmanın hükümlerine inatla karşı çıkarak değil, koşullarını yerine getirerek hafifletmek gerektiğine inanıyordu. Bu anlayışın ilk örneği Aralık 1925’te imzalanan Locarno
Paktı antlaşmalarında görüldü: Almanya savaş sonrası belirlenen Fransa ve Belçika sınırlarını kabul ediyor, doğuda Polonya ve Çekoslovakya ile çıkacak sınır anlaşmazlıklarında uluslararası hakemliği tanıyacağını belirtiyordu. Eylül 1926’da Almanya Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. 1928’de saldırgan savaşa başvurmayı yasadışı ilan eden Kellogg-Briand Paktı’nı imzaladı.

Ülkedeki ekonomik ve siyasal istikrarın etkisi Mayıs 1928’de yapılan Reichstag seçimlerinde görüldü. Sistem karşıtı partiler toplam oyların yüzde 13’ünü alabildi (Naziler yüzde 2,6; komünistler yüzde 10,6). 1929’daki Young Plam’yla Almanya’nın savaş tazminatı 37 milyar altın marka indirildi ve ödeme süresi 1988’e değin uzatıldı. Bu miktar 1921’deki toplam borcun üçte birinden azdı. Young Planı ayrıca İtilaf Devletleri Tazminat Komisyonu’nun dağıtılmasını öngörüyordu.
Alman hükümeti Ağustos 1929’da Young Planı’m resmen onayladı. Ama bu planı Almanya’nın aşağılanmasının başka bir biçimi olarak gören sağ kanat partileri, Alman Ulusal Halk Partisi (DNVP) ve bu partinin başkanı Alfred Hugenberg önderliğinde anayasanın halk inisiyatifi ve referandum hükümlerini işletmek üzere harekete geçtiler. Basın ve sinema sanayisi kralı Hugenberg milliyetçi kampanyayı yürütmek üzere Adolf Hitler’i görevlendirdi. Ama halkoylamasında sağ kanat ancak yüzde 13,8’lik bir destek bulabildi.

Cumhuriyetin sonu.


Young Plam’na karşı yürütülen kampanyanın öngörülmeyen bir sonucu, o zamana değin adı pek duyulmamış olan Hitler’in, Hugenberg’in denetimindeki gazeteleri ve sinema haberlerini kullanarak yaygın bir propaganda etkinliği yürütmesiydi. Hitler’in işine yarayan ikinci gelişme ise 29 Ekim 1929’da Wall Street’te borsanın çökmesiydi. Büyük Bunalım’la birlikte ABD’li yatırımcılar Almanya’ya verdikleri toplam 15 milyar mark tutarındaki borcu geri çekmeye başladılar. 1929’un son ayında hisse senedi fiyatları hızla düştü; iflaslar birbirini izledi, işsiz sayısı 1930’da 3 milyona, 1932 kışında 6 milyona çıktı. Alman sanayisi yüzde elli kapasiteyle çalışıyordu ve dış ticaret hacmi 1929’dan 1932’ye değin üçte iki oranında azaldı.
Ekonomik bunalımın ilk ciddi etkisi Mart 1930’da görüldü. 1927’de uygulamaya konan işsizlik sigortası programının artan yükü koalisyonun dağılmasına yol açtı. Yeni bir koalisyon kurulamayınca Almanya’da parlamenter demokrasi son buldu. Cumhurbaşkanı Hindenburg anayasanın 48. maddesinin kendisine tanıdığı acil durum yetkilerini kullanarak Katolik Merkez Partisi başkanı Heinrich Brüning’i başbakanlığa getirdi. Brüning 30 Mayıs 1932’ye değin arkasında parlamento çoğunluğu olmadan hükümeti yürüttü. İyi niyetli deflasyonist politikaları bir sonuç vermedi. Eylül 1930’da seçime gitmesi ise Nazilerin (yüzde 18) ve komünistlerin (yüzde 13) oylarını artırmalarını sağladı.

Naziler ve komünistler birbirlerinin can düşmanıydı, ama her iki grup da sonraki iki yıl boyunca Büyük Bunalım’m getirdiği siyasal ve ekonomik hoşnutsuzluktan yararlandı. Hitler’in aşırı milliyetçi ve ırkçı görüşleri, partisinin genç kadroları ve bir günah keçisi arayan halka her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri göstermesi birçok taraftar bulmasını sağladı. Partisinin üye sayısı 1929’da 170 binden 1932’de 1 milyon 378 bine çıktı; yarı askeri S A (Sturmabteilung) örgütü de hızla büyüdü. Komünistler ise Hitler’in tersine etki alanlarını işçi sınıfının dışına yayamadılar. Stalin’in parti üzerindeki denetiminin artmasıyla siyasal esneklikleri sınırlandı. Hitler’i ve Nasyonal Sosyalizmi ise kapitalizmin son aşamasının bir ürünü olarak görüyorlardı.
1931-32 kışında bunalım bütün şiddetiyle sürdü. 1932 eyalet seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyalarıyla geçti. Yeniden adaylığını koyması için zorla ikna edilen 84 yaşındaki Hindenburg seçimi kazandı. Rakibi Hitler ise oyların yüzde 37’sini aldı. Hindenburg Mayıs 1932’de Franz von Papen’i başbakanlığa getirdi. Papen parlamentoda destek bulmak için temmuzda seçime gitti, ama ağır bir yenilgiyle karşılaştı; oyların yüzde 37’sini Nazi partisi, yüzde 15’ini de komünistler aldı. Kasımda Papen ikinci bir seçime gitti. Ama gene başarılı olamadı. Nazi oyları yüzde 33’e düşmüş, komünistlerinki ise yüzde 17’ye yaklaşmıştı. Hindenburg aralıkta Papen’in yerine ordudan arkadaşı General Kurt von Schleicher’i atadı. Hitler gene başbakanlığı elde edememişti.
1932’nin sonunda Nazi kampında büyük bir düş kırıklığı yaşanıyordu. Parti borç içindeydi ve seçim yoluyla iktidar olabileceklerine inanmayan darbeci unsurlar gittikçe daha huzursuz oluyorlardı. 7 Aralık’ta Hitler’den sonraki ikinci adam Gregor Strasser partiden ayrıldı ve politikadan çekildi.

ÜÇÜNCÜ REICH, 1933-45.


