Arama

İncesu Tarihi

Güncelleme: 22 Kasım 2006 Gösterim: 8.690 Cevap: 1
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İncesu Tarihi

Sponsorlu Bağlantılar
İncesu, tarihi binlerce yıl eskiye giden bir yerleşim yeridir. Anadolu’daki bir çok geçiş yolundan biri olarak İç Anadolu’yu Güney Anadolu’ya bağlayan bir yolun Kayseri’den sonraki ilk menzili ve konaklama yeri olduğu gibi yine Güneybatıdan gelen ve Bağdat’a kadar giden tarihi tuz yolunun geçişindeki önemli buluşma noktasını oluşturur. Böylece Nevşehir’den Ürgüp üzerinden Bağdat’a giden yolların, bir taraftan da Konya’dan gelerek Kayseri Malatya üzerinden geçen yolların kesişme noktasındadır. Bu yollar kısa olmakla birlikte sarp kayalıklar arasından geçen bir vadi üzerinde bulunduğu için güvenli değildir. Özellikle Anadolu’da merkezî otoritenin zayıfladığı dönemlerde soygun ve yol kesme olayları için uygun bir ortam oluşturmaktadır. İncesu bu yüzden zaman zaman çok parlak dönemler yaşadığı gibi zaman zaman da tamamen bir köye dönüşmüştür.

İncesu ile ilgili olarak bilinen en eski belgelerden biri 1654 yılına aittir. İncesu, bu tarihlerde sosyal ve ekonomik bakımdan birçok Anadolu köyü gibi sıkıntılı bir dönem geçirmektedir. Osmanlı devleti terk edilen yerleri canlandırmak için yeni bir çözüm yolu geliştirir. Bu da terk edilen köyleri şahıslara devretmektir. Buna göre köyü alan kişi Osmanlı hazinesine her yıl belirli bir miktar harç ödemektedir. İncesu için de Derviş Şeyhi Kasım Dede Osmanlı Hazinesine 5.000 akçe ödeyerek İncesu’nun yeniden canlandırılması ve düzenlenmesi işini üzerine almıştır. Yine bu belgelerden anlaşıldığına göre 1590 yılında ortaya çıkan Celali İsyanları sırasında bu belde, halk tarafından terk edilmiştir. Bu konuda Osmanlı Kadı Sicilleri üzerinde araştırmaları bulunan Süreyya Faruki aşağıdaki bilgiyi vermektedir:

“Bu yeni iskân politikasının ne ölçüde başarılı olduğunu elimizde bulunan çok sınırlı sayıdaki belgelerden anlamak olanaksız. Ancak Kasım Dede’nin İncesu projesinin gelişmesi, aşılması gereken bazı güçlükleri göstermektedir. Kasım Dede terkedilmiş köye bir kısım köylüyü yerleştirmeyi başardığında Kara Said adında birinin müdahalesiyle karşılaştığını ileri sürüyor. Bu kişinin görevi hakkında bir şey belirtilmemekle birlikte güçlü birisi olduğu anlaşılıyor. Kara Said en azından geçici bir süre için İncesu’yu Kayserili Derviş Şeyhi’nin elinden alabilmiş ve durumunu sağlamlaştırmak için hazineye ödenen parayı 5.000 akçeden 20.000 akçeye çıkarmıştır .”

Yukarıdaki bilgiden de anlaşılacağı üzere İncesu, gelir kaynakları bakımından da çok önemli bir yerleşim yeridir. İncesu’nun gelişmesi için asıl önemli yatırımı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın yaptığını görüyoruz. Bu konuda Dr. Rıza Nur, Türk Tarihi’nde şu bilgiyi vermektedir:

“Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın, Kayseri-Sivas yolu üzerinde yaptırdığı bir kervansaray vardır ki ziyaret ettiğim zaman kendimi Kahire civarındaki meşhur ehramın içinde geziyorum zannettim. Tabi onun gibi dar değil fakat bana aynı azameti duyurmuştur. Öyle bir ahırı var ki belki bir süvari alayını atı ve askeri ile içine alır. Öyle kemerler ve direkleri var ki hayret ve vecd içinde temaşa olunur .”

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın İncesu’yu köklü bir yerleşim yeri haline getirmesi çalışmaları Diyarbakır Valiliği yıllarına dayanmaktadır. Girişte belirttiğimiz gibi Güneydoğu Anadolu’yu İç Anadolu’ya bağlayan en kısa yol üzerindeki ilk durak noktası olması bakımından önemi sebebiyle İncesu, yolcuların ve askerlerin rahatlıkla konaklayacakları bir yer olarak planlanmıştır. Bu konuda Ahmet Cevdet Paşa da ünlü tarihinde açıklamalarda bulunmaktadır . Yılmaz Öztuna da Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı anlatırken şu bilgiyi verir:

“Diyarbakır Sancak Beyliği zamanında İncesu’nun inşasına ve ihyasına başlamış ve Kaptan-ı Deryalığından sonra ikmal ettiği tarihen sabittir .” Aynı bilgilere Meydan Larousse’un Merzifonlu Kara Mustafa Paşa maddesinde de rastlıyoruz (Meydan Larousse: Cilt-9, S/96).

Kaynaklardan ve İncesu’nun yaşlılarından dinlediğim bilgileri yazılı ve sözlü tarih unsurları olarak aşağıya alıyorum:

Rumî 1067, miladî 1661 yılında Anadolu’daki Abaza Hasan Paşa isyanı ile Celalilerden kalma isyanları bastırmak üzere Rikab-ı Hümayun Kaymakamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa komutasındaki ordu, bugünkü İncesu’nun bulunduğu yerde konakladı. Asker çadır kurmakla meşgul iken Paşa Emiri, kır atına binip mahmuz vurarak konak mahallini teftişe çıktı.

