Arama

Ölüm

Güncelleme: 1 Aralık 2018 Gösterim: 63.034 Cevap: 198
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ekim 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ne kadar uzak olduğunu düşünsek de, ne kadar kendimize konduramasak da,
hayatımızın belki de en gerçek ve en ciddi anı ölüm..
Sponsorlu Bağlantılar
Ölüm uzun zamandır benim kafamı kurcalayıp duruyordu, sadece kavram olarak değil;
ölüm anı, ölümle ilgili çaprazlamalar, ve de özellikle ölüm sonrası..
Hayır ruhsal bir problemim yok, ya da sadece ölümü düşünerek yaşamıyorum..
Günlük hayatta aklıma bile çoğu zaman gelmiyo ama bunu inkar da edemiyorum..

Ölüm anı kafamı kurcalar, yani hangi birimiz "acaba ben ne şekilde ölücem" diye düşünmüştür ki!?!?
Hayatta son kez gözlerimizi kaparken hissedeceiğimiz "acı" mı olucak, yoksa "rahatlama" mı!?
Pişmanlık mı duyucaz, yoksa itaat mi edicez; kadere mi isyan edicez, yoksa kaderden çok kaderci mi olucaz!?

Peki ya ölümü bir umut olarak görebilmek, yani kimisi için korku veren bir gerçek;
lakin göreceli olarak da kimisi için bir çıkış noktası..
Yatağa mahkum ve ötenazi isteyen bir felçli için ölüm tam anlamıyla bir çıkış, tam anlamıyla bir umut değil mi!?
Bknz: Alejandro Amenabar'ın çok beğendiğim filmi olan Mar Adentro (İçimdeki Deniz)
Ya da fakir ve hayattan sadece acı alan, hayatta verebileceği en son canı kalmış bir hüzün sahibi için;
ölüm bir umut mudur, yoksa bu acı dolu dünyadan sadece bir kaçış mı!?
Ölümü belki de "hayatta kalmak" için bir zorunluluk olarak mı görür bu kişi!?

Ölümü bir kavuşma olarak da nitelendirebilir mi insan!?
50 küsür seni evli kaldığı eşinin ölümü üzerine, zaten hayata bunca zamandır verdiği uğraşlar yüzünden yaşlanmış,
ve de yıpranmış bir kalp sahibi, kendi ölümünü sevdiği kişiyle tekrardan "kavuşma" olarak görebilir mi!?
Sırf bu hayal yüzünden ölümü gerçekten gönülden isteyebilir mi!?

Ya ölüm süresi!? Bu kavramı nasıl açıklamalı insan..
"Ölüm" denilen süreç ne kadar uzun sürebilir ki; bikaç saniye, bikaç dakika, bikaç gün, bikaç yıl.....
Hiç "ne kadar sürede ölücem" diye düşünen oldu mu, bence olmamıştır..
Bu da unutulmaması gereken bir konu bence, hayattan ölüme geçiş yaparkenki süremiz,
o anki çekeceğimiz acıyla veya duyduğumuz hissiyatla doğru orantılıdır..
İnsan ne olup bittiğini anlamadan mı, yoksa herşeyin farkında olup da son kez derin derin düşünenek mi ölmek ister!?

Yukardaki sorunsallarımdan sonra belki de en önemlisi "ölüm zamanı"mızdır...
Ne zaman ölücez, ya da daha mantıklı bir soru olarak, ne kadar daha yaşayabileceğiz..
Hz Muhammed "Hiç ölmeyecekmişsin gibi çalış, yarın ölecekmişsin gibi ibadet et." demiştir..
Peki gerçekten biz ne zaman ölücez!?!?
Bu düşünceler kafamda oldupu zaman sanki 5dk sonra ölecekmişim gibi davranmaya başlıyorum,
bu da benim sorunsuzca kararlar vermemi ve bazen hata yapmamı sağlıyo, en iyi ölümü düşünmemek...

İnsanoğlunun ağzındaki asıl yutulmayan lokma ise, "ölüm sonrası"..
Hepimiz, ya da çoğumuz inanan insanlarız. Hangi dine inanmaktan çok, kudretli bir yaradan inancı ön plana çıkıyo..
"Cennet ve cehennem" çoğu insan tarafından kabullenilmiş bir olgu.
Peki ya ölümden sonrası diye bişey yoksa!? Ya ne cennet ne de cehennem varsa??
Ne olduğunu, ne de olmadığını ispatlayabiliyoruz, sadece bize yakın gelen olguya inanıyoruz..
(amacım din konusuna girmek değil, sadece ölüm sonrası ile ilgili kafamdaki soru işaretlerini tartışmak)

Sorguladığım bir diğer olgu da "ruh" kavramı..
Öldüğümüz an ruhumuz bedenimizi terk mi edicek,
klasik bir bahis olan "kendini yukardan görmek" olayına mı erişicez öldüğümüz an...
Gerçekten de bi ışık bizi içine mi çekecek, yoksa bu bazılarının da idaa ettiği gibi bir saçmalıktan mı ibaret!?
Gerçekten de "21 gram" hafifleyecek miyim öldüğüm an, peki herkesin ruhu aynı ağırlakta mı!?
Yani yeni doğan bir bebeğin ruhu ile 50 yaşında ve 150 kilo olan adamın ruhu da aynı mı çeker!?

Bunlar ölümle ilgili kafamda olan sorular,
bize düşen bu kavramı sonun kadar, belki de bir cevabını bulana kadar sorgulamak değil midir!?....

"Ölüm; yaşam denilen rüyadan uyanmaktır..." demişti Barış Manço bir zamanlar...
Peki herşey bu kadar basit mi!?...
Son düzenleyen Blue Blood; 25 Ağustos 2006 10:45
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ekim 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÖLÜM

Sponsorlu Bağlantılar
Sözünde durmadi mavi gökler;
Gün karariyor gitgide ölüm.
Aksam yeli nedameti söyler;
Nedamet yer etti bende ölüm.

Ne yapsam, gün dogmuyor gönlümce;
Sudur akar kendi bildigince,
Hangi pencereye kossam gece;
Gitmiyor bu can bu tende ölüm.

Ne vefasiz geçmisten hayir var,
Ne gelecekler imdada kosar,
Çoktandir tekneyi aldi sular;
Çoktandir ümitler sende ölüm.

Cahit Sıtkı Tarancı
Son düzenleyen Blue Blood; 22 Ekim 2005 18:30
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Biraz sessiz kalacaktım ölürken,
Fırtına camları kırmayacaktı
Son akşamın ışıklarıyla erguvan hüzünler örecektim saçlarımdan
Geceye asarak gözlerimi gidecektim
Karanlığın tasına dolduracaktım yaşamak denen sihri


Biliyorum beceremedim zengin sofralar kurmayı gönüllerde
Ömrümün zarını hep yoksulluğa attım
Ağlarken nasıl gülüneceğini bilemedim..
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Kasım 2005       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ölüme Uyanıs

Uyansam, uyandirilsam simdi, çok geç olmadan.
Bu rüya kötüye gidiyor, uyandirin beni bu uykudan.
Gördüklerim çok gerçekci, acaba yaniliyormuyum?
Herkes yasiyorda, ben mi uyukluyorum!

Yürüdügüm yollarin sonu çikmaz sokak.
Hiç yabanci degil bu yol, ayaklarim önceden geçmis olacak.
Bilmiyorum bu kaçinci geçisim bu yoldan, bir kisir dönence.
Uyanmayi bekliyorum, ayni dönemeci tekrar görünce!

Istiyorum kalkmayi, uyanmayi, herseyi silip bastan baslamayi.
Gayretimi tazeleyip yola koyulmayi, O'nu aramayi.
Bulmayi, beni uyandiracak olani, kapisina köle olmayi.
O ki, beni yasatip, yapan imtihani, ögreten aklimi kullanmayi!

Rüyamda bir dünya var, akarsulari soguk, denizleri derin.
Bir de levhâ var, yaziyor: mânayi maddeden ayirt edin!
Içimde bir fisilti; bir gün ayrilacagim ama bu kadar mi çabuk?
Dünya hayati, bitirmem gereken yolculuk!

Yollar eskisi gibi degil artik, sokaklar da degisik.
Insanlar ayni, lâkin rüyalardan açilmis birer pencerecik.
Bir uyanisa dogru ilerliyorum simdi, içimde haykiris...
Rüyamin sonu belliymis meger, ölüme uyanis!


Ahmet Arslan
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2005       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Gözlerim Yavaş yavaş Kapanacak Şimdi
Veda Edeceğim Tüm Dostlarıma
Körpecik Bedenim Kucaklarken Toprağı
Ruhumsa Kavuşacak Allaha

Gitmek İstemiyorum Ama Çaresizim
Vakit Dolmuş Azrail Öyle Dedi
Ya Hayallerim,Sevdiklerim,Eyvah Gençliğim
Ölmek İstemiyorum Nolur Bir Şans Daha Verin

Kalem Kırılmış , Defterim Kapanmış
Bu Son Nefesler Elvada Şarkısıymış
Banada 18 Yıllık Bir Hayat Yazılmış
Demekki Kaderimde Şefaatci Olmak Varmış

Son Kez Öpüp Kucaklayın Beni Doya Doya
Kokumu Hep Hissedin Burnunuzda
Sevgi Dolu Ellerinizle Yerleştirin Toprağa
Ama Sakın , Sakın Unutmayın Beni Ha !
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Kasım 2005       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNTİHARIN FELSEFİ NEDENLERİ

Çağlar boyunca toplumlar intihara farklı tepkiler göstermişlerdir. Kimi toplumlarda desteklenen ve doğru bir davranış olarak kabul edilen intihar, diğer bazı toplumlarda ise olumsuz bir davranış olarak değerlendirilmiştir. Bu tür tepkilerin yönünü belirleyen en önemli faktörlerden biri de kuşkusuz toplumların düşünce biçimleri ve dolayısıyla düşünürleridir. Hata bazı düşünürlerin eserleri, o dönemdeki intihar olaylarından sorumlu tutulmuşlardır.
Düşünürler daha çok insanın kendi yaşamına son verme hakkına sahip olup olmadıkları ve bu davranışın onurlu bir davranış olup olmadığı üzerinde durmuşlardır.
Eski Yunanistan’daki ilk filozoflar intihara karşı çıkmışlardır. Pisagor ve takipçileri ruhun ölümsüzlüğüne inandıkları için intiharı yasaklarlar. Platon ve Aristo da intihara karşıdır. Fakat bazı durumlarda intiharı onaylarlar. Platon, yasalarında, en yakınını, en iyi dostunu yani kendini öldürenin ********ce gömülmesini ister. Eğer kişi bu işi kamu yargısıyla, kaderin başına getirdiği önlenmez, çekilmez bir dert, katlanılmaz bir utanç yüzünden yapmışsa anlayış gösterilmesi gerektiğini belirtir (Montaigne 1984). Aristo ise, savaşta onur için olan intiharları destekler. Oysa, aşk vb. gibi nedenlerden olan intiharlar cesur insanın yapacağı şeyler değildir (Choron 1972). Bu düşünürlere göre, bizim hayattan nefret edip, yüz çevirmemiz doğaya aykırıdır.
İntihara karşı olan bir diğer düşünür de Epikür’dür. O da, öncekiler gibi, erdeme önem vermiş ve amacımızın bilgeliğe ulaşmak olduğunu savunmuştur. İnsan ihtiraslarını tatmin yoluyla mutluluğa ulaşamaz. Çünkü, hazzın tatminini doğal olarak bir sıkıntı ve isteksizlik takip edecektir. Bu, bizi, gerçek amacımız olan acıdan kaçmak hedefinden saptıracaktır (Fromm 1982). Hatta, ölümü aramaya kadar götürecektir.
Eski Yunan’da intiharın kabul edilebilir bir eylem olduğuna doğru yapılan kararlı ilk değişim, Epikür’ün en büyük rakibi Kitionlu Zenon tarafından olmuştur. Zenon, kişinin intihar etme hakkına sahip olduğunu savunur. Kendisi de yaşlandığında intihar etmiştir.
Stuacılara göre, akıllı adamın intiharı sorunu ahlâki bir doğru veya yanlış değildir. Fakat karşılaşılan bir durumda yaşamayı veya ölmeyi tercih kararıdır.
Stuacılar intiharı savunmakla kalmamış, şu durumlarda yapılması gereken bir davranış olarak kabul etmişlerdir. (Gibbs 1968)
1) Bu hareket diğer kişiler veya vatana bir hizmet taşıdığı zaman,
2) Kişi yasa dışı bir işe zorlandığı zaman,
3) Kronik hastalıklarda; ölümün yaşama tercih edileceği durumlarda,
Hegesias, işi daha ileri götürerek, bilgi olmayan kimselerin kendilerini öldürmeleri gerektiğini savunur. Ona göre mutluluk erdemdir. Günlük olayların nazzını arayan kimse bu mutluluğu hiçbir zaman elde edemez; o halde bilge olmayan kişi erdemsizdir, kendini öldürmelidir. Onun felsefesinin temelini ise, şu sözü çok iyi bir biçimde yansıtır: “Yaşamın yolunu olduğu gibi, ölmenin yolunu da kendimiz seçmeliyiz.” (Montaigne 1984).
Seneka; “iyi insan yaşaması gerektiği kadar yaşar, yaşayabildiği kadar değil” demektedir (Choron 1972). İnsan kendi ölümüne istediği zaman karar verebilir. Yaşamı ile felsefesi birbiriyle çeliştiği için, Roma Kralı Neron tarafından damarını keserek intihar etme cezasına çarptırılmıştır.
Eski Yunan’da son zamanlarda intiharın bu şekilde kabul edilebilir bir eylem olması, o devirde intiharların artmasına neden olan faktörlerden biri olabilir. Özellikle Yunan sitelerinin Roma’ya katılmasıyla bu oranlarda bir artış görülmüştür.
Hristiyanlığın batı dünyasında egemen olmasıyla beraber, kilise öğretileri felsefe alanında da etkin duruma gelmiş ve Rönesans dönemine kadar bu etkinliğini sürdürebilmiştir. Bu dönem filozoflarında, insan hayatının Tanrı’ya ait olduğu fikri egemen durumdaydı. Dinle felsefenin bu dönemde içiçe oluşu intihar olaylarının düşük bir oranda kalmasına neden olmuş; fakat tamamen engelleyememiştir. Rönesans ile birlikte kilise felsefesi etkinliğini yitirmiş ve intihar konusunda da daha tavizkâr bir tutum takınılmaya başlanmıştır.
Montaigne, insanın kendi iradesiyle yaşamına son verebileceğini savunmuştur. “hayat bir işinize yaramadıysa, boşu boşuna geçtiyse, onu yitirmekten ne korkuyorsunuz. Daha yaşayıp da ne yapacaksınız” diyen Montaigne’e göre, ölümle bütün dertler bitecektir (Montaigne 1984). Bunun için ölümden korkmamalı ve dertlerden kurtulmanın bir yolu olarak da intiharı düşünmelidir.
18. yüzyıl felsefesinde ençok işlenen konulardan biri özgürlük olduğu için, bu dönemdeki filozofların hemen hepsi intihara da izin verir bir tavır takınmışlardır. Montesquieu intihara karşı uygulanan kanunları eleştirmiştir. Hume, intiharın bir suç olduğu fikrini çürütmeye çelışıyor. Ona göre intihar, ilahi yasaya karşı gelme değildir; çünkü bu yasa doğa yasasıyla birlikte işler ve insanın doğadaki yerini bulmasına yardımcı olur. Rousseau, başkasına zarar vermedikce intiharı destekler. Söylentilere göre, mutsuz bir yaşamı olan Rousseau da intihar etmiştir. Aynı dönemlerde yaşamış olan Diderot ise, doğal olmadığı ve kilisenin öğretilerine karşı geldiği için anti-sosyal bir davranış olarak görür ve karşı çıkar.
19. yüzyılda Kant, intihara karşı çıkmaktadır. Hume’un görüşünü eleştirir. Kant’a göre, doğal olarak insanın ilk amacı kendini korumaktır. Bunun için intihar bir kusurdur ve lanetlenmelidir.
Schopenhauer, Kant’a göre daha çok taviz verir. Ona göre, kişi intihar etme hakkına sahiptir; ama bu, boş ve aptalca bir şeydir. İntihar, kişinin doğaya sorduğu bir sorudur: Ölümün ötesinde ne var? Kendilerini öldürenler sadece acı çeken bedenlerinin acısına son verebilirler; sonsuz sürekliliklerine engel olamazlar.
“Bazıları çok erken, bazıları çok geç hayattan ayrılıyorlar, asıl iş tam zamanında ölmektir” (Arkun 1963) diyen Nietzsche, intihara karşı değildir. İntihar kişinin hakkı ve ona verilen bir armağandır. Üst-insanın yaratılması için felsefesini yönlendiren Nietzsche, bu üstün amaca katkıda bulunamayacak kişinin intihar etmesini ve bundan da mutluluk duymasını söyler.
Hartmann ise, insanın sahip olduğu tek şeyin bu dünya olduğunu belirterek, en iyi olmamakla beraber elimizdeki bu dünyadan vazgeçmememiz gerektiğini savunur. Yaşamak, temelde arzu edilmeyen bir şeydir; hayal kırıklığı ile doludur. Fakat yine de, elimizdekinin en iyisi olan bu yaşamdan kaçmamalıdır.
Camus, “acaba hayat yaşamaya değer mi, değmez mi?” sorusuna cevap vermeye çalışır (Hübscher 1980). Camus için bu soru felsefenin temel sorusudur; bundan başka da temel felsefe sorusu yoktur. Bu sorunun cevabını Camus şöyle verir: İnsan intihar edebilir, ancak bu dürüstlük olmaz. Ölüm insanı huzura kavuşturur, fakat insanın gerçek çabası dünya üzerinde mümkün olduğu kadar çok kalmaya, onu incelemeye çalışmak olmalıdır.
Batıdaki bu çok farklı görüşlere karşılık, doğu dünyasında egemen olan mistik felsefenin görüşüne göre, intihar etmek kişinin istemine bağlıdır. Yani kişi, yaşam ile ölüm arasında karar verme hakkına sahiptir.
Jainizm ve Budizme göre, yüreklerimizden yaşama isteklerini çıkarmalıyız. İnsan ancak yokolarak acıdan kurtulur ve mutlu olabilir. Hatta, Jainizmin kurucusu olan Mahavira, insanın aç kalarak kendini öldürmesini büyük bir erdem olarak nitelendirir. Konfüçyus ise intihara karşı çıkar. Ona göre, insanın amacı iyi ve uzun yaşamaktır. İnsan ölümden sonrasını merak etmemelidir. Çünkü, ölümden sonra hayat olduğu bilinirse, kimileri canlarına kıyarak oraya gitmeyi isteyebilirler (Hançerlioğlu 1976).
Belirli bir tarihsel sırayla değindiğimiz bu düşünürlerin görüşleriyle, yaşadıkları dönemlerdeki intihar oranları arasında doğrudan bir ilişki göze çarpmaktadır. Konumuz açısından önemli olan nokta da budur. Fakat bu ilişkiye bakarak, intiharın sorumluluğunu sadece düşünürlere bağlamak da yanlış olur. Çünkü, genelde, toplumsal düşünce toplumu oluşturan öğelerden sadece bir tanesidir.
Konuya felsefi açıdan baktığımızda sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: İnsan yaşamak için doğar, yaşaması gereklidir; olumsuz toplumsal koşullar karşısında çaresiz kaldığını hissettiği anda kişinin, yaşamına son verme hakkı vardır. Çünkü insan yaşamı, insanın yaptığı eylemlerden oluşur. Şöyle veya böyle intihar da bir eylemdir ve kişi istediği takdirde bu eylemi gerçekleştirebilir.
Son düzenleyen Blue Blood; 13 Kasım 2005 11:17
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
16 Kasım 2005       Mesaj #7
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime

Sürekli iç içe, karşı karşıya olmamıza rağmen; üzerinde zorunlu kalmadıkça konuşmadığımız bir konudur ölüm. Bu tutumumuzun, mantıklı sayılabilecek açıklamaları vardır. Konu, pek hoşa gitmez ve çoğumuz için iticidir. Öte yandan, bir doktor olarak "ölüm" konusuna uzak durmamız söz konusu değildir. Yaşamın kalitesini artırmaya ve süresini uzatmaya yönelik çabalarımızın; ölümü tanımadan, ölümü yok sayarak anlam kazanması ve başarılı olması mümkün değildir.

Ölüm ile yaşam arasındaki bağlantı bu iki kavramın tanımlarında kendini çok iyi sergilemekte; yaşamı tanımlamadan ölüm tanımlanamamaktadır... Ölümü genel anlamıyla "yaşamın olmaması" biçiminde tanımlamak çok pratik bir çözüm gibi görünmesine rağmen, bu tanım yanıltıcı olabilir. Uzayda yaşam olmaması ile uzayın ölü olması aynı değildir. Ölüm, yalnızca yaşamış veya yaşamakta olan varlıklar için söz konusu olabileceğinden, uzayın ölü olduğunu söylemek onun yaşamış olduğunu söylemek olur. Ölümü daima yaşama başvurarak tanımlamak zorunda olmamız, bizi yaşamın tutarlı bir tanımının gerekli olduğu yargısına götürür. Ancak, yaşamın her koşulda doğru ve anlamlı olan bir tanımı yapılamamış ve sınırları belirlenememiştir. Bu nedenle ölümün de ideal bir tanımı yapılamaz. Doğa, yaşam ile ölümü birbirinden ayırma konusunda bizim kadar ısrarcı değildir!
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
melish - avatarı
melish
Ziyaretçi
15 Aralık 2005       Mesaj #8
melish - avatarı
Ziyaretçi
Tanrım neler oluyor? Biz kaybediyoruz, o kazanıyor. Krallığından kovduğun evladın dünyayı yönetiyor. Her yerde onun izleri var. Dışarıya bak, dünyaya bak. Senin evlerinde sana sığınanlar kör kurşunlarla öldürülüyor.

Kusuyorum.Manevi kusmuğumun içinde yüzüyorum. Nasıl bu hale geldim. Aynaya bakıyorum, kusuyorum.

“Ben”i bu kadar önemsediğim için üzgünüm. Öyle öğrendim. Bazen farkındaydım, bazen değil. Ruhumu ona satarken farkında değildim. Sana inandığımı sanıyordum. Geceleri sana dualar ediyordum. Sonra sana kızdım. Neden engel olmuyordun ki? Sen değil miydin hepimizi seven. Hepimizi evladın gören. Beni neden sevmiyordun? Ya da neden doyurmuyordun açları, neden susturamıyordun silahları. Ama sonra anladım. Onlar için hiç dua etmiyordum ki ben. Tüm dualarımda ya terfilerim, ya başarılarım, ya sevdiklerim vardı. Hiçbir akşam aç çocukları doyurmanı, evsizleri soğuktan korumanı istemedim ki senden. İstediklerim hep benim içindi. Sana kızmaya ne hakkım vardı ki?

Evine geliyordum. Ama hep ona hizmet ediyordum. Ruhum onundu. Bir bedenden bir bedene uzanıyor, alkolün uyuşukluğunda çılgınca dans ediyordum. Yanı başımda insanlar açtı bilmiyordum. Dört bir yandan çaresiz çocukların ağlamaları geliyordu duymuyordum. Ben daha fazlasını istiyordum. Onun bana sunduklarına ulaşmak istiyordum. Daha çok kazanmalı, daha lüks yaşamalı, daha çok tüketmeli, daha çok sevişmeli, daha akıllı gözükmeli, önemli olmalı ve bedellerini ödemekten çekinmemeliydim. Mutluluk budur sanıyordum. Ben böyleyken, sana kızmaya ne hakkım vardı ki?

Evrende bir nokta kadar bile yer tutamazken her şeyin benim etrafımda döndüğünü sandım. En büyük, en güzel, en zeki bendim. En zengin, en başarılı, en çok alkışlanan olmayı hak ediyordum ama herkes kötü, her şey haksız sanıp kadere ve sana kızıyordum. Oysa her şey bir balondu. Ya da şeytanın elma şekeri…

Dostlarımı aradım. Dostlarım olsun istedim. Dostlar nerede? Dost nerede? Dostluk acı istiyor. Dostluk dayanışma istiyor. Kaç yıldır dostlar yok. Meyhanede içki içtiğim, gezip güldüğüm eğlendiğim insanlara nasıl dost diyebilirim ki? Onlar dost değil. O kadar yalnız ve o kadar koruma altındayız ki, dostumuz bile yok. Savaşta değilim ki beni cepheden çıkartan adamı bileyim.

Dostlarımı sınayamıyorum ki. Ödün vermediğin, kendinden vermediğin, fedakarlık yapmadığın birini nasıl dost tanımlarsın ki. Benim hiç dostum olmadı dost gibi diye tam kızacakken, gördüm ki ben dost gibi dost olamamışım ki... Vermek için almayı beklerken nasıl dost bulabilirdim ki? Ve nasıl sana kızabilirdim ki, yalnız olduğum için?

Artık sevişemiyorum bile. En şehvetli akşamın sonunda boşalırken acı çekiyorum. Ya milyonlarcasından biri, bir ben daha yaratırsa. Bir bencil asker daha. Şeytanın askeri.

Uzaktan kumandam elimde. O kadar kolay zaplıyorum ki. Spiker kıza bakıyorum. Ekranda savaş alanından cesetler var. 30 saniye sonra rengarenk bir fuar görüntüsü. Bu ne hız. Yetişemiyorum. Midem bulanıyor kusuyorum.

Hamsterlar gibi yaşıyorum. Bütün hayatım. Koşturmacalarım, hedeflerim, üzüntülerim, nefretim, aşklarım... Kafesin içinde dönen tekerde aptal aptal koşan hamster gibi. Yarın sabah öldüğümde patronlarım masamı doldurmak için eski özgeçmişleri dolaptan çıkartacaklar. Sevgilim çok ağlayacak. Ama nereye kadar? Hangi acı, hangi ölü unutulmadı ki? Hele ben. Ben kimim ki? Sıradan vatandaş. En fazla bir nesil sonra tamamen unutulmuş olacağım.

Ben yitirilmiş dünyanın zavallısıyım. Dönüşüm yok. Pisliğin içinde batıyorum. Dibe doğru iniyorum. Yanılsamaların içinde her gün biraz daha dibe… Çıkış kapım çok geride kaldı.

Eşyalar, odam bulanıklaşıyor. Terliyorum. Sırılsıklam debeleniyorum. Yatağımın üzerinde annemin karnındaymış gibi cenin pozisyonunda yatıyorum. Savunmasızım. Tüm kalkanlarım yerde. Tek istediğim bana dokunman. Beni sevdiğini, beni unutmadığını ve en önemlisi beni affettiğini bilmek istiyorum. Kapını çaldığımda beni cennetine almanı istiyorum. Ben kötü değildim. İnan bana kötü değildim.

Gözkapaklarım ağırlaşıyor. Derin, derin nefes alıyorum. Siyah beyaz film karelerinde, başkalarına küfür etmeden lanetler okumadan dolaşıyorum. Korkmuyorum. Yıllardır ilk kez huzurla gülümsüyorum. Çocukluğumdan kopamıyorum. Annem, babam, bakkal İsmail, şekerlerim, patlak topum… Nasıl da gülüyorum. Bu çocuğu ben nasıl harcadım? O, ben olamaz. Çok geç biliyorum ama sana karşı en büyük ve son günahımı işlerken, sevginin, vermenin, paylaşmanın, başkalarının ne demek olduğunu anlıyorum. Son günahımda temizleniyorum. Beni affeder misin? Beni affetmesen de kardeşlerimi affeder misin? İnan bana onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. Ve hiçbiri kötü değil. Kurtar onları. Affet onları. Lütfen Tanrım…
mc_yAkaMoZ - avatarı
mc_yAkaMoZ
Ziyaretçi
15 Aralık 2005       Mesaj #9
mc_yAkaMoZ - avatarı
Ziyaretçi
Hayat; herkesin kendine ait serüveni, her kişinin bir benzeri daha olmayan hikayesi..
Bizler Adem' in evlatları sıramış gelmiş zamanın bir yerinden sessizce tutunmuşuz hayata; Hayatı biz dilememişiz ölümüde biz yazmamışız. Ölüm korkakların sonu inananların kurtuluşu ölüm bir son değil asıl hayatın başlangıcı.
Son düzenleyen mc_yAkaMoZ; 15 Aralık 2005 14:41
su00can - avatarı
su00can
Ziyaretçi
15 Aralık 2005       Mesaj #10
su00can - avatarı
Ziyaretçi
Her canlı ölümü tatacak.Sonuçta ne zaman ölüm kapmıza gelirse onu o zaman anlayacağız,o zaman yaşayacağız.Bizden sonrakilere anlatacak zamanımız olmayacak.Her şey için çok geç olacak.O yüzden bütün sevdiklerimize sevgimizi gösterelim.Madem ki yaşıyoruz insan gibi yaşayalım o halde!

Benzer Konular

16 Haziran 2011 / ThinkerBeLL Türkiye Cumhuriyeti
17 Eylül 2010 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Din/İlahiyat
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji
1 Mart 2009 / ThinkerBeLL Mitoloji