Nazi devrimi. Hitler 30 Ocak 1933’te halkın desteğiyle değil, Schleicher, Papen ve cumhurbaşkanının oğlu Oskar von Hindenburg’un yürüttükleri siyasal entrikayla başbakan oldu. Bu kişiler Hugenberg’in DNVP’si ve bir olasılıkla Merkez Partisi’nin de katılımıyla parlamentoda çoğunluğu sağlayacak bir koalisyonu ancak Hitler’in kurabileceğine inanıyorlardı. Cumhurbaşkanını Hitler’in aşırı eğilimlerinin denetim altına alınacağına ikna ettiler. Papen başbakan yardımcısı olacak, savaş, dışişleri ve ekonomi bakanlıklarına muhafzakârlar getirilecekti. Naziler ise başbakanlığı ve etkisiz içişleri bakanlığını alacaktı. Herhangi bir bakanlığın başına getirilmeyen Hermarın Göring’e bakan statüsü ve Prusya eyaletinin içişleri bakanlığı verildi. Ama böylelikle Göring Almanya’nın en geniş polis örgütünün denetimini eline geçirmiş oldu.
Naziler küçük adamı yücelten ve onu Yahudilerin denetlediği bir dünyada kurban olarak gösteren bir ideoloji getirdiler. Bu ideolojinin özü Yahudi düşmanlığına ve Alman ırkının üstünlüğüne dayanıyordu. Ayrıca Kasım 1918’den sonra gittikçe biriken kırgınlıklar peşpeşe sıralanıyordu. Versailles’m getirdiği aşağılanmanın hemen ardından büyük işletmelerden, büyük bankalardan, büyük mağazalardan, büyük sendikalardan, siyasal partilerin neden olduğu bölünmüşlükten kaynaklanan hoşnutsuzluklar geliyordu.

Ne 25 maddelik parti programı (1920) ne de Hitler’in otobiyografik Mein Kampf (1925-27; Kavgam, 1940) kitabı Almanya’ nın Nazi yönetimi altında nasıl bir biçim alacağına ilişkin bir açıklık getiriyordu. Ama Hitler ve propagandacıları köklü değişiklikler olacağını açıkça belirtmişlerdi. Üstün ırktan Almanlar Volksgemeinschaft (ırk topluluğu) içinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlanacaklardı. Bu toplumda parti ve sınıf ayrımları ırksal bir uyum içinde aşılacaktı. Bu uyum içinde aşağı ırktan insanlar bulunamazdı. Bu yapılanmanın mantığı “Yahudi sorunu”nun çözülmesini gerekli kılıyordu. Uluslararası planda ise Hitler uzun süredir doğuda bir yaşam alanı (Lebensraum) gereksiniminden söz ediyordu. Ama ilk önce Versailles’m zincirlerinin kırılması gerekiyordu.
Merkez Partisi Ocak 1933’te kurulan NaziDNVP koalisyonuna katılmayı reddedince Hitler 5 Mart’ta seçime gitti. Naziler çok şiddetli bir kampanya yürüttüler. 27 Şubat’ tâki Reichstag yangınını fırsat bilen Hitler özgürlükleri askıya aldı, komünistlerle birlikte öteki muhalefet önderlerini tutuklattı. Seçimde oyların yüzde 43,9’unu alan Naziler, yüzde 8 oy alan DNVP ile bilikte mecliste çoğunluğu sağladılar. Bu meclis 23 Mart’taki ilk oturumunda SA’nın ve Heinrich Himmler’in komutasındaki SS’in (ıSchutzstaffel) büyük baskısı altında Hitler’e anayasayı askıya alma ve kanun gücünde kararname çıkarma yetkisini verdi.
Birkaç ay içinde Naziler bütün ülkeye egemen oldular. Federal eyaletler kaldırıldı; demokratlar, sosyalistler ve Yahudiler devlet dairelerinden ve üniversitelerden temizlendi; sendikalar kapatılarak yerine İşçi Cephesi oluşturuldu; Göring Prusya siyasal polisini gizli bir polis örgütüne dönüştürerek Gestapo’yu (Geheime Staatpolizei) kurdu; aynı işi Himmler Bavyera’da yaptı. Hitler iktidarını pekiştirmek için 30 Haziran 1934’te başta Ernst Rohm olmak üzere bütün SA yöneticilerini Himmler’e öldürttü. Cumhurbaşkanı Hindenburg ölünce Hitler 2 Ağustos 1934’te bütün cumhurbaşkanlığı yetkilerini devraldı; son adım olarak da Şubat 1938’de bütün Alman ordusunun komutasını üstlendi.

Totaliter devlet.


Amaçlanan ırk birliğine dayalı topluma ulaşmak Alman ırkının arındırılmasını ve nüfusunun artırılmasını gerektiriyordu. Naziler bu çabalarında öjenik denen ve insan soyunun genetik yardımıyla geliştirilmesini amaçlayan yeni bilim dalına da yaslanabildiler. 14 Temmuz 1933’te çıkarılan Kalıtsal Sağlığı Koruma Yasası “değersiz” görülen yaklaşık 2 milyon kişinin kısırlaştırılmasına olanak verdi. Aynı ay yeni evlilere borç verilmesini ve her doğan çocukla borcun yavaş yavaş silinmesini öngören bir yasa çıkarıldı. Analık yüceltildi. 1935’te çıkarılan Nürnberg Yasaları’yla Yahudiler ikinci sınıf yurttaş ilan edildi ve Almanlarla evlenmeleri ya da cinsel ilişkide bulunmaları yasaklandı.
Naziler Yahudilere karşı gittikçe ağırlaşan bir baskı uyguladılar. SA’larm şiddet eylemleri, Yahudileri üniversitelerden ve devlet memurluğundan çıkaran yasalar, Yahudi dükkân ve meslek sahiplerinin boykot edilmesi ve sonunda Yahudi mallarına el konması 1933-38 arasında 250 bin kadar Yahudinin göç etmesine yol açtı. Kristallnacht (9-10 Kasım 1938) olarak bilinen Yahudilere ve Yahudi mallarına yönelik büyük şiddet gösterisinden sonra Hitler, Herman Göring’i Yahudi politikasının başına getirdi. Böylece Göring Yahudilere zulmetme yoluyla üstünlük ve çıkar sağlama yarışma giren pek çok parti ve hükümet kuruluşu arasında eşgüdümün sağlanmasını üstlendi.

