Arama

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında - Sayfa 2

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 252.178 Cevap: 158
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Aralık 2005       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
EFENDİME MEKTUP

Sponsorlu Bağlantılar

Asrın günahkârları adına, Efendiler Efendisine (s.a.v),
Sana “gel” demeye yüzümüz yok Efendim. Sen kabul buyur bizi, sen davet et de biz varalım o ravzay-ı pâkine yalınayak. Gerekirse yollarında emekleye emekleye, hatta sürünerek, yüzüstü gelelim huzuruna. Sen kabul et ki biz senin uğruna her türlü ezâya, cefâya razıyız.
Sümeyye’ler (r.a) misali bizi de ayaklarımızdan bağlayıp develeri ters istikamete sürsünler. Bedenlerimiz iki parça olsun. Vücudumuz tek parça olarak kapına gelmekten utanıyoruz. Bir değil bin parça olsun bedenlerimiz de yeter ki kabul et bizi. Kabul et ki Bilâl (r.a) gibi bizi de kızgın kumlara yatırsınlar ve diyebilelim Allah’ın huzuruna çıkarken, o gün, senin ve dinin için bütün meşakkatlere katlandık diye. Kabul et ki Habbab bin Eret (r.a) gibi bizi de bir hasıra sarmalasınlar ve sonra da yaksınlar. Senin yolunda feda edilmemiş bir can olarak huzuruna gelmekten utanıyoruz Efendim. Yeter ki sen “ümmetim” diye kabul et bu asrın günahkarlarını Efendim.
Bizi de “liva-ül hamd” sancağının altında topla, o dehşetli günde. O gün öyle dehşetli gün ki bütün beşeriyet hatta peygamberler dahi “nefsî, nefsî..” dediği gündür. Sadece senin “ümmetî, ümmetî..” diyeceğin o günde, bizi yani bu acizleri, bu günahkar ümmetini bir halimizle perişan bırakma Efendim.
Öyle bir hale düştük ki Efendim, gündüzlerimiz bile siyaha boyandı. Sen kokmayan gülleri büyüttük bahçelerimizde. Senin için olmayan neyimiz varsa hep renksiz, neyimiz varsa hep yağmalandı çaresiz. En kutsal hediyesiydin Yaradan’ın bize. Heyhat ki koruyamadık tam manasıyla seni. Asır, sinede ateş misali oldu.. İman elde kor gibi Efendim. Sevgili diye yılanlar atıldı koynumuza.
Ey Güllerin Sultanı! Sana gel demeye yüzümüz yok. Sen davet buyur bize. Biz gelelim alemlere rahmet olan Sen’in nurlu eşiğine. Davet et ki bütün meşakkatler kabulümüzdür. Tek temennimiz bu asrın biz çaresizlerini de “Ey rabbim! Bunlar da benim ümmetimdendir” demendir. Toprak olup aslımıza döneceğimiz günler elbette uzak değildir. Bir tebessüm buyur ki gittiğimiz yerler nurunla aydınlansın Efendim.
Amellerimiz bizi cennetin yanına bile götürmez ki sana muhabbetimiz olmadan. Bizi “ümmetim” diye kabul et ki asırlardır hep dünyaya bel bağlamış şu günahkarların artık Sen’in muhabbetinle yürekleri taşsın cihandan, cuş-u huruşa gelsin yüreklerimiz sana olan aşkla.
On dört asır evvelinden “Ümmetim yağmur misalidir. Evveli mi ahiri mi hayırlıdır bilinmez” buyurmuştun. Ama Efendim, biz haramlarla günahlarla hemhal olduk daim. İçimiz dışımıza bir çevrilse ne kadar acınacak halde olduğumuz görülecek. Allah ise bu halimiz mahşere sakladı. Bu yüzden başımız önümüzde eğik, bu yüzden sana “Gel Ey Efendim” diyemiyoruz. Çünkü sana gel demekten utanıyoruz Ey Gönüllerin Şehremini. Öyle ise biz gelelim kapına. Kapına gelip Kıtmir’in olalım Sen’in daima.
Kabul et nolur. Yoksa başımıza dağlardan daha büyük taşların yağacağı gün yakındır. O gün kaçacak yer olmayacak Efendim. Azığımız olan salih amelleri boynumuzda gerdanlık yapamadık bu dünya zindanında. Kalplerimiz taş kesildi Ey Gönüllerin Sultanı! Ummanlar çekilip kurudu birer birer. Hayat çöl ortasında kaldı çaresiz.
Sana “gel” diyemiyoruz Efendim, “doğ gecelerimize” diyemiyoruz sana Sultanım. Ama nolur sen kabul et de senden gayrı neyimiz varsa hepsini geride bırakıp sana gelmek istiyoruz. “Af diliyoruz” kapında. Ey Güllerin Sultanı! Bize yüzünü çevirme nolursun.
Efendim! Sana salât olsun.. selamlar olsun..
Bizleri sana ümmet yapana hamdler olsun..
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
hellboys - avatarı
hellboys
Ziyaretçi
12 Ocak 2006       Mesaj #12
hellboys - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır: "Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.

Sponsorlu Bağlantılar
Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..." (235)

*

Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:

"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.." (236)

*

Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:

1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.

2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..

3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.

4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.

5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..

6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.

7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.

8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.

9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...

10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.

Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." (237) Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Şubat 2006       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
PEYGAMBER BİZE GELSE

KAÇ SENE OLDU BİLMİYORUM, AMA herhalde yedi-sekiz sene kadar öncesiydi. Bir dost meclisinin son faslında bir gönül dostum bize ya bir radyodan yahut bir kasetten kaydettiği bir şiiri dinletmişti. Şiiri okuyanın Allah vergisi sesi etkileyiciydi, hoştu. Şiir de hayli dokunaklıydı doğrusu.
Şiiri okuyan kişiyi, aynı zamanda şiirin yazarı olarak bildim seneler boyu. Yıllar geçip internet denilen hayra da şerre de son derece müsait keşfi kullanır hale gelip bu şiirle tekrar be tekrar karşılaşınca da kanaatim değişmedi. İnternet üzerinden bana gelen mektuplar arasında, bu şiiri arkadaş çevresine yaymaya çalışan samimi insanların mektupları da vardı. Ayrıca, İslâm adına hazırlanmış elliye yakın sitede bu şiirin ya Türkçe yahut İngilizce olarak mü?minlerin dikkatine ve rikkatine sunulduğunu görecektim. Ne ki, kimi yazarının isminin bilinmediğini söylüyor, kimi şiiri ilk kez kendisinden işittiğim kişinin adını zikrediyor, kimi başka bir isim veriyordu.
Bunca rivayet arasında, şiirin yazarı kimdir, nerelidir, çözebilmiş değildim. Ama bu şiirin özellikle internet kanalıyla elden ele, dilden dile dolaştığını yakinen biliyordum.
Bir ?merak?tan yola çıkıyordu şiir. "Merak Ediyorum" başlığını taşıyordu zaten: "I Wonder." Ve daha ilk dizelerde, merakının konusu rahatlıkla anlaşılıyordu: "Eğer bir gün Peygamber ziyaretinize gelse/Yalnızca birkaç günlüğüne/Aniden çalsa kapınızı/Merak ediyorum neler yapacağınızı."
Şiir işte bu dizelerle başlıyor; ve devamla, Peygamber bize gelse neler yapacağımıza dair tahminler geliyordu: Neler yapardık sahi? Hemencecik kapıya mı koşardık? Yoksa, hayatımızın bir parçası haline gelmiş eşyaları alelacele oraya buraya saklamaya çalışır da, bu yüzden biraz gecikerek mi açardık kapımızı? Peygamber aleyhisselam evimizde iken hep yediğimiz şeyleri yer, her zaman konuştuğumuz şeyleri konuşur, hep görüştüğümüz kişilerle görüşür, ve her zaman gezdiğimiz yerlerde yine gezer miydik? Peygamber evimizde olduğu sürece, gerçek yüzümüzün bir şekilde açığa çıkacağı korkusuyla sürekli diken üstünde mi dururduk yoksa? Ve birkaç gün sonra Peygamber evimizi terkettiğinde, üzülür müydük? Yoksa, "Oh be, kurtulduk; vaziyeti de kurtardık!" rahatlığı mı dolardı iç dünyamıza?
Şiirin yazarı, bunu merak ettiğini söylüyordu işte. Ama gerçekte pek de merak ettiği söylenemezdi. Zira, Peygamber bize gelse neler yapacağımızdan emin gibi bir hali vardı. Onun yaptığı, bir merakı dizelere taşımak değil; bir ?merak? imgesi etrafında ?olan?la ?olmamız gereken? arasında yüzleşme yaşamamızı sağlamaktı. Bu yüzleştirmeyi yaparken, gönül huzuruyla Peygamberin karşısına çıkacak yüzümüzün olmadığını ihsas etmekteydi.
İlk kez duyduğumda, kendimi kendisiyle tamamen hemfikir bulduğum bir şiirdi bu. Yaşadığım hayatın Peygamberin yaşadığı hayata tastamam uyduğunu, yaşadığım mekânın da Peygamberin yaşadığı mekân olduğunu söyleyemezdim. Arkadaşım, dostum, tanıdığım olan kişilerin çoğu için de yapamazdım bunu. Resûlullah?ın hayatında olan birçok şey bizim hayatımızda yoktu; bunu biliyordum. Evlerimizde Resûlullah?ın evinde olmayan birçok şeyin olduğunu da biliyordum. Bu halimizle Peygamber bize gelse yaşayacağım duygunun ancak ve ancak utanç olacağını, yüzümün renginin atacağını, Peygamber aleyhisselam evde olduğu müddetçe evimin bana dar geleceğini tahmin edebiliyordum. Yakın çevremden duyduğum sözler ve tahliller de bu kanaatimi destekler mahiyetteydi.
?Olan? halimin ?olması gereken?in uzağında olduğunu biliyor olduğum için benim böyle düşünmem normaldi. Beni endişeye sevkeden asıl husus ise, ?olması gereken?e benden çok daha yakın olan insanlardan da benzeri yakınmalar gelmesiydi. Takvalarına imrendiğim kimi insanlar dahi, "Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar enstantaneler sıralıyorlardı. İçlerinden öyleleri vardı ki, bırakın girip de sonra birşeyler söylemeyi, Hz. Peygamber şöyle kapıdan içeri baktığı ân evimize girmeyip geri döner diyorlardı. Takvalarına imrendiğim ve evlerinin Peygamberin evine bir derece benzediğini düşündüğüm insanlar böyle düşünüyorsa benim hisseme neler düşmezdi ki? Onlar böylesine karamsar iken, ben Peygamberin evimizi ziyarete geleceğini hayal edebilir miydim? Geldi ve girdi diyelim, ondan bir yığın azar işitmeyeceğimi umabilir miydim?
Kaldı ki, Peygamber bize gelmeden Peygamber adına bir yığın azar işitiyordum zaten. Birileri, Peygamber adına, beni-seni-onu-bizi-sizi-onları zaten azarlıyorlardı. "Peygamber bize gelse" yaşayacağım yüzleşmenin hüznü beni zaten sarsıyorken, "Peygamber size gelse" kalıbında konuşan birileri, sarsmaktan öte, iç dünyamda yıkımlar yaşatıyorlardı bana.