Burası on kilometre kadar uzun etrafı sarp kayalıklarla çevrili orta yerinden incecik bir su akan yemyeşil, şipşirin bir dere, giriş yeri kapatıldığı zaman tam müstahkem bir kale cephede açık bir görünüş olduğu için buradan, birkaç nöbetçi ile de yanlardan tecavüz imkanı olmayan bir kale. Önünden geçen Bağdat şosesi, Adana ve Erzurum’a kadar uzanan Sevkulceyş yol üzerinde tam bir şehir kuruluş yeri.

Ortalık karardıktan sonra karargâhına döndü. Yatsı namazını kıldıktan sonra yatağına girdi. Yalnız kalmak istiyordu. Düşünüyor, düşünüyordu. Gözlerine uyku girmeden sabahı etti. Alessabah kimseyi rahatsız etmek istemiyordu ama daha fazla beklemeye de tahammülü yoktu. Emir eri ile emir subayını çağırttı. Kararını anlattı.

Bir yandan planlar hazırlanırken bir taraftan da malzemeler temin ediliyordu. İhrazat devresi çok uzun sürdü. Paşa üzülüyordu. Peş peşe emirler yağdırıyor, malzeme ve usta tedarikinin bir an evvel teminini istiyordu. Plân hazırlanmış, temeller kazılmıştı.

15 Mayıs 1077 (1671) tarihine rastlayan Cuma günü bütün kıt’alarda sevinç dalgaları köpürüyor, bir yandan hazırlanan kurbanlar boyalanırken bir yandan da mehteran takımı kıvrak yiğitlemeleri ile her tarafı çın çın çınlatıyorlardı. Kuşluk vakti olmuş, ılık ilkbahar güneşi her tarafa dağılmış, derenin yeşil çalılıkları arasında açan çiçekler burcu burcu kokuyordu. İlk önce kervansarayın temeli başında toplanıldı. Tabur imamlarının yaptığı dualardan sonra Paşa Bismillah çekip ilk harcı temele attı. Siyah irice bir şişenin içine bir altın lira, üzeri ayet ve tarih yazılı geyik derisi parçası yerleştirildi. Balmumu ile doldurulup o da harcın içine karıştırıldı. Tekbir sesleri arasında yedi kınalı koç kurban edildi, kanları tamamen akıtıldı.

Erkan doğruca cami inşaatı temeli başına hareket etti, yedi kurban da bu temele verildi. Bir yandan han, bir yandan cami ve bir yandan da sanat külliyesi olan dükkânların inşaatı olanca hızı ile devam ediyordu. Bir gün cami inşaatının başında sanki amele çavuşu gibi emir yağdırırken, bir yandan da amele ve ustalara gayret veriyor, ha babalarım, ha yiğitlerim diye gür gür gürlüyordu.

Olmayacak şey, bir amele sırtladığı koca bir taşı inşaat yerine götürüyor, fakat bırakmadan gerisin geri götürüyordu. Anlaşılan boş durmak istemiyor fakat iş de görmüyordu.

Bu hal, Paşanın dikkatini çekti ve ‘Mehmet, buraya gel’ diye onu yanına çağırdı. ‘Oğlum sen o taşı niçin sırtından bırakmıyorsun da hep boşu boşuna taşıyorsun’ diye sordu.

Mehmet sustu, konuşmuyordu. Utandığı belliydi, ama mutlaka bir sebebi olmalıydı.Paşa: ‘Mehmet, utanma oğlum haydi söyle bakayım derdin nedir, ben sizlerin babanızım, insan babasına derdini söylemez mi’ diye ısrar edince Mehmet kıpkırmızı olmuştu. Dizleri titriyordu, sanki çenesi birbirine kitlenmiş gibi ağzı açılmıyordu, sesi çıkmıyordu. Birden kendini topladı, başı öne eğik şöyle dedi:

—Ney Mehmet, ney oğlum?

—Şey efendim, ben ihtilam oldum da gusül edemedim, diyebildi.

—Pekiyi Mehmedim. Sen git istirahat et ve guslünü yap, diyip ustabaşına döndü ve ‘Usta, şimdilik cami inşaatı dursun, hamam inşaatına hız verin. Bu kışa kadar hamam mutlaka ikmal edilmeli’ dedikten sonra tekrar han inşaatının başına döndü.

İşler yolunda gidiyor ve binlerce amele birden han, hamam, suyolları ve sanat külliyesi inşaatı hızla ilerliyordu. Temeller bitmiş, inşaat topraktan bir metre yükseğe kalkmıştı. Camız kağnılarına yüklenen o koca taşlar konacağı yere kadar kağnı ile taşınıyor, inşaat yükseldikçe de içi toprakla doldurulup berkitiliyor, kağnıların yanaşması için yol haline getiriliyordu.

İsyan bir türlü bastırılamamıştı. Asiler Anadolu’da bir beylik kurmak için çalışıyorlardı. İsyanı bastırmak işten değildi, lakin Kara Mustafa Paşa kan dökülmesini istemiyordu. O, düşmanlarına karşı çok mağrurdu. Lakin âsileri bir türlü düşmanla bir tutamıyor, onlara küskün kardeş muamelesi yapıyordu. Ama onlar Paşa’nın bu merhamet ve yakınlık duygularını galiba aczine veriyorlardı ki başkaldırmalar patlak veriyordu. Kat’i netice almak zamanı gelmişti. Kardeşlikten anlamayana kardeş muamelesi yapmak hamakat olurdu. Kumandanlarını topladı, bu yıl isyan sona erecek emrini verdi.

1080 tarihinde isyanın elebaşları yok edilmiş, geri kalan kısmı ise cüzi bir gündelikle inşaatta bir müddet için çalıştırılmış ve her vilayete üçer beşer kişilik kafileler halinde dağıtılmıştır.