Yahudileri ırk topluluğunun dışında tutmak ne kadar önemliyse Alman işçi sınıfını da bunun içine çekmek o kadar önemliydi. Böylece sosyalizme yatkın işçiler milliyetçi görüşe katılacaktı. Başarının anahtarı ise milyonlarca işçiye iş bulunmasıydı. Hükümetin silahlanma ve otoyol (Autobahn) yapımı gibi bayındırlık işlerine fon ayırması yeni iş alanları açtı. Hatta 1937’ye gelindiğinde Almanya’da işgücü sıkıntısı çekilmeye başladı. Naziler işçilerde ırk bilinci ve milliyetçilik duyguları yaratmak için kamu fonlarıyla desteklenen geniş bir eğlence-tatil programını da yürürlüğe koydular. O zamana değin otomobil üst sınıfların ayrıcalığı ve bir statü simgesiyken işçilere otomobil (Volkswagen) sahibi olma fırsatını verdiler.
Amaç toplumsal sınıf ayrımlarının öne çıkmasını engellemekti.

Dış politika.


Hitler dış politikayı kendisi belirledi. İlk amacı Almanya’yı dünya olaylarında yeniden söz sahibi yapmak, Versailles Antlaşmasının utancından kurtarmaktı. Daha uzun vadeli amacı ise Almanya için bir yaşam alanı (Lebensraum) ele geçirmekti. Bu alan doğuda Sovyetler’den kazanılacak, Ukrayna Almanya’nın tahıl ambarı olacaktı. Hitler’e göre Alman ırkı Slav halklarından üstün, Bolşevikler de dünya çapındaki Yahudi komplosunun öncüsüydü. Almanya bu topraklan ele geçirerek Avrupa’da ekonomik ve askeri egemenlik kuracak, hatta sonunda dünyaya egemen olabilecekti.
Hitler bunun savaş anlamına geldiğini biliyordu. 1933’te gizlice başlattığı silahlanmayı Mart 1935’ten sonra açıkça sürdürdü. Ertesi yıl Alman kuvvetlerini askerden arındırılmış Ren Bölgesine yerleştirdi. Versailles Antlaşması ölmüştü. İngiltere ve Fransa da antlaşmayı savunmak yerine hükümlerine açıkça ters düşen anlaşmalar imzaladılar. 5 Kasım 1937’de Hitler kurmaylarını toplayarak en geç beş yıl içinde doğuda başlayacak savaşa hazırlanmalarını istedi. Bütün bunlara karşılık iktidarının ilk yıllarında sık sık barıştan söz etti. Ocak 1934’te Polonya’yla 10 yıllık bir saldırmazlık paktı imzaladı. Propaganda bakanı Goebbels’in yardımıyla Fransa, İngiltere ve ABD’yi Almanya’nın Bolşevik yayılmasına karşı Batı’nm son kalesi olduğuna inandırdı. 1936’da Japonya’yla Anti-Komintern Pakt’ı imzaladı. Almanya’yla birlikte İspanya İç Şavaşı’nda Franco’nun yardımına koşan İtalya da 1937’de pakta katıldı.
Hitler 1938’de dış politikada iki önemli adım atarak niyetinin pek barışçıl olmadığını ortaya koydu. Martta Avusturya’yı ilhak etti ve bunu Alman halkının kendi kaderini belirleme hakkına dayandırdı. Fransa ve İngiltere ses çıkarmadı. Ardından Südetler’de Alman azınlığa kötü davranıldığı gerekçesiyle Çekoslovakya ile Almanya arasında bir diplomatik bunalım yarattı. İngiltere başbakanı Neville Chamberlain’m girişimiyle savaş önlendi. Ama Chamberlain’m müdahalesi Eylül 1938’de Südetler bölgesini Almanya’ya bırakan Münih Anlaşması’yla sonuçlandı.
İngiltere ve Fransa’nın kendisini durdurmaya çalışmayacağından emin olan Hitler Mart 1939’da geri kalan Çekoslovak topraklarını aldı. Litvanya’nın Memel kentini ilhak etti. Polonya sorununun çözümünde müttefik bulmak için Mayıs 1939’da Mussolini’yle Çelik Pakt’ı imzaladı. Hemen ardından büyük bir diplomatik manevraya girişerek Polonya’yla birlikte Doğu Avrupa’nın Alman ve Sovyet nüfuz alanlarına bölünmesi konusunda Stalin’in nabzını yokladı. 24 Ağustos’ta Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından sonra 1 Eylül’de Polonya işgalini başlattı. İki gün sonra da İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etti.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #16
Safi - avatarı
SMD MiSiM

II. Dünya Savaşı.


Hitler savaşın ilk yıllarında çarpıcı zaferler kazandı. Bir ay içinde Polonya’yı teslim aldıktan sonra batıya yöneldi. Nisan 1940’ta birkaç günde Danimarka ve Norveç’i alarak mayısta Fransa, Lüksemburg, Belçika ve Hollanda’ya saldırdı. Haziranda batıdaki mutlak zaferinin önünde duran tek engel İngiltere’ydi. İngiltere’yi de hava saldırılarıyla savaş dışı bırakabileceğini düşünen Hitler kurmaylarından Sovyetler Birliği’ni işgal için hazırlanmalarını istedi; işgal tarihini de 15 Mayıs 1941 olarak belirledi.
SSCB’nin işgali Yunanistan ve Kuzey Afrika’da askeri sorunlarla karşılaşan Mussolini’ye destek sağlanması yüzünden gecikti.
Hitler Şubat 1941’de Kuzey Afrika’ya Rommel’in komutasında bir zırhlı tümen gönderdi. Balkan ülkelerini Alman birliklerine geçiş izni vermeye zorlayarak Yunanistan’a girdi. 22 Haziran 1941’de SSCB’yi işgal etmeye başladığında batıda ve güneyde savaş sürüyordu. Alman orduları SSCB’de hızla ilerledi, ama Moskova’ya yürümekte gecikince bastıran kışın etkisiyle Moskova önlerinde durmak zorunda kaldı. 6 Aralık 1941’de SSCB karşı saldırıya geçti. Ertesi gün Japonya ABD’nin Pearl Harbor’daki deniz üssüne saldırdı. Olayı sevinçle karşılayan Hitler, 11 Aralık’ta ABD’ye savaş ilan etti. SSCB zaferi umduğu kadar çabuk kazanılmamıştı, ama 1941 sonunda SSCB’nin Avrupa toprakları hemen hemen tümüyle Alman ordularının denetimindeydi. 1942’nin büyük bölümünde de sonul Alman zaferi olası görünüyordu.