Meselâ, kimileri evimizdeki eşyaları ?put? diye tarif ederek azarlıyordu bizi. Tamam, bunların Hz. Peygamberin evinde olmadığını biliyordum, ama Peygamberin böyle şeyleri ?put? diye tarif ettiğini de duymuş değildim. Gelin görün ki, kimine göre, evlerimiz puthaneden farklı değildi. Kâbe?deki putları deviren Peygamber, evimize gelse, Kâbe?de yaptığını evlerimizde de yapmaya girişirdi muhakkak. Neydi şu koltuklar; nereden çıkmıştı şu masa, sandalye, halı falan filan? Resûlullah?ın evinde var mıydı bunlar? Yoktu. O halde, bunları evine sokmak demek, Peygamberin sünnetine karşı bid?at çıkarmak demekti. Resûlullah ise "Bütün bid?atlar dalâlettir" demiş, dalâletin sonucunun ise ateş olacağını müjdelemişti.
Kimilerinin azarı ise, evimizden ziyade, doğrudan şahıslarımızla, daha doğrusu görüntümüzle ilgili idi. Sakal, sarık, cübbe yoksa üzerimizde, vaziyetimiz sakat demekti. Resûlullah?ın sakal bıraktığı ve sakalın fıtrattan olduğunu söylediği ortada iken sakalsız dolaşmak ona karşı bir isyan ve itiraz alâmeti değil miydi? Bu çıkarımdan son derece emin öyleleri vardı ki, imanı sakalla eşleyen kitaplara dahi rastlamıştım. Sonuçta, sırf sakalı olmadığı için, hatta sakalı filan kişinin sakalıyla aynı boyda olmadığı için imanından şüpheye düşen insanlar da görmüştü gözlerim.
Aynı gözler, tesettürü ?çarşaf?a kilitleyen kitaplar ve kişiler de görmüştü. Binbir mihnetin ve eziyetin ortasında tesettürüyle okumuş olan, tesettürüyle okuma uğruna sene kaybını göze alan eşim ve emsalleri, kimilerine göre, ?mesture? bile sayılmazlardı aslında. Kimisi ?sünnete uygun tesettür?ü çarşaf ve peçeye indirgeyerek söylüyordu bunu; kimileri ise, başörtüsünü belli renklerle sınırladığı için.
Örnekler böylece uzayıp gidiyor, sonuçta, ?bana göre? kaydı düşülmeden yapılmış ?sünnete uygun yaşama? tariflerinin etki alanına maruz evlerde müthiş açmazlar gerçekleşiyordu. Gördüklerim, duyduklarım ve de yaşadıklarım, "Peygamber bize gelse" diye başlayan, hele hele "Peygamber size gelse" diye devam eden yorumlar eşliğinde vukua gelen zincirleme arızaları fısıldıyordu kulağıma.
Meselâ, "Peygamber bize gelse azar işitmeyeceğim bir evim olsun" arayışı içinde evlerini Hz. Peygamberin kesinlikle rahatsız olacağı bir kavga ortamına dönüştürenlerin varlığını duyuyordum. ?Sünnete uygun yaşama? tarifine ?bana göre? kaydı düşmediği için eşiyle ve çocuklarıyla ?sünnet adına? çatışan ve hatta çocuklarını ?sünnet muhalifi? bir hale getiren insanlar biliyordum. ?Sünnete uygun tesettür?ün ancak ?çarşaf?la mümkün olduğu düşüncesiyle bir müddet öyle yaşadıktan sonra tesettürü büsbütün bırakan insanlar biliyordum. Dün ?sünnet?lerde zorladığı insanların bugün farzları yapamaz hale gelmesine seyirci kalmaya mahkum mürşidlerden de haberdardım. Kendisini her gün teheccüde zorladığı?veya birilerince buna zorlandığı?bir dönemin ardından farz namazları dahi bırakan insanlardan da haberim vardı.
Hem, bakıma muhtaç çocuğu yüzünden tesbihatı yahut Kur?ân okuması aksadığı için çocuğuna kahırla bakan anneler olduğunu duymuştum. Böylelerinden aldığı derse binaen ?sünnete uygun? yaşamak adına çocuksuzluğu düşünen evlilik adayları olduğunu da. Uyamadığı bazı sünnetlerden dolayı kendisini Peygambere isyan halinde bilen, kendisine bu derece kahırla yaklaştığı için de Allah?ın ona nasip ettiği güzel düşünceleri başkalarıyla paylaşmaktan çekinen, zira ?kendisi isyan halinde iken başkalarına onları tebliğ etmenin ikiyüzlülük ve hatta nifak alâmeti olduğunu? düşünen insanlardan da haberdardım.
Ve bütün bunlar, sünnete karşı apaçık savaş açmış olan kesimlerin ve onların nabzına uygun şerbet hazırlayan ?her devrin alimi? kişiliklerin yapmak istedikleri şeyin yanlışlığına bedel, samimiyetle ve dosdoğru bir niyetle sünnete sarılan kesimler arasında da bir algılama ve uygulama sorununun varlığını hissettiriyordu bana. Sonuçlar doğru çıkmıyorsa, yanlış giden birşeyler olmalıydı. Bir yerlerde bir yanlışlık vardı da, bu yanlışlık neydi ve neredeydi peki?
90?lı yılların ortasında ve tam da bu sorularla boğuştuğum hengâmda kader-i ilâhî önüme iki imkân çıkaracak; ve bu iki imkân, hayatımın sonraki zamanları için ciddi açılımlar temin ederken, böylesi sorulara da cevap bulmamı sağlayacaktı.
Bu imkânların ilki, o güne kadarki ihtiyacım ve istidadım nisbetinde anladığım Risale?den ?celâl+cemal=kemal? formülünü, yani celâl-cemal dengesini keşfetmemdi. Ki, o tarihten sonra yazdığım yazıların bir kısmı, "Yüksek fikir alçalışları" misali, doğrudan bu konu etrafında gelişmişti. Başkaca yazılarımda ise, bu denkleme bir şekilde atıflar yapılmaktaydı. Celâl-cemal dengesinin keşfi muazzam bir açılımdı benim için. Bu keşif, hayata daha bir bütüncül ve daha bir kuşatıcı bakmamı sağlamıştı. Yine bu keşif sayesinde, ?kemale ulaşma?nın, ?mükemmel?i bulmanın yolunu bulmuş sayılırdım. Kemal hali, uçlarda olmak değil, kıvamında olmaktı. Uçlarda olmak insanın zirveyi bulduğu anlamına gelmezdi; bilakis, iki ucu bir yakaya gelebilen insan zirvede idi. Meselâ, ne kolaylaştırayım derken zorlaştıranların yolculuğu kemale doğru idi, ne de kolaylaştırmayıp zorlaştıranların. Aslolan, yozlaştırmadan kolaylaştırmak ve yozlaşmasın derken zorlaştırmamak idi.
Bu kemal formülünün, bu celâl-cemal denkleminin hayatın değişik alanlarına uzanan bir dizi veçhesi vardı. Amel-iman dengesi, azimet-ruhsat dengesi, korku-ümit dengesi, uyarma-müjdeleme dengesi, hikmet-rahmet dengesi, ilim-hilim dengesi.. bunlar arasındaydı. İşte, bir kere ana formülü bulunca, o güne kadar hayatımda ve zihnimde bölük pörçük duran, hatta hepsini doğru yerine oturtamadığım için aslında bir türlü yerine oturmayan bir dizi ölçü asıl yerini bulmuştu artık. Hayat binamın temel taşları bu formülle yerine oturmuştu.
Hayatımın ?denge? ve ?kemal? eksenine yöneldiği bu zaman zarfında, hasbelkader, yoğun bir hadis ve siyer okumasına da başlamıştım. Zamanın ve olayların idaresi Kudret Elinde olan Rabb-ı Rahîm, Hz. Peygamber?in hayatına dair Türkçe?deki en geniş hacimli kitabın redaksiyonu gibi bir işi çıkarmıştı karşıma. Bir yıl boyu koskoca sekiz cildi üç defa okuyacak; bu arada Resûlullah?ın hayatında ?uçlar?dan azâde bir ?zirve? halinin en mükemmel örneğini bulacaktım. Bu vesileyle öğrendiğim bir diğer şey, o güne kadar ?Peygamber? ve ?sünnet? adına yüzyüze geldiğim bazı yaklaşımların gerçekte ?sünnet?le ne derece örtüştüğünü sorgulamam gerektiğiydi. Nitekim, Hz. Peygamber?i hayata, kâinata ve fıtrata muhatabiyeti cihetiyle tanımaya adanmış ?Peygamberin Bir Günü? başlıklı çalışmam için otuz küsur cilt hadisi taradığımda, bu sorgulama had safhaya erişecekti.
Bu okumalarımın bana gösterdiği en yalın gerçek, gündelik hayatta yüzyüze geldiğim bir dizi yaklaşımın sünnetin geniş yolunu dar bir patikaya dönüştürdüğü gerçeğiydi. Bu patikadan gidemiyor olmamız, sünnetin dışında olduğumuz anlamına gelmiyordu; zira sünnet yolu o patika değildi. Hadis külliyatları ile günümüze taşınan sünnet yolu, her fıtrattan insanın içinde kendine uygun bir şerit bulabileceği bir çeşitlilik arzetmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), "En faziletli amel nedir?" diye sorulduğunda, soran kişinin ihtiyacına ve istidadına göre farklı farklı cevap vermişti. Genç bir sahabiye "Allah yolunda cihad" cevabını verirken, anne-babasıyla sorunu olan bir başkasına "Ana-babaya iyilik etmendir" demişti. Yaşlı bir hanıma verdiği cevapta ise, en kısa namaz tesbihatı zikredilmekteydi.
Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), ümmet için nümune-i imtisal olan Ehl-i Beytinin en mümtaz siması olarak kızı Fâtıma?nın renkli ve nakışlı bir perde edinmesi üzerine kızının evinden içeri girmemiş; ama böylesi perdeleri olan başka evlere girmişti. Hatta, kızına da "O perdeyi filanlara gönder" diye tenbihlemişti?"O perde senin putun. Yak, yırt onu!" gibi sözler ise asla çıkmamıştı onun mübarek ağzından.

Meselâ, o kudsî nebi(a.s.m.), hanımı Aişe?nin duvara astığı aslan resimli örtüyü kaldırtmış; bu tavırdaki nebevî kasdı çok iyi anlayan Hz. Aişe?nin kumaşı bir-iki parçaya ayırıp minder yapmasına ise ses çıkarmamış, bilakis evinde otururken bu minderleri kullanmıştı.
O kudsî nebi(a.s.m.), kendisine itaat üzere biat edenlerin itaat sözlerine ?gücümüzün yettiği nisbette? kaydını düşmüştü defaatle. Ki, onun bu tavrı, ashabına, "Allah Resûlü bize karşı bizden daha şefkatli!" dedirtecekti.
Risale müellifinin sünnet yolunu tarif ederken ?minhâc,? yani ?geniş yol? tabirini kullanmasındaki inceliği, o şefkatli nebînin hayatından böylesi kesitlerin farkına vardığımda, nihayet anlamış sayılabilirdim artık. Hayır, Hz. Peygamber ancak çok az kişinin geçebileceği dar bir geçit hazırlamış değildi; o, ardına düşenleri patikadan geçiren bir kılavuz da değildi. O, ardına düşen her istidadın kendine münasip bir şerit bulabileceği geniş bir cadde hazırlayan ?rahmeten li?l-âlemîn?(a.s.m.) idi.
Bir kısmını bizzat yaşadığım, bir kısmının yaşandığını gözlemlediğim açmazların ardında ise, bu geniş yolu, genişliği ve kuşatıcılığı ile yerli yerinde kavramayınca gerçekleşen seçmeci ve daraltıcı bir ?sünnet eklektisizmi? vardı.
Bu okumalar vesilesiyle farkettiğim bir diğer yaklaşım hatası, Hz. Peygamberin şahsiyetine dairdi. Bizim kafamızda öyle bir Peygamber tarifi vardı ki, bu tariften ?rahmet peygamberi? mânâsının çıkması asla mümkün değildi. Evlerimize geldiğinde bizi delici bakışlarla süzecek olan, daha evimizin kapısı kendisine açılır açılmaz evi tarassuda başlayacak olan, evimizde olduğumuz sürece yapıp ettiğimize, yiyip içtiğimize, gelene gidene karışacak olan, hatta evlerimizi ?puthane?ye benzetecek olan, hatta evimizde olan kimi şeyleri alıp atacak olan bir peygamber! Huzurunda sürekli ?falso yapmama? telaşı yaşadığımız, bir yanlışımızı görür görmez lâfı yapıştıracak olan bir peygamber! Bizi kendisiyle yargılayacak olan, kendisinin yapıyor olup da bizim yapamıyor olduğumuz her bir şey için bize lâf söyleyecek olan bir peygamber!

