Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 252.176 Cevap: 158
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Eylül 2005       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
En güzel ÖRNEK Hz. Muhammed (S.A.V)

Sponsorlu Bağlantılar

Her işe besmeleyle başlardı. "BESMELE ile başlamayan işin hayrı ve bereketi kesiktir." buyurmuştur.
Herkese selam verirdi "Allah katında insanların en değerlisi karşılaştıklarında önce selam vermek için harekete geçendir." buyurmuştur.
Boş sözlerden kaçınırdı. "Malayani şeyleri terk etmesi bir kişinin müslümanlığının güzel olmasındandır. " buyurmuştur.
Evine selam vererek girerdi.
Çocuklarla şakalaşırdı.
Bir evin kapısını en fazla 3 kez çalardı.
İsteyeni reddetmezdi. "Bana infak etmem ve yoksulluktan korkmamam emredildi. " buyurmuştur.
Karnı acıkmadan yemezdi. "Karnınız iyice acıkmadan yemeğe oturmayın; tam doymadan da kalkın. " buyurmuştur.
Elbisesini sağdan giyerdi.
Alışverişte sağ elini kullanırdı.
Ölmüş kişileri hayırla yad ederdi.
Yemeğin sonunda şükrederdi.
İnsanlara hediye verir ve hediyelerini kabul ederdi.
İnsanların en güler yüzlüsü idi.
İnsanlara latife (espri) yapardı.
Ondan asla kaba bir söz duyulmamıştı.
Temizliğe çok önem verirdi.
İşçinin emeğinin karşılığını hemen verirdi. " İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz." buyurmuştur.
Esnaflara dürüst olmayı tavsiye ederdi.
Komşu ilişkilerinde çok hassastı.
Evleneceklere yardım ederdi. Evlenenleride tebrik ederdi.
Hz. Ömer (RA) adaleti ONDAN öğrenmişti.
Karşısında titreyen bir adama, " Korkma ! Ben kral değilim Kureyş'ten kuru ekmek yiyen kadının oğluyum." demişti.
Hayvanlara iyi bakılmasını ister aşırı yük yüklemeyi yasaklardı.
İyilikleri asla unutmazdı, ayıpları da yüze vurmazdı.
Aksi bilinmedikçe hüsnüzan yapardı. " Başkası hakkında bana kötü bilgi getirmeyin; ben yanınıza hakkınızda iyi düşünerek serin bir kalple gelmek isterim." buyurarak hüsnüzannın esas olduğunu belirtmişti.
ALLAH RASÜLÜ'NÜN hayatında istikrar önemli bir yer tutar. " İbadetlerin en hayırlısı azda olsa devamlı olanıdır." buyurmuştu.
Hasta ziyaretini ihmal etmezdi.
Cenaze namazlarına katılırdı.
Irkçılık yapanları sevmezdi.
Hep hayrı tavsiye ederdi.
Yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı.
Her konuda güvenilir bir insandı. " Dürüst ve güvenilir tüccar kıyamette peygamberler, sıddıklar ve şehitlerle beraber olarak diriltilecektir."
Ashabının hal ve hatrını sorardı, çok nazikti kimseyi rahatsız etmezdi.
Herkese iltifat ederdi.
Dişlerin bakımına önem verirdi.
" İşkenceye hiçbir mazeret olamaz." derdi. Allah Rasülü savaş halinde dahi kadın ve çocukların öldürülmesine hatta ölünün cesedine dahi eziyeti yasaklamıştı.
Allah Rasülü, yatmadan önce avuçlarını biribirine birleştirir, İHLAS, FELAK, NAS surelerini okur, sonra da başından başlayarak mübarek vücudunu mesh ederdi.
Ashabıyla tokalaştığında karşısındaki elini çekmedikçe, kendisi çekmezdi.
Hapşırdığında eliyle ağzını kapatırdı.
Sohbetleri insanları usandıracak kadar uzun değildi.


Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2005 12:12
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
30 Eylül 2005       Mesaj #2
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Resullullah'a Mektup

Sponsorlu Bağlantılar
5000 kişinin katıldığı Resullullaha mektup yarışmasından 7 kişinin
mektubu sıralamaya konmadan seçildi ve bu 7 mektup sahibi ödül olarak
ümre haccına gittiler. İşte o güzel mektuplardan biri..

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.
Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin.
Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.
Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...
Affet YA RASULLALLAH(sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla.
Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.
Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.
Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu,dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşnı yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu.Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:
-Rahatsız mısınız? Birşeyiniz mi var?
-Hayır evladım iyiyim sağol!dedi.
-Peki amca, niye ağlıyorsun?dedim.
-Peygamberimiz (sav)aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.
Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.
Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH(sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.
Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyorda seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....
Seni YA RASULLALLAH(sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık ,Ali bin Ebu Talip,Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas,Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha,Ebu Hureyre,Muaz bin Cebel...
Hepsini okudum YA RASULLALLAH(sav).
Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH(sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).
Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değilmiydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim. Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilirmiyim?Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).
Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).
VE ÖLÜM...
Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....
Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...
Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...
O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...
Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı. Ağaçlar,dağlar ,ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.
Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.
Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.
Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,
Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,
YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA
PEYGAMBER vefat etti.
Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....
Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah(sav)
Ben de özledim seni. Rüyalar da teselli bulan ümmetine şefaat eyle EY SEVGİLİ...

mens - avatarı
mens
Ziyaretçi
12 Ekim 2005       Mesaj #3
mens - avatarı
Ziyaretçi
EN İLK ve EN ÜSTÜN

Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim
Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim.
(Şeyh Galip)

Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor:

-Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım...

-Ey Cebrail seni kim yarattı?

-Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir mahlukum.

Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti... Yüce Allah yine sordu:

-Seni kim yarattı?

-Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez biçarayim.

Üçüncü onsekizbin yıl da geçti...

-Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?...

-Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım.

Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile getirdim:

-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi?

-Karşına bak, buyurdu...

Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur?

-Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık da ne?

