Arama

Osmanlı'da Tasavvufi Hayat

Güncelleme: 30 Nisan 2012 Gösterim: 4.547 Cevap: 1
Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
2 Temmuz 2008       Mesaj #1
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Osmanli'da Tasavvufi Hayat

Sponsorlu Bağlantılar
A. XVII. YÜZYILA KADAR TASAVVUF

İslâm dîninin, doğuşunu takip eden kısa süre içerisinde büyük coğrafyalara yayılmasının ana etkenlerinden biri -belki de birincisi- bu dinin bünyesi içinde barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur. “İlk devirlerden itibaren İslâm’ın özüne inerek, onu en iyi şekilde anlayıp, duygu, düşünce ve davranışlarını tam manasıyla Allah ve Rasûlü’nün iradesine tabî kılmayı gaye edinen tasavvuf ve tarîkat mensupları, İslâm dinini gayri müslim toplumlara tebliğ edip yaymayı en önemli vazîfelerinden biri kabul etmişlerdir. Bunun içindir ki, kendilerini Hak yolunda seferber eden ve her türlü fedakârlığı göze alan sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp sevdirmişler ve müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.”

Türklerin de toplum olarak İslâmiyet’i kabul etmelerinde en önemli âmil, topluluk içerisinde faaliyet gösteren sûfî dervişler olmuştur. Bu aşamadan sonra da tasavvuf gerek halk gerekse idareciler tarafından büyük hüsnü kabul görmüştür.[3] Tasavvuf târihinde, tarîkatleşme süreci ile Türklerin İslâmlaşma döneminin aynı zamana rastlamış olması ayrıca kurulan tarikatların Asya Türk muhitinde teşekkül etmesi Türklerin hem İslâm’ı kabulleri hem de ona hizmetlerinin tasavvuf ve tarîkatler yoluyla olması açısından dikkate değer bir husustur. Yine Türk fikir tarihinin en önemli şahsiyetleri, doğrudan ya da dolaylı yoldan tasavvuftan gıdalanmış isimlerdir.

“Hz. Peygamber (sav)’in 7/628 yılında Heraclius’a gönderdiği mektupla, müslümanlar, Anadolu’yla ilk kez irtibat kurmakla kalmamış; bizzat Efendimiz tarafından bu coğrafî bölgenin de İslâmlaştırılması gerektiği ortaya konulmuştur.”[4] Gerek bu idealin kuvveden fiile geçirilmesi gerekse dünyayı kasıp kavuran Moğol istilâsının tazyîkiyle ecdâdımız, Anadolu’yu kendileri için yeni vatan seçmişler kısmen balkanlardan, büyük topluluklar halinde de Orta Asya’dan gelerek burayı iskân etmişlerdir. Bu iskân faaliyeti gelişigüzel olmamış, ustaca bir siyaset gözetilmiştir. “Kolonizatör Dervişler” diye nitelenen bu topluluklar, yerleştikleri bölgelerin imarı yanında, gerek önceki hıristiyan unsurların, gerek bu göçlerle meydana gelen kitlelerin İslâm potasında yoğrularak, bunlar arasında İslâm kardeşliğinin, kültür ve irfânının geliştirilip, İslâm’ın müesseseleşip, kalıcı bir hale gelmesinde; sosyal bünyenin kaynaştırılıp bir sevgi medeniyetinin oluşturulmasında büyük roller üstlenmişlerdir.
Bu sûfî dervişler kitlelerin dînî, ahlâkî, içtimâî ve kültürel bütünlüklerini temin etme yanında İslâm’ın hizmetkârı ve hâmîsi olarak gördükleri devlete bağlılıklarını da sağlamışlardır. Buna mukâbil devlet de onlara bir takım imtiyazlar ve haklar bahşetmiş, idareciler onların bağlıları ve bendeleri arasına girmişlerdir. Bu karşılıklı anlayış ve yardımlaşma da içinde bulundukları toprakların kısa süre içerisinde ellerine geçmesine ve İslâmlaşmasına vesile olmuştur.

Bütün bu faaliyetlerin üzerine doğudan Hz. Mevlânâ (v. 672/1273) ile batıdan Muhiddin Arabî (v. 638/1240) ile gelen derinlikli tasavvuf anlayışı, Sadreddin Konevî (v. 673/1274), Müeyyidüddîn Cendî (v. 691/1292), Sadeddin Fergânî (v. 699/1300), Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî (v. 639/1241), Evhadüddîn Kirmânî (v. 634/1237), Şeyh Necmeddin Dâye (v. 654/1256), Fahreddin Irâkî (v. 688/1289), Afifüddîn Tilemsânî (v. 690/1291), Hacı Bektaş Velî, Ahî Evren, Yunus Emre ve daha pek çok Hak aşığı ile de desteklenerek bu insan topluluklarının hakim rengini ve İslâm anlayış ve yorumunu meydana getirmiştir.

Anadolu’daki bu tasavvufî hareketlilik bütün halk tabakalarına da yayılarak kısa sürede büyük bir hıza kavuşmuş her tarafta tekkeler, zâviyeler inşâ edilmiş, insanları kemâlâta yönlendiren çok sayıda tasavvuf mektebi mantar gibi biter olmuş, Anadolu, âdetâ bir sûfîler ve dervişler yatağı haline gelmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda Anadolu zengin bir “Beylikler” mozayiği arz ediyordu. Her beylik daha güçlü olmanın yollarını ararken komşu beyliklerle de uğraşıyordu. Bu devlet, kurulduğu yıllarda hemen yanı başında Anadolu topraklarında yetişen Yunus adlı bir erenin, bir Allah dostunun yaşadığını belki de bilmiyordu. Ama Yunus’un “gelin tanış olalım” teklifinin, “sevelim-sevilelim” parolasının bu gazi devletinin temelindeki harç olmadığını söylemek mümkün değildir. Yani Bahsedilen bütün bu kitleler ve kurumlar Osmanlı Devleti’nin kuruluş harcının da temellerini oluşturmuştur.

“Osmanlı Devleti’nin altı yüz seneden fazla te’sir ve nüfûzunu devam ettirebilmiş olmasını, ilk sultanların devletin temellerini sağlam esaslar üzerine kurmuş olmalarında aramak gerekir.” Devletin kurucusu Osman Bey’in kuruluş döneminde medrese ile tekkeyi bir arada yaptırması, Dursun Fakih ile Şeyh Edebâlî’ye aynı hürmet ve bağlılığı göstermesi ve Edebâlî’nin elinden “gaza kılıcı” kuşanması onun devletin bekâsı için gösterdiği titizliğinin birer göstergesidir.
Osmanlı sultanlarının çoğu, herhangi bir şeyhe intisâb etmişler, devlet adamlarının hemen hemen tamamı tasavvuf ve tarîkat erbâbına karşı hüsnü kabul göstermişlerdir.[10] XV. yüzyıl başlarından itibaren hızlı bir yayılma dönemine giren, Mevleviyye, Nurbahşiyye, Kâdiriyye, Bayrâmiyye, Halvetiyye, Bektâşiyye ve Nakşibendiyye tarîkatı ileri gelenleri de devletin bekâsı ve İslâm dîninin yayılması için idâreciler, ilim adamları ve ordu mensupları ile elbirliği içinde çalışmayı kendileri için ibâdet saymışlardır.

Osmanlı tasavvuf ricâli, genel tasavvuf kültürüne, fikir ve düşünce yeniliği olarak çok fazla şey katmamakla birlikte, tasavvufu ferdî cihaddan çıkarıp, içtimaî cihad haline sokan, tekke anlayışını müesseseleştirerek bunu toplumun her ferdine ve her ihtiyacına uzanan bir anlayış haline getirmişlerdir. Bu dönemde tekkeler, gönül terbiyesi mektebidir, güzel sanatlar akademisidir, bilgi ve iletişim merkezidir, spor alanıdır, şifâhânedir, siyâsî, askerî, içtimâî ve iktisâdî ahlâkın, birlik ve berâberlik ruhunun ilmek ilmek işlendiği yuvalardır.

B. XVII. YÜZYILDA TASAVVUF

XVII. yüzyıl Osmanlısı ve bu yüzyıla gelinceye kadarki tasavvufî düşüncenin durumuna genel olarak baktıktan sonra bu dönem tasavvufî hayatı hakkında görülen manzarayı şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Tasavvuf târihinde önemli bir yer işgal eden Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin tesis ettiği Celvetiyye Tarîkatı bu yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Mevleviyye Tarîkatı İstanbul’da bu yüzyılda etkin ve yaygın olarak temsil edilirken, idârecilerin kendilerine yakınlığından dolayı âdetâ bir devlet tarîkatı haline gelmiştir.
Yine Kâdiriyye Tarîkatı bu yüzyılda İstanbul’a girme imkânı bulabilmiştir.
2. Halvetiyye Tarîkatı’na bağlı Ramazâniyye, Sivâsiyye, Cihangîriyye, Câhidiyye, Karabâşiyye, Nasûhiyye ve Mısriyye, Kâdiriyye Tarîkatı’na bağlı Rûmiyye (İsmâiliyye) şûbesi bu dönemde kurulmuştur. Tekkelerin sayısı hızla artmıştır. Devlet adamları tekke inşâ etmek için âdetâ bir yarış içerisindedirler.
3. Kurulan bu şûbeler vasıtasıyla tarîkatların toplumda tesir ve yaygınlığı artmış, mürid halkaları genişlemiş ve her bir şûbe başkent İstanbul’da temsil edilmek için gayret göstermiştir. Mutasavvıflar halktan, münevver kesimden ve devlet adamlarından büyük saygı görmüşlerdir.
4. Bu dönem meşâyihinin büyük bir kısmı medrese tahsîli görmüş, azımsanmayacak bir bölümü müderrislik ve kadılık gibi pâyeleri hak etmekle birlikte İslâmî ilimlerin her alanında eserler ortaya koymuşlardır.
5. Tekkeler edebiyat, mûsikî ve hat sanatının en büyük hâmîsi olmuş, bir çok mutasavvıf bu alanlarla ilgilenmiş, sonuçta bu alanlarda büyük inkişâf sağlanmıştır.
6. Sesli zikir meclislerinin ayrılmaz bir parçası olan mûsikî ile devran ve semâın dinî sınırları aşıp aşmadığı tartışma konusu olmuştur.
7. Muhiddin Arabî ve Mevlânâ Celâleddin’in fikirleri bu asrın mutasavvıflarınca büyük bir kabul görmüş, bu iki mutasavvıfın eserleri üzerine şerhler yazılmıştır.
8. Şiir ve şiirde işlenen tema açısından Yunus Emre’nin tesiri XVII. yüzyıl sûfîleri üzerinde kendini kuvvetle hissettirmektedir.

Dr. Necdet Yılmaz


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Nisan 2012       Mesaj #2
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Osmanlıda Tasavvufi Hayat (Kamil İnsan Yetiştirme Mektepleri )

Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlıda esnafından askerine, saraydaki sultana kadar hepsi, tasavvufu yaşadılar.

Osmanlının temeli tasavvuf ile atılmıştır. Hoca Ahmet Yesevi Hz.leri, bu toprakları İslamlaştırmak için Allah’ın emri ile dervişlerini Anadolu’ya göndermiştir. Bu sebeple Şeyh Edebali, Gökçek hatun gibi evliyalar buralara gelmişlerdir. Orta Asya’dan aşireti ile Anadolu’ya göç eden Ertuğrul Gazi de Sögüte yerleştiğinde, bu Allah dostu ile karşılaşmış. Hemen kaynaşmışlar. Şeyhin kızını, Oğlu Osman Gaziye alarak akraba olmuşlardır.

Ertuğrul Gazi’nin annesi Hayme Ana’nın torunu Osman Gaziye nasihati de çok anlamlıdır. “Bu dünya bir oturma yeri değildir. Yapacağın iyi ve doğru işlerle insanların hizmetinde bulunursan güzel övünçler senin olur. Yüreğinden inancı, ağzından duayı, davranışından erdemi hiç eksik etme. Bir de sabırlı ol oğul, ekşi koruk sabırla tatlı üzüm olur.” Şu nasihatteki güzelliğe bak. Yüreğinden inancı (Kalp Zikri tarif ediliyor.), ağzından duayı eksik etme.

Ertuğrul Gazinin, Oğluna nasihatinden, şu bölüm çok güzeldir. “Bak Oğul! Beni kır, Şeyh Edebali'yi kırma. O, bizim boyumuzun ışığıdır. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, O'na gelme... Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O'na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz. Baksa da görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediğimi vasiyetim say!..” Bu ifadelerden, tüm aşiretin, şeyhe tabiiyetleri olduğunu anlıyoruz. Terazisi dirhem şaşmaz ifadesi, şeyhe bağlılığın göstergesidir.

Ertuğrul Gazinin oğlu Osman Gaziye vasiyetinde de alınacak çok mesajlar var. "Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Zira farizaya (farzlara) dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helale-harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme! Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz.” Güzel nasihat işte böyle olur.

Fatih sultan Mehmet Han Hz.leri de tasavvuf hakkında bakın ne diyor. “Hayatım Boyunca Allah'ın emirlerinden dışarı çıkmadım. Allah'ın rızasını kazanmak için uğraştım. Tek gayem bu idi. Şeyhim Akşemset’tin Hazretleri ile beraber yaptığım zikrin lezzetine dünyalara değişmem. Eğer şeyhim izin verseydi, zikir yolunu tercih eder, saltanatı terk ederdim.” Babası II. Murat da Hacı Bayram-ı Veli Hz.lerine bağlı olduğu bilinmektedir.

Yavuz Sultan Selim Han’ın tasavvuf yolunda idi. Aynı zamanda şair olan koca sultanın tabiiyetin güzelliği hakkındaki meşhur mısrasını da paylaşalım. “Padişâhı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir Veliye bende olmak, hepsinden evlâ imiş.” Osmanlı topraklarını bir misli büyüten sultanın Mısır seferinde meydana gelen bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim.

Fetih gecesi Mısır sarayında, Padişah ve kumandanlarına ziyafet verilmektedir. Hizmet eden kişilerin kulaklarındaki halka şeklindeki küpeler, Padişah’ın dikkatini çeker. Ne olduğunu sorar. Mısır Kumandan ve Paşalarına hizmet eden kulların işaretleri olduğunu söylenir. Küpelerin şekilleri için de, Her paşanın kulları için farklı şekil ve renklerde olduğu anlatılır. Koca Sultan hemen kendisine bir küpe getirilip kulağına takılmasını emreder. Vezirler aman sultanım nasıl olur. Onlar kullar için. Siz sultanlar sultanısınız denildiğinde, “Ben âlemlerin Rabbi olan, Allah’ın kulu-kölesiyim.” Diye cevap verir. İşte tasavvuf, Allah’a kul olmanın bilincine varmaktır.

Osmanlıda tasavvuf merakı çok yaygındır. Sultan III. Ahmet’in de Mevlevi dergâhlarına sık sık gittiği bilinmektedir. Tasavvuf sadece Sultanlar seviyesinde değil her sınıf içinde yaşanmakta idi. Askerlerin, özellikle padişaha bağlı merkezi kuvvetleri teşkil eden yeniçerilerin kurucusu Hacı Bektaş-ı Veli Hz.leridir. Bu sebeple yeniçeri ocaklarında bektaşilik vazgeçilmek bir özelliktir. Yeniçerilerin tasavvufta başarıları ile orantılı olarak üst rütbelere yükseldiği bilinen gerçektir.

Esnaf sınıfı ise “Ahi Evren” tasavvuf gruba bağlıdır. Ahilik Osmanlıda ekonomiyi koordine eder hale gelmiştir. Esnaf gruplarının ürettiği malların kalitesi denetlenir. Tüketicilerin aldatılmasına izin verilmezdi. Esnaf ve sanatkâr olmak isteyen bir Osmanlı vatandaşı önce ahi teşkilatlarına üye olur. Burada aldığı manevi eğitim ile mesleğinde de yükselirdi. Ahi teşkilatının ayrıntılı öğrenmek isteyenlerin sitemizdeki Ahilik sayfasını incelemelerini tavsiye ederiz.

Osmanlıda ev hanımlarının kurduğu Baciyân-i Rum teşkilatı, Fatma Bacı isminde ve Hacı Bektaş-ı Ve­li hazretlerine yakınlığı (Muhtemelen Eşi) ile bilinen tasav­vuf ehli bir kadının tarafından kurulmuştur. Bu kadın Teşkilâtı, özellikle İslamlaştır­ma çalışmalarına aktif olarak katılması ve asker Teşkilâtında kilit roller üstlen­mesiyle, modem anlamda bir ''sivil inisiyatif örgütünün'' belki de en sağlam ör­neklerinden birini teşkil etmiştir.

Sonuç olarak, Tasavvufi hayat Osmanlıda her kesimde yaşanmıştır. Kamil insan yetiştirme merkezleri şeklinde çalışan dergâhlar, hemen her mahallede vardır. Mahallenin her meselesi ile ilgilenilir. Sorunlar toplum menfaatine uygun olarak çözülürdü. Kurtuluş savaşı yıllarında, Özbek tekkesinin Anadolu’ya insan ve malzeme kaçırma konularında milli kuvvetlere yardım ettiği malumdur.

İnsanların toplum yararına yetişmesi, sadece müspet ilimler ile olmuyor. Mutlaka manevi eğitim de gereklidir. Bu eğitim kişilerin dünyası ile ahiretini de kurtarmaktadır. Bu gerçeklerin hidayet çağında daha iyi idrak edileceğini düşünüyoruz.

Lütfi TÜMTÜRK

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

26 Kasım 2006 / Misafir Taslak Konular
1 Ocak 2016 / Misafir Soru-Cevap
23 Mart 2016 / Misafir Soru-Cevap
6 Nisan 2009 / haysf Soru-Cevap