Han, hamam, cami, su kanalları ile kardeş kavgası askeri yorgun düşürmüştü. Külliye de tamam oldu. 15 Mayıs 1077 (1671) tarihinde atılan temel tam 4 yıl 5 gün sonra ikmal edilmiş, koca koca abideler vücut bulmuştu. 20 Mayıs 1081 (1675) tarihi bir cumaya tesadüf ediyordu. Açılış merasimi camide yapıldı. Cuma namazında hatip Kara Mustafa Paşa ateşli bir hutbe okudu, minberden indi, imamet makamına geçip Cuma namazını kıldırdı. Cemaat hep bir ağızdan Osmanlı devletinin muzafferiyeti ve payidar olması için dua etti. Ertesi günü ordu İstanbul’a hareket etti. Zira Paşa Yugoslavya’daki isyanların tedibine memur edilmişti. Aradan 18 yıl geçmişti ki o elim bozgun 1099 tarihinde vukua gelmiş ve takdir yerini bulmuş oluyordu.

Yukarıda anlattıklarımızın bir kısmı hâlen İncesu’da yaşlılar arasında bilinen ve ağızdan ağza söylenilen bilgilerdir. Anadolu’da ortaya çıkan Celali ayaklanmaları ve zaman zaman ortaya çıkan isyanlarla örtüşmektedir. Öyle anlaşılıyor ki bu isyanların önlenebilmesi için bir geçit yerinin kapısı görevi yapan İncesu’nun yerleşik köklü bir ilçe haline getirilmesine ihtiyaç duyulmuştur.

İncesu’da İskân

Ordu İstanbul’a ayrıldıktan sonra Camii, hamamı, çeşmesi ve akarsuyu, dükkânları, hanı, medresesi, fırını hazırlanmış, evvela inşaatta çalışan işçi ve ustalar, sonra da civardan gelen aileler, akın etmiş Türkmenler, Karakoyunlu aşiretinden bir kol, Aydınlı aşireti, Karahacılı aşireti, Orçan aşireti, Hayta aşireti ile Bulgurlu’dan Etyemez’den gelen aileler, Bozkoyunlu ve Kırım’dan gelen bir aile ile Ocaklı’dan aileler İncesu’ya yerleşmişlerdi. Tuz köyünden gelme bir aile de bunlar arasındadır.


Karakoyunlular

Hala yurdumuzun bazı bölgelerinde göçebe hayatı sürdüren Karakoyunlular, aslen Van ve havalisinde iken 1071 (1665) tarihinden sonra oraları terk ederek Anadolu’ya yerleşmişler. Bir kısmı ise göçebeliğe devam etmektedir. Davarcılık ve sığırcılık yapmaktadırlar. Güreşe meraklı, kabadayı ruhlu ve misafirperver kimselerdir. 5-8 çadırdan oluşan bir oba addedilir. Her oba bir oba beyine bağlıdır, obası hakkında konuşma ve karar verme hakkı oba beyine aittir. Misafir, oba beyinin çadırına kabul olunur. Yazın yaylalara kışın ise Çukurova’ya taşınırlar. Onlar bu hayatlarını hala devam ettirirken 300 yıl önce bir kolları İncesu’ya yerleşmiş, 600 hanelik koca Karakoyunlu mahallesini meydana getirmişlerdir. Yakın zamanlara kadar yayla geleneğini sürdürmüşlerdir. Yaylaları Tekke Dağı’ndadır.
Bulgurculular
Bu mahalle de İncesu’nun Karakoyunlu Mahallesi kadar büyük bir mahallesi olup Bulgurcu’dan gelmiş ve İncesu’ya iskân etmişlerdir. Bulgurcu mahallesi halkı, ekseriyetle çiftçi olup kısmen davarcılık kısmen de küçük esnaf olarak geçimlerini temin eder. Bulgurcu Kayseri’ye bağlı bir köydür ve genellikle buğday yetiştirirler. Un, bulgur ve benzeri gıda maddeleri üretmeleri sebebiyle kendilerine Bulgurcu denilmektedir. Mahalleye bulgurcu adı verilmesinin sebebi de kendilerinin Bulgurcu Türkmenleri olmalarından kaynaklanmaktadır.

Karahacılı, Aydınlı ve Orçan Aşireti

İncesu’da bu aşiretten olduğu sanılan bir iki aile bulunmaktadır. Biz bu izlenimi, bu ailelerin lâkap ve bugünkü soyadlarından istidlal etmekteyiz. Mesela Orçan oğlu Mustafa Efendi, İncesu Belediye Reisliği yapmış, babası Orçan oğlu keza belediye reisliği yapmıştır. Orçan soyadı veya eski deyişle lâkabı herhalde boşa verilmemiş olması gerekir. Keza Haytalar da aynı lâkapla anılırlar. Hayta’nın Ömer Efendi, Hayta’nın Hilmi Efendi ki sayılı birer ailedirler. Aydınlı Demirli İbrahim Usta ve kardeşi Durmuş Çavuş da Aydınlı lakabını taşırlar. Karahacı’nın Mehmet Ağa da İncesu’nun sayılı ailelerindendir.

Belki ilk gelişte bu kadar olup bugüne kadar ailelerini devam ettirmişlerdir. Belki de ilk yerleşmede çok oldukları halde bir kısmı tutunamayıp eski geldikleri yere gitmişlerdir. Burası meçhulümüzdür. Bildiğimiz, hâlen İncesu’daki mevcutlarıdır.