-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü aleyhhi ve sellem"

Sordum:

-Ya çevresindeki nurlar?

-Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir. "Radıyallahü teala aleyhim".

-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı!

-Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur. Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım.

Hak yarattı alemi, aşkına Muhammed'in
Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in

İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.

Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere anlatıyor:

-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.

-Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz?

Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.

Alemlerin Rabbi buyurdu:

-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.

Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem,
Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammed'in

Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği bazı isimleri araya koyarak-dua etti:

-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin...

Hep erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler
Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammed'in

O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail'in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü.

-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri silmesin.

Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu:

-Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne yapayım?

Vahiy meleği suali Hak teala'ya sundu.

İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber geldi.

-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz; gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.

Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.

Ya mü'minler... mü'minlerin de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, O'nun dostlarını da sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?...

Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi
Sekiz uçmak bezendi, aşkına Muhammed'in

İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere:

-Buralar kime mehsustur? diye sordu.

-Evlatlarından Muhammed Mustafa ve o'nun ümmeti içindir, diye cevap verdiler.

İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlarda"La ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde "Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı olduğunu gördü...

Uyandığında rüyasını milletine nakletti.

-Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve:

-Ne düşünüyorsun ey Allah'ın dostu, dedi.

-Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum.

Cebrail aleyhisselam:

-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti:

Yüce Allah şöyle buyurdu:

-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır.

Feriştehler geldiler, saf saf olup durdular
Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in

Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:

-İnsanların kalbine baktım. En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve ilave etti:

-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O'nun muhabbetini yerleştir!

-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu tanımıyorum?

-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından daha yıkn olayım!..

-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?...

-Öyleyse Habibime çok selavat oku.

Hak teala devam etti:

-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!...

Bunu yolundakilere bildir.

-Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim.

-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!...

-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!...

Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar,
Yemiş verir ağaçlar, aşkına Muhammed'in

Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurun mahiyetinni Allahü tealaya sordu:

-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?

-O, habibim Muhammed Mustafa'nın nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım.

Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber, yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar ve:

-Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar.

Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.

İmansızlar geldiler, andan iman aldılar
Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in

O'nu övmeye kalkan erir ve tükenir.

O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O' kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye layıktır.

Yunus kim ede medhi, över Kur'an ayeti
Ah! vergil salevatı, aşkına Muhammed'in

Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O'nu o en sevgili ve en üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi...

Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya Rabbi!..
Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 09:25
caglayannet - avatarı
caglayannet
Ziyaretçi
12 Ekim 2005       Mesaj #4
caglayannet - avatarı
Ziyaretçi
Ünlü Rus yazar Tolstoy’un, ölümünden bir yıl önce Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hadislerini derlediği bir risalesi olduğu ortaya çıktı. Tolstoy’un eseri, Rus halkında İslama ilgi uyandırmaması için komünizm döneminde gizlenmiş.

‘Muhammed her zaman Evangelizmin (Hıristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur.” Bu sözler tanınmış Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’a ait.

Sadece Rusça konuşulan ülkelerde değil dünya edebiyatında da büyük saygınlığa sahip Tolstoy’un yıllardır gizlenen risalesi Türkiye’de de ilk kez “Hz. Muhammed” adıyla yayımlanıyor. Tolstoy, bu risalesini 1909 yılında neşrediyor. Ancak komünizmin baskı yıllarında kitap Rus ve Müslüman halkları etkilememesi için devlet tarafından bilinçli bir politikayla gözlerden uzak tutulmuş.

Sovyetler’in yıkılması ile 1990 yılında eser “Hz. Muhammed’in Kuran’a Girmemiş Hadisleri” adıyla Rusça yeniden yayımlanıyor. Karakutu Yayınları tarafından Türkiye’de okuyucuya sunulan kitabın editörü Azeri Prof. Telman Hurşidoğlu Aliyev, kitabın orijinal adını İslami terminolojiye göre teknik olarak hatalı buldukları için sadece “Hz.Muhammed” koymayı tercih ettiklerini belirtiyor. Tolstoy’un da orijinal baskılarda “hazreti” sıfatını bizzat kullanmış olması dikkat çekici.

Tolstoy’u bu kitabı yazmaya yönelten olay 1908 yılında Hindistanlı alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” kitabını okuması oluyor. Kitaptan oldukça etkilenen Tolstoy, seçtiği hadislerle hemen bir kitapçık oluşturuyor. Tolstoy daha çok, Allah inancı, fakirlik, eşitlik, ölüm ve iyi insan olma gibi konuları içeren hadisleri toparlamış. “Hz. Muhammed” kitabının editörleri Tolstoy’un seçtiği hadislerin Kütüb-ü Sitte’de yer alanlarını da tek tek tespit etmişler. Tolstoy’un seçtiği hadislerden bazıları şöyle:

“Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin.”

“Hiç kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.”

“Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin.”

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”

“Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur.”

“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz.”

Yaşadığı dönemde de Rusya’da büyük saygınlığa sahip Tolstoy’un hadis kitapçığı yayınlaması önemli. Ancak tek başına buna dayanarak yazarın Müslüman olduğunu iddia etmek mümkün değil. Fakat “Hz.Muhammed” kitabı edebiyat dünyasında önemli tartışmalara sebep olacak, Tolstoy’un Müslüman olduğuna dair bilgi ve mektuplara da yer veriyor.

Prof. Aliyev, bir Arapla evlenip İslamı kabul etmiş Valeriya Porohova isimli Rus bir kadının anılarına yer veriyor. 11 yıl eşiyle Suudi Arabistan’da yaşayan bayan Porohova, Kur’an-ı Kerim’i Rusça’ya tercüme etmiş. Porohova, ünlü yazar Tolstoy’un son zamanlarında İslamı kabul ettiğini ve bir Müslüman gibi toprağa verilmeyi vasiyet ettiğini iddia ediyor. Tolstoy’un İslami usûllere göre defnedildiğini iddia eden Porohova, mezarının başında Hıristiyanlığın sembolü olan Haç’ın da yer almadığını belirtiyor. Sovyet hükümetlerinin bu gerçeği uzun yıllar gizlemeye çalıştığını kaydeden Prof. Aliyev, Tolstoy’un Müslüman olduğunun öğrenilmesi halinde Rus halkında İslama yönelme akımının başlamasından korkulduğunu ileri sürüyor.

