Arama

Militarizm

Güncelleme: 6 Kasım 2006 Gösterim: 3.493 Cevap: 1
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi
Tarihçe ve tanım

Sponsorlu Bağlantılar
Ordu kavramının Fransızca karşılığı olan militaire (İngilizce, military) etimolojikLatince ‘askerlik ve savaşa dair’ anlamına gelen militaris’e dayanıyor. Dolayısıyla, militarizm (Fr. militarisme, Ing. militarism) kavramını Türkçe’ye orduculuk veya askercilik olarak çevirmek mümkün. olarak
Türkçe’de bu kavramın neden militarizm olarak yerleştiği ve neden ordu veya asker kavramları üzerinden üretilmiş herhangi bir analitik veya eleştirel kavramın olmadığı tartışılmaya muhtaç sorular.
Militarizm kavramı ilk olarak 1860’larda Fransız anarşist düşünür Pierre Joseph Proudhon tarafından kullanılmaya başlanmış.
Militarizm ve militarizasyon (veya militaristleşme/militerleşme/askerileşme) kavramları çoğu zaman eşanlamlı olarak kullanılmışlardır. Ancak, son yıllarda birçok yazar, ideolojik oluşumları incelerken militarizm kavramına, militarizmin yaygınlaşma ve kurumsallaşma süreçlerini incelerken ise militarizasyon (veya militaristleşme) kavramına başvurmaktadırlar.
Militarizmin birçok tanımında ‘savaş’ ve ‘savaş hazırlığı’ ön plana çıkmaktadır. Örneğin, Michael Mann’a göre (1988, 124) militarizm “savaş ve savaş hazırlığını normal ve arzu edilir bir sosyal etkinlik olarak algılayan tüm yaklaşımlar ve kurumsal oluşumlardır.” Mann’ın tanımındaki ‘savaş hazırlığı’ ifadesi önemlidir zira militarizmin savaşlarla özdeşleştirilmesi, yalnızca savaş bağlamında düşünülmesi yanıltıcıdır.
Geçtigimiz yüzyılda militarizm üzerine en kapsamlı çalışmalardan birini yapmış olan tarihçi Alfred Vagts’ın (1959, 15) deyimiyle, “militarizm savaş zamanından çok barış zamanında gelişir.” Başka militarizm tanımlarında, ordunun siyasal ve toplumsal hayatta etkin rol alması, sorunların çözümünde şiddet kullanımının meşru görülmesi, hiyerarşinin yüceltilmesi, erkekliğin şiddet kullanımı kadınlığın ise korunma ihtiyacı ile özdeşleştirilmesi gibi özellikler de vurgulanmaktadır (bkz. Shaw 1991, Lutz 2002, Enloe 2004).
Militarizmin en genel tanımlarından birini Avrupa tarihçisi Michael Howard (1976, 109) yapmıştır: “askeri altkültüre ait değerlerin toplumun egemen değerleri olarak algılanması.” Bu ifade biraz daha genişletilerek militarizm, askeri değer ve pratiklerin yüceltilmesi ve sivil alanı şekillendirmesi olarak tanımlanabilir. Ancak bu şekillendirmeyi tek taraflı, öznesi belli bir ilişkiyle sınırlı görmek yanlış olacaktır. Askeri darbelerde olduğu gibi bazı durumlarda ordu veya askeri kesim militaristleşme süreçlerinde doğrudan etkin bir rol oynarken birçok başka durumda militarizm, öznesi/özneleri belli olmayan, sivillerin aktif katılımı ve rızasını içeren süreçlerle yaygınlaşır. Bu tespitlerden yola çıkan araştırmacılar, son yıllarda militarizmi incelerken savaşlar ve askerler kadar ‘barış’ dönemleri ve ‘sivil’ pratikleri de ciddiye almaya başlamışlardır.



Ordu

Ordu-militarizm ilişkisi nedir? Militarizm çalışmaları ile ordu çalışmaları birebir örtüşmemektedirler. Orduyu bir kurum olarak merkezine alan çeşitli araştırma alanları vardır. Bunların başında gelen Askeri Tarih, tarih disiplininin önemli bir alt dalıdır. Alfred Vagts’a göre Askeri Tarih militarizmi sorunsallaştırmak bir yana, orduların ve savaşların meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynamıştır (Vagts 1959, 26).1 Bunun yanında 20. yüzyılın ikinci yarısında, orduya ilişkin kurumsal incelemelerde bulunan çalışmalar Ordu Sosyolojisi adı altında yaygınlaşmış; hatta bu alandaki araştırmaların bir kısmı bizzat orduların talebi ve desteğiyle gerçekleşmiştir.2 Vagts’ın Askeri Tarih için yaptığı gözlemin büyük ölçüde Ordu Sosyolojisi alanı için de geçerli olduğu söylenebilir.3 Bu alanda militarizm analizlerine çok ender rastlanması bunun en çarpıcı göstergesidir.
Siyaset Bilimi alanında gelişmiş olan ‘asker-sivil ilişkileri’ tartışmalarında da ordunun son derece merkezi bir yeri vardır. Ancak bu çalışmalarda Genelkurmay Başkanları, kuvvet komutanları ve diğer askeri karar alıcıların siyaset alanıyla ilişkileri ele alınırken ordu kurumu üstdüzey subaylarla sınırlandırılır. Orduların çoğunluğunu oluşturan erler ve ordunun iç yapılanması bu analizlerin dışında bırakılır.4
Militarizm çalışmalarına baktığımızda, bazı yazarların ordunun kendisini militarist bir kurum olarak ele aldığını ve orduların varlığına topyekün karşı çıktığını, başka yazarların ise orduyu devletin diger kurumlarından biri olarak değerlendirdiğini ve bu kurumun militarist ve militarist olmayan biçimlerde örgütlenebilecegini savunduğunu görürüz (bkz. Shaw 1991). Örnegin, tarihçi Alfred Vagts, sivil militarizm ile askeri militarizmi birbirinden ayırarak, askeri militarizmi, ordunun askeri çıkarlar değil askerlerin çıkarları yönünde hareket etmesi olarak tanımlamıştır (1959, 15). Bu görüşe göre, ordu bağlamında militarizm ancak askeri çıkarlardan sapıldığı ölçüde geçerlidir. Ordunun sivil hayata etki etmesi, askerlerin ve askeri değerlerin siyasette ve toplumsal hayatta yüceltilmesi ise sivil militarizm başlığında incelenmektedir.