Hayta

Bu oymaktan da büyük obaların mevcut olduğu ortaya çıkmıştır. Davarcı ve sığırcıdırlar.Yazları Toros dağlarına, yaylaya, kışları Çukurova’ya göç ederler. Nakil vasıtaları develerdir. 5-6 çadırlık obalar halinde otururlar. Diğerleri gibi her kabilenin bir beyi vardır. Kararı bey verir. Diğerleri ona itaat ederler. Yiğit ruhlu, mert yaradılışlı ve dövüşçüdürler. Bilhassa kadınlarındaki cesaret takdire değer. Hayta aşiretinde erkekler çadırlarda oturur, kirmen eğirir, çorap örer, kilim dokur. Kadınlar ise dış işleri görürler. Obalarında misafir olduğunuzda sizi görmeye gelen her erkeği ya bir kirmenle ip eğirir veya çorap örerken görürsünüz. Çobanlar kadınlardır. Akşama kadar çobanlık yaparlar, akşam gelirken o günkü odunu da toplayıp gelirler. Nisan ayında başlayan yayla yolculuğu Ekim ayında geri dönmekle biter. Yani 6 ay yaylada, 2 ay yollarda, 4 ay da Çukurova’da kalırlar. Zengindirler ve haklarına razı kimselerdir. Gerek Adana’da gerekse yaylada etraflarına zarar vermedikleri için şikâyetçileri olmaz, en büyük ihtilafları aralarında kız alıp vermede zuhur eder. Onu da kendi kabile reisleri yatıştırır. Bu sebepten hükümetle hiçbir ilişkileri olmaz. Ne şikâyet eder ne de şikâyet edilirler.

Etyemezler

Etyemez’den gelenler (İstanbul Etyemez) asli memleketleri adına izafetle bir mahalle teşkil etmişlerdir. Hâlen İstanbul etyemezinden mevcut bir aile yoktur. Boğazlıyan kazasına bağlı Etyemez köyünden gelen bir aile olan Fırıncı Hacı Musa’nın ailesi, oğlu fırıncı İbrahim Usta, ikinci oğlu Fırıncı Derviş Usta ile iki kız kardeşi ile onların çocukları Etyemez’den gelmedirler. Etyemezler çok eski dönemlerden beri bilinen bir Türkmen koludur. Orta Asya’da bu özellikleri ile dikkat çekmişlerdir. Bu yüzden Anadolu’nun bir çok yöresinde hâlen bu adla yaşayan topluluklar yanında bu adı taşıyan yer adları da bulunmaktadır.

Kırımlı

Kırımlı bir ailenin İncesu’ya yerleşmesiyle bu ailenin bulunduğu semte Kırımlı adı verilmiştir. İncesu’yun kurulduğu günde geldiği katiyen rivayet olunan bu ailenin reisinin, külliyenin inşaatında çalışan bir Kırım muhaciri olduğu sanılmaktadır. Bu ailenin nesli kalmamıştır. Kırımlı Çıkmazı denilen çıkmaza girince elli metre sağ kolun üstünde pencereleri oyma taşla yapılmış bir ev vardır. Bu ev Su İçmez Efendi’ye aittir. Su İçmez Efendi, Kırımlı ailenin neslindendir. Su İçmez Efendi yaya olarak hacca gitmiştir. Yolda çok susamış ve bayılacak hale gelmiştir. Tam bu sırada bir kişi imdadına yetişmiş ve kendine bir bardak su vermiştir. O günden sonra Su İçmez Efendi hiç su içmemiş ve adı da Su İçmez Efendi kalmıştır. Merhum Tahtasakal hoca bir vaazında bu hikâyeyi anlatmış ve Su İçmez Efendi’ye ikram edilen suyun Kevser suyu olduğunu, ikram edenin de Hızır Aleyhisselam olduğunu; Kevser suyu içenin su içmediğini, içmeyeceğini, iddiasına da Su İçmez Efendi’yi delil göstermiştir. İncesu’da Kırımlı mahallesi yanında bir de İncesu’nun bağlarının bulunduğu bir bölgeye Bahçesaray adı verilmiş olması da dikkat çekicidir. Bu da ilçeye yerleşen Kırımlıların sayısının da fazla olması ihtimalini artırmaktadır.

Rumlar

İncesu’ya muhtelif memleketlerden gelerek yerleşmişler ve ilçenin yarı nüfusunu teşkil etmişlerdir. 1250 haneyi aşkın Rum, senelerce İncesu’da kalmış, ilçenin iki yamacına yerleşmişlerdir. Heybeliada ve Büyükada’yı nazara alınız. Salanda ve Karakoyunlu mahallesini Büyükada’ya, Kuyubaşı ve Yiğittepesi’ni de Heybeliada’ya dere içini ise iki ada arasında kalan denize kıyas ediniz.

Kesme taşlarla yapılmış çok geniş merdivenli yollarla yokuşlardan evlere yaya çıkmak kolaylığı sağlanmış, aralardan ise hayvanların gelip gidebilmeleri için dikine ve uzununa yollar yapılmıştır. Yarım Mahalle’deki kilisenin arkasında ve önündeki sülüklü çeşmesinden Salanda’ya çıkan yol gibi muntazam yollar yapılmıştır. İçme suları dere içinde olduğu için Rum evlerine su, merkeplerle taşınırdı. Lozan Anlaşması çerçevesinde Yunanistan’la mübadeleye tâbi tutulmuşlardır. Yerlerine Yunanistan muhacirleri iskân edilmiştir. Gerek Rumlarla Türkler, gerekse mübadil muhacirlerle yerliler birbirleriyle kardeşçe yaşamışlar en ufak bir ihtilafa açık kapı bırakmamışlardır. Rum erkeklerinin İstanbul’da ticaretlerde bulunmaları, kadınlarının da evlerinde gayet nefis boğma rakı ve şarap imal ettikleri, imalatının bir kısmını İncesu’da sarf edip, bir kısmını İstanbul’a sevk edip orada sattıkları ve hatta İstanbul’da İncesu rakısı ve şarabının aranır içkiler arasında bulunduğu bilinmektedir.