Gerek ilgili şiire, gerek kendimizin kurduğu "Peygamber bize gelecek olsa" diye başlayan cümlelerimize sinen peygamber tarifi işte buydu.
Oysa, bütün bunlar, hakkında okuduğum otuz küsur cilt kitaptan çıkan Peygamber portresine ne kadar da uzaktı! Hayır, o, kapıyı çaldığında bizi böylesine huzursuz edecek biri asla olamazdı. Hâşâ, ne eli sopalı biriydi o, ne de dili bıçak gibi keskin biri. Bilakis, ?elinden ve dilinden emin olunan? insanların en mükemmel örneğiydi. Hem, onun gözleri girdiği evlerin dört tarafını tecessüs niyeti ve tenkid sâikasıyla kolaçan da etmezdi; bilakis, hadis kitapları onun elçisi olduğu Kur?ân?ın "Tecessüsetmeyin" emrini nasıl tatbik ettiğine dair muazzam örnekler içermekteydi.
"Peygamber bize gelse" diye başlayan tasvirler ile hadisleri vesilesiyle hayalen ziyaretine gittiğim Peygamber arasındaki fark?ilgili arayışım ve araştırmalarım sırasında beni en ziyade sarsan ve en ziyade inciten tablo buydu! Nasıl olmuş, neler olmuştu da, bir devenin, hatta bir karıncanın dahi incinmesinden rahatsız olan bir peygamber, hâşâ, elinde fırça her kusurlu gördüğü kişiyi karalayacak birine dönüşmüştü zihinlerimizde? Neler olmuştu da ?rahmet peygamberi?ni ?gazap peygamberi? gibi görür olmuş, onunla gelen rahmet tablosunu kasvet tablosuna döndürmüştük?
Halbuki, üzerine fazla yük vurulan bir devenin gözyaşlarını mübarek elleriyle silen o değil miydi? Devenin sahibine ona karşı daha şefkatli davranmasını söyleyen de o değil miydi? Kendisine genç bir deve hediye edildiğinde Hz. Aişe?ye "Allah refîktir, rıfkı [yumuşak huyluluğu] sever. Rıfk birşeyin içine girdi mi o şeyi güzelleştirir" buyurarak bir terbiye ölçüsü veren rahmet peygamberi(a.s.m.) mi bize kırıcı sözler söyleyecekti? "Mükâfatın büyüklüğü, belânın büyüklüğüyle orantılıdır" buyuran âdil nebî, şu ahirzamanın ağır yükü altındaki bizlerin kalbine acıtıcı kamçılar vurur muydu gerçekten?
Her nasılsa zihnimize kazınmış ?gazap peygamberi? portresine bedel gerçekte Resûl-i Ekrem?in nasıl bir ?rahmet peygamberi? olduğunu belgeleyen binlerce örnek vardı hadis ve siyer kitaplarında. Kaldı ki, en başta Cenab-ı Hak, şahidi idi bunun. "Biz onu ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyuran Rabb-ı Rahîm, ?mü?minlere çok düşkün, çok şefkatli ve çok merhametli? diye de tarif ediyordu onu.
Gençlik dönemini on yıl onunla geçirmiş Enes b. Malik, bu şefkat ve merhametin defaatle şahidi olmuştu. Kendisi gençlik haliyle hata yapsa, söylenen birşeyi unutsa, oyuna dalsa, yanlış yapsa, kırıp dökse dahi, koskoca on yıl boyu bir kez bile "Öf!" dememişti Hz. Peygamber(a.s.m.). Bir kerecik olsun "Niye şöyle yaptın? Niye böyle yapmadın?" diye hesaba çekmemişti.
Hz. Peygamberin evinde büyümüş olan ve kendisi mizaç itibarıyla celâl taşıyan Hz. Ali ise, şöyle tarif edecekti Hz. Peygamberi:
"Daima güleryüzlüydü. Yumuşak huyluydu. Esirgemesi, bağışlaması boldu. Katı kalbli değildi. Kimseyle çekişmezdi. Kimseye bağırıp çağırmaz, kötü söz söylemezdi. Kimseyi ayıplamazdı. Pinti ve cimri değildi. Hoşlanmadığı şeye göz yumardı. Umanı umutsuzluğa düşürmezdi. Birşey hakkındaki hoşnutsuzluğunu açığa vurmazdı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz, ayıplamazdı. Hiç kimsenin ayıp ve kusurunu araştırmazdı. Hiç kimseye hakkında sevaplı ve hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Hilim ve sabrı kendisinde toplamıştı. Hiçbir şey kendisini kızdırmazdı."
Hz. Ali?nin bu sözleri, Resûlullah?la yaşanmış otuz küsur yılın şahitliğinde söylemiş olduğu sözlerdi. Hz. Peygamberle on yıl evlilik hayatı yaşamış olan Hz. Aişe ise, onun için, şöyle diyecekti:
"İnsanların en güzel ahlâklısı idi. Hiçbir çirkin söz söylemez ve hiçbir çirkin harekete tenezzül etmezdi. Çarşı ve pazarlarda bağırıp çağırmaz, kötülüğü kötülükle karşılamazdı. Fakat, affeder ve bağışlardı. İnsanların en naziği, en iyi huylusu ve en güleryüzlüsü idi. Allah yolunda cihad dışında ne bir hizmetçiye, ne bir cariyeye, ne de bir kimseye el kaldırmış değildi."
O, böyle bir peygamberdi işte. Rahmet peygamberiydi. Şimdi, bu hal üzere olan Peygamberin gelip bizi yerden yere vuracağını, hakkımızda kaba sözler sarfedeceğini nasıl düşünebiliyorduk peki?
Sanırım, sahabiler hakkında geliştirdiğimiz yaklaşımdaki zaaflardan ötürü. Öyle bir ?sahabi? tablosu çiziyorduk ki, bu tarife göre, onlar insan değil de melek idiler âdeta. Her biri doğuştan mükemmel, hepsi doğuştan koruma altında idi sanki. Hiçbiri hiçbir zaman hiçbir yerde sürçmemiş olmalıydı. Eh, etrafında böylesine düzgün insanlar olunca, Peygamber niye bağırıp çağırsın, niye kaba söz söylesin, neden öfkelensindi ki?
Halbuki, vâkıa böyle değildi. Evet, bütün dünya Allah?a ve Resûlüne savaş açmış iken onun yanında saf tutma gibi, İslâm yolunun ?saff-ı evvel?i olma gibi muazzam bir kalite sergilemişti sahabiler. Ama bu, onların asla sürçmedikleri, doğuştan kusursuz oldukları gibi bir anlama da gelmiyordu. Kaldı ki, hiç sürçmemiş olsalar, sık sık sürçebilen bizlerin çıkış yolunu bulmasını sağlayacak birer örnek olabilirler miydi?
Sahabiler içinde, Cahiliye zamanında da Ebu Bekir misali Cahiliye?ye kapılmadan kalabilenleri vardı, ama onlar sayıca azdı. Çokları, Cahiliye içinden, çok derin uçurumlardan çıkıp gelerek İslâm?ı bulmuşlardı. İslâm?dan önce Ömer ile İslâm?dan sonra Ömer, bunun en muazzam örneğiydi. Kızını diri diri gömen Ömer, Mekke?nin en çok içki içen insanları arasındaki Ömer, öfkelendiği zaman kimsenin gözünün yaşına bakmayan Ömer, İslâm?la şereflendiğinde tastamam değişmişti. Bir Ömer, bir Hamza içkinin merkezinde olduğu bir hayatın içinden çıkıp İslâm?a gelmeleriyle, bugün bu illetle mâlul olan insanlara çok şey söylüyorlardı elbet. Onlara, onların da İslâm?a gelmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu, hatta İslâm ile çok çok yükselmelerinin pekâlâ mümkün olduğunu söylüyor; böylece, bu halde olanları "Battı balık yan gider" ümitsizliğine düşüren şeytanın tuzağını bozuyorlardı. Öte yandan, kendisi bugün bu halde olmayan bizlere, bir sarhoşun ruhunda bir Ömer, bir çalıp çırpıcının ruhunda bir Ebu Zer, hayatı şu an için giyinip kuşanmaktan ibaret duran bir gencin ruhunda bir Mus?ab tohumu arama dersi de veriyorlardı.
Sahabileri ?doğuştan kusursuz? gördüğümüzde ise, hem Resûlullah?ın eliyle gerçekleşen mucizevî dönüşümün büyüklüğü nazarımızdan gizleniyor, hem de bugün Resûlullah?ın getirdiği nurun aydınlığında böylesi dönüşümler yaşanmasını sağlayacak dersler çıkarma imkânımız yitip gidiyordu.
Üstelik, bizim düştüğümüz çukurların yanlarında küçük kaldığı uçurumlardan Resûl-i Ekrem?in kılavuzluğuyla çıkıp yükselen sahabilerin bir kısmı, İslâm dairesine girdikten sonra da sürçmeler ve hatta geçici düşüşler yaşamışlardı. Onların yaşadığı bu düşüşler karşısında Resûlullah?ın bize öğrettiği en birinci ders, amel üzerinden imana dair yargıda bulunmama dersiydi. Bedir ashabından olduğu halde Mekke?nin fethi öncesinde Mekke?nin fethine dair gizli bilgileri Mekke?deki ailesini koruma endişesiyle Kureyş?e ulaştırmaya yeltendiğinde Hâtıb b. Ebi Beltea için Hz. Ömer ?münafık? demişti de, Resûlullah bu yaklaşıma net bir biçimde müdahale etmişti. İçkiyi yasaklayan Kur?ân âyeti indikten sonra defalarca sarhoş vaziyette yakalanan, ve yaptığı şakalardan dolayı eskiden beri Medine?de Hımâr ünvanıyla anılan Suveybıt için birisi "Allahım! Şu adama lânet et. Kaç defa içki yüzünden getirildi de, bir türlü ıslah olmuyor" deyip beddua etmişti de, Peygamber aleyhisselam "Ona lânet etmeyin" demiş ve eklemişti: "Allah?a yemin ederek söylüyorum; bu adam hakkında bildiğim birşey varsa, o da Allah ve Resûlünü seviyor olmasıdır."
O, Uhud?da Osman dahil birçok sahabinin, Hudeybiye?de Ömer dahil birçok sahabinin yaşadığı sürçme karşısında asla ve asla kırıcı, kınayıcı ve dışlayıcı olmuş değildi. Uhud?da onun direktifi hilafına yapılan işler, amcası Hamza ve sancaktarı Mus?ab dahil birçok güzide sahabinin şehadetine, kendisinin ise yüzünün yaralanıp dişinin şehit olmasına sebep olduğu halde, bizatihî Cenab-ı Hakkın Kur?ân?ıyla buyurduğu üzere, Allah katından gelen bir rahmetle onlara kötü bir söz etmiş değildi Peygamber. Yine de yumuşak davranmıştı. Ki, Kur?ân?ın belirttiği üzere, o suçluluk psikolojisi içinde kendilerine sert davransaydı, hepsi tastamam dağılıp giderlerdi. Ama o öyle davranmazdı. O rahmet peygamberiydi. O düşenlerin dostuydu; düşenleri düşüren şeytanın değil. Kaba sözle, dışlamakla onların şeytanlarına yardım etmez; bilakis, yumuşak sözle, affedip bağışlamakla kalblerine yardım eder ve şeytanların oyununu bozardı. Onun içinde bulunduğu ortamda kasvet değil, rahmet vardı. Öfke değil, mağfiret vardı.
Zaten, çokları, sırf onun bu haleti ve hasleti sayesinde Müslüman olmuşlardı. Kendisini öldürme kasdıyla ucu zehire bulanmış bir kılıçla mescidine gelen Umeyr b. Vehb?i Mescid-i Nebevî?den çıkmadan Müslüman yapan sır bu değil miydi? Huneyn?de onu öldürme hesapları yapan Şeybe b. Osman, Resûlullah?ın mütebessim yüzünü gördüğünde, hele o mübarek ellerini göğsüne koyduğunda mutlak bir dönüş yaşamamış mıydı? Medine?nin Yahudi alimlerinden Zeyd b. Sa?ne?nin İslâm?ı seçişinin ardındaki nebevî sır neyin nesiydi? Müşrik oldukları bir halde bir vadide alay etme kasdıyla ezan okuyup gülüşen Kureyşli gençler, Peygamber hiç öfkelenmeden onları yanına çağırdığında, sohbet-i nebevînin iksiriyle yoğrulup birkaç saati geçmeden İslâm?ı seçmemişler miydi?
Bu bakımdan, "Resûlullah bize gelse" diye başlayan karamsar ve karanlık analizlerde gözümüzden kaçan bir başka nokta, Peygamberin sohbetiydi. Bedevîleri medenî, ahlâksızları güzel ahlâk timsali, müşrikleri tevhid eri kılan bir iksir vardı onun sohbetinde.
O halde, Peygamber bize gelse neler yapacağımızı merak edenlerin şunu da merak etmesi gerekirdi: Peygamber bize gelse, biz aynı kalır mıydık?
?Sünnete uygun yaşama? başlığı altında geliştirip "Peygamber bize gelse" kalıbında sunduğumuz kimi yaklaşımlarda var olan bir başka zaaf ise, dengenin korunamayışı idi. ?Denge? ifrat ve tefritten azâdelik idi; her iki uç da, her iki yöndeki aşırılık da dengesizlik sebebiydi. Kudsî nebî(a.s.m.) "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın" derken, dengeye çağırıyordu bizi. Ve, kolaylaştırmayıp zorlaştıranlar da, kolaylaştırayım derken yozlaştıranlar da dengenin uzağında idi.
Burada manidar olan, şeytanın ikili taktiğiydi. Laubaliliğe açık olanı ?yozlaştırma? ucuna çeken şeytan, imanı ve teslimiyet sahibi mü?minleri ise ?zorlaştırma? yönüne sevketmekteydi. Bu oyunu eskiden beri oynamış; meselâ Yahudileri Musa?yla gelen emaneti ?yozlaştırma? yönünde çelmelerken, Hıristiyanları İsa?yla geleni ?zorlaştırma? tuzağına çekmişti. Resûl-i Ekrem?in(a.s.m.) hayatında ise "Hayru?l-umûru evsatuhâ" sözünde ifadesini bulan bir denge hali vardı. O, mü?minleri yalnızca Yahudilere benzememe yönünde uyarmış değildi. Hıristiyanlara benzememe yönünde de uyarmıştı. "Kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız" demişti Hz. Peygamber. "Zira bir kavim kendisini zora attı. Allah da zorluklarını arttırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların bakiyesidir."
Onun ümmetine tavsiyesi, ne Yahudiler gibi yozlaştırma, ne Hıristiyanlar gibi zorlaştırma idi: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın. Ağır ağır hedefe varabilirsiniz."
Bu bakımdan, ölçüyü iyi bilme ve çıtayı doğru noktaya koyma durumunda idik. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâm "Yâ Rasûlallah! Farz namazlarımı kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helali helal bilip haramı da haram tanısam ve bunlara hiçbir ilave(hayır ve ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim?" diye soran Numan b. Nevfel?e "Evet!" buyurmuştu. Bu ve benzeri hadislerden selef-i sâlihînin çıkardığı ölçü, "Farzları yapan, büyük günahlardan sakınan kurtulur" şeklindeydi. Durum bu iken, ne farzların yanında çok sünnetleri de işlediği halde, uygulayamadığı sünnetlerden dolayı ne kendisini, ne başkalarını helâk olmuş bilemezdi insan. Böylesi bir hal, en başta, Resûl-i Ekrem?i incitirdi. Aslolan, "Sünnet-i seniyyenin her bir nev?ine tamamen ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyyet, bilkasd tarafdarâne ve iltizamkârâne talip olmak, herkesin elinden gelir" çizgisinde durabilmekti. "Mü?minin niyeti amelinden hayırlıdır" gibi, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" gibi hadisler, bu çizgiyi çizen seleflerin kaydettiği isabetin deliliydi.
"Peygamber bize gelse" diye başlayan karamsar yaklaşımların gözden kaçırdığı bir büyük nokta ise, ahir zaman gerçeğiydi. Doğrusu, ahir zaman mü?minine ahir zaman hadisleri ışığında bakmak değil miydi? Bir keresinde "Kardeşlerimi özledim" demişti Peygamber. Bunun üzerine sahabileri "Yâ Rasûlallah! Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye sormuşlardı da, "Sizler benim arkadaşlarımsınız" demiş; ?kardeşlerim? derken, ahir zamanın o ağır imtihanı içinde İslâm üzere kalan mü?minleri kasdettiğini söylemişti. Bu zamanın zorluğuna dikkat çekip bu zor zamanda yaşayan mü?minlere şeytanın kuracağı tuzağı bozma bâbında, ashâbına "Öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki emredilenin onda birini terkeden helâk olur. Fakat öyle bir zaman gelecek ki, emredilenin onda birini yapan kurtulacak" da demişti. Ahir zaman öyle bir zamandı ki, ?o günler avuçta ateş tutmak gibi? idi. "O günlerde, sizin kadar amel yapabilen kimseye elli kişinin ecri verilecektir."
Koyduğu bütün bu ölçüler, sergilediği bütün bu haller, verdiği bütün bu dersler ile onu gerçek haliyle tanıdıktan sonra, Peygamber size gelse ne yapardınız sahi? O şiirde tasvir edilen halleri mi yaşardınız gene? Ondan ağır sözler, sert hareketler göreceğiniz korkusunu duyar ve ya gelmemesini veyahut bir an önce gitmesini mi arzulardınız?Tam aksine, "Yâ Rasûlallah! Senin yokluğunda, biz böyleyiz işte! Lütfen ayrılma hiç yanımızdan" mı derdiniz yoksa?
Bana kalırsa, yapacağınız iş, sonuncusu olurdu. Onu size kadar ulaşan sözleriyle bir rahmet peygamberi olarak tanıyabilmiş iseniz, bütün eksiğiniz ve gediğinizle kendisine koşar, kapınızı da kalbinizi de gönül huzuruyla o gönüller tabibine açardınız
Hanzale öyle yapmıştı; çünkü o Peygamberi Hz. Ali?nin, Hz. Aişe?nin, diğerlerinin tarif ettiği şekilde biliyordu. Öyle biliyordu; zira onu bilfiil öyle görmüş ve öyle tanımıştı. Ebu Yesâr da öyle tanımıştı onu. "Ben bir günah işledim" diye gidip halini açabilmesi bundandı.
Onu olduğu gibi, sahabilerinin tanıdığı gibi tanıyabilsek, sanırım yalnız ona bakışımız değil, kendimize bakışımız da değişecek; ve, hayatlarımız da asıl o zaman değişecek. Kasvetten rahmet, ümitsizlikten gayret, trajediden zafer, dövünüp durmadan dönüşüm çıkmıyor çünkü.
O halde, hep ümit, hep ümit.
Ne de olsa, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" diye biliyoruz ve onun için "Ey sevgili, en sevgili!" diyebiliyoruz.