Kitap, Rus Yelena Vekilova’nın Tolstoy ile oğulları üzerine yaptığı çarpıcı mektuplaşmaya da yer veriyor. Rusya’da 1904’te çıkarılan ve çocukların herhangi bir sebepten dolayı ayrıldıkları ana-baba dinine dönmelerine izin veren düzenleme sonrası yaşanıyor bu mektuplaşmalar. Azeri kökenli general İbrahim Ağa ile evli olan Vekilova biri üniversitede, diğeri askeri okulda okuyan iki oğlunun babalarının dini İslam’a meylettiğini, Rus ve Hıristiyan olarak kendisinin ne yapması gerektiğini soruyor ünlü Rus yazara.

Tolstoy’un bayan Vekilova’ya cevabi mektubu oldukça net.

“Muhammediliğe, Hıristiyan dininden daha fazla önem vermelerine gelince, ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür.” satırlarıyla gençlerin tercihini destekliyor. Tolstoy, mektubun devamında çok daha ilginç bir tespitte bulunuyor: “Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hıristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.”

“Hz.Muhammed” kitabı Tolstoy’un ‘İtirafları’na yer veriyor. Söz konusu eseri Tolstoy, hasta olan erkek kardeşinin kendisinde uyandırdığı etkiyle kaleme alıyor. Tolstoy’un hayat hikâyesine de kısaca yer veren kitapta, araştırmacı ve edebiyatçılara belge özelliği taşıması için mektuplar ve hadislerin toplandığı risalenin Rusça orijinallerine de ek olarak yer veriliyor.

1828’de doğan Tolstoy, önce annesini, sonra babasını kaybetti. 9 yaşından itibaren halasının gözetiminde büyüdü. Asil ve zengin bir ailenin çocuğu olan Tolstoy, çocuk yaşında Fransızca ve Almanca öğrendi. 1844’te Kazan Üniversitesi’nde Doğu Dilleri üzerine eğitim görmeye başladığı halde, bohem yaşama olan düşkünlüğü ile bu eğitimi yarıda bıraktı.

19 yaşına geldiğinde ailesinden kalan servetin vârislerinden birisi olarak genç yaşında büyük bir servete kondu. 1851’de Kafkaslara askeri eğitim almaya gitti. İki yıl sonra Osmanlılara karşı savaşmak üzere cepheye katıldı. 1856’da ordudan ayrıldı. Çocukluk anılarını anlattığı ‘Çocukluk’u 1851’de henüz 23 yaşındayken kaleme almaya başladı.

Kafkas halklarının yaşamını ele aldığı ‘Hacı Murat’ ve ‘Kazaklar’ romanlarını 1852’de, Kırım Savaşı’nı anlattığı ‘Sivastopol Hikayeleri’ni 1855’te yayımladı. Ardından Fransa, İngiltere ve Belçika’ya seyahatler düzenledi. 1862’de evlendi. Ertesi yıl en önemli eserlerinden ‘Savaş ve Barış’ı yazmaya başladı, 6 yıl sonra 1869’da tamamladı. 1873’te bir diğer klasik eseri ‘Anna Karanina’yı kaleme almaya başladı ve 3 yılda bitirebildi. Bir diğer güçlü eseri ‘Diriliş’i yirmi yıl sonra yazmaya başladı ve 1899’da tamamladı. Ara dönemde ‘Din Nedir?’, ‘Ölüm Manifestosu’ ve ‘Üç Ölüm’ gibi insan, yaratıcı ve ölümü ana tema olarak ele aldığı hikâye ve romanları yazdı.

Tolstoy, 82 yaşında eşiyle yaşadığı geçimsizlik ve kavgalara kızarak çocukluğundan beri yaşadığı Yasnaya Polyana’daki evini terk etti. 20 Kasım 1910’da Odesa-İstanbul üzerinden Bulgaristan’a gitmeye çalışırken zatürreeye yakalandı ve Astapova’da metruk bir tren garında hayata veda etti. Vasiyeti sebebiyle Yasnaya Polyana’daki çiftliğinin sessiz ve gölgeli bir yerine gömüldü.
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
15 Ekim 2005       Mesaj #5
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
MEKTUBAT - Mucizat-ı Ahmediye


BU PARÇA ALTUN VE ELMAS İLE YAZILSA LİYAKATI VAR

Evet sâbıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi; sırrıyla aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi; nassı ile aynı avucunun parmağıyla Kamer'i iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu'cize-i kudret-i İlahiye olduğunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a'daya karşı küçücük bir cephane-i Rabbanîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer'i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, âb-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet hükmüne girer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acib mu'cizata mazhar ve medar olsa; o zâtın Hâlık-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve davasında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat edenler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı?..


1- Hazret-i Ömer İbn-il Hattab ve Ebu Hüreyre ve Seleme İbn-il Ekva' ve Ebu Amrat-el Ensarî gibi, müteaddid tarîklerle diyorlar ki: Bir gazvede ordu aç kaldı. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a müracaat ettiler. Ferman etti ki: "Heybelerinizde kalan bâkiye-i erzakı toplayınız!" Herkes azar birer parça hurma getirdi. En çok getiren dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular. Seleme der ki: "Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı." Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bereketle dua edip, ferman etti: "Herkes kabını getirsin!" Koşuştular, geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı. Sahabeden bir râvi demiş: "O bereketin gidişatından anladım; eğer ehl-i Arz gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti."