Evlerinde hâlen şarap mahzenleri ve bağlarında ise rakı çekilen imbiklerin mevcut olduğu bilinir. Rumlar gerek imal ettikleri içkilerden gerek kocalarının İstanbul’da kazandıkları paralardan iyi bir geçim sağlamakta ve işlerini de para mukabili yerlilere gördürmektelerdi. Bu sebepten Rumlarla yerliler haşır neşir olmuşlar, her türlü hürmette kusur etmemişlerdir. Hatta yakışıklı Türk gençleri ile gözlerinin kestiği yakın arkadaşlık kurmaktan geri kalmamışlar. Türkler de Rumlara karşı bilhassa Rum kadınlarına karşı dost olmaktan kaçınmamışlardır. Onlara azami yakınlığı göstermişlerdir.

Rumlardan il genel meclisi azası, mahkeme azası intihap olunmuştur. İncesu’da iki Rum kilisesi vardır. Birisi Kuyubaşı’nda diğeri ise Yarım Mahalle’de Pakla Bayırın ortasındadır. Rumlar, Kuyubaşı Kilisesi’ni yaptırmaya teşebbüs ettiklerinde Türklerle ihtilafa düşmüşlerdir, Türkler kiliseyi yaptırmak istememektedir. Bu ihtilafa rağmen kilisenin temeli toprak seviyesine kadar çıkarılmış, fakat toprak seviyesinden bir arşın yükseltmek mümkün olmamıştır.
Bir müddet tiyatro ve müsamere salonu olarak kullanılmıştır. O zaman yeni yetişen Sivas Muallim Mektebi’nin ve Zincidere İmam Hatip okulunun gençleri yaz tatillerinde faideli müsamereler ve konferansları bu salonda verilirdi. Spor hareketleri de bu tarihte başladı. Doğu Spor Kulübü kuruldu. O tarihte İncesu hükümet tabibi olan Doktor Mehmet Kamil Bey, bütün bu faaliyetlere öncülük ediyordu. Doktorun büyük bir eczanesi Ulu Caminin dış kapısının batısında idi. Hamamın kuzey batısında bulunan Bilal’in Yüksek Kahvesi Doğu Spor Kulübü merkezi idi. İşte o tarihte doktorun aldığı radyo ilk defa buraya kuruldu. Anteni de kayalığın üzerindeki bağa çekildi.
Rumlar zamanında baştan başa bir mâmure olan İncesu, mübadeleden sonra gelen muhacirlerin İzmir’e, Bursa’ya, Manisa’ya, Balıkesir’e taşınmaları yüzünden bir harabeye çevrilmiş, binlerce Rum evi köşkler, konaklar hiç yok yere yıkılmış, yıktırılmıştır. Bağlar harap edilmiştir. Evlerin muhafazası için tutulan bekçiler bir kısım batakçılarla anlaşmış, dört buçuk kuruş olan bir paket tütüne koca bir mâmure iki yıl içinde viraneye çevrilmiştir. Hatta o tarihte Sülüklü Çeşme’nin üzerinde bulunan bir evde oturan ve adı Tevfik Bey olan bir mal memurunun evine doldurttuğu enkazlardan tanesi 39 kuruşa satılan bir şişe rakıya doğrama kapı ve ağaç sattığı herkes tarafından bilinir. İşte aziz okuyucularım bu suretle bir cennet bağı kadar müzeyyen bağlar ve cennet köşkü gibi evlere mamur olan İncesu, baykuş tüneği haline gelmiştir. Bütün ilçe ileri gelenleri bu yağmaya seyirci kalmış, hiç biri de çıkıp “Allah’tan korkun! Bu memleket bizim. Gâvur malları da bize kaldı. Yıkmayın, harap etmeyin bu memleketi.” dememiştir. Kimse bir evin korumasından mesul olamamış, bu yağmaya seyirci kalmış, yahut iştirakçi olmuşlardır.

Yarım Mahalle’deki Rum Kilisesi, lojmanı ile birlikte iki yüz seksen liraya satıldı. Güney tarafında kayalıklar üzerinde bulunan koskoca Rum Yüksek Okulu yıktırılıp sanki İncesu’da taş kıtlığı varmış gibi taşlarından bu günkü askerlik şubesi binası yaptırıldı. Şubenin üzerindeki kiremitler ile cephesinde bulunan oymalı ağaç direkler bu okula ait enkazlardır.

İncesu eskiden beri bir ilim ve irfan merkezidir. Bunlardan bazıları; mahalle mektepleri, Rüştiye, Medreselerdir. Rum ilk ve orta dereceli okulları faaliyette bulunduğu için maarif oldukça kuvvetli ve halk ilim öğrenmeye yatkındır.
Mahalle mektepleri, mahalle camileri veya hocaların kendi evlerinde ya da büyük sofası olan bir mahallelinin evinde okutulurdu.
Rüştiye, idadi daha sonra da medrese tahsil edilirdi. Rüştiye Cami Kebir’in batısında mülkiyeti Abdülmuttalıp Dener’e ait binada, idadi ise Yeni Cami Mahallesi’ndeki, şimdiki ilkokul olan binada, Medrese ise gene Cami Kebir’in batısında ve Rüştiye’nin doğusunda bulunan erkek ve kadın hapishanesinde ve cami kapısının batısında sıralanan ve kadın hapishanesinin devamı olup sonradan yıktırılan beş odada tedrisata devam ederdi. Dört yerde Rum okulu vardı. Bunlardan birisi Kuyubaşı’ndaki kilisenin batı tarafındaki yıkılan binada, birisi Yarım Mahalle’deki kilisenin avlusundaki binada, bir diğeri şimdi Mehmet Taş’ın oturduğu evin doğusunda, bir diğeri ise Salanda Mahallesinde idi. Yüksek okul ise Yarım Mahalle’deki kilisenin güneyinde kilisenin güneyinde kayalıklar üzerinde idi. Tabi bunların hepsi yıkıldı, yıktırıldı. Türk çocukları ile Rum çocuklarının oyun yerleri ayrı olmadığı için birlikte oynarlar, bu yakınlık neticesi de Rum çocuklar ne biliyorsa Türk çocukları da aynı şeyleri bilir, Türk çocukları neler biliyor ve öğreniyorsa Rum çocukları da aynı bilgiyi bilirlerdi. Gerek büyük olan Rumlar gerekse çocukları gayet iyi Türkçe konuşurlar, bilmeyenler Rum mudur, Türk müdür fark edemezlerdi.

İdari Taksimatta Değişiklik

İncesu hâlen 5 mahalle ve 14 köyden ibaret bir kazadır. Takriben 7500 kişi merkez kazada, 10.000 kişi ise köylerde yaşamaktadır. İncesu, 1880 tarihine kadar kaza iken kazalık elinden alınmış, nahiye yapılmıştır. Nahiye müdürü, Kasım Ağa adında bir zat olup iki sene nahiyeyi idare etmiştir. Nahiyelik iki sene devam etmiş, büyük gayretler neticesi ile yeniden kazalık iktisap edilmiştir. Zaten o tarihte Kayseri de vilayet değil, mutasarrıf idaresinde bir sancak idi. Bu yeni idari taksimatta Yeşilhisar, Develi’den alınıp İncesu’ya bağlanmıştır. Yeşilhisar, 1948 tarihine kadar geçen 66 sene İncesu kazasına bağlı nahiye olarak kalmıştır.

1946 seçimlerinde nahiye müdürü Şevki’nin hükümetten aldığı emri iyi tatbik etmesi, halka yaptığı baskı ve yeni kurulan DP nahiye başkanı Yusuf İğneci ile idare heyeti azalarının evlerini kazmacılarla yıktırmaya başlaması üzerine teşkilatın kapatılmış olması ve aza kayıt defterinin nahiye müdürü tarafından Nazım Günesen’e teslim edilmesi neticesi nahiye halkının bizzarur hükümete rey verdiği içindir ki Yeşilhisar kazalık ile taltif edilmiş ve Yeşilhisar’a kazalık verilmesi ile de İncesu küçülmüş, DP’ye rey verdiği için tecziye olunmuştur. Ama bu ayırış Yeşilhisar halkını memnun etmemiş, senelerce kazaları olan İncesu’dan gördükleri yakın alakanın hasretini çekmişlerdir, belki de hala çekmektedirler.

Kara Mustafa Paşa Mahallesi

Kazanın doğu kısmını teşkil eder. Takriben 200 evli bir mahalledir. Evler çayın ilk geçesinde (yakasında) olup Kara Mustafa Paşa külliyesi bu mahallede olduğu için, Merhum İncesu kurucusu Kara Mustafa Paşa’nın ruhunu taziz için Cami Kebir mahallesi ismi kaldırılıp Kara Mustafa Paşa Mahallesi ismi konulmuştur. Türkmenler bu mahallededir. Deve ile taşımacılık yaparlar. İncesu, Ürgüp, Yeşilhisar ve Kayseri’de sarf olunan tuzu Tuz köyünden satın alıp buralara taşırlar, geçimlerini bu tuz satışından temin ederlerdi. Nakil vasıtalarının çoğalması ile deve taşımacılığı da sükût etti. Deve nesli de bu sebepten azaldı, başka memleketlerde yapılan deve güreşi burada yapılmaz, develer ancak taşımacılıkta kullanılırdı.

Pazaryeri ve çarşı da bu mahallededir. Han ve hamam bu mahallede olup 1927 yılına kadar Kayseri’nin ve Sivas’ın ve hatta bütün doğu illerinin ticaret yolu İncesu’dan geçerdi. İstanbul ve İzmir ile Mersin limanından çıkan yükler trenle Ulukışla’ya kadar taşınır, oradan da at arabaları ile deve ve katırlar sırtında menzillerine nakledilirdi. İncesu bir uğrak ve konak yeri idi. Gelen misafirlerin istirahati Kervansaray, Maarif Hanı, Kavuğun Hanı, Davut’un Bekir Ağa’nın hanı, Süleyman’ın hanı, Recep’in hanı. Yüksek kahvenin altındaki han da temin olunurdu. Maarif hanı şimdiki belediye binasının olduğu yerde idi. Maarif hanının kuzeyi ile kayalık arasında kocaman bir kapı vardı. Bu kapıya saray kapısı denirdi. Akşamları kapatılır, sabahları açılırdı. Kapanınca içeri kimse giremezdi. Maarif hanının güneyinde eski hapishane binası vardı. Bu hizada han duvarının kuzeyinde Jandarma Karakolu vardı. Han ile güneydeki kayalık arasını ise üç göz köprü kapatırdı. İki kayalığın arası 10 metre yükseklikte bir sur ile kapalıydı. Her akşam binlerce at arabası ile develer ve eşekli katırlı kervanlar buralara konaklar, sabah yollarına devam ederlerdi. Kavuğun hanı, Ak çeşmenin güneyinden geçen Bulgurcu Mahallesi yolunun bitişiğinde, Davut’un ve Bekir’in hanı Et Yemez sokağının güney başında olup Maarifin hanı, Kavuğun hanı, Davut’un ve Bekir’in hanı arabalara ait idi. Süleyman’ın hanı, Recep’in hanı, Yüksek kahvenin altındaki han ve Cami Kebir’in büyük çıkış kapısının 5 metre ilerisindeki han, Eşekçi hanı idi. Kervansaray, araba ve mekkarilerle (katır kervanları) dolardı.

Şimdiki Süleyman’ın kahvesinin bulunduğu yer menzil idi. O zaman postalar at arabası ile taşınırdı. Burada postanın yedek atlarına bakılır ve beslenirdi. Kayseri’den çıkan posta dörtnala Boğazköprü’ye kadar gelir, at değiştirip gene dörtnala İncesu’ya gider. Buradan da at değiştirip yoluna devam ederdi. Posta sürücüsüne Tatar denir, arabası koşarken kendisi de ‘diiii, diiiii’ diye nara atardı. Bu ses bir nevi korna vazifesi yapardı. Posta tatarlığı çok eski dönemlerden beri Türklerde bir haberleşme kurumu olarak varlığını gösterir ve kendine özgü bir örgütlenme biçimi bulunmaktadır. Bu kurumun sağlıklı işlediği dönemlerde Anadolu yüksek bir kalkınma dönemleri yaşamıştır. Bu bakımdan geleneksel posta teşkilatının sağlıklı işlemesi ile kalkınma arasında bir bağ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Her bölgede bir posta tatarı bulunduğu gibi bu posta tatarlarının bağlı bulunduğu Tatar Ağalıkları bulunuyordu. Genellikle bu ağalık sistemi belirli bir aileye veya oymağa verilen görev olarak devam ederdi.

Postacılık sırasında vuku bulan bir olay, anlatılmadan geçilemez: Yıl 1924, posta tatarı Kayserili Patat Mehmet (hâlen sağdır, Kayseri’de payton araba ile yolcu taşır, olayı birkaç kere kendi ağzından dinlemişimdir), hem anlatır hem ağlar. Kayseri postanesinden postayı almış, Boğazköprü’de at değiştirmiş, Saraycık köyünün altına gelince içinde 25.000 lira bulunan hurç (kayış heybe) arabadan düşmüş, zavallı Mehmet farkına varamamış, İncesu postanesine yaptığı teslim sırasında hurç bulunamamış, Ürgüp’ün Karakaya köyünden bir kişi Kayseri’den ayva satmış köyüne giderken yolda hurcu bulmuş, hemen küfeye indirmiş ve yol değiştirmiş. Hamurcu köyü üzerinden köyüne düşmüş.

Patat Mehmet telaşla Kayseri’ye kadar gelmiş, yolda hurca tesadüf edememiş, postaneden teslim aldığı, arabaya konduğu tespit edilmiş ve Patat gözaltına alınmış. Çaldığı zannı doğmuş ve sorguya geçilmiş, sorgudan netice alınamayınca işkenceye başlanmış, tırnakları sökülmüş, işkenceden yılmış olan Patat, “yeter söyleyeyim ben çaldım” demiş. Sorguyu yürütenler “pekiyi nereye koydun” deyince başlamış tanıdıklarının ismini vermeye, hemen o muhayyel suçluya müracaat edilmiş, ona da gerekli işkence, o da bir başka tanıdığını ele veriyor böylece aslı esası olmayan suçlular türlü işkencelere tabi tutuluyorlar.

Bir netice çıkmayınca gene Patat Mehmet’e müracaat ediliyor, gene işkence, bu sefer başka biri çıkmış ortaya derken yüzlerce kişi işkenceye tabi tutulmuş ve bu haber Kayseri’nin her tarafına sıçramış. Patat’ı tanıyanlar da bir korku bir tedirginlik başlamış ve bana ne zaman sıçrayacak diye sıra beklemeye başlamışlar.

Yeni Cami Mahallesi

Bu mahalle 200 evden ibaret olup zaptiye nazırı Hamdi Bey’in yaptırdığı Yeni Cami’ye izafeten bu ad verilmiştir. Eski adı Cami Cedit’tir.

En eski ilk mektep bu mahallededir. Kazanın merkezini teşkil etmektedir. Kazanın ana yolu ise bu mahallenin ortasından geçer. Halk çiftçi ve bağcıdır. Davar bu mahallede hiç yok denecek kadar azdır. Üçkuyu köyünün ahalisi bu mahalleden gitmedir. Çalbalma obasının ahalisi dahi bu mahallelidir. Aslında çok büyük olan mahalle, bu iki obaya taşındığı için bu kadar kalmıştır. Senelerden beri belediye reisleri bu mahalleden çıkmış, bazı senelerde ise diğer mahallelere dağılmıştır. Bütün mahalle halkı bu mahalleyi çok tutar ve severler. İttifakla reislerini bu mahalleden seçmeyi uygun bulurlar. Rumlardan bir kız bu mahallede evlenmiş ve Müslüman olmuş, Türk tabiiyetini de kabul etmiştir. Adını Fahriye olarak değiştirmiş, çocukları olmuş, İncesu halkı tarafından sevilen bir ev hanımı sıfatını kazanmıştır. Evleri hemen Kuyubaşı kilisesinin doğusundadır. Bir Rum kadını da yine Mazhar Bey’in hacı denilen arabacısı ile evlenerek İncesu’da kalmış ve şarap imal ederek kocasına yardımcı olmuştur. Bu suretle evi ve bağı kendisine terk edilmiştir. Yersmani adındaki bu kadın, sonradan Besime adını almıştır. Kocası iki evli olduğu için daha çok Kayseri’de kalır, bazı zamanlarda ise Besime’nin yanına gelirdi. Besime’den çocuğu olmadığı için Besime ölünce bütün malları Kayseri’deki karısından olan çocuklarına intikal etmiştir.

Yeni Cami ve ilkokul, karşı karşıyadır. Caminin yanı başında Yeni cami Çeşmesi vardır. Kervansarayın ortasında bulunan havuza akan çeşmenin suyundan bir kol bu çeşmeye alınmıştır. Bütün mahalle halkı suyunu bu çeşmeden temin eder. Bu çeşmeye 200 metre batıda Hasanoğlu çeşmesi tek kurna ile akar, buranın suyu dahi kervansarayın içindeki çeşmenin suyundan alınan bir koldur.

