Ziyaretçi
Osmanli'da Tasavvufi Hayat
A. XVII. YÜZYILA KADAR TASAVVUF
İslâm dîninin, doğuşunu takip eden kısa süre içerisinde büyük coğrafyalara yayılmasının ana etkenlerinden biri -belki de birincisi- bu dinin bünyesi içinde barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur. “İlk devirlerden itibaren İslâm’ın özüne inerek, onu en iyi şekilde anlayıp, duygu, düşünce ve davranışlarını tam manasıyla Allah ve Rasûlü’nün iradesine tabî kılmayı gaye edinen tasavvuf ve tarîkat mensupları, İslâm dinini gayri müslim toplumlara tebliğ edip yaymayı en önemli vazîfelerinden biri kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, kendilerini Hak yolunda seferber eden ve her türlü fedakârlığı göze alan sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp sevdirmişler ve müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.”
Türklerin de toplum olarak İslâmiyet’i kabul etmelerinde en önemli âmil, topluluk içerisinde faaliyet gösteren sûfî dervişler olmuştur. Bu aşamadan sonra da tasavvuf gerek halk gerekse idareciler tarafından büyük hüsnü kabul görmüştür.[3] Tasavvuf târihinde, tarîkatleşme süreci ile Türklerin İslâmlaşma döneminin aynı zamana rastlamış olması ayrıca kurulan tarikatların Asya Türk muhitinde teşekkül etmesi Türklerin hem İslâm’ı kabulleri hem de ona hizmetlerinin tasavvuf ve tarîkatler yoluyla olması açısından dikkate değer bir husustur. Yine Türk fikir tarihinin en önemli şahsiyetleri, doğrudan ya da dolaylı yoldan tasavvuftan gıdalanmış isimlerdir.
“Hz. Peygamber (sav)’in 7/628 yılında Heraclius’a gönderdiği mektupla, müslümanlar, Anadolu’yla ilk kez irtibat kurmakla kalmamış; bizzat Efendimiz tarafından bu coğrafî bölgenin de İslâmlaştırılması gerektiği ortaya konulmuştur.”[4] Gerek bu idealin kuvveden fiile geçirilmesi gerekse dünyayı kasıp kavuran Moğol istilâsının tazyîkiyle ecdâdımız, Anadolu’yu kendileri için yeni vatan seçmişler kısmen balkanlardan, büyük topluluklar halinde de Orta Asya’dan gelerek burayı iskân etmişlerdir. Bu iskân faaliyeti gelişigüzel olmamış, ustaca bir siyaset gözetilmiştir. “Kolonizatör Dervişler” diye nitelenen bu topluluklar, yerleştikleri bölgelerin imarı yanında, gerek önceki hıristiyan unsurların, gerek bu göçlerle meydana gelen kitlelerin İslâm potasında yoğrularak, bunlar arasında İslâm kardeşliğinin, kültür ve irfânının geliştirilip, İslâm’ın müesseseleşip, kalıcı bir hale gelmesinde; sosyal bünyenin kaynaştırılıp bir sevgi medeniyetinin oluşturulmasında büyük roller üstlenmişlerdir.
Bu sûfî dervişler kitlelerin dînî, ahlâkî, içtimâî ve kültürel bütünlüklerini temin etme yanında İslâm’ın hizmetkârı ve hâmîsi olarak gördükleri devlete bağlılıklarını da sağlamışlardır. Buna mukâbil devlet de onlara bir takım imtiyazlar ve haklar bahşetmiş, idareciler onların bağlıları ve bendeleri arasına girmişlerdir. Bu karşılıklı anlayış ve yardımlaşma da içinde bulundukları toprakların kısa süre içerisinde ellerine geçmesine ve İslâmlaşmasına vesile olmuştur.
Bütün bu faaliyetlerin üzerine doğudan Hz. Mevlânâ (v. 672/1273) ile batıdan Muhiddin Arabî (v. 638/1240) ile gelen derinlikli tasavvuf anlayışı, Sadreddin Konevî (v. 673/1274), Müeyyidüddîn Cendî (v. 691/1292), Sadeddin Fergânî (v. 699/1300), Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî (v. 639/1241), Evhadüddîn Kirmânî (v. 634/1237), Şeyh Necmeddin Dâye (v. 654/1256), Fahreddin Irâkî (v. 688/1289), Afifüddîn Tilemsânî (v. 690/1291), Hacı Bektaş Velî, Ahî Evren, Yunus Emre ve daha pek çok Hak aşığı ile de desteklenerek bu insan topluluklarının hakim rengini ve İslâm anlayış ve yorumunu meydana getirmiştir.
Anadolu’daki bu tasavvufî hareketlilik bütün halk tabakalarına da yayılarak kısa sürede büyük bir hıza kavuşmuş her tarafta tekkeler, zâviyeler inşâ edilmiş, insanları kemâlâta yönlendiren çok sayıda tasavvuf mektebi mantar gibi biter olmuş, Anadolu, âdetâ bir sûfîler ve dervişler yatağı haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda Anadolu zengin bir “Beylikler” mozayiği arz ediyordu. Her beylik daha güçlü olmanın yollarını ararken komşu beyliklerle de uğraşıyordu. Bu devlet, kurulduğu yıllarda hemen yanı başında Anadolu topraklarında yetişen Yunus adlı bir erenin, bir Allah dostunun yaşadığını belki de bilmiyordu. Ama Yunus’un “gelin tanış olalım” teklifinin, “sevelim-sevilelim” parolasının bu gazi devletinin temelindeki harç olmadığını söylemek mümkün değildir. Yani Bahsedilen bütün bu kitleler ve kurumlar Osmanlı Devleti’nin kuruluş harcının da temellerini oluşturmuştur.
“Osmanlı Devleti’nin altı yüz seneden fazla te’sir ve nüfûzunu devam ettirebilmiş olmasını, ilk sultanların devletin temellerini sağlam esaslar üzerine kurmuş olmalarında aramak gerekir.” Devletin kurucusu Osman Bey’in kuruluş döneminde medrese ile tekkeyi bir arada yaptırması, Dursun Fakih ile Şeyh Edebâlî’ye aynı hürmet ve bağlılığı göstermesi ve Edebâlî’nin elinden “gaza kılıcı” kuşanması onun devletin bekâsı için gösterdiği titizliğinin birer göstergesidir.
Osmanlı sultanlarının çoğu, herhangi bir şeyhe intisâb etmişler, devlet adamlarının hemen hemen tamamı tasavvuf ve tarîkat erbâbına karşı hüsnü kabul göstermişlerdir.[10] XV. yüzyıl başlarından itibaren hızlı bir yayılma dönemine giren, Mevleviyye, Nurbahşiyye, Kâdiriyye, Bayrâmiyye, Halvetiyye, Bektâşiyye ve Nakşibendiyye tarîkatı ileri gelenleri de devletin bekâsı ve İslâm dîninin yayılması için idâreciler, ilim adamları ve ordu mensupları ile elbirliği içinde çalışmayı kendileri için ibâdet saymışlardır.
Osmanlı tasavvuf ricâli, genel tasavvuf kültürüne, fikir ve düşünce yeniliği olarak çok fazla şey katmamakla birlikte, tasavvufu ferdî cihaddan çıkarıp, içtimaî cihad haline sokan, tekke anlayışını müesseseleştirerek bunu toplumun her ferdine ve her ihtiyacına uzanan bir anlayış haline getirmişlerdir. Bu dönemde tekkeler, gönül terbiyesi mektebidir, güzel sanatlar akademisidir, bilgi ve iletişim merkezidir, spor alanıdır, şifâhânedir, siyâsî, askerî, içtimâî ve iktisâdî ahlâkın, birlik ve berâberlik ruhunun ilmek ilmek işlendiği yuvalardır.
B. XVII. YÜZYILDA TASAVVUF
XVII. yüzyıl Osmanlısı ve bu yüzyıla gelinceye kadarki tasavvufî düşüncenin durumuna genel olarak baktıktan sonra bu dönem tasavvufî hayatı hakkında görülen manzarayı şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Tasavvuf târihinde önemli bir yer işgal eden Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin tesis ettiği Celvetiyye Tarîkatı bu yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Mevleviyye Tarîkatı İstanbul’da bu yüzyılda etkin ve yaygın olarak temsil edilirken, idârecilerin kendilerine yakınlığından dolayı âdetâ bir devlet tarîkatı haline gelmiştir.
Yine Kâdiriyye Tarîkatı bu yüzyılda İstanbul’a girme imkânı bulabilmiştir.
2. Halvetiyye Tarîkatı’na bağlı Ramazâniyye, Sivâsiyye, Cihangîriyye, Câhidiyye, Karabâşiyye, Nasûhiyye ve Mısriyye, Kâdiriyye Tarîkatı’na bağlı Rûmiyye (İsmâiliyye) şûbesi bu dönemde kurulmuştur. Tekkelerin sayısı hızla artmıştır. Devlet adamları tekke inşâ etmek için âdetâ bir yarış içerisindedirler.
3. Kurulan bu şûbeler vasıtasıyla tarîkatların toplumda tesir ve yaygınlığı artmış, mürid halkaları genişlemiş ve her bir şûbe başkent İstanbul’da temsil edilmek için gayret göstermiştir. Mutasavvıflar halktan, münevver kesimden ve devlet adamlarından büyük saygı görmüşlerdir.
4. Bu dönem meşâyihinin büyük bir kısmı medrese tahsîli görmüş, azımsanmayacak bir bölümü müderrislik ve kadılık gibi pâyeleri hak etmekle birlikte İslâmî ilimlerin her alanında eserler ortaya koymuşlardır.
5. Tekkeler edebiyat, mûsikî ve hat sanatının en büyük hâmîsi olmuş, bir çok mutasavvıf bu alanlarla ilgilenmiş, sonuçta bu alanlarda büyük inkişâf sağlanmıştır.
6. Sesli zikir meclislerinin ayrılmaz bir parçası olan mûsikî ile devran ve semâın dinî sınırları aşıp aşmadığı tartışma konusu olmuştur.
7. Muhiddin Arabî ve Mevlânâ Celâleddin’in fikirleri bu asrın mutasavvıflarınca büyük bir kabul görmüş, bu iki mutasavvıfın eserleri üzerine şerhler yazılmıştır.
8. Şiir ve şiirde işlenen tema açısından Yunus Emre’nin tesiri XVII. yüzyıl sûfîleri üzerinde kendini kuvvetle hissettirmektedir.
Dr. Necdet Yılmaz
Sponsorlu Bağlantılar
İslâm dîninin, doğuşunu takip eden kısa süre içerisinde büyük coğrafyalara yayılmasının ana etkenlerinden biri -belki de birincisi- bu dinin bünyesi içinde barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur. “İlk devirlerden itibaren İslâm’ın özüne inerek, onu en iyi şekilde anlayıp, duygu, düşünce ve davranışlarını tam manasıyla Allah ve Rasûlü’nün iradesine tabî kılmayı gaye edinen tasavvuf ve tarîkat mensupları, İslâm dinini gayri müslim toplumlara tebliğ edip yaymayı en önemli vazîfelerinden biri kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, kendilerini Hak yolunda seferber eden ve her türlü fedakârlığı göze alan sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp sevdirmişler ve müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.”
Türklerin de toplum olarak İslâmiyet’i kabul etmelerinde en önemli âmil, topluluk içerisinde faaliyet gösteren sûfî dervişler olmuştur. Bu aşamadan sonra da tasavvuf gerek halk gerekse idareciler tarafından büyük hüsnü kabul görmüştür.[3] Tasavvuf târihinde, tarîkatleşme süreci ile Türklerin İslâmlaşma döneminin aynı zamana rastlamış olması ayrıca kurulan tarikatların Asya Türk muhitinde teşekkül etmesi Türklerin hem İslâm’ı kabulleri hem de ona hizmetlerinin tasavvuf ve tarîkatler yoluyla olması açısından dikkate değer bir husustur. Yine Türk fikir tarihinin en önemli şahsiyetleri, doğrudan ya da dolaylı yoldan tasavvuftan gıdalanmış isimlerdir.
“Hz. Peygamber (sav)’in 7/628 yılında Heraclius’a gönderdiği mektupla, müslümanlar, Anadolu’yla ilk kez irtibat kurmakla kalmamış; bizzat Efendimiz tarafından bu coğrafî bölgenin de İslâmlaştırılması gerektiği ortaya konulmuştur.”[4] Gerek bu idealin kuvveden fiile geçirilmesi gerekse dünyayı kasıp kavuran Moğol istilâsının tazyîkiyle ecdâdımız, Anadolu’yu kendileri için yeni vatan seçmişler kısmen balkanlardan, büyük topluluklar halinde de Orta Asya’dan gelerek burayı iskân etmişlerdir. Bu iskân faaliyeti gelişigüzel olmamış, ustaca bir siyaset gözetilmiştir. “Kolonizatör Dervişler” diye nitelenen bu topluluklar, yerleştikleri bölgelerin imarı yanında, gerek önceki hıristiyan unsurların, gerek bu göçlerle meydana gelen kitlelerin İslâm potasında yoğrularak, bunlar arasında İslâm kardeşliğinin, kültür ve irfânının geliştirilip, İslâm’ın müesseseleşip, kalıcı bir hale gelmesinde; sosyal bünyenin kaynaştırılıp bir sevgi medeniyetinin oluşturulmasında büyük roller üstlenmişlerdir.
Bu sûfî dervişler kitlelerin dînî, ahlâkî, içtimâî ve kültürel bütünlüklerini temin etme yanında İslâm’ın hizmetkârı ve hâmîsi olarak gördükleri devlete bağlılıklarını da sağlamışlardır. Buna mukâbil devlet de onlara bir takım imtiyazlar ve haklar bahşetmiş, idareciler onların bağlıları ve bendeleri arasına girmişlerdir. Bu karşılıklı anlayış ve yardımlaşma da içinde bulundukları toprakların kısa süre içerisinde ellerine geçmesine ve İslâmlaşmasına vesile olmuştur.
Bütün bu faaliyetlerin üzerine doğudan Hz. Mevlânâ (v. 672/1273) ile batıdan Muhiddin Arabî (v. 638/1240) ile gelen derinlikli tasavvuf anlayışı, Sadreddin Konevî (v. 673/1274), Müeyyidüddîn Cendî (v. 691/1292), Sadeddin Fergânî (v. 699/1300), Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî (v. 639/1241), Evhadüddîn Kirmânî (v. 634/1237), Şeyh Necmeddin Dâye (v. 654/1256), Fahreddin Irâkî (v. 688/1289), Afifüddîn Tilemsânî (v. 690/1291), Hacı Bektaş Velî, Ahî Evren, Yunus Emre ve daha pek çok Hak aşığı ile de desteklenerek bu insan topluluklarının hakim rengini ve İslâm anlayış ve yorumunu meydana getirmiştir.
Anadolu’daki bu tasavvufî hareketlilik bütün halk tabakalarına da yayılarak kısa sürede büyük bir hıza kavuşmuş her tarafta tekkeler, zâviyeler inşâ edilmiş, insanları kemâlâta yönlendiren çok sayıda tasavvuf mektebi mantar gibi biter olmuş, Anadolu, âdetâ bir sûfîler ve dervişler yatağı haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda Anadolu zengin bir “Beylikler” mozayiği arz ediyordu. Her beylik daha güçlü olmanın yollarını ararken komşu beyliklerle de uğraşıyordu. Bu devlet, kurulduğu yıllarda hemen yanı başında Anadolu topraklarında yetişen Yunus adlı bir erenin, bir Allah dostunun yaşadığını belki de bilmiyordu. Ama Yunus’un “gelin tanış olalım” teklifinin, “sevelim-sevilelim” parolasının bu gazi devletinin temelindeki harç olmadığını söylemek mümkün değildir. Yani Bahsedilen bütün bu kitleler ve kurumlar Osmanlı Devleti’nin kuruluş harcının da temellerini oluşturmuştur.
“Osmanlı Devleti’nin altı yüz seneden fazla te’sir ve nüfûzunu devam ettirebilmiş olmasını, ilk sultanların devletin temellerini sağlam esaslar üzerine kurmuş olmalarında aramak gerekir.” Devletin kurucusu Osman Bey’in kuruluş döneminde medrese ile tekkeyi bir arada yaptırması, Dursun Fakih ile Şeyh Edebâlî’ye aynı hürmet ve bağlılığı göstermesi ve Edebâlî’nin elinden “gaza kılıcı” kuşanması onun devletin bekâsı için gösterdiği titizliğinin birer göstergesidir.
Osmanlı sultanlarının çoğu, herhangi bir şeyhe intisâb etmişler, devlet adamlarının hemen hemen tamamı tasavvuf ve tarîkat erbâbına karşı hüsnü kabul göstermişlerdir.[10] XV. yüzyıl başlarından itibaren hızlı bir yayılma dönemine giren, Mevleviyye, Nurbahşiyye, Kâdiriyye, Bayrâmiyye, Halvetiyye, Bektâşiyye ve Nakşibendiyye tarîkatı ileri gelenleri de devletin bekâsı ve İslâm dîninin yayılması için idâreciler, ilim adamları ve ordu mensupları ile elbirliği içinde çalışmayı kendileri için ibâdet saymışlardır.
Osmanlı tasavvuf ricâli, genel tasavvuf kültürüne, fikir ve düşünce yeniliği olarak çok fazla şey katmamakla birlikte, tasavvufu ferdî cihaddan çıkarıp, içtimaî cihad haline sokan, tekke anlayışını müesseseleştirerek bunu toplumun her ferdine ve her ihtiyacına uzanan bir anlayış haline getirmişlerdir. Bu dönemde tekkeler, gönül terbiyesi mektebidir, güzel sanatlar akademisidir, bilgi ve iletişim merkezidir, spor alanıdır, şifâhânedir, siyâsî, askerî, içtimâî ve iktisâdî ahlâkın, birlik ve berâberlik ruhunun ilmek ilmek işlendiği yuvalardır.
B. XVII. YÜZYILDA TASAVVUF
XVII. yüzyıl Osmanlısı ve bu yüzyıla gelinceye kadarki tasavvufî düşüncenin durumuna genel olarak baktıktan sonra bu dönem tasavvufî hayatı hakkında görülen manzarayı şu şekilde özetlemek mümkündür:
1. Tasavvuf târihinde önemli bir yer işgal eden Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin tesis ettiği Celvetiyye Tarîkatı bu yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Mevleviyye Tarîkatı İstanbul’da bu yüzyılda etkin ve yaygın olarak temsil edilirken, idârecilerin kendilerine yakınlığından dolayı âdetâ bir devlet tarîkatı haline gelmiştir.
Yine Kâdiriyye Tarîkatı bu yüzyılda İstanbul’a girme imkânı bulabilmiştir.
2. Halvetiyye Tarîkatı’na bağlı Ramazâniyye, Sivâsiyye, Cihangîriyye, Câhidiyye, Karabâşiyye, Nasûhiyye ve Mısriyye, Kâdiriyye Tarîkatı’na bağlı Rûmiyye (İsmâiliyye) şûbesi bu dönemde kurulmuştur. Tekkelerin sayısı hızla artmıştır. Devlet adamları tekke inşâ etmek için âdetâ bir yarış içerisindedirler.
3. Kurulan bu şûbeler vasıtasıyla tarîkatların toplumda tesir ve yaygınlığı artmış, mürid halkaları genişlemiş ve her bir şûbe başkent İstanbul’da temsil edilmek için gayret göstermiştir. Mutasavvıflar halktan, münevver kesimden ve devlet adamlarından büyük saygı görmüşlerdir.
4. Bu dönem meşâyihinin büyük bir kısmı medrese tahsîli görmüş, azımsanmayacak bir bölümü müderrislik ve kadılık gibi pâyeleri hak etmekle birlikte İslâmî ilimlerin her alanında eserler ortaya koymuşlardır.
5. Tekkeler edebiyat, mûsikî ve hat sanatının en büyük hâmîsi olmuş, bir çok mutasavvıf bu alanlarla ilgilenmiş, sonuçta bu alanlarda büyük inkişâf sağlanmıştır.
6. Sesli zikir meclislerinin ayrılmaz bir parçası olan mûsikî ile devran ve semâın dinî sınırları aşıp aşmadığı tartışma konusu olmuştur.
7. Muhiddin Arabî ve Mevlânâ Celâleddin’in fikirleri bu asrın mutasavvıflarınca büyük bir kabul görmüş, bu iki mutasavvıfın eserleri üzerine şerhler yazılmıştır.
8. Şiir ve şiirde işlenen tema açısından Yunus Emre’nin tesiri XVII. yüzyıl sûfîleri üzerinde kendini kuvvetle hissettirmektedir.
Dr. Necdet Yılmaz