Nazi ordularının başarıları Almanya’da sivil halkı I. Dünya Savaşı’nın yol açtığı yoksulluk ve özveriden korudu. İşgal edilen yerlerden ülkeye yiyecek ve hammaddeler akıtıldı. Savaşın son yıllarına değin Almanya’da yiyecek sıkıntısı yaşanmadı. Kadınların evlerinde oturması sağlandı; işçiler sınırlarını zorlayacak ölçüde çalıştırılmadı. Yedi milyon savaş tutsağının emeği onların yükünü hafifletti. Hitler iç cephede 1918’de yaşanan çöküşün yinelenmesine izin vermek niyetinde değildi.
1943 başlarında ise artık savaşın yazgısının değiştiği görülüyordu. Hitler ilk büyük yenilgisini Aralık 1942’de Stalingrad Çarpışmasında aldı. Mayıs 1943’te Kuzey Afrika’daki Alman ve İtalyan askerleri teslim olmak zorunda kaldı. Müttefikler Atlas Okyanusundaki denizaltı savaşında Alman gücünü kırdılar; 10 Temmuz’da Sicilya’ya çıktılar. İki hafta sonra Mussolini devrildi ve İtalya savaştan çekildi.
İtalya’da yeni bir cephenin açılması Alman ordularının bütün cephelerde gerileme olasılığını artırmıştı. Ordu SSCB’de 4.000 km boyunca uzanan bir cepheye yayılmış, hava üstünlüğü Müttefiklere geçmiş, Alman kentleri bombardımanın yanı sıra yokluklarla karşılaşmaya başlamıştı. Alman kuvvetleri 1944 boyunca geriledi. Batıda Haziran 1944’te Normandiya Çıkarması’m gerçekleştiren Müttefikler Fransa’ya girdi. Doğu cephesinin tümünde ilerleyen Sovyet orduları yıl sonunda Almanya’nın savaştan önceki doğu sınırına ulaştı. 20 Temmuz’daki suikast girişimini atlatmış bulunan Hitler Ocak 1945’te Berlin’deki yeraltı sığınağına çekildi. 30 Nisan 1945’te intihar ettiğinde Sovyet askerleri dalga dalga Berlin’e giriyordu. Batılı Müttefikler de hemen saldırabilecek kadar yakındı.
Hitler’in ardılı Kari Dönitz teslim koşullarını Batılılar ve Sovyetler’le ayrı ayrı görüşmeyi denedi, ama bunu başaramadı. Alman delegasyonu 7 Mayıs 1945’te Rheims’de bütün Müttefiklerin temsilcileriyle birlikte teslim belgelerini imzaladı. SSCB’nin de bu törende temsil edilmesine karşın Stalin’in ısrarı üzerine aynı gün öğleden sonra Sovyet işgali altındaki Berlin’de imza töreni tekrarlandı. Ayrıca bak. II. Dünya Savaşı.

İKİ ALMANYA DÖNEMİ.


Almanya II. Dünya Savaşı’nın ardından dört işgal bölgesine ayrıldı. Ülkenin güneybatısı Fransa’nın, kuzeybatısı İngiltere’nin, güneyi ABD’nin, doğusu da SSCB’nin denetimine verildi. Tümüyle Sovyet bölgesinde kalan Berlin kentinin de dört işgal bölgesine ayrılması kararlaştırıldı. 1949’da İngiltere, Fransa ve ABD işgal bölgelerinin birleştirilmesiyle Almanya Federal Cumhuriyeti (AFC) oluşturuldu. Genellikle Batı Almanya olarak bilinen bu yeni devletin başkentinin Borın olması kararlaştırıldı. Aynı yıl Sovyet işgal bölgesinde Alman Demokratik Cumhuriyeti adıyla yeni bir Alman devleti kuruldu. Sovyetler Birliği’nin Berlin’deki işgal bölgesini oluşturan Doğu Berlin bu yeni Alman devletinin başkenti ilan edildi. Müttefik ülkeleri bu iki devletin kurulmasından sonra da bölgede belirli hakları ellerinde tuttular.
Batı Almanya kısa zamanda savaşın yol açtığı zararların üstesinden gelmeyi başararak 1950’lerde “ekonomik mucize” olarak adlandırılan bir canlanma dönemi yaşadı. Bunun sonucunda ABD, Sovyetler Birliği ve Japonya’dan sonra dünyanın ekonomik bakımdan dördüncü güçlü ülkesi durumuna geldi. Sosyalist yönetimli Doğu Almanya ise en yüksek yaşam düzeyini gerçekleştiren Doğu Bloku ülkesi olmasına karşın, hiçbir zaman Batı Almanya’nın ekonomik düzeyine ulaşamadı.
Doğu ve Batı Almanya’yı ayıran sınır Doğu Avrupa’da demokrasi yanlısı gösterilerin yaygınlaştığı 1989’a değin kapalı kaldı. Doğu Alman hükümeti artan baskılar karşısında 9 Kasım 1989’da Batı Almanya’yla olan sınırını açma kararı aldı. Ertesi yıl 3 Ekim’de de iki ülkenin birleştiği ilan edildi.
Ad:  almanya26.jpg
Gösterim: 282
Boyut:  33.1 KB
Borın hükümet merkezi


Almanya Federal Cumhuriyeti.