2- Başta Buharî ve Müslim, Kütüb-ü Sahiha beyan ediyorlar ki: Abdurrahman İbn-i Ebî Bekir-i Sıddık der: Biz yüzotuz sahabe, bir seferde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. Dört avuç mikdarı olan bir sa' ekmek için, hamur yapıldı. Bir keçi dahi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan yüzotuz sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz umumumuz tok oluncaya kadar yedik, fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.

3- Nakl-i sahih-i kat'î ile- Hazret-i İmam-ı Ali der: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Benî Abdülmuttalib'i cem'etti. Onlar kırk adam idiler. Onlardan bazıları bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye süt içerdi. Halbuki umum onlara, bir avuç kadar bir yemek yaptı; umum yeyip tok oldular. Yemek eskisi gibi kaldı. Sonra üç-dört adama ancak kâfi gelir ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Umumen içtiler, doydular. İçilmemiş gibi bâki kaldı.

4- Başta Buharî ve Müslim, kütüb-ü sahiha haber veriyorlar ki: Hazret-i Câbir'in pederi vefat eder; borcu çok, ziyade medyun. Borç sahibleri de Yahudiler. Câbir, pederinin asıl malını guremaya verdi, kabul etmediler. Halbuki bağındaki meyveleri, kaç senede deynine kâfi gelmeyecek. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: "Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz!" Öyle yaptılar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremasının borçlarını verdikten sonra, yine bir senede bağdan gelen mahsulât kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremaya verdiği kadar kaldı. O hâdiseden borç sahibleri olan Yahudiler, çok taaccüb edip hayrette kaldılar.
İşte şu mu'cize-i bahire-i bereket, yalnız Hazret-i Câbir gibi birkaç râvilerin haberi değil, belki manevî tevatür hükmünde, o hâdise ile münasebetdar, hadd-i tevatür derecesinde çok adamları temsil ederek rivayet etmişler.

5- Başta Buharî, Müslim, kütüb-ü sahiha Hazret-i Enes'ten nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki: Hazret-i Enes diyor: Zevra nam mahalde, üçyüz kişi kadar, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ile beraberdik. İkindi namazı için abdest almayı emretti. Su bulunmadı. Yalnız bir parça su emretti, getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra bütün maiyetindeki üçyüz adam geldiler, umumu abdest alıp içtiler. İşte şu misali Hazret-i Enes, üçyüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üçyüz kişi, şu habere manen iştirak etmesinler; hem iştirak etmedikleri halde, tekzib etmesinler.

6- Başta meşhur İbn-i Huzeyme Sahihinde, râviler Hazret-i Ömer'den naklediyorlar ki: Gazve-i Tebük'te susuz kaldık. Hattâ bazılar devesini keser, susuzluktan içini sıkar, içerdi. Ebu Bekir-is Sıddık, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'a dua etmek için rica etti. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı; yağmur öyle geldi ki, kablarımızı doldurduk. Sonra su çekildi, ordumuza mahsus olarak hududumuzu tecavüz etmedi. Demek tesadüf içine karışmamış, sırf bir mu'cize-i Ahmediye (A.S.M.)dir.

7- Meşhur Abdullah İbn-i Amr İbn-il Âs'ın hafidi ve dört imamın ona itimad edip ve ondan tahric-i hadîs ettikleri Amr İbn-i Şuayb'dan nakl-i sahih ile haber veriyorlar ki, demiş: Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm amucası Ebu Talib ile deveye binip Arafa civarında Zilmecaz nam mevkie geldikleri vakit Ebu Talib demiş: "Ben susadım." Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış; Ebu Talib içmiştir. Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hâdise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hâdiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (A.S.M.) sayılabilir

8- İmam-ı İbn-i Fûrek ki, kemal-i içtihad ve fazlından kinaye olarak Şafiiyy-i Sânî ünvanını alan allâme-i asr, kat'î haber veriyor ki: Gazve-i Taif'te, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gece at üstünde giderken uykusu geliyordu. O halde iken, bir sidre ağacına rastgeldi. Ağaç ona yol verip, atını incitmemek için, iki şakk oldu.
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayvan ile içinden geçti. Tâ zamanımıza kadar o ağaç, iki ayak üstünde, muhterem bir vaziyette kaldı.

9- Allâme-i Mağrib Kadı-yı Iyaz, Şifa-i Şerif'inde, ulvî bir an'ane ile ve müteaddid tarîklerle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hâdimi ve bir kumandanı ve Hazret-i Ömer'in zamanında ordu-yu İslâmın baş kumandanı ve İran'ın fâtihi ve Aşere-i Mübeşşere'den olan Hazret-i Sa'd İbn-i Ebî Vakkas diyor:
Gazve-i Uhud'da ben Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanında idim. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gün kavsi kırılıncaya kadar küffara oklar attı. Sonra bana okları veriyordu. "At!" diyordu. Nasl'sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmayan okları verirdi. Ve bana emrederdi: "At!" Ben de atardım. Kanatlı oklar gibi uçardı, küffarın cesedine yerleşirdi. O halde iken, Katade İbn-i Nu'man'ın gözüne bir ok isabet etmiş, gözünü çıkarıp, gözünün hadekası yüzünün üstüne indi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirip, iki gözünden en güzeli olarak, hiçbir şey olmamış gibi şifa buldu. Şu vakıa çok iştihar etmiş. Hattâ Katade'nin bir hafidi, Ömer İbn-i Abd-il Aziz'in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: "Ben öyle bir zâtın hafidiyim ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onun çıkmış gözünü yerine koyup, birden şifa buldu. En güzel göz o olmuş." diye, nazm suretinde Hazret-i Ömer'e söylemiş; onun ile kendini tanıttırmış. Hem nakl-i sahih ile haber verilmiş ki: Meşhur Ebî Katade'nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, mübarek eliyle meshetmiş. Ebî Katade der ki: "Kat'iyyen ve aslâ ne acısını ve ne de cerahatini görmedim.
Son düzenleyen Blue Blood; 16 Ekim 2005 13:01
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
taz_maniac - avatarı
taz_maniac
Ziyaretçi
10 Kasım 2005       Mesaj #6
taz_maniac - avatarı
Ziyaretçi
Bu canım var oldukça ben Kur'ana tutsağım
Muhammed Mustafa'nın yolundaki toprağım
Benden,başka bir sözü nakledenler olursa
Hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım


HZ.MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
12 Kasım 2005       Mesaj #7
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Peygambere Mektup


Bismillahirrahmanirrahim

Sevgili Peygamberim, kalbimde senin yerini, sana olan sevgimi anlatamam ama
insan sevdiğini sevdiğine söyleyemezse bunun bir anlamı olur mu? Sana olan
sevgimi nasıl anlatayım. Benim seni sevdiğimi bilmeni o kadar çok isterdim ki, beni
tanımanı, beni de senin sevmeni benim varlığımı bilmeni. Bir bilseydin sana olan
sevgimi , bir bilseydim senin de beni sevdiğini.

Senin sevgini kazanabilmek için ne yapabilirim Ya rasulullah. Kendimi o kadar
dünya işlerine kaptırmışım ki ben bile ne yaptığımın farkında değilim. Sanki
sonbaharda bir ağaçta kalmış son bir yaprak gibi kendimi yalnız hissediyorum. Ve
rüzgar beni almış koparmış uçuyorum bilmediğim yerlere. Rüzgarın eline esir
olmuşcasına, dünyanın zevklerine esir olmuşcasına , rüzgarla uçuyorum. Sonra bir
nur denizine düşüyorum. O sensin Ya Rasulallah. Seni buldum ya Ya Rasulallah
rüzgar beni uçurmasın. O nur denizinde boğulayım. Senin nurunla bende
nurlanayım. Beni yanından hiç ayırma Ya Rasulallah, beni bırakma. Beni rüzgara bir
daha verme. Ağacıma dahi geri dönmek istemiyorum. Senin yanındayken bütün
kötülüklerden uzak olurum. Senin yanında olmak sana kavuşmak , seninde beni
sevdiğini bilmek. Başka ne isteyebilirim ki. Bütün insanlar senin sevginle yanarken,
seninde beni sevdiğini bilmek. Biliyorum ki senin bizi sevmen senin güzel ahlakına
sahip olmak demektir.

Allahım bize peygamber efendimizin ahlakıyla yaşamak nasip et ki, peygamber
efendimizin sevgisine layık olalım. Bu dünyada sana hasret yaşıyoruz Ya
Rasulallah. Bu dünyada göremedik nur yüzünü, olamadık yanında, savaşamadık ta
şehid bile olamadık senin yolunda. Bu aciz ümmetini ne olur sev Ya Rasulallah.