Metin Karabaşoğlu

Zafer Dergisinden alınmıştır
Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 11:16 Sebep: canlı link kaldırıldı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Şubat 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimin Sevdiği Müslüman Merhametli Olmalı

Peygamberimin Sevdiği Müslüman Merhametli Olmalı
Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir

ALLAH TEÂLÂ merhameti yarattı; onu yüz parçaya böldü. Bu parçaların her biri gökle yerin arasını dolduracak kadar büyüktü.
Yüz parçanın sadece birini yeryüzüne indirdi.
Bir anne, bu duygu sebebiyle yavrusuna şefkat besler.
Bir hayvan, bu duygudan dolayı yavrusunun üzerine basmamak için ayağını kaldırır.
İnsanlar, cinler, yabanî hayvanlar, kuşlar, kısacası bütün varlıklar bu duygu sayesinde birbirine merhamet eder.
Geri kalan doksan dokuz parçaya gelince; Cenâb-ı Hak onları kıyamet gününde mü’min kullarını kurtarmak için yanında alıkoymuştur. Peygamber Efendimiz böyle buyurmuştur.
Gönüllerimizdeki sevgi, Allah Teâlâ’nın bize olan merhametinin bir sonucudur.

Merhamet eden merhamet görür
Yine Peygamber Efendimizden öğrendiğimize göre merhamet duygusu, Allah’a iman etmeyenler dışında her varlıkta bulunur.
Merhamet edene Cenâb-ı Hak da merhamet eder. Yeryüzündekilere merhamet eden, göktekilerden merhamet görür.
Ama merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
Resûlullah Efendimiz, uzunca bir süre ibadet etmek niyetiyle namaza başlardı; fakat ağlayan bir çocuk sesi duyunca, “Belki çocuğun annesi cemaatin arasındadır; çocuğu ağladığı için huzursuz olabilir” düşüncesiyle namazı çabucak kıldırırdı.
Savaşlarda hem anne, hem de yavrusu esir alınmışsa, onları birbirinden ayırmamayı tembih eder, anne ile çocuğunu birbirinden ayıranı Allah Teâlâ kıyamet gününde sevdiklerinden ayırır, derdi.

Küçükleri sevmeli
Sevmeyi, çocuklara şefkat beslemeyi bize Peygamber Efendimiz öğretti.
Oğlu İbrâhim, Medine’nin biraz dışında yaşayan bir süt anneye verilmişti. Allah’ın Elçisi oğlunu görmek için sık sık oraya gider, çocuğunu kucağına alır, öpüp severdi.
Kızı Zeyneb’in küçük yavrusu Ümâme’yi omzuna bindirir, mescide götürür, çocuk omzunda olduğu halde namaza durur, rükûa varırken onu yere indirir, ayağa kalkarken tekrar sırtına alırdı.
Kureyşli kadınları, yavrularına olan şefkatleri sebebiyle, “Arap kadınlarının en hayırlısı” diye överdi.
Birgün yoksul bir kadın Hz. Âişe’nin evine geldi. Sırtında iki çocuğu vardı.
Hz. Âişe ona üç hurma verdi. O da çocuklarına birer hurma verip ötekini ağzına götürürken çocuklar onu da istedi. Kadıncağız elindeki hurmayı onlara paylaştırdı.
Bu yoksul kadının merhametine hayran kalan Hz. Âişe, gördüklerini Resûl-i Ekrem’e anlatınca Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bu şefkati sebebiyle, Allah Teâlâ o kadına mutlaka Cenneti vermiş veya onu Cehennemden âzât etmiştir.”
Çocukları öpmek gerektiğini de Efendimiz öğretti. Çocuklarını öpmeyenlerin kalbinde merhamet bulunmadığını söyledi.

Yetimleri korumalı
Allah Teâlâ “Yetimi sakın üzme!” buyurduğu için Peygamber Efendimiz yetimlere kol kanat gererdi.
Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himâye eden kimseyle Cennette yan yana olacaklarını söylerdi.
Yetim hakkı yemekten şiddetle sakındırırdı.
Kur’ân-ı Kerîm, yetim malı yiyenlerin, karınlarına Cehennem ateşi doldurduklarını bildirdiği için, o da yetim malı yemenin insanı helâk eden yedi günahtan biri olduğunu söylerdi.

Büyükleri saymalı
Çocukları sevmeli, büyükleri saymalıdır. Peygamber Efendimiz çocukları sevip büyükleri saymayanların Müslüman olamayacağını söylerdi.
Saçı sakalı ağarmış Müslümanlara saygı göstermenin, Allah’a duyulan saygıdan ileri geldiğini ifade ederdi.
İkrâma büyüklerden başlamayı tavsiye ederdi. Bir gün bununla ilgili bir rüyasını anlattı:
Rüyamda dişlerimi misvaklıyordum. Yanıma biri diğerinden daha büyük iki kişi geldi. Ben misvakı küçük olana verdim. “Hayır, büyüğe vermelisin!” diye beni uyardılar. Ben de onu büyüğe verdim, buyurdu.
Söz ve konuşma hakkının öncelikle büyüklerde olduğunu söylerdi. Bir defasında büyüklerinden önce söze başlayan bir gence “Büyüğünü tanı!” buyurmuştu.
Eğer bir genç, yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösterirse, yaşlandığı zaman ona hizmet edecek kimseler verileceğini müjdelerdi.
“Büyükler neredeyse bereket oradadır” buyururdu.

Hayvanlara
merhamet etmeli
Peygamber Efendimiz bize, hayvanlara merhamet etmeyi ve onlara iyi davranmayı da öğretti.
Bir gün bakımsızlıktan karnı sırtına yapışmış bir deve gördü. Orada bulunanları:
“Şu konuşup derdini anlatamayan hayvanlar hakkında Allah’tan korkunuz!” diye uyardı.
Atış tâlimlerinde canlı hayvanı hedef tahtası yapmayı şiddetle yasakladı.
Yüzüne damga vurulmuş bir eşeği görünce çok üzüldü ve Müslümanları bu tür davranışlardan sakındırdı.
Günahkâr birini merhameti sebebiyle Allah Teâlâ’nın bağışladığını anlatıyordu. O kimse susuzluktan dili dışarı çıkmış bir köpek görmüş, onu sulamak için kuyuya inip su çıkarmıştı.
Öte yandan bir kediyi hapsedip ona yiyecek, içecek vermeyen bir kadının bu yüzden Cehennemlik olduğunu haber verdi.
Hayvanları keserken onlara eziyet etmemeyi, canlarını yakmamayı tembih etti. Hattâ serçeyi keserken ona merhamet edene Allah Teâlâ’nın âhirette merhamet edeceğini söyledi.
Bir serçeyi, yemek için değil de eğlence olsun diye öldürenin, âhirette bu yaptığının hesabını vereceğini bildirdi.
Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 11:18
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
cicekHz. Enes bin Malik’in; “Resulullah (sas) söven, lanet eden, kötü söz söyleyen biri değildi. Birimize kızdığında ‘Alnın topraklansın’ derdi.” dediğini...
Enes bin Malik’in annesi Ümmü Süleym bir çocuk doğurunca, Resul-i Ekrem’in (sas), çocuğu istettiğini. Enes’in kollarında gelen çocuğu kucağına alarak Acve (iyi cins Medine hurması) hurmasını ağzında ezerek yumuşatıp bebeğin ağzına koyduğunu. Çocuğun onu yavaş yavaş emmesi üzerine, gülümseyerek “Medinelidir, hurmayı sever.” diyerek latife yaptığını ve dua ederek annesine gönderdiğini...

Hz. Ebu Zerr’in (ra); “Resulullah vefat edene kadar bizi o kadar güzel eğitmişti ki, gökte kanat çırpan bir kuşun hareketleri bile bize bir bilgiyi hatırlatırdı.” dediğini...

Uhud Savaşı’nda Efendimiz’in (sas) bindiği atın isminin Sekb (akan su) olduğunu...

Uhud Savaşı’nda Hz. Talha’nın (ra), Habibullah’ı (sas) korumaya çalışırken bir ara kan kaybından dolayı bayıldığını...

Hz. Peygamber’in (sas) Uhud’da yaraları ve yorgunluğu sebebiyle, tepeyi tırmanamayınca, ağır yaralarına rağmen Hz. Talha’nın, Efendimiz’i (sas) sırtına alarak gerekli yüksekliğe çıkardığını...

Server-i Ekrem (sas) ve ashabının, Uhud Savaşı sonrası çekildikleri tepede öğle namazını yorgunluk ve bitkinlikten ancak oturarak kıldıklarını ve sonra bir gözcü dikerek derin ve sakin bir uykuya daldıklarını...
Uhud’dan dönüşte Resul-i Ekrem (sas)’in akşam namazını kıldıktan sonra istirahat buyurduğunu ve aşırı yorgunluktan dolayı daldığı derin uykudan uyanamadığından yatsı namazını evinde eda ettiğini...
ercan1980 - avatarı
ercan1980
Ziyaretçi
19 Şubat 2006       Mesaj #16
ercan1980 - avatarı
Ziyaretçi
Hz.Muhammed'in kim olduğunu, kendisine nerede - ne zaman ve neden elçilik görevi verildiğini, görevini tamamladıktan sonra kendisinin nasıl putlaştırıldığını ve getirdiği hükümlerin nasıl ve hangi yollarla dejenere edilmeye çalışıldığını daha iyi kavrayabilmeniz için, kendisinden önce gönderilmiş elçiler hakkında da birtakım bilgilere sahip olmanız gerekmektedir. Bu bilgiler Kuran'da mevcuttur. Dilerseniz şimdi bunlara kısaca değinelim!

Peygamberler

Kuran'da bizlere peygamberler hakkında yeterli bilgilerin verildiğini görmekteyiz. Bu bilgilerle yetinmeyip daha fazlasını öğrenmek isteyen ve hatta bu uğurda elçilerin özel hayatlarına karışma küstahlığını gösteren onlarca insana da rastlamıyor değiliz. Bu tür kişilerin, bu cehaletliklerine "Kuran'ın yeterli olmadığı/eksik bırakıldığı" düşünceleri yön vermektedir. Allah'ın "biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" uyarısına rağmen Allah ile inatlaşmaktadırlar! Ne diyelim, Allah sonlarını hayır eylesin!

Adem ve Eşi

Mezhepçi çevirmenlerin, Yahudi öğretileri etkisi altında kalarak, Kuran'da belirtilmediği halde Adem'in eşini "Eva - Havva" olarak çağırmaları gayet ilginçtir. Oysa Kuran'da "Adem ve eşi" olarak bahsedilir! Farklı olmayı isteyen fakat Yahudilerden bir farkları olmayan bazı çevirmenlerimizin (!) asıl amaçlarını bir türlü anlayabilmiş değiliz!

İnsan, ölümcülleştiren ağaç/yasak ağaç testini geçemeyince dünyaya gönderildi. Çünkü ölümcül bir bedenin artık Cennet'te bulunması söz konusu değildi. Adem hatasını anladı ve rabbinden aldığı birtakım kelimeler ile tevbe etti. Yeryüzündeki üreme Adem ve eşi ile başlamış oldu. Adem'in bir peygamber olup olmadığına dair kesin bir kanıtımız yok! Fakat Allah'ın, her iki cihanda da Adem ile ilgilendiğini biliyoruz. Çünkü bu insan türü, Allah için yeryüzünde temsilcilik edebilecek bir biçimde (yine Allah tarafından) akıl+vicdan+ruh ile donatılarak tasarlanmıştı. Cennet'te iken Allah'a verdiği bağlılık sözünü unutup İblis'e kanan ve bu yüzden Cennet'ten atılan Adem'den sonra gelen oğullarından biri (neredeyse tüm çevirilerde alimlerimiz (!) Kuran'da adı geçmeyen fakat İncil (ibr. 11/4) ve Tevrat'ta (tekvin/bölüm 4) bahsedilen "Adem'in oğulları için Habil ile Kabil" ifadesini kullanmışlardır/eklemişlerdir -bu da ilginç!), diğerini bir hiçten (kıskançlıktan) dolayı katletti. Bu olay, iyi ile kötünün arasını ayıran ilk olay oldu. Adem ve eşi ile birlikte Cennet'ten çıkarılan İblis, Adem'in oğluna fısıldadı ve kardeşini öldürmesine sebebiyet verdirtti. Fakat aslında bu olayın bu şekilde vuku bulması gerekliydi. Eğer iyi ile kötünün arası ayrılmamış olsaydı, Adem'in nesli hep iyi olacaktı. Böyle olunca da Cennet'ten çıkarılmalarının bir anlamı olmayacaktı. Çünkü Cennet, iyilerin ödülüydü ve İblis de suç ortağı sayılmayıp Cennet'e geri döndürülecekti.

Nasıl ki Adem hatasının ardından Rabbine tevbe etti, İblis de "hesap gününe kadar cahilleri kandırmak/saptırmak" için izin istedi. Bu izin O'na verildi. Eğer verilmeseydi sınav olmazdı. Eğer verilmeseydi müminler asla Cennet'e (tekrar) giremezlerdi! Burada biraz beyninizi zorlamamız gerekiyor! Yoksa bunlara hep masal nazarıyla bakacaksınız!

Yeryüzünde iyi ile kötünün mücadelesi bu olayla başladı ve hesap gününe dek bu şekilde devam edecek!

10/19 İnsanlar bir tek toplumdu; sonra anlaşmazlığa düştüler. Rabbinin vermiş olduğu bir sözü olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilecekti.

Adem ile İbrahim arasındaki elçiler

İblis'e kiralanan* bu dünyada kötü insanlar hep iyileri ezmeye çalışmıştır. Oysa Adem'deki gibi pişmanlık ruhunu taşıyanlar iyilerdi. İyiler daima Allah'ın gözetimindeydi. Her zulme uğradıklarında Allah'tan kendilerini düze çıkarması için elçiler göndermesini isterdi. Aslında tüm elçiler birer haberciydi. Yani, ısrarla devam ettirilen zulme, Allah'ın vereceği karşılık öncesi gönderilen birer haberciydiler. Allah der "hiç bir yıkıma uğrattığımız kavim yoktur ki, biz onlara öncesinde bir elçi/uyarıcı göndermiş olmayalım" (17/5).

Allah; Nuh, Lut, Semud, Ad vb. kavimlere, sapkınlıkları ve zulümleri dolayısıyla elçiler/uyarıcılar gönderdi. Fakat uyarılara kulak asmayan zalimler Allah'ın gazabına uğradılar. Eğer böyle olmasaydı yeryüzünü tamamen kötüler dolduracak ve "daha önceden belirlenmiş olan hesap gününden önce" hükümler verilmiş olacaktı. Daha insanlık tarihinin en başlarında "Nuh Peygamber" zamanında kötüler iyilere baskın çıkmıştı. Allah dileseydi, Adem'in ilk katil olan oğluna İblis vesvese veremezdi. Ama dedim ya belirlenmiş olan güne kadar bu devranın dönmesi gerekiyor ve ayrıca İblis'in, Allah'tan aldığı bir izin de var işin içinde!

29/53 Azabı getirmen için sana meydan okuyorlar! Belirlemiş olduğumuz bir zaman olmasaydı, o azap onlara gelecekti. Onlara ansızın, haberleri olmadan gelecektir.

Hz.İbrahim

Kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan kötü insanların bol olduğu bir kavimde dünyaya geldi. Elbette Hz.İbrahim zamanında Allah'a inanan tek-tük mümin de bulunmaktaydı. Onların zalim hükümdardan kurtulmak istemeleri için yaptıkları duaya Allah, Hz.İbrahim ile karşılık/destek verecekti. Hz.İbrahim, zulmün yeryüzünü kapladığı ve Allah'ın unutulduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır.

Neden Hz.İbrahim?

Hz.İbrahim'i diğer insanlardan ayıran bir özellik vardı. Sorguluyordu/aklediyordu. Hiç Allah ile ilgili bir bilgiye sahip değilken sorgulama ve düşünme metodu ile Allah'ı buldu. Çevresindeki ataperest insanlar (babası dahil) kendi putlarına tapınırken o bambaşka bir arayış içine girmişti. Genç yaşında bu isteğine kavuştu. Allah O'nu seçmişti. Zalim putatapıcıların hükümranlığını yıkacak bir zeki insandı İbrahim. Çünkü o cahillerin inandığına inanmıyordu.

Hz.İbrahim'e inananlar

İbrahim, putatapıcı zalim halka, unutmuş oldukları Allah'ı hatırlattı. Birçoğu yüz çevirmesine rağmen bir kısmı O'nun getirdiği tevhid (tektanrıcı) inancına sarıldı. Bunlar İbraniler/İsrailoğulları idi. Bu halk, Allah'ı gereği gibi birlemelerinden ve gereği gibi anmalarından dolayı bir zamanlar "diğer kavimlerden üstün tutulmuştu". Fakat bu inançlarını Hz.İbrahim öldükten uzun bir zaman sonra koruyamadılar.Devrin zalim hükümdarı olan Firavun bu halkı köleleştirmişti. Bu esaretten kurtulmak için Allah'a yalvardılar. Allah da Musa ve Harun'u bu zulme dur demek için görevlendirdi. İbraniler Allah'tan gelen elçi eşliğinde esaretten kurtuldular. Özgürlüklerinin tadını çıkarmaları ve Allah'a şükranlıklarını sunmaları gerekirken, İblis yandaşlarının tavsiyesiyle "altından bir buzağı heykeline" tapınmaya başladılar. İşte ne olduysa bundan sonra oldu!

Birçoğu İkiyüzlü Çıktı/Lanetlendiler

Zor durumda kaldıklarında Allah'ın yardımı ile felaha kavuşanlar, Allah'a kafa tutarcasına "kendi elleriyle yaptıkları altın buzağıya" tapınmaya başladılar. Bu nankörlükleri neticesinde lanetlendiler. Tek sebep bu değil tabi. Kendilerine inen gerçekleri kabul etmediler ve gizlediler. Amaçları "İblis'e dayalı" kendi hükümranlıklarını kurmak idi. Bu uğurda kendinden sonra gelen diğer elçileri de katletmek isteyeceklerdi. Nitekim Hz.İsa Kutsal Ruhla destekli olarak, üstün mucizelerle kendilerine gönderildi. Hz.İsa aslında bir test için gönderilmişti. İkiyüzlüler ile inananların (kendi aralarında) ayrılacağı bir test. Ne kadar ilginçtir ki bu iman testini havariler/bazı müminler geçebilmişti, gerisi buzağıcılar.

Allah Desteğini Çekiyor

Zorda kaldıklarında Allah'a yalvaran ve kendilerinin rahata ermeleri için bir elçi gelmesini isteyenler, rahata kavuştuklarında hemen şımarıverirler. Bu ikiyüzlü tavırları içinde, inkar hükümranlığı uğruna, Allah'tan gelen elçileri öldürme planları kuranları Allah elbette destekleyecek değildir. Fakat günü belirlenmiş hesap gününden önce yeryüzünün tümünü silecek de değildir. Bunun için son bir uyarıcı gönderildi. Tüm insanlığa!

7/158 De ki: "Ey halk, ben, hepiniz için, göklerin ve yerin egemenliğine sahip olan ALLAH'ın elçisiyim. O'ndan başka tanrı yok. Diriltir, öldürür." ALLAH'a ve ümmi olan elçisine inanın, nitekim o da ALLAH'a ve sözlerine inanmaktadır. Ona uyun ki doğruyu bulasınız.

Ve artık gerçeklere inanıp inanmamaları kendi özgür iradelerine bırakıldı. İnancına göre ya sonsuza dek Cehennem'de azap görecek, yada eski mekanına (Cennet'e) yeniden girebilecek! Bu seçimi bir rehber (Kuran) ile belirleyecek! Bu rehberin tüm insanlığa duyurulması için de Muhammed seçildi! İşte bu yüzden Muhammed "Alemlere rahmet olarak gönderilmiştir".

21/107 Biz seni tüm halklara bir rahmet olarak gönderdik.

Getirdiğine inanıp inanmaman ise tamamen sana bağlı!

Hz Muhammed'in Çocukluğu

Bir öksüz,

93/6 Seni bir öksüz olarak bulup barındırmadık mı?

ve yoksul olduğunu,

93/8 Seni fakir bulup zengin etmedik mi?

Arabistan (Mekke-Bekke) çevresinde yaşadığını

42/7 Başkent ve çevresini uyarman için ve gerçekleşecek olan Toplanma Gününe karşı uyarman için biz kusursuz bir dile sahip olan bir Kuran'ı böylece sana vahyediyoruz. Onlardan bir kısmı cennete, bir kısmı da cehenneme girecektir.

6/92 Bu, kendisinden öncekileri doğrulayan kutlu bir kitap olup ülkelerin ******* ve etrafındakileri uyarman için indirilmiştir. Ahirete inananlar ona inanırlar ve onlar namazlarına da devam ederler.

ve gençliğindeyken bir tür sapkınlık içerisinde bulunduğunu biliyoruz.

93/7 Seni bir sapık olarak bulup doğruya iletmedik mi?

Özel hayatı bizi ilgilendiren bir görev değil! Biz mezhepliler gibi (afedersiniz) ne şekilde nereye işemiş olduğunu, hangi gece hangi hanımlarıyla yattığını, hangi taşla taharetlendiğini vs. karıştıracak değiliz. Sapıkların hadislerine sapıklar ve cahiller inanır. Biz ise Kuran'da ne yazıyorsa onu aktaracağız!

Kuran'da bu elçinin gençliğinde bir tür sapkınlık içerisinde bulunduğunu yazar. Fakat Allah, O'nu elçilikle görevlendireceği vakit "sapkınlıktan-doğruluğa, öksüzlükten-himayeye ve yoksulluktan-zenginliğe" geçmesini sağlayacak kolaylıklar sağlamıştır.

Yorum: Bölücü din tekelcilerinin Fatiha Suresi'nde kullanılan "dallin-sapkın/sapmış" kelimesini olduğu gibi çevirmeleri fakat (yukarıdaki) Duha suresinde geçen "dallin" kelimesine ise değişik anlamlar yüklemeleri oldukça ilginçtir! Mezhepleri uğruna herkes işine geldiği gibi çeviri yapabiliyor malesef! İşte bazı çevirmenlerin "dallin" kelimesi için belirlediği karşılıklardan birkaç örnek: Diyanet, S.Ateş= "şaşırmış iken" - Mevdudi, E.H.Yazır, G.Onan= "yol bilmez iken" - A.Gölpınarlı= "yol yitirmiş" ...

Hz.Muhammed'in Elçiliği

Hz.Muhammed'in elçiliği tam olarak nerede-ne zaman başladı bilmiyoruz. Elçiliği hakkında tarih kitaplarında veya mezheplilerin açıklamalarında çelişkili ifadelere rastlamak mümkün. Bu yüzden bizim için, elçiliğinin nerede/ne zaman başladığı çok önemli olmasa gerek! Eğer önemli olsaydı, Allah bunu extradan Kuran'da belirtirdi.

Kuran ayetleri Cibril vasıtasıyla elçiye aktarılmaya başlandığında, Hz.Muhammed için belirlenmiş bir din/sistem yoktu. İlk başta buna bir açıklık getirilmeliydi ve bununla ilgili gönderilen ayet şu idi:

"16/123 Nitekim, İbrahim'in dinini bir monoteist olarak izlemen için sana vahyettik; o asla putperestlerden olmadı."

Hz.Muhammed ayete göre Hz.İbrahim'in inanç sistemine/taktiğine dahil olmalıydı. Hanif-birleyici bir mümin olması isteniyordu. Bu inancın incelikleri daha sonra Hz.İbrahim kıssaları ile HzMuhammed'e öğretilecekti. Oysa Hz.Muhammed bu bilgileri edinmeden önce bunlarla ilgili bir bilgiye sahip değildi!

11/49 Bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberleridir. Ne sen, ne de senin halkın bundan önce onları bilmezdi. Sabret. Sonuç, erdemlilerindir.

Hanif-birlemek aynı zamanda İslamiyet'in diğer adıdır. İslamiyet-teslim olmak demek. Hanif-müslüman, Allah'ın insanlar için seçtiği/belirlediği din olan İslam'a ve Allah'a katıksız iman eden demektir. Bunlar birbirinden ayrı kavram değildirler. Hanif olan, Allah'ı birler. Müslüman, O'na teslim olmayı seçen kişilerdir. Nitekim Allah'ın onayladığı bir sistemdir "hanif islam".

30/30 Bir tek Tanrıcı olarak kendini dine adamalısın. Nitekim, ALLAH insanları böyle bir yaratılış ile donatarak yaratmıştır. ALLAH'ın yaratışında değişiklik olmaz. Bu, tam yetkin bir dindir, fakat insanların çoğu bilmez.

Hz.Muhammed Hanif idi

Buzağıya tapınmakla başlayan inkar hükümranlığını Yahudiler devam ettiriyorlardı. Haliyle Hz.Muhammed, Allah'ın görevlendirdiği bir elçi olduğundan, sırf kendi menfaatlerine ters düşeceklerini sezimledikleri için bu elçiyi de ortadan kaldırma planları kurmaya başladılar.

8/30 İnkarcılar seni etkisiz hale getirmek, veya seni öldürmek ya da seni sürmek için planlar yapıyorlardı. Onlar plan kuruyorlarsa ALLAH da plan kuruyor. ALLAH plan kuranların en ustasıdır.

Hicrete zorladılar. Bununla yetinmeyip taşa tuttular. Bunların karşısında elçinin göğsü daraldı.

15/97 Söylediklerinden ötürü göğsünün daraldığını biliyoruz.

Fakat bu Kuran'ın tamamlanması gerekiyordu!

15/94 Öyleyse sana emredileni açıkça ortaya koy ve müşriklere de aldırma.

Çünkü insanlar bununla sorguya çekilecek!

43/44 Bu, sana ve halkına bir mesajdır; ondan sorulacaksınız.

Elçi yılmadı. Hakaretlere aldırmadı. Bir tatsız olay yüzünden vahiy aktarımı bir süreliğine ertelendi. Fakat daha sonra tekrar devam etti.

Hz.Muhammed, atası İbrahim'e uyuyordu! O bir muvahhiddi. O haniflerin (devam) temsilcisi idi. Fakat ölümünden hemen 50 yıl sonra savaşla netice alamayanlar, İslam'ı kendi dinlerinde yaptıkları gibi, kendilerine gelen hükümleri parçalamakla işe başladılar. Hadis ve sünnet adı altında bir şirk dini ortaya çıkardılar. Ne yazık ki günümüzde Hz.Muhammed'e uyduğunu zanneden ataperestler dahi Hz.Muhammed'in sistemi ile zerre kadar ilgisi bulunmamaktadırlar. Hz.Muhammed "Muvahhid" idi ve bu şekilde can verdi.

6/161 De ki: "Rabbim beni dosdoğru olan yola iletmiş bulunuyor: monoteist olan İbrahim'in mükemmel dinine... O, ortak koşanlardan olmadı."

Hz. Muhammed'in Mucizesi

Efsane kitaplarında meşhur mezhepçiler, elçi için onlarca mucize uydurmuşlardır. Oysa elçinin bilinen tek mucizesi şudur:

21/45 "Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum," de. Ne var ki, sağırlar uyarıldıkları vakit çağrıyı işitmez.

7/203 Kendilerine bir mucize getirmediğin zaman: "Mucize isteseydin ne olurdu," derler. De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahyedilene uyuyorum." Bunlar, Rabbinizden aydınlatmalardır, inanan bir toplum için bir hidayet ve rahmettir.

Buradan anlıyoruz ki, Hz.Muhammed'in tek mucizesi, Kuran'ı tebliğ etmesi ve bu zorlu/ağır görevi başarıyla bitirebilmiş olmasıdır.

Hz. Muhammed'e Yapılan Haksızlık!

Aynı İblis hükümranlığını kurmak isteyen Yahudiler gibi, inanmış görünüp fakat aslında inanmayanlardan bazıları,

49/14 Araplar "İnandık," dediler. De ki, "Siz inanmadınız, fakat inanç kalbinize girinceye kadar, 'teslim olduk' deyin. ALLAH'a ve elçisine uyarsanız yaptıklarınızdan hiç bir şeyi eksiltmez. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.

Hz.Muhammed'e deli yakıştırması yapmaya başladılar.

81/22 Arkadaşınız deli değildir.

Öyle ya kuzu kuzu atalarımıza/putlarımıza taparken nereden çıktı bu tektanrıcılık?

37/36 "Tanrılarımızı deli bir şair için mi terkedeceğiz?" diyorlardı.

Ama insan birkez inkara şartlanmaya görsün! Binlerce bahane bulur kendi davasının haklı olduğuna inanmak/inandırmak için! Nitekim böyle yaptılar! Kuran'ın Allah katından olabileceğine inanmadılar. Onlar için bu, eskilerin masalları ve bunları derleyen/öğreten bir bilginin işiydi!

8/31 Ayetlerimizi dinledikleri zaman, "İşittik," diyorlardı, "İstesek biz de bunun bir benzerini getiririz. Bu, geçmişlerin efsanelerinden başka bir şey değil."

46/11 İnkar edenler, inananlara, "O iyi bir şey olsaydı onlar (İsrail oğulları) bizden öne geçemezlerdi" derler ve ona yol bulamadıkları için, "Bu bir efsanedir" diyeceklerdir.

16/103 "Ona bir insan öğretiyor" biçimindeki sözlerini elbette biliyoruz. Amaçladıkları kişinin dili yabancıdır, bu ise apaçık Arapça bir dildir.

Hz.Muhammed Allah'ın Sünnetini Açıkladı

Kuran, Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levhalar)'dan alıntılanmış bir bölümdür. Levh-i Mahfuz Allah'ın (ana) kitabıdır. Kainat içinde ve dışında, tarihin öncesinde ve sonrasında, her nerede/ne hadise vuku bulmuş/bulacaksa, hepsi bu kitaba göredir. Levh-i Mahfuz bir kural kitabıdır. Allah'ın sistemi hakkındaki bilgilere bu kitaptan ulaşırsınız!

85/21-22 Gerçekten, o şanlı bir Kuran'dır. Korunmuş bir ana levhadadır.

Hz.Musa'ya verilen levhalarda da bu kitabın hükümlerinden bahsediliyordu!

7/145 Her şeyin detaylı açıklaması ve öğüt olarak her ne varsa Musa için levhalara yazdık: "Bu öğretilere sıkı sarıl, halkına da söyle ona en güzel biçimde sarılsınlar. Yoldan çıkmışların son durağını size göstereceğim."

Bu kitaptaki hükümler Allah'ın, yarattıkları için belirlediği hükümlerdir. Kimsenin bunları değiştirmeye yetkisi yoktur. Bırak onu ulaşamayız bile!

17/58 Hiç bir ülke yok ki diriliş gününden önce onu yok edecek veya şiddetli bir biçimde cezalandıracak olmayalım. Bu, kitapta yazılmış bulunuyor.

İnsanlar hesap gününde "biz bu gerçeklerle yüzleşmedik, bize bir uyaran da gelmedi" diyemesinler diye Allah, herşeyi detayı ile açıklamıştır.

44/13 Mesaja aldırış etmediler. Halbuki kendilerine apaçık bir elçi gelmişti.

35/24 Seni bir müjdeci ve uyarıcı olarak gerçekle gönderdik. Her toplum içinde mutlaka bir uyarıcı gelmiştir.

67/9 Onlar da dediler ki, "Evet, bize bir uyarıcı gelmişti, ama biz yalanladık ve, 'ALLAH hiçbir şey indirmemiştir. Siz tümüyle sapıtmışsınız,' dedik."

Sapıtanlar, Allah'ın sünnetini/yasasını terkedip, Allah'ın görevlendirdiği elçi (Hz.Muhammed) için uydurulan, sözde sünnete kananlardır. Allah, kendi sünnetinden/yasasından başka bir sünnet arayanları şöyle uyarmaktadır:

6/114 ALLAH'tan başka yasa koyucu mu arayayım? O ki size kitabı detaylı olarak indirmiştir. Kendilerine kitap vermiş olduklarımız onun Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. O halde kuşkulananlardan olma.

48/23 Öteden beri uygulanan ALLAH'ın sünneti (sistemi) budur. ALLAH'ın sünnetinde bir değişme bulamazsın.

45/6 Bunlar, sana gerçek olarak okuduğumuz ALLAH'ın ayetleridir. ALLAH'tan ve ayetlerinden başka hangi hadise inanıyorlar?

Hz.Muhammed tüm hayatı boyunca insanlığın son kurtuluş umudu olan bir kitap ve bundaki Allah'ın sünnet/yasasını duyurmak için çabaladı. Fakat kendinden sonra gelen dinsiz Allah düşmanları O'nun adına bir çok hurafe uydurdular. Bu şanlı elçiye birçok iftirada bulundular. Bunların ismine sünnet (Peygamber yasaları) koydular. Allah'ın, "peygamberleri şirk aracı olarak kullanmayın" uyarısına rağmen, inadına Hz.Muhammed'i putlaştırdılar.

3/80 Ve size, melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size hiç inkarı emreder mi?

Hz.Muhammed'e Yakıştırılan İftiralar

_ Kuran'daki bağlamından koparılarak bir Yahudi efsanesinden pay verilen Miraç esnasında, Allah ile görüşüldüğünü iddia ettiler. Oysa Allah'ı bu dünyada görmek mümkün değildir. (42/51,7/143,2/260)

_ 9 eşle evli olduğunu ve bunun yarısı kadarıyla da birlikte yaşadığını iddia ettiler. Oysa Kuran'da "Güzellikleri senin ilgini çekse bile ..." artık nikahlanamazsın demekte ve bu işe bir sınır koymaktadır. 9 eş ve bir o kadar da nikahsız yaşadığı kadın ile ilgili bir bilgiye, her nedense biz Kuran'da rastlamadık.

33/52 Bunların ötesinde kadınlar sana helal değildir, ve eşlerinden her hangi birisini de onlarla değişemezsin. Güzellikleri senin ilgini çekse bile. Ancak elinin altındakiler ile yetin. ALLAH her şeyi gözetleyendir.

_ Ayı iki parmağıyla yardığını, parmağından sular fışkırttığını, gaybı bildiğini iddia ettiler.

_ 9 yaşındaki bir kız ile evlendiğini iddia ettiler.

_ Kuran'ı yeterli görmeyen inkarcılar, sayısız "Kutsi Hadis" yakıştırdılar.

_ Çelişkili yalanlarla dolu hadis/sünnet kitabı oluşturdular.

_ Tüm peygamberlerin en üstünü olduğunu iddia ettiler. Oysa Kuran'da müminler için "elçiler arasında ayırımcılık yapılmaması gerektiği" hatırlatılır.

3/84 De ki: "ALLAH'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlara indirilene; Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rab'leri tarafından verilene inandık. Onların hiçbiri arasında ayırım yapmayız ve biz O'na teslim olanlarız."

4/152 ALLAH'a ve elçilerine inanan ve onların hiçbiri arasında ayırım yapmayanların da ödüllerini ileride verecek. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir.

_ "Allah dilediğine şefaat edecektir" ayetine kafa tutarcasına Hz.Muhammed'e şefaatçı gözüyle baktılar.

39/43 ALLAH'ın dışında şefaatçılar mı edindiler? De ki, "Onlar hiç bir şeye sahip değilseler ve düşünemiyorlarsa da mı?"

10/18 ALLAH'ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de yarar veremiyenlere tapıyorlar ve "Bunlar, ALLAH yanında bize şefaat edecekler," diyorlar. De ki: "ALLAH'ın göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi O'na bildiriyorsunuz? O çok yücedir, ortak koştuklarınızdan uzaktır."

74/48 Aracıların şefaati onlara bir yarar sağlamaz.

_ Ehli sünnet adında, Kuran Müslümanlarını - Hanif Müslümanları bölen bir mezhep ortaya çıkardılar. Oysa Allah bölünenlere tolerans vermeyecektir.

3/103 ALLAH'ın ipine topluca sımsıkı sarılın; ayrılığa düşmeyin. ALLAH'ın size olan nimetini anımsayın. Siz birbirinize düşmanlar idiniz de kalplerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi ondan kurtardı. Yola gelesiniz diye ALLAH ayetlerini böyle açıklıyor.

3/105 Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra ayrılık ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayınız. Onlar için büyük bir azap var.

23/53 Fakat, onlar işlerini çeşitli kitaplara ayırdılar. Her grup kendi yanında bulunandan hoşnut...

15/90 Aynı şekilde o bölücülerle de ilgileneceğiz.

_ Allah'ın belirlemiş olduğu helaller ve haramlar dışında, Hz.Muhammed'in de helal/haram belirlediğini/belirleyebileceğini söylediler. Oysa Allah Kuran'da bunun tam tersini söylemektedir.

5/87 İnananlar, ALLAH'ın size helal yaptığı iyi şeyleri haram etmeyin. Sınırı aşmayın. ALLAH sınırı aşanları sevmez.

10/59 De ki, "ALLAH'ın size indirdiği rızıkların bir kısmını helal, bir kısmını da haram ettiğinizi görmez misiniz?" De ki, "ALLAH mı size izin verdi, yoksa ALLAH'a iftira mı ediyorsunuz?"

Tersini söylerler! Allah ne demişse-elçi ne getirmişse bu zalimler, kendi menfaatlerine ters düşeceği düşüncesiyle kabul etmezler yada değiştirirler.

16/116 Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden ötürü "Bu helaldir, bu haramdır," demeyin. Böylece ALLAH'a yalan yakıştırmış olursunuz. ALLAH'a yalan yakıştıranlar başarıya ulaşamazlar.

Fakat bu ikiyüzlü inkarcı-iftiracılardan elçi elbette bunların hesabını soracak! Allah'ın sözlerini bırakıp "Buhari, Tirmizi, Müslim vb." sözlerine, Allah'ın sünnetini bırakıp "elçi adına uydurulan sünnete" bağlananlar, hesap günü elçinin şu şikayetiyle karşılaşacaklar ve hayal kırıklığına uğrayacaklar!

25/30 Elçi de, "Rabbim, halkım Kuran'ı terketti," der.

Hz. Muhammed Öldü!

Hz.Muhammed de diğer elçiler gibi insandı. Tebliğ görevini bitirdi ve diğerleri gibi bu dünyayı terk etti. Hz. Muhammed, bazı bölücülerin iddia ettiği gibi "falan kuşağın, filan soyun başı yada sonu değildi".

33/40 Muhammed, adamlarınızdan herhangi birisinin babası olmadı. Ancak o ALLAH'ın elçisi (rasulü) ve son peygamber (nebi) oldu. ALLAH her şeyi iyi bilir.

Sonuç:

Allah'a ulaşmaya yol arayan müminler kendilerini katıksız Allah'a yöneltmeli ve Kuran rehberliğinde Hz.İbrahim'in inanç sistemi olan "Hanif"liği benimsemelidirler. Öncelikle bu tekamülün tamamlanması gereklidir. Yani Allah'a tam ve samimi bir teslimiyet/yönelme sergilemeniz gerekmektedir.

2/135 "Yahudi veya Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız," dediler. De ki: "Hayır, biz İbrahim'in tektanrıcı dinine uyarız. O, ortak koşanlardan olmadı."

30/30 Bir tek Tanrıcı olarak kendini dine adamalısın. Nitekim, ALLAH insanları böyle bir yaratılış ile donatarak yaratmıştır. ALLAH'ın yaratışında değişiklik olmaz. Bu, tam yetkin bir dindir, fakat insanların çoğu bilmez.

3/95 De ki: "ALLAH doğruyu söyler; İbrahim'in tektanrıcı dinine uyun. O puta tapanlardan olmadı."

Kim ne dersin ve kim Hz.Muhammed adına atılan onca iftiraya inadına sarılsın, gerçek ve değişmez olan Allah'ın sünnetidir/sözleridir. Ben bir muvahhidim. Benim için dinde tek kaynak "Kuran'dır". İnanmak isteyen birine Kuran yeterlidir. İnanmak isteyen birini, Kuran Allah'a ulaştırır.

2/118 Cahiller, "ALLAH bizimle konuşmalı veya bize bir ayet (mucize) gelmeli değil miydi," dediler. Daha öncekiler de onlar gibi konuşmuşlardı. Kafaları birbirine benziyor. Biz ayet (mucizeleri), inanacak olanlara sergileriz.

Kendimizi boşuna kandırmayalım. Ehli Sünnet inancını Hz.Muhammed başlatmadı/başlatamazdı da. Çünkü O'nun tek ve en önemli görevi Kuran'ı olduğu gibi halka aktarmaktı. Allah sözlerini/sünnetini insanlığa duyurmaktı. Hz.Muhammed'e inandığını savunan sözde müslümanlar, önce Kuran'ı gönüllerine yerleştirmelidirler -ki 25/30'daki peygamberin şikayeti ile yüzyüze gelmesinler. İslam (teslimiyet) şuuru içinde Hanif (birleyici) müminler arasına girmelidirler. Oysa bölücüler, Allah'ın diğer kitaplarını/yasalarını böldüğü gibi Hanif_müslüman inancını da bölmeye çalıştırlar. Fakat Allah gerçeklerin bilinmesini istiyor (41/53). Allah, inananla-inanmayanın arasını ayıracak.

29/3 Kendilerinden öncekileri sınadık. Elbette ALLAH doğrucuları ile yalancıları birbirinden ayıracaktır.

4/150 ALLAH'a ve elçisine karşı çıkanlar, ALLAH ile elçilerinin arasını ayırmak isteyenler, "Bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ederiz," diyenler ve bu ikisi arasında bir yol edinmek isteyenler...

4/151 İşte bunlar gerçek inkarcılardır. İnkarcılar için acıklı bir azap hazırlıyoruz.

Kuran' da; " Uyulması gerekli görülen " Muhammed

HANiF_MUSLiM MUHAMMED

De ki, "Ben sadece Rabbime çağırırım; ve O'na hiç kimseyi ortak koşmam." 72/20

De ki "Ey halk, dinimden bir kuşku duyuyorsanız, bilesiniz ki, sizin ALLAH'tan başka taptığınız kimselere tapmam. Ben ancak, sizin canınızı alan ALLAH'a taparım. İnananlardan olmakla emrolundum." 10/104

"Yahudi veya Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız," dediler. De ki: "Hayır, biz İbrahim'in tektanrıcı dinine uyarız. O, ortak koşanlardan olmadı." 2/135

Ben yüzümü tümüyle, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim. 6/79

GÜZELE VE DOĞRUYA ÇAĞIRAN MUHAMMED

Müslüman (teslim) oldular diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar. De ki, "Müslümanlığınızı başıma kakmayın. Aslında, sizi inanca ulaştırdığı için ALLAH sizi kendisine borçlu görür, eğer doğru kimselerseniz." 49/17

Dinlerine girmedikçe ne Yahudiler, ne de Hristiyanlar, senden hoşnut olmazlar. De ki: "Doğru yol ALLAH'ın yoludur." Sana gelen bilgiden sonra onların arzularına uyarsan ALLAH'a karşı seni savunacak ne bir dost ne de bir destekleyici bulamazsın. 2/120

Seninle tartışırlarsa, "Ben ve beni izleyenler kendimizi ALLAH'a teslim ettik," de. Kitap verilenlere ve kitap verilmeyenlere (ümmilere), "Teslim oldunuz mu," de. Teslim olurlarsa, doğruyu bulurlar. Yüz çevirirlerse, görevin sadece duyurmaktır. ALLAH kulları görür. 3/20

De ki, " ALLAH'ı seviyorsanız beni izleyin ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir." 3/31

UYARAN - ÖĞÜTLEYEN VE HATIRLATAN MUHAMMED

De ki, "Ben sizden her hangi bir ücret istemiyorum; o sizin olsun. Benim ücretim ancak ALLAH'tandır. O her şeye Tanıktır." 34/47

"Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum," de. Ne var ki, sağırlar uyarıldıkları vakit çağrıyı işitmez. 21/45

De ki, "Övgü ALLAH'adır; ayetlerini size gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin onların yaptığından habersiz değildir." 27/93

De ki "Ben türedi bir elçi değilim. Bana ve size ne olacağını da bilmem. Ben, ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim." 46/9

De ki, "Ey inanan kullar, Rabbinizi sayın. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik vardır. ALLAH'ın yeri geniştir. Gerçek uğrunda direnenlerin ücreti hesapsız olarak verilecektir. 39/10

De ki, "Sizin için göklerden ve yerden kim besin sağlıyor?" De ki, "ALLAH." Öyleyse ya biz veya siz, ya doğru yoldadır, ya da açık bir sapıklık içindedir. 34/24

De ki, "ALLAH geceyi diriliş gününe kadar üzerinize sürekli kılsaydı ne dersiniz? ALLAH'tan başka hangi Tanrı size bir ışık getirebilir? İşitmiyor musunuz?" De ki, "ALLAH gündüzü diriliş gününe kadar üzerinize sürekli kılsaydı ne dersiniz? ALLAH'tan başka hangi Tanrı dinleneceğiniz geceyi size getirebilir? Görmüyor musunuz? 28/71-72

Seninle çekişirlerse de ki, "ALLAH yaptığınız her şeyi en iyi bilendir." 22/68

De ki, "Size bir saat gecikmeyecek, bir saat de erken gelmeyecek belirlenmiş bir gününüz vardır." 34/30

De ki, "Övgü ALLAH'a özgüdür. Selam (barış) da seçtiği kullarına olsun. ALLAH mı, yoksa onların ortak koştukları mı daha iyidir?" 27/59

Eğer yüz çevirirlerse de ki, "Size yeterli ölçüde bildirdim. Size söz verilen şeyin yakın mı, yoksa uzak mı olduğunu bilmem." 21/109

Hadislerde; " Uyulması gerekli görülen " Muhammed (!)

CİNSEL UZMANI MUHAMMED

3643 - Übeyy İbnu Ka'b (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resulü, dedim, bir kimse hanımıyla cima yapsa fakat inzal olmasa yıkanması gerekir mi?" "Kadına değen kısmını yıkar, sonra abdest alır ve namaz kılar!" buyurdular."

Buhari, Gusl 29, Müslim, Hayz 85, (346).

5098 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Mü'mine cennette şu şu kadar (kadınla) cima gücü verilir!" buyurmuşlardı. Kendisine: "Ey Allah'ın Resûlü! Buna tâkat getirilebilir mi?" diye soruldu. "Yüz (kişinin) gücü verilir! (Böyle olunca takat getirir!)" buyurdular."

Tirmizi, Cennet 6, (2539).

2128 - Ümmü Atiyye (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Bir kadın Medine'de kızları sünnet ederdi. Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) (kadını çağırtarak) kendisine: "Derin kesme. Zîra derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir, koca için de daha makbüldür" diye talimat verdi."

Ebü Dâvud, Edeb 179, (5271). Rezin'in rivayetinde Resülullah şöyle buyurur: "Kızları sünnet ederken üstten kes, derin kesme, bu şekilde kesilmesi yüze daha çok parlaklık, kocaya daha çok haz verir."

KİRLETİLEN - İFTİRA ATILAN MUHAMMED

4055 - İmran İbnu Husayn radıyallahu anhüma'nın anlattığına göre kendisine, hanımını boşayıp sonra da onunla cima yapan, kadını ne boşadığı ne de rücû ettiği hususunda işhadda (beyanda) bulunmayan bir adam, durumunu sormuş, onun da cevabı şu olmuştur: "Sen hanımını sünni olmayan talakla boşamışsın, sünni olmayan tarzda geri dönmüşsün. Boşadığına da, döndüğüne de işhadda bulun ve (şahidleme işini) bir daha terketme."

Ebu Davud, Talak 5, (2186); İbnu Mace, Talak 5, (2025).

Yorum : Bilindiği üzere sünnilik akımı, Muhammed peygamberin ölümünden sonra icad edilmiştir. Fakat buradaki sözde hadiste " sen hanımını sünni olmayan bir talakla boşamışsın " deniliyor. Daha böyle bir akım ortaya çıkmamışken, peygamber sünnilikten bahsediyor. Yoksa peygamber, tüm ömrü boyunca İslam' a değil de sünniliğe mi uymuştur ? Öyleyse bu Kuran' ı kim tebliğ etti ?

5431 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın bir kızının defnine şahid olduk. Bu definde Resülullah kabrin üzerine oturmuştu. Aleyhissalâtu vesselâm'ın gözlerinden yaş aktığını gördüm. "Aranızda bu gece günah işlemeyen (cima yapmayan) var mı?" buyurdular. Ebu Talha radıyallahu anh: "Ey Allah'ın Resulü! Ben varım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Öyleyse kabrine in!" buyurdular.

Ravi der ki: "Ebu Talha kabre inip onu defnetti." Buhari, Cenaiz 72.

Yorum : Kuran' da, edeb ile yapılması yasaklanmayan (2:222-223) cinsel ilişki hakkındaki ayeti halka okuyan peygamber şimdi bu işe, " günah " mı diyor ? Bu çelişkiyi hangi Sünni düzeltecek Allah aşkına !

GADDAR - ZALİM MUHAMMED

1614 - Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "İçki haddi için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kırk, Hz. Ebû Bekir kırk, Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ) seksen sopa vurdular. Hepsi de sünnettir. (Bu bana daha hoş geliyor)."

Müslim, Hudud 38, (1702); Ebû Dâvud, Hudud 36, (4480, 4481).

1595 - İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bir insan diğer bir insana: "Ey Yahudi" diye hitab edecek olursa ona yirmi sopa vurun. "Ey muhannes (kadınlaşmış)" diyecek olursa yine o kadar ceza verin. Nikâhı haram olan birine, bunu bilerek muvakaa (aşk-ı memnû) yaparsa öldürün."

Tirmizî, Hudûd 28, (1462).

1615 - İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim (ısrarla) içki içerse dördüncü sefere kadar kamçılayın, sonra (devam ederse) öldürün." Ebû Dâvud, Hudud 37, (4482); Tirmizî, Hudud 15, (1444).


Başlı başına Kuran' la çelişen sözde - iftira hadisler, diğer peygamberler gibi, Hz.Muhammed'e de yakıştırılmıştır. Şimdi verdiğimiz bu basit örneklerden sonra lütfen şu sorumuza (tüm samimiyetinizle) doğru cevap veriniz !

İlle de uyacaksan, Kuran' ın tarif ettiği Muhammed' e mi, yoksa " Buhari' nin - Ebu Davut' un - Tirmizi' nin vb. " tarif ettiği Muhammed' e mi uyarsın?

İyi düşünüp - yap seçimini! İster "İbrahim - Muhammed - Kuran" a bağlı kalarak "Muvahhid" inancını benimse, istersen "bölücülerin hükümleri" ile amel etmeye devam et! Sonuç olarak hepimiz Allah'ın huzuruna sürüleceğiz. Ben Kuran ile hesap vereceğim (43/44), peki siz ne ile hesap vereceksiniz?

3/79 ALLAH'ın kendisine kitap, bilgelik ve peygamberlik verdiği hiç bir insan, "ALLAH'tan sonra bana da kulluk ediniz," diye halkı kendisine çağırmaz. Aksine, "Öğrenip öğrettiğiniz kitap gereğince kendisini Rabbine adayan kullar olun," der.

Not: Bu yazı, Salt Kuran'da hiçbirşeyin eksik bırakılmadığına inanmayan bazı müslüman geçinen ataperestlere bir atıftır.
Son düzenleyen ercan1980; 19 Şubat 2006 07:15
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Şubat 2006       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gulPeygamber Efendimiz henüz dünyaya gelmeden önce babasını, küçük bir çocukken de annesini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz büyümüştü. Yüce Allah onu annesiz-babasız bırakmıştı, ama kendi özel himayesine ve terbiyesi altına almıştı. “Beni Rabb’im yetiştirdi ve eğitti.” diyordu. Onun kadar anne-babanın hakkını ve değerini öğreten bir başkası yoktur. Kur’ân’ın ifadesiyle insan üzerinde Allah ve Resulünden sonra en çok hakkı olan anne-baba olduğu gibi, en çok sayılması ve sevilmesi gerekenler de onlardır. Rabb’imiz, Peygamberimize hitaben anne-baba hakkının önemini şöyle bildiriyor: “Rabb’in şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olurlarsa onlara sakın ‘Öf!’ bile deme. Onları azarlama, onlara güzel söz söyle. “Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: Ey Rabb’im, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur.” (İsrâ Sûresi, 22-23.)
Abdullah bin Mes’ud anlatıyor: Peygamber Efendimiz’e sordum: “Allah katında en iyi amel nedir?” “Vaktinde kılınan namazdır.” “Sonra hangisidir?” “Anne-babaya iyilik ve itaat etmektir.” “Sonra hangisi?” “Allah yolunda cihattır.”
Hiçbir şekilde anne-baba ayırt edilmez, biri öbürüne tercih edilmez, birinin sevgisi diğerinin önüne geçmez. Çünkü iki gözümüzden hangisini ötekinden üstün tutarız? Ancak Efendimizin hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz: Ebû Hureyre rivayet ediyor:
Peygamber Efendimize bir kişi geldi ve sordu: “Yâ Resulallah, en çok kime iyilik ve ihsan etmeliyim?” “Annene.” “Sonra kime?” “Annene.” “Sonra kime?” “Annene.” “Sonra kime?” “Sonra babana.” Bu hadisten hiçbir şekilde babayı üçüncü plâna atma anlamı çıkmamalı, ancak her zaman annenin öncelik taşıdığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Yine adamın biri Peygamber Efendimize geldi, şöyle dedi: “Yâ Resulallah, ben annemi sıcak bir günde omzuma alıp iki fersah yol yürüdüm. Hava yere atılan bir et parçasını neredeyse pişirecek kadar sıcaktı. Acaba onun hakkını ödemiş oldum mu?” Peygamber Efendimiz şu cevabı verdi: “Senin bu hizmetin, onun bir doğum sancısını belki karşılar!”
Son düzenleyen Blue Blood; 22 Şubat 2006 16:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Şubat 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Peygamberimiz'in iltifatlarıiltifat
Peygamber Efendimiz sık sık insanların gönlünü alır, onlara iltifat ederdi. Özellikle kabiliyetli, fedakâr, akıllı ve İslâmî hizmetlerde gayretli olan sahabilere yaptığı değişik iltifat dolu sözlerle onları sevindirirdi. Onlar da bu iltifat sonucu çocuk gibi sevinir ve âdeta bayram ederlerdi.

Hazret-i Ali Efendimiz anlatıyor:
“Bir gün ben, Cafer ve Zeyd, Peygamber Efendimiz’in huzuruna gittiğimizde Zeyd’e, ‘Sen bizim kardeşimiz, dostumuz ve arkadaşımızsın.’ buyurdu.
Zeyd sevincinden yerinden sıçrayarak oynaya oynaya gitti.
Kardeşim Cafer’e de, ‘Sen hem huy, hem vücut yapısı bakımından bana benziyorsun.’ buyurdu.
Cafer de sevincinden Zeyd gibi sıçrayıp oynaya oynaya gitti.
Ondan sonra Peygamber Efendimiz bana da, ‘Sen bendensin, ben de sendenim.’ buyurdu.
Ben de Zeyd’in arkasından sıçrayıp oynaya oynaya çıktım.” Peygamberimiz değişik biçimlerde sahabîlerine iltifatlar yapardı. Onlara yakınlık gösterir, gönüllerini hoş eder, sevindirirdi. Bazen olur, kalkar bizzat evlerine gider, evlerini şereflendirirdi. Sahabîler için dünyada bundan daha büyük bir mutluluk olmazdı.
Son düzenleyen Blue Blood; 29 Eylül 2006 11:34
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Şubat 2006       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
gulEfendimiz (sas) hayatının her karesinde anlatacağı bir hususu en uygun ve en güzel bir üslupla anlatmış ve öğretmede de aynı metodu kullanmıştır. Bütün insanlığa rehber olan Efendimiz (sas)’in hayatına bakıldığında O’nun öğretim adına kullandığı bazı metotları öğrenmek, bütün insanlar için iyi bir örnek oluşturacaktır. Burada Efendimiz’in kullandığı her bir metoda, onun hangi söz veya davranışının dayanak olduğunu anlatmak yerine sadece metodu söyleyip geçmek istiyoruz:
1. Efendimiz, söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dinî yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.

6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için aklî ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.

10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamıştır.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.

20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkan ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onu omuzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.

30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (Terğib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.

36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabileri görevlendirmiştir ki bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur. Evet, Efendimiz (sas) evrensel bir eğitim-öğretim sistemi getirmiş ve bütün kalbleri, bütün ruhları, bütün akılları, bütün nefisleri ideal ufka yükseltecek bir mesaj sunmuştur. Sadece O’nun getirdiği sistemdir ki hem ruhu, hem aklı hem de nefsi, yükselebilecek en son noktaya ulaştırmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Mart 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Peygamber efendimizi rüyada görmek için






Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı rüyada hakiki şekliyle görebilmek için düzgün itikada sahip olmak, ibadetleri yapıp haramlardan kaçmak ve çok salevat-ı şerife getirmek lazımdır.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cuma gecesi iki rekat namaz kılıp, her rekatta bir Fatiha, bir Âyet-el Kürsi, 15 İhlas okuyup selam verdikten sonra bana bin salevat okuyan, öteki Cumaya varmadan beni rüyada görür.) [Şir'a]

Hz.Ömer, (Bir mümin, Abher namazını kılıp da Resulullahı rüyasında görmezse, ben Ömer değilim. Yemin ederim ki, Allahü teâlâ, bu namazı kılanın işini görür, dilediğini verir, günahı ne kadar çok olsa da, hepsini affeder, ölürken susamaz, kabrine çiçekler döşenir. Kabrinden kalkarken de, başına keramet tacı konur) buyurdu. Hz. Ali de, (Resulullahı görmek istediğim zaman, Abher namazını kılarım) buyurdu.

Abher namazı, 4 rekatlık nafile bir namazdır. İkinci rekatta, oturulunca Ettehiyyatüden sonra salli barik okunur. Her rekatta bir Fatiha, on defa Kadir suresi okunur. Sonra rükudan önce, 15 defa Sübhanallahı velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber tesbihi okunur, sonra rükuya varılır, rükuda 3 defa Sübhane rabbiyel azim dendikten sonra 3 defa yukarıdaki tesbih okunur. Sonra doğrulup, kavmede, yani ayakta iken aynı tesbih 3 defa daha okunur. Secdeye varılır, 3 Sübhane Rabbiyel a'ladan sonra, aynı tesbih 5 defa okunur. Daha sonra ikinci secdeye gidilir.

İki secde arasında tesbih okunmaz.
Diğer 3 rekat da böyle tamamlanır. Selamdan sonra konuşmadan Kadir suresi on defa okunur. Sonra aynı tesbih 33 defa okunup Cezallahü Muhammeden anna ma hüve ehlühü denir.
Resulullahı rüyada gören kimse, ölene kadar o hâlini muhafaza ederse Cennetliktir.

Benzer Konular

9 Nisan 2009 / ayşe nur Soru-Cevap
15 Ekim 2018 / Şeb-i Yelda Hz. Muhammed
3 Haziran 2014 / Ziyaretç Soru-Cevap
8 Haziran 2014 / Misafir Cevaplanmış
30 Ağustos 2009 / Misafir Soru-Cevap