Bulgurcu Mahallesi
Bağcılık, çiftçilik ve davarcılık yaparak maişetlerini temin ederler. Kalaycılar ve demirciler bu mahallede olup hasır ve havsala denilen berdiden örülen büyük erzak selesi de bu mahallede örülür. Kara saz 1952 yılında kurutulunca bu hasır ve sele işi yapılamaz olmuştur. Hasır ve selenin berdisi kara sazdan temin edilirdi. Kara saz çevresine bazı iş imkânı temin etmekte ise de zararı haddinden fazla idi. Büyük bir bataklık olan bu yer muhitine sıtma denilen hastalığı dağıtıyordu. Çevresinde bulunan yüz binlerce kişi sıtmadan başkaldıramıyor, yaz günleri herkesin başı gölgede, gövdesi güneşte yatar nöbet geçinceye kadar titreyerek yarı baygın bir halde kalır, ondan sonra şiddetli ter her tarafını kaplardı. Üşüme ve terlemeden sonra aklını başına alabilen güç bela işine giderdi. İlaç olarak kullanılanlar arasında idrar başta gelirdi. Akşamdan çıkarılan idrar, sabaha kadar bekletilir, soğutulur ve aç karnına içilirdi. Gülmeyiniz, başımdan geçtiği için gayet iyi bilmekteyim. Söğüdün ince dalları iyice kaynatılır, soğutulur, suyu içilirdi. Cevizin meyvesi daha nohut kadar iken toplanır, aç karnına her sabah 5 tane içilirdi. Söğüdün ince dalları kesilip sirke ile ıslatıldıktan sonra çırçıplak içine girilir, titreme geçinceye kadar içinde yatılırdı. Daha da birçok keskin ve müessir ilaçlar tavsiye edilirdi. Denize düşen yılana sarılır derler, zavallı hastalar bu ilaçları tek tek dener, fakat hiç birinden derman veya şifa bulmak mümkün olmazdı. Saydığım bu keskin ilaçların hiçbirisi beni kurtarmadı. Herhalde benimki zehirli bir sıtma imiş.

Sazın kurutulması için mecburi çalışma çıktı. Herkes beş gün sazda çalışır gelirdi. Bentler açılır, kulaklar bağlanır suyun etrafına dağılıp çamur yapmaması için uğraşılırdı, ama sıtma bir türlü önlenemezdi.


Saz kurutuldu. O ağlayan köylülere 25’er dekar tarla dağıtıldı ve pancar ekimine başlandı. Çok şükür ağlayanlar zengin oldu, sıtmanın da kökü kesildi.

Yarım Mahalle

Bu mahalle, doğudan Kara Mustafa Paşa, kuzeyden Yeni Cami mahallesi, batıdan Karakoyunlu mahalleleri ile çevrili 100 kadar evli bir mahalledir. Gelen büyük seller en çok bu mahalleyi müteessir eder. Zira evlerinin bir kısmı çay kenarındadır. Çeşme olmadığı için kuyulardan su içilir. Son zamanda tesisat kurulmuş, bu mahalle de çeşme suyuna kavuşmuştur. Harap bir camisi varken bazı hayırseverlerin önderliği ve mahallenin yardımı ile 1952 yılında harap caminin yerine minareli bir cami bina ettirilmiştir. Rumlar zamanında Dükkânönü denilen bir çarşısı, bu çarşının bir fırını ile suyu, sülüklü çeşmeden künklerle gelen bir çeşmesi varken şimdi hem çarşı hem de fırın harap edilmiş olup çeşme ise kör kalmıştır. Bir ara kilisenin ev kısmı ilkokul olarak kullanılmış, sonradan satılmıştır. Çay üzerinde iki köprü vardır, Yeni Cami Mahallesinden Yarım Mahalleye ve Karakoyunlu Mahallesine bu köprüden geçilerek gidilir. Her yağmur yağdığında dere kıyısındaki evlerde bir telaş, bir hazırlık başlar, belki sel gelir, zararına uğramayalım diye hazırlık yaparlar. Bu mahalle halkı da ekseriyetle çiftçi ve davarcıdır. Herkes bir veya birkaç bağa sahiptir. Diğer mahallelerin halkları gibi iaşesini bir yıllık temin ederler. Bir kere her ev 20 şinik (yaklaşık dört kilo) bulgur kaynatır. 5 şinik tarhana pişirir ve kurutur. 6 ay yetecek kadar un öğütür. İki aylık yufka yaparlar, her evin bir veya iki ineği vardır, süte yoğurda para vermezler. Tavuk besledikleri için yumurtaları da bulunur. Gaza ve tuza para lazım olur, onu da sattıkları yoğurt ve yumurtanın parası ile temin ederler. Bir evde bulgur, tarhana, un, ekmek, yağ, pekmez, üzüm oldu mu geri tarafının çaresi bulunur. Mesele bu ana gıda maddelerini temin etmekte. İşte İncesu’da bütün gayretler bunlar üzerine teksif edilir.

Karakoyunlu Mahallesi

600 haneli bir mahalledir. Minaresiz bir camisi varken sonradan minare yaptırılmıştır. İncesu’nun en saf suyu bu mahallenin çeşmesinden akar. Menbaı, kızıl bayırın üst kısmında olup taş oluklarla çeşmeye gelir. Bütün kaza halkı bu çeşmenin suyundan içmek istediği halde birçokları uzak oldukları için içemezler. Çalışkan halkı vardır. Çiftçilik ve davarcılık, meşgaleleri arasındadır. Mübadelede iskân edilen muhacirlerden yalnız Arnavutlar kalmış, diğerleri göç etmişlerdir. Sonradan Salanda adı ile bir mahalle daha doğmuş, Karakoyunlu mahallesi bölünmüştür. Salanda Arnavutluk’ta Adriyatik’e bakan bir sahil kentinin adıdır.


hanen - avatarı
hanen
Ziyaretçi
22 Kasım 2006       Mesaj #2
hanen - avatarı
Ziyaretçi
Tender Tender
Sponsorlu Bağlantılar

Benzer Konular

29 Eylül 2014 / Misafir Soru-Cevap
6 Ekim 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
10 Ağustos 2017 / ThinkerBeLL Ekonomi
7 Mayıs 2014 / _EKSELANS_ Mimarlık