Allahım ne olur affet bizi. Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine affet. Bu
aciz kullarını ne olur yolunda ayırma, ayırma ki sana kavuşalım. Senin sevginden
ver bize verki senin sevginle herşeyi unutup sadece senin için yaşayalım.
Günahımız binlerce , mağfiretine sığındık ,mağfiret et ne olur, ne olur Allahım...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2005       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Sevgili Arkadaşlar,
Peygamber Efendimiz’e vahyedilen ilk ayetin ‘Oku!’ emri ile başladığını öğrenince çok etkilenmiş ve okumanın Allah katında ne kadar önemli olduğunu düşünmüştüm. Zamanla, çok kitap okuyan insanların diğerlerinden hemen ayırt edilebildiğini görmüş ve onların adeta bir meşale gibi etraflarına hep ışık saçtıklarına şahit olmuştum. Mevlana Hazretleri’nin, “Yeni bir şey öğrenmeden geçirdiğim bir günde, benim için güneşin doğmasında bir hayır yoktur.” dediğini işitince, güneşin doğmasının bana hayır getirmediği nice günler geçirdiğimi büyük bir üzüntüyle farketmiştim. Hele Ayyüzlü’nün, “Bir Kur’an meali bile okumadan Kur’an talebesi olduğunu iddia eden zavallılar var.” sitemini dinleyince kitaplara karşı yabancı oluşumun mahçubiyetini çok derinden duymuştum. Zaten, o günden sonra yavaş yavaş kitaplarla arkadaş olmaya başlamıştım. Artık her akşam yatarken gün boyunca ne öğrendiğimi kendime sormaya ve geçip giden zamanın benim için hayırlı olup olmadığının muhasebesini yapmaya alışmıştım.
Bir süre düzenli olarak kitap okuduktan sonra, hayatımın bambaşka bir renge büründüğü hissine kapılmıştım. Uzaktan da olsa ilk kez tattığım o renkliliği ve canlılığı kaybetmemek için de her gün başka başka kitaplarla tanışmaya ya da hiç olmazsa çok kitap okuyan büyüklerimden faydalı bilgiler öğrenmeye özen gösterir hale gelmiştim.
Geçen hafta hastaydım ve Hazreti Mevlana’nın ifadesiyle, güneş yine bana hayır getirmeyecek günlerin üzerine doğuyor gibiydi. Battaniyelere sarılmış bir halde uyumaya çalışırken, dışarıdan çok sevdiğim o yumuşak sesi işittim; “Talip Rıza hastalanmış diye duydum da onun için geldim.” Bu sesin sahibi, Kur’an Hocamdı. Düşünebiliyor musunuz, Ayyüzlü’nün yanında kalan bu abi sadece beni ziyaret etmek için evimize kadar gelmişti. Gelişiyle de bana hastalığımı unutturmuş ve içimi tarif edilmez bir heyecanla doldurmuştu. O kadar ki, doğrulayım derken o telaşla battaniyeleri her tarafıma dolamış ve onu karşılamak için ayağa bile kalkamamıştım.
Güzel Bir Hediye
Kur’an Hocam, sadece yüzünde o sıcak tebessümle gelmedi, aynı zamanda bana yatarken vaktimi değerlendirebilmem için bir kitap da getirdi. Odamdan içeri girer girmez, “Taze fırından çıkmış bu kitabı sıcak sıcak okursan, inşaallah, dertlerine deva olur” diyerek bordo kaplı kitabı yatağımın başucuna bırakıp yanıma oturdu. Sağlığımı sorup beraber ders yapmayı özlediğini ifade ettikten sonra getirdiği kitabı işaret ederek okumanın önemi üzerinde durdu ve yine her zamanki gibi çok güzel bilgiler verdi.
Daha çok okuyup kelime bilgimi arttırmam gerektiğini, bu sayede zihnimin daha iyi işleyeceğini, şahsiyetimin daha çok renkleneceğini, konuşma kabiliyetimin gelişeceğini ve çevremde daha çok sevilen, sayılan bir kişi olacağımı uzun uzun anlattı. Okuyacağım kitaplar hususunda seçiçi olmam gerektiğini de söylemeyi ihmal etmedi:
“Özellikle yetişme çağında olan çocuklar ve gençler kendilerine bazı örnek insanlar seçiyorlar. Bu örnekler, kimi zaman kitaplardaki kahramanlar, kimi zaman da televizyondaki meşhur kişiler olabiliyor. Bu sebeple okunan ve izlenen şeylere çok dikkat edilmesi gerekir. Aksi takdirde, yanlış kimseler örnek alınabilir; dolayısıyla, onlara benzemeye çalışan gençler topluma faydalı olacakları yerde zararlı birer insan durumuna düşebilirler.” dedi.
Çok sevdiğim bu misafirim, ayrılmak için kalkacağı sırada, sözlerine şunları da ilave etti: “Ayyüzlü bir sohbetinde kendi gönlünde İslamî heyecan uyandıran kitaplardan bahsederken, ‘Sahabe-i Kiram efendilerimizin hayatı bende hep heyecan uyarmıştır. Bana göre onlar, ufuk insanlardır ve onları yakalamak, gerçek kamil insanlığa ulaşmaktır.’ demişti. Ayyüzlü’nün saydığı kitaplar arasında sahabelerle ve daha sonraki devirlerde yaşayan Allah dostlarıyla ilgili kitaplar da vardı. Bunların içindeki bilgilerin hayal ürünü olmadığını, hepsi yaşanmış hadiseler olduğu için, okuyanlar üzerinde ciddi tesirler bıraktığını söylemişti. İşte benim sana getirdiğim kitap da ilk Müslüman olan dört Sahabe hakkında. Çok güzel bir dille kaleme alınmış. Zevkle okuyacağını sanıyorum. Bitirdiğin zaman en çok hoşuna giden yerleri öğrenmeyi arzu ederim.” diyerek müsaade isteyip gitti.
Kur’an hocam, evimizin önünden ayrılır ayrılmaz onun getirdiği kitabı elime aldım ve merakla okumaya başladım. Kitabın kapağında “Bir Demet Yıldız: En Öndekiler” yazılıydı. Daha ilk sayfalarını okur okumaz kitabın o enfes havasına kendimi kaptırmıştım; sanki gerçekten ağrılarım dinmişti; sanki gerçekten Hazreti Hatice bana şifa duası okumuştu. Adeta Hayber günü Hazreti Ali’nin gözlerine fer olan Allah Rasûlü’nün eli benim de alnımda gezinmişti.. ve adeta Hazreti Zeyd’in kolunu kaldırıp onun Peygamber hanesinin bir ferdi gibi olduğunu işaret eden aynı el, bana da uzanmıştı. Kitapta anlatılan insanlar o kadar özel, onların hatıraları o denli tatlı ve hikaye edişteki üslup öylesine güzeldi ki, hep bu duygularla sayfaları çevirdim ve o günden sonra da şu ana kadar onu hiç başucumdan ayırmadım.