Milliyetçilik: Zorunlu askerlik, Eğitim ve Toplumsal Cinsiyet

Son yıllarda yapılan militarizm tartışmalarında milliyetçilik merkezi bir yere sahiptir. Milliyetçilik ve militarizm son iki yüzyılın kaderini tayin etmiş, bunu yaparken de birbirlerini tamamlamış, içiçe geçmiş ideolojiler olarak ele alınırlar5. Bu ilişkiye iki ana eksende bakılabilir. Birincisi savaşlar, ulus-devletler ve modern milliyetçilikler eksenidir. Sosyolog Charles Tilly’nin (1985) gösterdiği gibi tarihsel olarak bakıldığında Avrupa’da modern, ulusal devletin kurulması savaşlar sonucunda olmuştur. Bu durum bağımsızlık savaşları sonrasında kurulan Üçüncü Dünya devletleri için de ulus-devletlerin doğduğu yer olan Avrupa için de böyledir. Bu yüzdendir ki belirli savaşlar (ve savaş meydanları) ulus-devletlerin simgeleri haline gelmiştir: Marengo, Austerlitz ve Jena Fransa’nın, Trafalgar Britanya’nın, 1812 zaferi Rusya’nın, Gravelotte ve Sedan Almanya’nın ulusal simgeleridir (Howard 1978:9). Türkiye için bu savaş Sakarya Savaşı’dır; daha geniş anlamıyla Milli Mücadele’dir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş sonrasında kurulmuş olması onu, çoğu zaman düşünülenin aksine, dünya üzerinde biricik ve özel kılmaz. Hemen her ulus-devlet için savaşlar ve ordular kurucu bir rol oynamışlardır.
Milliyetçilik-militarizm ilişkisini anlamak açısından önemli ikinci bir eksen ise vatandaş orduları, zorunlu askerlik ve eğitim eksenidir. Ulus-devlet anlayışı yeni bir orduyu ve savaşma biçimini de beraberinde getirmiştir: vatandaş ordusu (citizen-army). Vatandaş ordularına ilk örneği Fransa vermiştir. 19.Yüzyılın başından itibaren Fransa’yı örnek alan Avrupa’da paralı askerlik üzerine kurulu imparatorluk orduları, yerlerini zorunlu askerlik görevine dayalı milli vatandaş ordularına bırakmaya başlamışlardır6. Bu ordular uluslaşmanın hem sonucu hem de aracı olmuşlardır. Sosyolog Eugen Weber’in (1976) deyişiyle, Fransa’da köylülerin “Fransız”a dönüşmeleri sürecinde askerlik ve eğitim merkezi rol oynamışlardır. Her iki pratik de 18. yüzyıldan itibaren önce Avrupa’da daha sonra (veya eşzamanlı olarak) başka coğrafyalarda özel alanlarından sıyrılıp belirli sınıfların tekelinden çıkmış, herkesi kapsayan (en azından niyet bazında) ve hatta “zorunlu” bir nitelik kazanmışlardır. Yeni bir “disiplin” anlayışının geliştirilip uygulandığı bu iki kurum aracılığıyla, aynı üniformayı giyen, aynı dili konuşan, aynı marşları söyleyen itaatkar ve üretken bedenler (Foucault 2000), milliyetçi ve sadık vatandaşlar yaratmak hedeflenmiştir.
Ulus-devlet sisteminin gelişimiyle yaygınlaşmış olan zorunlu askerlik uygulaması toplumların ve uluslararası ilişkilerin militaristleşmesinde önemli bir rol oynamış,eğitim kurumları da bu süreçte etkin olmuştur. Türkiye’de 1926’dan beri müfredatta bulunan zorunlu Milli Güvenlik Bilgisi (eski adıyla Askerlik) dersleri bu etkileşimin en çarpıcı örneklerindendir. Benzer uygulamalar başka ülkelerde de görülmüş, eğitimin militaristleşmesi önemli bir tartışma alanı yaratmıştır. Eğitim felsefecisi John Dewey, Birinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’ndeki beden eğitimi derslerinin askeri eğitim amaçlı kullanılmasına karşı çıkmış, burada amaçlananın gençlerde savaşmayı teşvik edecek bir duygusal donanım yaratmak olduğunu savunmuştur. Kısacası, zorunlu askerlik anlayışına dayalı vatandaş orduları ile ulus-devletler, militaristleşme ile uluslaşma, militarizm ile milliyetçilik modern dünyanın birbirini etkileyen, hatta şekillendiren kurum, süreç ve ideolojileri olmuşlardır diyebiliriz.
Zorunlu askerlik yalnızca "yurdun müdafaasına" yönelik bir uygulama değil, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların devletle aralarındaki vatandaşlık ilişkisini belirleyecek (ve kadınlar asker olmadığı için farklılaştıracak) bir uygulamadır. Bu farklılaşma, devlet eliyle yapılmış olması ve devlet kavramını toplumsal cinsiyet bazında biçimlendirmesi açısından toplumda yaşanan kadın-erkek farklılaşmasından ayrılır. Bu yolla erkeklik-devlet-askerlik arasında güçlü bir bağ kurulmuş, "en kutsal vazife" olan askerlik yoluyla birinci sınıf vatandaşlık erkeklere bahşedilmiştir. Kadınların bu kurguda iki ayrı konumları vardır: kutsanan annelik (özellikle de asker anneliği) ve istisnai durumlarda savaşçılık. Bu konumlardan birincisi her kadın için her koşulda belirleyicidir. İkincisi ise izin verildiği ve ihtiyaç duyulduğu ölçüde mümkün olacaktır.
Militarizmin toplumsal cinsiyet bağlamında ilk analizlerinden birini 1938 yılında Virginia Woolf yapmıştır. Günümüzde yapılan feminist analizler de Woolf’la benzer bir çizgi izleyerek kadınların askerlik uygulamalarından ve savaşlardan dışlanmalarını sorunsallaştırırken çözümü kadınların da bu süreçlere katılmalarında değil, toplumsal hayatın, erkeklerin ve erkeklik anlayışının sivilleşmesinde aramaktadırlar8. Bu anlayışa göre farklı biçimlerde de olsa militarizm, kadınlara olduğu kadar erkeklere de zarar vermektedir. Birinci sınıf vatandaşlığın ve egemen erkeklik anlayışının askerlik ve savaşma üzerinden tanımlanması yalnızca kadınlar ve erkekler arasında bir ayrım yaratmaz, aynı zamanda sakat erkekler, eşcinsel erkekler ve vicdani retçiler gibi askere gitmeyen veya gidemeyen erkekleri de ikincil bir konuma indirger.9 Güney Afrika’lı sosyolog Jacklyn Cock (1991, 91) erkekliğin şiddet ve saldırganlıkla özdeşleştirilmesini ‘zalim bir efsane’ olarak tanımlar ve şöyle devam eder: “Birçok erkek savaşa kahraman olma umuduyla gider. Oysa savaş, erkekleri her türlü bireysel özerklik, sorumluluk ve seçimden yoksun bırakarak onları iktidarsızlaştırır. Askeri eğitim, sorgulamadan itaat etmenin öğretildiği bir çeşit sosyal programlama işlevi görür. Savaşta erkekler kurta değil kuzuya dönüşürler; izler ve itaat ederler.” Benzer bir analiz yüzyılın başında yazar Leo Tolstoy tarafından yapılmıştır. Tolstoy’a göre (1905, 41) askerlik “içerdiği aşağılanma ve kaybın derecesi açısından eski zamanların kölelik koşullarıyla bile karşılaştırılamaz. ”