5 Haziran 1945’te yayımlanan bir bildirgeyle Almanya’nın yönetimi ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin oluşturacağı askeri yönetimlere bırakıldı. Bu ülkelerden her biri kendi işgal bölgesini özgürce yönetecek, Almanya’nın bütününü ilgilendiren konularla ise Müttefikler Kontrol Konseyi ilgilenecekti. Temmuz-Ağustos 1945’te toplanan Potsdam Konferansı’nda da Almanya’nın üç işgal bölgesine ayrılması konusunda görüş birliğine varıldı. Sonradan Fransa’nın da bir işgalci güç olarak kabul edilmesiyle işgal bölgelerinin sayısı dörde çıkarıldı. Bir süre sonra işgal bölgelerinde eski siyasal partiler yeniden kurulmaya ve eyalet yönetimleri oluşturulmaya başladı.
Müttefiklerin ilkesel olarak Almanya’nın bütünlüğünü korumaya kararlı olmalarına karşın bir süre sonra Batılı işgal güçleriyle Sovyetler Birliği arasında görüş ayrılıkları çıktı. Anlaşmazlık yaratan konuların başında Almanya’nın savaş tazminatlarını nasıl ödeyeceği ve yeni ekonomik yapılanmasını nasıl gerçekleştireceği geliyordu. İngiltere, ABD ve Fransa 1948’de kendi işgal bölgelerini tek bir ekonomik birim halinde birleştirdiler. Aynı yıl Berlin’deki işgal bölgelerini de birleştirerek, Batı Berlin adıyla anılan Berlin eyaletini (Land) oluşturdular. Bütün bu gelişmelere büyük tepki gösteren Sovyetler Birliği, 20 Haziran 1948’de batı bölgelerinde bir para reformunun uygulamaya konması üzerine Batı Berlin’i abluka altına aldı. Batılılar da Sovyet bölgesine karşı ambargo uyguladılar ve Batı Berlin’e gerekli malzemeyi sağlayacak bir hava koridoru oluşturdular. Sovyetler Birliği bu gelişmeler karşısında Mayıs 1949’da ambargo uygulamasına son vermek zorunda kaldı.
Ad:  almanya27.jpg
Gösterim: 215
Boyut:  20.7 KB

Almanya Federal Cumhuriyeti’nin Temel Yasası (Grundgesetz) 8 Mayıs 1949’da Parlamento Konseyi’nde kabul edildi. Dört gün sonra da 12. eyalet olarak önerilen Berlin’in dışarıda bırakılması koşuluyla Batılı işgal devletlerinin askeri valileri tarafından onaylandı. O tarihteki 11 eyalet Schleswig- Holstein, Hamburg, Bremen, Aşağı Saksonya, Kuzey Ren-Vestfalya, RheinlandPfalz, Hessen, Bavyera, Baden, Württemberg-Baden ve Württemberg- Hohenzollern’di. Bu eyaletlerden son üçü 1952’de birleşerek Baden-Württemberg adını aldı. 1957’de de Saarland 10. eyalet oldu.
Eylül 1949’da İşgal Tüzüğü’nün yürürlüğe girmesiyle, Müttefiklerin askeri hükümetlerinin yerini, gene bu üç ülkenin oluşturduğu Müttefikler Yüksek Komisyonu aldı. Kasımda imzalanan Petersburg Antlaşmasıyla sanayi tesislerinin sökülmesi konusundaki hükümler yumuşatıldı ve AFC’nin bir ticaret filosu oluşturmasına izin verildi. Ruhr İdaresi’nin ve Avrupa Konseyi’nin doğrudan üyesi olan AFC yabancı ülkelerle ticari ve diplomatik ilişkiler kurabilecekti.
İlk genel seçimler 14 Ağustos 1949’da yapıldı. Seçimlerde en çok oyu Konrad Adenauer’m başkanlığındaki Hıristiyan Demokratik Birlik (CDU) ile Hıristiyan Sosyal Birlik’in (CSU) oluşturduğu CDU-CSU koalisyonu aldı. Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ise seçimlerden ikinci parti olarak çıktı. Federal Meclis’te temsil edilen öteki sekiz partinin en önemlileri Hür Demokratik Parti (FDP), Alman Partisi ve Komünist Parti’ydi. CDU-CSU koalisyonunun FDP ve Alman Partisi’yle yaptığı ittifak sonucu Adenauer başbakan oldu. Eylülde de FDP’nin adayı Theodor Heuss ülkenin ilk cumhurbaşkanı seçildi.

1951’de başbakanlığın yanı sıra dışişleri bakanlığını da üstlenen Adenauer, bu göreve başkalarının getirilmesinden sonra da dış politikada belirleyici olmayı sürdürdü. Adenauer iki Almanya’nın birleştirilmesini amaçlıyor, ama bunun Müttefiklere bırakılması gerektiğine inanıyordu. Ayrıca ABD’ nin önderliğinde bir Avrupa ittifakı oluşturulmasını ve Batı Avrupa’da federasyona benzer bir örgütlenmeye gidilmesini savunuyordu. SPD ise hem Adenauer’m bu görüşlerine, hem de ABD’nin dayattığı, AFC’nin yeniden silahlanması görüşüne karşı çıkıyordu. Adenauer 1953 seçimlerinde üçte iki çoğunluğu sağladıktan sonra, ülkenin yeniden silahlanması için gerekli olan anayasa değişikliğini yapabildi. AFC Mayıs 1955’te egemen bir devlet oldu ve aynı yıl kendi ordusunu kurarak NATO’ya girdi. Avrupa’nın bütünleşmesi için sürdürülen bütün çalışmalara katılan Adenauer, 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun (AET) kurulmasıyla sonuçlanan Roma Antlaşmasının imzalanmasında önemli rol oynadı.
Bu dönemde Afrika ve Asya’nın bağımsızlığını yeni kazanan ülkelerine ekonomik yardımda bulunan AFC, Yahudilerin Nazi yönetimi sırasında karşı karşıya kaldığı baskılar nedeniyle İsrail’e de 3 milyar Alman Markı’nı aşan tazminat ödedi. 1950’lerde AFC ve ABD arasındaki ilişkiler gitgide yakınlaştı. 1955’te Moskova’ya giden Adenauer, SSCB’de bulunan 10 bin Alman tutsağın serbest bırakılması karşılığında bu ülkeyle diplomatik ilişki kurmayı kabul etti. Ama ADC’nin varlığı iki ülke arasındaki en önemli sorun olmayı sürdürdü. SSCB iki Alman devleti olduğu görüşünü savunurken, AFC yönetimi ADC’nin yasal varlığını kabule yanaşmıyordu. SSCB 1958’de Batılı askeri güçlerin Berlin’den çekilmesini isteyince çıkan bunalım, 1961’de Berlin Duvan’nın kurulmasıyla sonuçlandı.

Adenauer’m iç politikada karşılaştığı ilk önemli sorun Polonya’dan, Balkanlar’dan ve Doğu Almanya’dan gelen milyonlarca mültecinin yerleştirilmesi oldu. CDU-CSU koalisyonunun Federal Meclis’teki sandalyelerin yaklaşık yansını kazandığı Eylül 1953’teki seçimlerin ardından Adenauer Hür Demokratlar, Alman Partisi ve Alman Bloku ile yeni bir koalisyon hükümeti kurdu. Temmuz 1954’te de Heuss yeniden cumhurbaşkanı seçildi. 1956’da Zorunlu Askerlik Yasası çıkarıldı. Ertesi yıl da ilk askeri birlikler oluşturulmaya başladı. Bu dönemde koalisyonda yer alan küçük partiler Adenauer’dan desteklerini çektiler. Bu olayın yarattığı bunalım gitgide derinleştiyse de, dış olaylar hükümetin düşmesini engelledi. 1956’da Sovyetler Birliği’nin Macaristan’a müdahalesi hükümetin durumunu yeniden güçlendirmesini sağladı. CDU-CSU koalisyonunun Federal Meclis’teki sandalye sayısını artırarak çıktığı 1957 seçimlerinin ardından Adenauer, Alman Partisi ile üçüncü koalisyon hükümetini kurdu. 1959’da cumhurbaşkanlık dönemi sona eren Heuss’un yerine Hıristiyan Demokratların adayı Heinrich Lübke seçildi.

Kasım 1959’da Bad Godesberg programının kabul edilmesiyle SPD’nin politikasında önemli değişiklikler oldu. Marksizmden tümüyle uzaklaşan parti başbakan adayı olarak Batı Berlin belediye başkanı Willy Brandt’ı benimsedi. 1961 seçimlerinde Federal Meclis’e yalnızca CDU-CSU koalisyonu, SPD ve FDP girebildi/Seçimlerin ardından Hür Demokratlarla CDU-CSU koalisyonunun katıldığı yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu. Hür Demokratların lideri Erich Mende başbakanın değişmesi konusunda ısrar edince, Adenauer’m yasama dönemi sona ermeden başbakanlıktan çekilmesi karara bağlandı.
Ekim 1963’te istifa eden Adenauer’m yerine Alman ekonomik mucizesinin miman olarak tanınan Ludwig Erhard geçti. Erhard, Adenauer’ınkine benzer bir koalisyon hükümeti kurarak başbakan yardımcılığına Mende’yi getirdi. Temmuz 1964’te de Lübke yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Erhard’ın başbakanlık dönemi NATO ve AET içindeki anlaşmazlıkları çözme çabalan ile geçti. Koalisyon partilerinin 1965 seçimlerindeki başansı Erhard’ın kişisel zaferi olarak nitelendirildi. Ama Erhard hükümeti çok geçmeden önemli ekonomik sorunlarla karşı karşıya kaldı. Ekonomik bunalımın iki önemli sonucu oldu: Koalisyon ortağı FDP Ekim 1966’da hükümetten çekildi ve Yeni Nazilerin kurduğu Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NDP) güçlenmeye başladı.

Hür Demokratların hükümetten çekilmesiyle ortaya çıkan bunalım Aralık 1966’da CDU-CSU-SPD koalisyonunun kurulmasıyla sonuçlandı. “Büyük Koalisyon” denen bu yeni koalisyon hükümetinin başkanlığına Kurt Georg Kiesinger getirildi; Brandt ise başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı oldu. Kiesinger başbakanlığı sırasında ülkesinin Doğu ile olan ilişkilerini yumuşatmaya ve Fransa ile yeniden yakın ilişkiler kurmaya çalıştı. 1967’de SSCB ve AFC karşılıklı olarak büyükelçi atadılar. Ama SSCB’nin 1968’de Çekoslovakya’yı işgali iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden gerginleşmesine yol açtı. 1967’de Lübke cumhurbaşkanlığından istifa edince yerine SPD’li Gustav Heinemarın geçti, 1969’daki Federal Meclis seçimlerinde sol eğilimli partiler oylarını büyük ölçüde artırdılar.

21 Ekim 1969’da ülkesinin ilk Sosyal Demokrat başbakanı olarak göreve başlayan Willy Brandt Hür Demokratların desteğiyle bir koalisyon hükümeti kurdu. Brandt’ın en önemli başarısı Ostpolitik (Doğu Politikası) olarak bilinen politikayı yürürlüğe koymak oldu. AFC’nin SSCB, ADC ve Doğu Avrupa ülkeleriyle olan ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan bu politika uyarınca 1970’te SSCB ile bir antlaşma imzalandı. AFC’nin Avrupa’daki bütün ülkelerin sınırlarım resmen tanıdığı bu antlaşmayla, iki ülke birbirlerine karşı kuvvete başvurmayacakları konusunda güvence veriyorlardı. Ayrıca 1970’te Polonya, 1973’te de Çekoslovakya ile imzalanan antlaşmalarla AFC’nin bu ülkelerle olan sınırlan onaylandı. Brandt 1970’te iki kez ADC başbakanı Willi Stoph ile buluştu. 1972’de iki ülke arasında imzalanan antlaşmayla bölünmüş ailelerin birbirlerini ziyaretine izin verildi ve karşılıklı olarak tutuklular serbest bırakıldı. Brandt 1972 seçimlerinin ardından da başbakanlık görevini sürdürdü. Ama yardımcılarından birinin casuslukla suçlanması üzerine Mayıs 1974’te başbakanlıktan istifa etti.

Brandt’ın yerine geçen Helmut Schmidt, 16 Mayıs 1974’te, petrol fiyatlarındaki yükselmenin dünya çapında bir ekonomik durgunluğa yol açtığı bir dönemde göreve başladı. Aynı yıl görev süresi sona eren Cumhurbaşkanı Heinemarın’ın yerine Walter Scheel geçti. 1976 ve 1980 seçimlerinden sonra da işbaşında kalan Schmidt, ekonomik durgunluğun üstesinden gelebilmek için cesurca önlemler aldı. Dış politikada ise NATO’ya tam destek sağladı ve Doğu’yla olan ilişkilerin yumuşatılmasını öngören politikayı sürdürdü. Bu arada ortaya çıkan ve Yeşiller adıyla bilinen çevreci parti AFC’deki siyasal atmosferi büyük ölçüde değiştirmiş, 1979’da görev süresi biten Scheel’in yerine Kari Cartens geçmiş ve Schmidt’in Avrupa’ya nükleer füzelerin yerleştirilmesini onaylaması SPD içinde tepkilere yol açmıştı. Ekonomik durgunluğun bir sonucu olarak 1981’de işsizliğin yüksek boyutlara ulaşması Schmidt hükümetindeki bunalımı daha da derinleştirdi. FDP’nin koalisyondan ayrılmasından sonra yapılan ve bazı hukukçular tarafından anayasaya aykırı bulunan güvenoylamasında hükümet güvensizlik oyu alınca Schmidt başbakanlıktan istifa etti. Yerine CDU’dan Helmut Kohl geçti. Kohl’un başbakanlığındaki CDU-CSUFDP koalisyonu 1983 seçimlerini kolaylıkla kazandı. Aynı yıl Hıristiyan Demokrat Richard Weizsacker cumhurbaşkanı seçildi. Kohl başbakanlığı sırasında ülkesinin Batı ile olan ilişkilerini güçlendirmeye ve piyasa ekonomisini yerleştirmeye çalıştı. 1987’deki seçimlerde koalisyon partileri oy yitirdiyse de Kohl hükümeti işbaşında kaldı. Doğu ve Batı Almanya arasındaki ilişkileri yumuşatmayı amaçlayan Ostpolitik bu dönemde de sürdürüldü. ADC Devlet Konseyi başkanı Erich Honecker Eylül 1987’de AFC’yi ziyaret etti. Ama bu ziyaret sırasında yapılan görüşmelerden önemli bir sonuç ahnamadı.

Alman Demokratik Cumhuriyeti.


Haziran 1945’te Almanya işgal bölgelerine ayrıldığında, ülkenin doğu kesiminin yönetimi Sovyet Askeri Yönetimi’ne bırakıldı. Yeni yönetim önce özel bankaları ve şirketleri tazminat ödemeksizin devletleştirdi. Herkesin elindeki paralan, külçe altınlan, senetleri ve değerli eşyalan teslim etmesi istendi. Sökülen fabrikalar, vagonlar, lokomotifler ve hatta raylar savaş tazminatı olarak SSCB’ye götürüldü. Aynca 100 ha’nın üzerindeki bütün topraklara karşılıksız olarak el kondu. Böylece eskiden yaklaşık 3 bin büyük toprak sahibinin elinde bulunan topraklar tanm işçilerinin, küçük işletmecilerin ve mültecilerin eline geçti.
1945 yazında bütün antifaşist partiler serbest bırakıldı. Nisan 1946’da Komünist ve Sosyal Demokrat partilerin birleşmesiyle Almanya Sosyalist Birlik Partisi (SED) kuruldu. O yılın sonunda yapılan yerel seçimlerde SED oyların büyük çoğunluğunu aldı. Batılı ülkelerin denetimindeki işgal bölgelerinde Batı Almanya’nın kurulmasıyla sonuçlanan adımlar sıklaştıkça, Sovyet bölgesinde de benzer düzenlemelere gidildi. SED’in 1948’de toplanan kongresinde yeni anayasayı hazırlamakla görevli bir Halk Konseyi (Volksrat) oluşturuldu. Yeni anayasa Ekim 1949’da, AFC’nin kurulmasından sonra yürürlüğe girdi. Halk Konseyi Halk Meclisi (Volkskammer) adını aldı ve aynca bir Eyaletler Meclisi (Landerkammer) oluşturuldu. 11 Ekim 1949’da Wilhelm Pieck devlet başkanlığına getirildi. Ertesi gün Otto Grotewohl başbakanlığa seçildi. Bununla birlikte gerçek güç başbakan yardımcısı ve SED birinci sekreteri Walter Ulbricht’in elinde kaldı. Temmuz 1952’de ülkedeki beş eyalet (Land) 15 ile (Bezirk) aynldı ve Eyaletler Meclisi kaldınldı.
Bu dönemde ağır sanayiye öncelik tanıyan planlı bir ekonomi yürürlüğe kondu. Sanayi üretimi hızla artarken, yaşam düzeyi Batı Almanya’dakinin çok gerisinde kaldı. Doğu Almanya. 1952’de AFC ile olan smırlarını kapattı. İşçilerin ulaşması gereken üretim hedeflerinin yükseltilmesi üzerine 17 Haziran 1953’te başlayan grev dalgası kısa zamanda bütün ülkeyi saran bir ayaklanmaya dönüştü. Sovyet birliklerinin yardımıyla bastırılan bu ayaklanma sırasında en az 21 kişi öldü, yüzlerce kişi de yaralandı.

1954’te ADC’nin egemen bir ülke olduğu ilan edildi. ADC ertesi yıl kurucu üye olarak Varşova Paktı’na katıldı. 1960’ta Pieck ölünce devlet başkanlığı kaldınldı ve yerine Devlet Konseyi oluşturuldu. Devlet Konseyi başkanlığına da Ulbricht getirildi. Bu arada yönetimin yarattığı hoşnutsuzluk çok sayıda kişinin Batı’ya göç etmesine yol açmış ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaklaşık 3 milyon kişi Batı’ya kaçmıştı. Sonunda bu kaçışları önlemek için 13 Ağustos 1961 gecesi Doğu Berlin’i Batı’dan ayıran Berlin Duvan inşa edildi. Doğu Almanya hükümeti, üzeri dikenli tellerle çevrili bu beton duvarın nitelikli işgücünün Batı’ya kaçmasını engelleyeceğini umuyordu. Aynı dönemde yürürlüğe konan ekonomik reformlar üretimin artmasına ve tüketim mallarının bollaşmasına yol açtı. ADC bunun sonucunda yaşam düzeyi en yüksek Doğu Avrupa ülkesi durumuna geldi. AFC’ye karşı uzlaşmaz bir tutum takman Ulbricht 1971’de SED birinci sekreterliğinden çekilmek zorunda kaldı ve yerine Erich Honecker geçti.

AFC’nin 1972’de Ostpolitik'i benimsemesinden sonra iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması karara bağlandı. Ardından öteki Batılı ülkeler de ADC ile diplomatik ilişkiler kurdular. ADC 1973’te BM’ ye kabul edildi. îki Almanya arasındaki ilişkiler gitgide yumuşarken ADC’deki seyahat kısıtlamaları da büyük ölçüde kaldırıldı. Böylece duvarın iki yanındaki parçalanmış aileler birbirlerini ziyaret etmeye başladılar. 1981’de AFC başbakanı Helmut Schmidt Doğu Almanya’ya resmî bir ziyarette bulundu. 1987’de de Honecker Batı Almanya’da Helmut Kohl ile görüştü. ADC hükümeti 1980’lerin sonlarında SSCB’de başlayıp sonradan öteki Doğu Avrupa ülkelerini de saran reform hareketine başlangıçta şiddetle karşı çıktı. Hatta 1988’in sonunda ülkede Sovyet dergilerinin satılması ya-
saklandı. Oysa bu gelişmeler Doğu Almanya’nın sonunun hazırlayıcısı olacaktı.


ALMANYA’NIN YENİDEN BİRLEŞMESİ.


Doğu Avrupa’da 1989 yılının gelişmeleri iki Almanya arasındaki ilişkilere yeni bir yön verdi. Yıl ortasında Doğu Almanya Batı’ya göç kısıtlamalarını yumuşattıysa da bu düzenleme ülkeyi terk etmek isteyenlerin çokluğu karşısında yetersiz kaldı. Ardından öbür Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden Batı yolu açıldı ve Doğu Alman yönetimi Batı’ya akını dizginlemek için hem diplomatik yollara, hem de güvenlik önlemlerine başvurdu. Doğu Almanya’nın Ekim 1989’daki 40. kuruluş yıldönümü kutlamaları bu gergin ortamda yapıldı ve ülkeyi ziyaret eden SSCB lideri Mihail Gorbaçov acil reform çağrısında bulundu.
Ad:  almanya28.jpg
Gösterim: 522
Boyut:  58.8 KB
Berlin Duvarı’nın açılması, 9 Kasım 1989

Yeni Forum adıyla bilinen bir grup aydının başım çektiği örgütlü siyasal muhalefet Leipzig, Berlin ve başka kentlerde barışçıl kitle gösterileri düzenledi. Ekimde devrilen Erich Honecker’in yerini alan Egon Krenz de iki ay sonra istifa etti. Manfred Gerlach ve Sabine Bergman-Pohl’un kısa süreli görev dönemlerinin ardından kasımda başbakanlığa getirilen Hans Modrow reformcu bir politikayı benimsedi. Yıl sonuna gelindiğinde özgürleşme yönündeki hemen bütün talepler karşılanmıştı. Yönetimde komünistlerin tekeline son verilmesi, parti ve yönetimdeki yolsuzlukların soruşturulması, güvenlik polisinin dağıtılması karan, seyahat sınırlamalarının kaldmlması ve simgesel önemi büyük Berlin Duvan’mn 9 Kasım’da açılması bu gelişmeler arasındaydı. Ama bütün bunlara karşın Batı’ya göçün hızı kesilmedi ve hem Batı Alman ekonomisini, hem de iki Almanya’nın düzelen ilişkilerini zorlayan bir etken oldu.

Doğu Alman tarihindeki ilk serbest seçimlere katılan çok sayıdaki yeni siyasal parti, artık hem iki Almanya’da, hem de dış dünyada kaçınılmaz gözüyle bakılan yeniden birleşme sorununa, özellikle de bunun takvimine ağırlık verdi. Hemen birleşmeyi savunan ve Federal Almanya başbakanı Helmut Kohl’un partisi CDU tarafından desteklenen partilerin oluşturduğu birlik 18 Mart 1990’da yapılan seçimlerde kesin bir üstünlük sağladı. Gene martta iki Almanya ile II. Dünya Savaşı’nm Müttefikleri ABD, SSCB, İngiltere ve Fransa’nın temsilcileri Borın’da toplanarak birleşme sürecini görüşmeye başladılar. Nisanda Başbakan Lothar de Maiziere başkanlığında kurulan büyük koalisyon hükümeti Doğu’da iktidarı devraldı; hükümet Halk Meclisi’nde dörtte üçü aşan bir çoğunluğa dayandığından anayasayı değiştirebilecek durumdaydı.

Mayısta imzalanan bir antlaşmayla iki Almanya arasında para birliği sağlandı ve haziranda meclislerce onaylanarak 1 Temmuz’da yürürlüğe girdi. Buna göre Doğu Alman Markı’nm yerini Batı Alman Markı aldı. Ekonomide olduğu gibi vergi, sosyal güvenlik, çalışma yaşamı ve bankacılık yasaları alanlarında da Batı Alman sistemi bütün ülkeyi kapsar duruma geldi; bütün sınır kısıtlamaları kalktı.
Ekonomik birlik tam birleşme yolunda atılmış dönüşü olmayan bir adımdı, ama hâlâ iki büyük engel vardı: Askeri ittifak ve Almanya-Polonya sınırı. Her iki sorunda da sorumluluğun bir bölümü Almanya’nın bölünmesine yol açan Müttefikler’e aitti. Federal Almanya ve Batılı müttefikleri birleşik Almanya’nın NATO üyesi olmasından yanaydı. Başlangıçta tarafsızlık ve askerden arındırma önerilerinde bulunan SSCB ise daha sonra Almanya’nın hem NATO, hem Varşova Paktı üyesi olmasını savundu. Başbakan Kohl ile SSCB başkanı Gorbaçov 16 Temmuz’da Almanya’nın NATO üyeliği konusunda anlaştılar; anlaşma Doğu Almanya’daki Sovyet birliklerinin çekilmesine ve Alman ordusunun küçülmesine ilişkin hükümler de içeriyordu. Ertesi gün iki Almanya’nın, dört Müttefik gücün ve Polonya’nın temsilcileri var olan Polonya sınırlarının korunması konusunda anlaşmaya vardılar. Bu son engeller de aşılınca Doğu Alman Halk Meclisi Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkacağı günü tartışmaya açtı.

İki Alman devleti arasında birleşmenin siyasal ve toplumsal koşullarını belirleyen antlaşma 31 Ağustos’ta imzalandı. Antlaşmayla Berlin yeniden başkent olarak belirlendi ve birleşmenin resmileşeceği 3 Ekim ulusal bayram ilan edildi. 12 Eylül’de Müttefikler iki Alman devletinin temsilcileriyle bir antlaşma imzalayarak bütün işgal haklarını ve sorumluluklarını bıraktılar; böylece birleşik Almanya’nın tam egemenliğini tanıdılar. 3 Ekim 1990’da, Berlin Duvarı’nm açılmasının henüz birinci yılı dolmadan Almanya resmen birleşti.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

6 Ekim 2011 / Jumong Mimarlık
8 Kasım 2010 / Daisy-BT Mimarlık
13 Haziran 2011 / AndThe_BlackSky Mimarlık