Önceleri sahabiler hakkında kitap istediğimde, babam, kaynak kitapların hepsinin Arapça olduğunu, onları ancak Arapça’yı öğrenince okuyabileceğimi, şimdilik bazı ansiklopedilerdeki kısa bilgilere razı olmam gerektiğini söylerdi. Meğerse artık bizim gibileri düşünen birkaç amca “Akademi Araştırma Heyeti” adı altında bir araya gelip o eserlerdeki bilgileri bizim anlayabileceğimiz bir şekle dönüştürerek birer birer yayınlayacaklarmış. Kitabın bendeki baskısı 440 sayfa olsa da, bunları ayrı bölümler halinde ve daha küçük ebatta da neşredeceklermiş.
Sevgili Arkadaşlarım,
Bu kitabı okumanızı ne kadar çok istiyorum bir bilseniz. Keşke hem siz okusanız hem de sevdiklerinize tavsiye etseniz. Aslında, kitabın özetini yapmayı bile geçirdim aklımdan ama o güzel üslubu koruyamayacağımdan korktum. Bundan dolayı, üç kısa bölümü sizinle paylaşarak, dudaklarınıza bir parmak bal çalmakla yetineceğim:
Her Güzelliğe Erken Uyanan Kadın
Hazreti Hatice ilklerin de ilkiydi. İlk yârân, ilk zevce, ilk göz ağrısı ve Hira’daki vuslatın hemen akabinde iman eden ilk şahıstı; Cebrâil’in öğrettiği ilk abdesti O’ndan alıp Efendimiz’le ilk defa namaz kılan da o idi. Cibril gelip de abdest ve namazı talim edince, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ilk olarak kerime zevcesinin yanına gelmiş ve Zemzem’in başına gelerek buradan abdest alıp ilk defa beraberce namaz kılmışlardı. Efendimiz’e ilk defa cemaat olan da yine o idi. Hatice’nin anlamı da zaten ‘erken doğan’ demekti.
Rasûlullah’a Kardeş Olan Yiğit
Allah Rasûlü, Medine’ye gelince, her bir Muhaciri, Medine’li bir Ensarla kardeş ilan ediyordu. Teker teker herkesi eşleştirmiş ama geride Ali’ye kardeş olacak bir Medine’li kalmamıştı. Çok üzüldü ve bu üzüntüsünü dile getirdi hemen Allah Rasûlü’nün huzurunda. Delikanlı Ali, hicretin kahramanı Haydar-ı Kerrar, çocuklar gibi mahzun, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir taraftan da Allah Rasûlü’ne naz makamında sitem ediyor;
“Herkesi kardeş ilan ettin, ama benim kardeşim olmadı” diyordu.
Meğer o ne saadet ki, onun kardeşi, İnsanlığın en Emini, Allah’ın da Rasûlü olacaktı. Önce teselli etti O’nu.. elini omzuna koydu ve kucakladı önce... Ardından da herkesin huzurunda bu gerçeği şu cümlelerle ilân ediverdi;
“Dünya ve âhirette senin kardeşin, Ben’im yâ Ali..!”
Bütün üzüntüleri anında yok olmuş ve artık Ali, herkesin gıpta ile baktığı birisi haline gelmişti. Nasıl olmasın ki O, bir sürü meziyeti yanında aynı zamanda artık Rasûlullah’ın kardeşiydi.
Kölelikten Gerçek Hürriyete
Bir gün yepyeni bir haberle gelmişti Muhammedü’l-Emin. İnerken Hira’dan, dağ-taş, kurt-kuş, ot ve ağaç, karşılaştığı her şey, Kendisine selam veriyordu. Artık, Rasûlullah’tı O (sallallahu aleyhi ve sellem). Bekleyen gözlere nur yağmıştı, beklentilerinin boşa çıkmadığını müşahede etmenin sürûrunu yaşıyorlardı.
Artık sema ile yeryüzü arasında bir vuslat başlamış ve her gün yeni bir vahiy geliyordu. Her şeyin orjinal olduğu bu ilk günlerde O da, ilkler arasındaki müstesna yerini alacak ve Rasûlullah’ın kerime zevcesi ve ilk hanımefendisi Hatice’nin hemen akabinde İslam’a teslim olacaktı.
Efendisi’nin yanına girmişti bir gün; evet, bir değişim vardı. Ne Muhammedü’l-Emin’i ne de hanımefendisi Hatice’yi, daha önce böyle görmemişti; önde Efendiler Efendisi ve arkasında da kerime zevcesi Hazreti Hatice ayakta duruyor ve o güne kadar hiç duymadığı şeyler söylüyordu. Bir müddet bekledi öylece. Rükû ve secdelerine şahit oldu, şaşkın bakışlarıyla...
Namazlarını bitirir, bitirmez de, yaptıklarının ne olduğunu sordu Allah’ın Rasûlü’ne... Artık vakit gelmişti; karşısına aldı Zeyd’i ve şefkat dolu bir baba sıcaklığıyla anlattı olanları bir bir... Ardından, Kur’an ayetlerinden bazılarını okudu Zeyd’e ve imana davet etti O’nu...
Efendisi bir talepte bulunur da Zeyd onu yapmaz mıydı hiç!? O’nun için anne ve babasıyla yaşamayı bir kenara koymuş, vahiy öncesindeki haline imrenerek O’nun sevdalısı olmuştu. Şimdi ise, hayatına yön veren ve dünya ile birlikte ölüm sonrasını da saadete çeviren bir davetle karşı karşıyaydı. En önemlisi de, bu daveti yapan, gönlünün gülü Allah’ın Rasûlü’ydü... Hemen Hazreti Ali’nin ardından katılıverdi O da iman kervanına... Artık O, insanları Allah davasına çağırmada Hazreti Ali ile birlikte Efendiler Efendisi’nin en sâdık yârânı olmuştu. Hazreti Hatice’nin yaptığı yemeklere insanları onlar davet ediyor, yemeğin hemen arkasından da Allah Rasûlü, gelenleri Allah’a davet ediyordu. Bu sıralarda Zeyd, otuz dört yaşındaydı.
****
Evet arkadaşlar,
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; onlardan hangisinin izinde giderseniz gidiniz, mutlaka hidayeti bulur, doğru yolda ilerlemiş olur ve kurtuluşa erersiniz.” buyurmuştur. Onlardan birinin izinde olmak için önce onları bilmek ve tanımak gereklidir değil mi?
Yıldızların ardında hep beraber yıldızlaşmamız duasıyla...
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
8 Aralık 2005       Mesaj #9
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Efendimiz (sas) örneğimizdir