Ekonomi, Güvenlik, ve Uluslararası Siyaset

Ekonominin militaristleşmesi 20. yüzyıl boyunca özellikle soğuk savaş döneminde gelişen ‘askeri-sinai kompleks’ bağlamında çok tartışılmıştır. Bu alanda yapılan çalışmalar, militarizm-kapitalizm ilişkisinin kuramsal olarak irdelenmesinden, silah lobilerinin siyasete etkilerine, uluslararası silah ticaretinden savunma sanayiinin kalkınmayla ilişkisine kadar geniş bir alana yayılmıştır (bkz. Shaw 1991). Türkiye’de de son yıllarda gelişen bu çalışmalar, OYAK’ın (Ordu Yardımlaşma Kurumu) özel konumuna ve savunma bütçelerine dikkat çekmektedir.
Militarizm bağlamında son yıllarda gelişen bir başka önemli tartışma ‘güvenlik’ kavramı etrafında dönmektedir. Soğuk savaş döneminde yaygınlaşan ‘ulusal güvenlik’ anlayışı, soğuk savaşın bitmesiyle birlikte daha yoğun sorgulanmaya başlanmıştır. Başta Uluslararası İlişkiler disiplini olmak üzere sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan ‘ulusal güvenlik’ kavramı bir yandan ‘Kimin güvenliği?’ ‘Ne tür güvensizliklerin pahasına?’ gibi sorularla yapısökümüne uğratılırken, bir yandan da yeni kavram arayışları ortaya çıkmıştır (bkz. Weldes vd. 1999). Uluslar veya ulus-devleti değil insanları merkezine alan ve gelir dağılımındaki eşitsizliklerden çevre kirlenmesine, cinsiyetçilikten ırkçılığa pek çok bağlamda ‘güvensizlik’ üreten süreçleri aynı anda sorunsallaştıran ‘insan güvenliği’ kavramı gerek akademik tartışmalar, gerekse siyasal yapılar (örneğin Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği) düzeyinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Uluslararası hukukun gelişmesi de militaristleşmiş güvenlik anlayışının sivilleşmesine katkıda bulunmaktadır.
Soğuk savaşın sona erdiği, güvenlik anlayışının sivilleşmeye başladığı ve uluslararası hukuk mekanizmalarının etkinlik kazanabileceğine dair umutların arttığı 1990’ların ardından dünya siyaseti tekrar hızlı bir militaristleşme sürecine girmiştir. 11 Eylül 2001 sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nin başını çektiği oluşumlar önce Afganistan (2001), sonra Irak (2003) savaşlarıyla büyük yıkım ve kayıplara sebep olmanın yanı sıra uluslararası hukuk alanını ve Birleşmiş Milletleri işlevsizleştirmişlerdir.11 Artık birçok düşünür, dünya siyasetinin yeni bir ‘imparatorluk’ çağına girdiğini, bu yeni dönemin belirleyici özelliklerinden birinin ise gerek uluslararası gerekse ulusal ve yerel düzlemde yıkıcı bir militarizm olduğunu savunmaktadırlar.
Kısacası, militarizm gerek 20. yüzyılı gerekse günümüz dünyasını anlayabilmek için ihtiyaç duyduğumuz ana kavramlardan biridir diyebiliriz. Böyle olmasına karşın bu kavramın yaygın olarak kullanılmaması düşündürücüdür. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. 1)Birincisi, feminist düşünür Cynthia Enloe’nun (2004) ısrarla vurguladığı gibi militarizm –diğer ideolojiler gibi- normalleştiği ölçüde etkin olur. İçerdiği değerler ve varsayımlar normalleştikleri sürece sorgulanmazlar; hatta görünmez kalırlar. Militarizmin yaygın ama militarizm analizlerinin seyrek oluşunun önemli bir sebebi militarizmin toplumsal hayat kadar entelektüel hayatta da normalleşmiş olmasıdır diyebiliriz.
2)İkinci bir sebep milliyetçiliğin gündelik hayatın ve kimliklerin şekillenmesindeki rolünde aranabilir. Milliyetçiliğin birçok ifadesi militarizmi normalleştirme işlevi görür. Örneğin Türkiye’de zorunlu askerlik, vatandaşlık sözleşmesinin bir maddesi olarak değil, ‘ordu-millet’ teziyle, milletin özü olarak tanımlanmıştır. Bu kültürelleştirilmiş askerlik kurgusu zorunlu askerliği tartışmayı zorlaştırmaktadır.
3)Militarizmin anlaşılması ve eleştirilmesi yönündeki üçüncü bir engelin cinsiyetçiliğin yaygınlığı olduğu söylenebilir. Militarist değerler ve pratikler (örneğin askerlik) erkeklikle özdeşleştirildiği ölçüde onları sorgulamak hakim erkeklik anlayışını sorgulamayı gerektirmektedir. Feminist ve gay hakları hareketlerinin gelişmesiyle birlikte militarizm eleştirilerinin de yaygınlaşması ve derinleşmesi rastlantısal değildir. 4)Son olarak, militarizmin görünür kılınması önündeki engellerden bir başkası muhalif siyasi kültürlerin militarizminde aranabilir. Antimilitarizm yüz yıllık tarihi boyunca sağ siyasi hareketler kadar sol siyasi hareketler tarafından da yadırganmış, yok sayılmıştır. Militarizm eleştirileri ağırlıklı olarak tek taraflı (egemen siyasete yönelecek şekilde) yapılmış, muhalif siyasi oluşumların militaristleşmesi çok ender sorunsallaştırılmıştır.




kaynak = vikipedi

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Kasım 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Devlet(ler)in koruyucu ve kollayıcı gücü

Sponsorlu Bağlantılar
Ordu bir sınıfın egemenlik biçimi olan devletin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak ortaya çıkmış ve her toplumda kendine özgü bir nitelik kazanmıştır.

Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir” -N. Bonapart

Militarizm, devlet ve toplum hayatında askeriyenin egemen olması, ulusal ve sınıfsal mücadelelerin ezilmesi için ordunun gücünün ve etkisinin artırılması, devletin bir tür askerileştirilmesi şeklinde tanımlanabilir.
Militarizm sözcüğü ilk defa 1850’li yıllarında Fransa’da askeri bir darbe yapan Üçüncü Napolyon’un (Luis Bonapart, Büyük Napolyo’nun yeğeni) askeri diktatörlüğünü karakterize etmek için kullanıldı. Bonapartizm olarak nitelenen bu darbe, Roma İmparatorluğu’nda Sezar dönemine göndermeler yapılarak teorileştirildi. Bonapartizm sonraki yıllarda ordunun devleti ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru yeniden düzenleme fonksiyonuyla ilgili olarak tanımlandı.
Fransız devriminin bütün politik kazanımlarını birer birer yok eden Napolyon Bonapartın’ın (1762-1821) bazı sözleri militarizmin mantığı konusunda önemli ipuçları vermektedir. Napolyon’un militarist kesimler arasında bugün hala önemini koruyan şu sözleri önemlidir: “Eninde sonunda devleti yönetmek için asker olmalıdır. Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir... Ben kan döktüm, belki daha da dökeceğim, ama öfkelenmeden ve sadece kan almanın politika hekimliğinde yeri olduğu için... Bir devleti yönetmek için bir sürü yargıç, bir sürü jandarma, bir sürü asker ve bir hayli de para ister”.
Ordu bir sınıfın egemenlik biçimi olan devletin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak ortaya çıkmış ve her toplumun kendine özgü bir nitelik kazanmıştır. Aynı şekilde bu tarihsel sürece uygun olarak savaş araç ve gereçleri de gelişmiş, süreç içerisinde “okun yerini mermi”, “kanonun yerini gemi”, “atın yerini uçak”, “at arabasının yerini tank”, “ateşin yerini bomba ve füze” almıştır.
Bugünün savaş sanayi de Antik Çağ’ın demir ve Tunç sanayinin yerini almıştır. Savaş sanatı, bilimin gelişmesinde önemli bir yer tutmuş, fakat gelişen bilim de daima askerlikte kullanılmıştır. Denilebilir ki, birçok bilimsel buluş önce askerlik sanatı çerçevesinde olmuş ve kullanılmıştır...
Militarizm sömürüye dayalı toplumlarda görülmekle birlikte, esas olarak kapitalist toplumda belirgin bir nitelik kazandı. Militarizm en keskin çizgileriyle Birinci ve İkinci Dünya Savaş’ında görülmüştür. Günümüzde de başta ABD olmak üzere, bütün emperyalist ülkeler ile onların müttefiki olan ülkelerde etkilidir.
Kapitalizmin emperyalist aşamasında silah üretimine pazar açmak için savaşlar çıkarılır ve sürdürülür. Savaş sanayi ile yaratılan ikame piyasası, ağır sanayi ürünlerinin devlet tarafından satın alınması için yaratılmış yeni bir satın alma gücüdür. Bu nedenle silahlanma, büyük kapitalist tekellerin anamallarını değerlendirmek için yapılmaktadır.
Kapitalist sistemde savaş ekonomisi amaç ve araç olarak iki yanlıdır. Savaş ekonomisinde savaş, amaç olarak çıkarılır ve savaş sanayi dışındaki tüketim kısıtlanır. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanya’sında “tereyağı yerine tank sloganı” ile bu dile getirilmiştir.
Savaş sanayi, yıllık cirosu ile dünyanın birinci sektörüdür. Militarist ülkelerde savaş sanayine yapılan yatırımlar eğitim ve sağlık gibi insanların en temel gereksinimleri olan sektörlerden 10 kat daha fazladır. Bu pay, militarist devletlerin yıllık bütçelerinde ve resmi verilere göre % 25-35 arasında muazzam oranlar tutmaktadır. Savaş ekonomisinin belli bir anlamda kurucusu İngiliz ekonomisti Keynes olmuştur. Keynes, “kapitalist ekonominin durgunluğu, yerini, sürekli bir savaş ekonomisine bırakmalıdır” demiştir. Lenin ise, “Savaş ekonomisi, kapitalist üretim sisteminin kendi çöküş evresinde bulduğu temel ikame politikalarını temsil eder” demiştir. Lenin daha 1917’de emperyalizmin sadece tekelci kapitalizmle kalamayacağını zamanla tekelci devlet kapitalizmine dönüşeceğini ve bu sürecinde dünyanın yeniden paylaşımına yol açacağını yazmıştır. İkinci dünya Savaşı onun bu görüşünü doğrulamıştır.