O insanların en cömerti idi. Onun yanında ne bir dirhem ne de bir dinar gecelememişti.

O hayâca insanların en mükemmeli idi. Gözünü kimsenin yüzüne dikmezdi.

Açlıktan karnına taş bağlar, önüne konulanı yer, bulduğunu geri çevirmezdi.

O insanların en alçak gönüllüsü, kibirsiz olarak en suskunu, lafı uzatmadan en beliğ konuşanı ve en güleryüzlüsü idi.

Medine’nin öbür ucundaki hastaları ziyarete gider ve akrabalara ilgisini devam ettirirdi.

Kaba kimselerin kendisine bağırmalarına sabır gösterirdi. Kimseye eziyet etmezdi.

Allah için amelden veya nefsinin ıslahından başka şeylerle de vakti geçmezdi.

Miskini yoksulluğundan ötürü horlamaz, zengine de varlığından ötürü yüceltmezdi. İkisini de eşit olarak Allah’a davet ederdi.

Hür, köle, cariye, fakir, zengin, kim olursa olsun kendisinden yardım istemeye gelen herkesin ihtiyacını, muhtaç kişiyle birlikte halletmeye çalışırdı.

Yolda karşılaştıklarına ilk önce selam vermek, bir ihtiyaç için karşısına çıkan adamı (kendisi ayrılmadan onu) bırakıp ayrılmamak onun güzel huylarındandı..
matrax35 - avatarı
matrax35
Ziyaretçi
11 Aralık 2005       Mesaj #10
matrax35 - avatarı
Ziyaretçi
EFENDİMİZİN DÜNYAYA TEŞRİFLERİ SIRASINDA MEYDANA GELEN HÂRİKÂ HÂDİSELER

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.
Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı. "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."
İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım" kudsî hadisi , bu sırra işaret etmektedir.
Ayrıca, Efendimizin risâleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihanşümûldür. Buna binâen elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda gelecekti. Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti.
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ hâdiseler meydana geldi :
1) Teşrif Ettikleri Gece Bir Yıldız Doğdu.
Yahudîler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allah Resûlünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı. Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudî âlimler bu yıldızdan Ahirzaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı.
Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sâbit (r.a.) bu hususu şöyle anlatmıştır:
"Ben sekiz yaşlarında var yoktum. Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudînin biri 'Hey Yahudîler!' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudîler, 'Ne var, ne yırtınıyorsun?' diyerek adamın başına üşüştüler. Yahudî şöyle haykırıyordu:
"'Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu. Ahmed bu gece dünyaya geldi."' 36
İbni Sa'd'ın naklettiği konu ile ilgili bir rivâyette ise şöyle denilmektedir:
"Mekke'de oturan bir Yahudî vardı. Allah Resûlünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:
"'Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?'
Kureyşliler, 'Bilmiyoruz' cevabını verince, adam sözlerine devam etti:
"'Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu. Sırtında alâmeti var.'"
Kureyşliler varıp soruşturdular ve gelip Yahudîye haber verdiler:
'Bu gece Abdullah'ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var.'"
Yahudî gidip peygamberlik alâmetini gördü. Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:
"'Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti. Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır.'" 37
Demek gökkubbe pırıl pırıl yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu.
2) Medâyin'deki Kisrâ Sarayından On Dört Burç Çatırdayarak Yıkıldı.
Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.
Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı. Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi.
Kisrâ tacını giymiş tahtına oturmuştu. Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi. Mektupta, İstahrabat'ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu.
Bu haber, Kisrâ'nın korku ve heyecanını daha da arttırdı.
Bu sırada toplantıda bulunan İran başkadısı Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı:
"Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar."
Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan'ın bu rüyâsını da mânâlı buldu. Sinirleri fazlasıyla gerilmişti. Bu muammayı çözmek istiyordu. Bilgisine ve irfânına güvendiği Mûbezan'a sordu:
"Peki, bu neye işâret olabilir?"
Başkadının cevabı kısa ve öz oldu:
"Araplar tarafından çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir."
Kisrâ, bunun üzerine derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir'e bir mektup yazdı. Mektupta,
"Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu.
Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü'l-Mesîh bin Amr adında bir bilgini Medayin'e gönderdi.
Gelen âlimi hükümdar derhal huzura kabul etti.
Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi. Abdü'l-Mesih, Kisrâ'ya hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti:
"Şam yakınında Câbiye'de oturan dayım Satîh'de bunlara cevap verecek bilgi vardır."
Bunun üzerine Kisrâ, Abdü'l-Mesîh'i gidip Satîh'ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi.
Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi. Dâimâ sırt üstü yatardı. Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı. Gaipten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu.
Abdü'l-Mesîh, dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh'in yanına vardı. O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyordu. Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu. Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmın alabildi ve ne de konuşabildi.
Fakat, Abdü'l-Mesîh olup bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi. Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:
"Ey Abdü'l-Mesîh! İlâhi vahyin okunması çoğalacak.
Asâ'nın sahibi peygamber olarak gönderildi. Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü. Artık Şam da Şam değil, Satîh için."
Şunu iyi bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi."
Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti:
"Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır." 38
Bu cümleler, Satîh'in dudaklarından dökülen son sözler oldu. Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu. Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah'a teslim etti.
Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu. O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği sönmez nûr ile Mazdeizmin 39 karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti. Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler Satîh'in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye'de Hâtemü'l-Enbiyânın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı.
3) Kâbe'nin İçini Karanlık Ve Kirlere Boğan Putların Pekçoğu Başaşağı Yıkıldı:
Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah'ın tek ma'bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak abideleştiği Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.
Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracaktır. Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını bayraklaştıracaktır.
Dünya buna şâhid oldu. O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe'yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı ile yok ediverdi.
4) İstahrabat'ta Bin Seneden Beri Yanmakta Olan Mecûsîlerin Kocaman Ateş Yığınları Bir Anda Sönüverdi.
Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi.
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.
5) Takdis Edilen Meşhur Sâve (Taberiyye) Gölü Bir Anda Kuruyuverdi.
Bu da, gelen zâtın, Allah'ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.
6) Dünyaya Teşrifleri Ânında, Şark Ve Garbı Küçük Bir Oda Gibi Aydınlatan Bir Nur Görüldü.
Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkadi sînesinde terbiye edip okşayacaktı.
7) Semâve Vadisi Taşan Seller Altında Kalıp, Suya Gark Oldu.
Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.
8) Gök Kubbeden Salkım Salkım Yıldızlar Döküldü:
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. 40 Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur. "Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler. Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar." 41
O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfı değildi. Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı. Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) zuhurunu haber veriyorlardı.

36. Kastalanî, Mevâbibü'l-Ledünniye: 1/122
37. Tabakât, 1/162-163
38. Taberî, 2/131-132
39. Mezdek (Mazdek) adında birinin kurduğu eski İran'da bir dinî mezheptir. Zerdüşt tarafından vaz'edilen Maniheizmin ıslah edilmiş bir şekli olarak gören ve kabul edenler de vardır. Bu mezhebin bilinen belli başlı hususiyeti, mülkte ve kadınlarda iştirakı kabul etmesidir. Bunun yanında, zühdle ilgili olarak, hayvanları öldürmek ve etini yemek de bu mezhebin yasakladığı şeyler arasındadır. (İslâm Ansiklopedisi: 8/201-205.)
40. Taberî, 2/131; Kaâdı İyaz, Şifâ, 1/726-733; Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.161-163
41. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât, s.163
__________________

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap