Arama

Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler) - Sayfa 2

Güncelleme: 16 Mayıs 2014 Gösterim: 391.081 Cevap: 177
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Temmuz 2006       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir ders ,bin Bir Ibret.

Hazreti Ömer,Medine’ye birkaç mil mesafede bir yere gidiyor. Uzaklarda,hüngür hüngür ağlayan üç çocukla çevrili bir kadın görüyor. Kadın,bir tencereyi karıştırmakta, bir şeyler pişirmektedir. İnsanlar hakkındaki “Büyük” tabirinden daha büyük Hazreti Ömer,kadına çocukların niçin ağladığını soruyor. Çünkü anaları,onlara iki günden beri yemek verememiştir; çaresi kalmayınca da tencereye su koyarak un kaynatıyormuş gibi taklit yapmaktan ve böylece çocukları oyalamaktan gayri elinden bir şey gelmez olmuştur. Hazreti Ömer,hemen Medine’ye gidiyor;taşıyabileceği kadar un,yağ,hurma alarak sırtına vuruyor ve aynı yere dönüyor. Halifeyi arkasından takip eden kölesi yalvarıyor:

Sponsorlu Bağlantılar
-Müsaade et de ben taşıyayım.

-Hayır! Kıyamet günü benim yüküme ortak olacak değilsin!..

Hazreti Ömer,kadının yanına geliyor. Gıdaları teslim ediyor. Kadının neşe ve saadetten uçuşunu mahzun gözlerle seyrediyor. Ateşin yakılmasını bizzat üzerine alıyor. Yemek bittikten ve çocuklar,artık gözleri kuru,oynamaya başladıktan sonra,anaları ellerini açıp ta gönlün içinden şu çığlığı koparıyor:

-Allah sana mükafatını versin! Ömer’in oturduğu makama sen layıksın,o değil!

Ve Hazreti Ömer,Ömer’in kendisi olduğunu söylemeden,inci gibi gözyaşlarıyla süslü gözler ve gözlerinde gölge gölge düşüncelerle Medine’ye dönüyor.

lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
26 Temmuz 2006       Mesaj #12
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
BENİM VAZİFEM KAYAYI İTMEK...
Sponsorlu Bağlantılar

Fakir bir genç adam geceleyin kulübesinde uyurken, uyku ile uyanıklık arasında odasının ışıkla dolduğunu görür. Gaipten gelen bir ses ona şöyle der: “Bundan böyle Allah için çalışacak ve kulübenin önündeki büyük kayayı bütün gücünle iteceksin!”
Bunun Allah’tan gelen bir emir olduğuna inanan adam, ertesi sabah kayayı itmeye başlar. Daha ertesi gün ve izleyen haftalar... güneşin doğuşundan batışına kadar taşı itip durur. Aylar süren uğraşı sırasında kaya yerinden bile kımıldamaz. Adam gece kulübesine yorgun-argın dönerken, gününün boşa geçtiğini düşünüyordur artık.
Onun şevkinin kırıldığını hisseden şeytan kalbine vesveseler vermeye başlar: “Ne kadar zamandır bu kayayı itip duruyorsun, bir milim bile kımıldamadı. Kendine bunun için niye yazık ediyorsun? Onu yerinden oynatman zaten mümkün değil, vs.”
Böylece, gence görevi yerine getirmesinin imkânsız olduğunu, dolayısıyla başarısızlığa uğradığı duygusunu aşılamaya çalışır.
Bu tür düşünceler onun şevkini daha da kırar ve ümidini gitgide yitirir. “Doğru ya, kendimi bu iş için niye paralıyorum ki?” diye kendi kendisine söylenir. “Bundan sonra azıcık bir kuvvet harcayacağım. Bu da yeter de artar bile. Koca kaya yerinden kımıldamayacağına göre.” Ve kararını duâsında Allah’a bildirir. “Allah’ım, uzun zamandır durmadan dinlenmeden Senin dediğin gibi hareket ettim. Bütün gücümle istediğin şeyi yaptım. Her gün yoruluyorum, ama kayayı bir milim bile kımıldatamıyorum. Neden böyle? Neden başaramıyorum?”
Gaipten bir ses şefkatle cevap verir: “Ey kulum, uzun zaman önce sana emrime uymanı istediğimde kabul etmiştin. Sana görevinin kayayı bütün gücünle itmek olduğunu söylemiştim ve sen de yapmıştın. Ben sana hiçbir zaman onu yerinden oynatmanı beklediğimi söylemedim ki! Senin görevin onu itmekti. Şimdi gücünün tükendiğini, başarısızlığa uğradığını söylüyorsun. Kendine bir bak bakalım. Kolların daha da güçlendi, pazuların büyüdü. Sırtın ağırlığa dayanıklı hale geldi. Bacakların kalınlaştı ve kuvvetlendi. Taşı itmeye başladığından çok daha kuvvetlisin şimdi. Evet, kayayı kımıldatamadın. Ama senden istenen emre itaat etmen ve onu sadece itmendi. Kayayı yerinden oynatacak olan Ben’dim.”
Hatasını anlayan genç, ertesi gün kendi görevinin kayayı yerinden oynatmak değil, onu var kuvvetiyle itmek olduğunu düşünerek verilen görevi yerine getirir. İkinci gün, üçüncü gün derken, kaya birden yerinden kımıldar. O zaman kayayı yerinden kımıldatanın kendisi değil Allah olduğunu anlar. Biraz daha uğraştığında, kaya biraz daha oynar ve kenara yuvarlanır. Altından da kendisine ömür boyu yetecek kadar büyük bir hazine çıkar.

yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
angel_ksk - avatarı
angel_ksk
Ziyaretçi
11 Ağustos 2006       Mesaj #13
angel_ksk - avatarı
Ziyaretçi
Bir adam atı ve köpeği yolda gidiyorlarmış.Kocaman bir ağacın yanından geçerlerken üçünü de yıldırım çarpmış.Ama adam dünyayı terkettiklerini fark etmemiş.Ve yanında 2 hayvanıyla devam etmiş yoluna.Yolları oldukça uzunmuş.Yokuş yukarı gidiyorlarmış.Güneş yakıcıymış ter içinde kalmışlar,susamışlar.Bir dönemecin ardında harika bir mermer kapı görmüşler;Ortasında bir çeşme bulunan altın döşeli bir meydana açılıyormuş,çeşmeden berrak su akıyormuş.Yolcu kapıdaki bekçiye dönmüş.
-İyi günler.
-İyi günler, diye yanıt vermiş bekçi
-Burası harika bir yer,adı ne ?
-Bursı cennet.
-Ne iyi cennete geldik çünkü çok susadık.
-İçeri girip dilediğiniz kadar su içebilirsiniz.Demiş bekçi ve eliyle çeşmeyi göstermiş.
-Atımla köpeğimde susadılar.
-Kusura bakmayın burya havyanlar giremez demiş bekçi.
Yolcu çok üzülmüş,çok susamış ama suyu tek başına içmek istemiyormuş.Bekçiye teşekkür edip yoluna devam etmiş.Epeyce bir süre yamaç gittikten sonra eski görünümlü kapıya varmışlar ,kapı 2 yanı ağaçlıklı toprak bir yola açılıyormuş.Ağaçlardan birinin altında,şapkasını alnına indirmiş,uyur gibi yatan bir adam varmış.
-İyi günler demiş yolcu
Adam başını sallamış.
Atım köpeğim ve ben çok susadık.
-Şurada taşların arasında bi pınar var diyen adam eliyle orayı işaret etmiş.
-İstediğiniz kadar su içebilirsiniz.
Yolcu atı ve köpeğiyle susuzluklarını gidermişler.
Yolcu bekçiye teşekkür etmiş.
-İstediğiniz zaman yine gelebilirsiniz demiş.bekçi
-Buranın adı ne ?
-Cennet
-Cenet mi? Ama mermer kapıdaki bekçi bana orasının cennet olduğunu söyledi.
-Orası cennet değil cehennemdi.
Yolcunun aklı karışmış.Sizin adınızı kullanmalarına neden izin veriyorsunuz ?Yanlış bilgi vermeleri karışıklığa neden olur.
-Hiç de değil Aslında onlar bize büyük bir iyilikte bulunuyorlar.En iyi dostlarına sırt çevirenlerin hepsi orda kalıyor çünkü .
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
12 Eylül 2006       Mesaj #14
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
Akşama Kadar Yaşamak


Mekke...

Yaşlı bir adam ve genç bir delikanlı bir köşede oturup konuşmaktalar. Önlerinde iyi giyimli bir adam belirir. Genç olanın önüne bir kese altın koyar.

Genç:

- Sağol, paraya ihtiyacım yok.

- Olsun, ben sana veriyorum, ister sen harca, ister fakirere ver.

Genç fazla ısrar etmez. Keseyi alır hemen hepsini ihtiyacı olduğunu bildiklerine dağıtır.

Yaşlı adam aynı akşam genci bir başkasından yardım isterken görür ve sorar:

- Niçin o bir kese altından kendine ayırmadın?

Genç:

- Akşama kadar yaşayacağımı düşünemezdim.



ALLAH'ın Beratı


Rufaî tarikatına mensup müridlerden biri bir gün kendisine çok güvenerek cezbe halindeyken şöyle dua etti:

Ya Rabbi Cehennemden azat olduğuma dair bu aciz kuluna bir belge gönder.

Aradan çok geçmedi, gök yüzünden beyaz bir kâğıt geldi. Alıp baktılar ki, kâğıtta hiçbir yazı yok. Kâğıdın geldiğini görerek sevinen o mürid, içinde bir yazı olmadığını görünce çok üzüldü, mükedder bir vaziyette durumu şeyhine anlatmak üzere kâğıdı Ahmed Rufai Hazretlerine götürdü.

Ahmet Rufaî Hazretleri kâğıdı eline alıp bakınca kendinden geçti ve şükür secdesine vararak:

Ey bari Hûda, sana hamd ü senalar olsun. Bu zayıf kulunun müridlerinden bir kimseye böyle bir berat göndermek şerefine eriştirdin, dedi.

Müridler:

Efendim dediler. Biz orada bir yazı görmüyoruz, siz ise bu şahsın cehennemden azat olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Dediler. O:

Ey benim müridlerim ve sadık dostlarım, kudret eli siyah yazmaz, siz buradaki yazıyı göremiyorsunuz, bu kâğıdın üzerindeki yazı nurdan kalemle yazılmıştır, buyurdu.



ŞEYTANI İMTİHANA ÇEKEN MÜ'MİN


İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.
Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min, "Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti. Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce, "Hayret!" dedi. "Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim."
Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:
"İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin."
Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak, "Ey Şeytan!" dedi. "Ben Allah'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz."
Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan Şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:
"Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metodlarını (usulllerini) açık etmeyeceğim." diye and içti. - Kenz-ül Ahbâr -



Utanmak


Ma'ruf-u Kerhi'nin dayısı şehrin valisi idi. Birgün Ma'ruf-u Kerhi'nin çekilmiş bir yerde ekmek yediğini görüp yanına yaklaştı. Baktı ki, Ma'ruf Hazretlerinin yanında bir de köpek var. Beraber yiyorlar.

Ya Ma'ruf! Böyle yemek yemeye utanmıyor musun? Dedi. Ma'ruf Hazretleri:

Haklısın dayı, utanmak lazım. Ben de utandığım için böyle yapıyorum, dedi. O anda bir kuş gelip Ma'ruf-u Kerhî Hazretlerinin önünde başını önüne eğerek durdu. Ma'ruf'un Dayısı kuşun neden böyle yaptığını sordu. Ma'ruf Hazretleri:

Dayı sen utanmıyor musun? Dedin ya... İşte ben Allah'tan utandığım için kuş da benden utanıyor ve başını gizliyor, buyurdu.

Dayısı bu sözleri Ma'ruf'tan duyunca kendisi ondan utanıp özür diledi ve çekip gitti.



Hayvana Yapılan İyiliğe Ücret


Ebu Hureyre (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu anlatır.

Bir yolcu, yoluna devam ederken, çok susamıştı. Bir kuyuya rastladı. İnip ondan su içti. Çıktığında bir baktı ki, çok susamış bir köpek dilini çıkarıp susuzluğunu toprak yiyerek gidermeye çalışıyor.

Yolcu:

- Bu köpek de benim biraz önce olduğum gibi çok susamış, der.

Kuyuya inerek ayakkabısına su doldururak köpeği su içirir. Allahu Teala'nın bu çok hoşuna gider, yaptığını muteber sayarak günahlarını affeder.

Ashabı Kiram dediler ki:

- Ey Allah'ın resulü! Hayvanlara yaptığımız iyilikte bize ecir, ücrety var mıdır?

Resulullah (s.a.v.) buyurdu.

- Her canlı hayvana yapılan iyilikte, ecir, ücret vardır.



Cami Ve Kilise


Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.

"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek istedi.

Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu cevabı aldı:

- Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...

Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:

- Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi, kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
TheGrudge - avatarı
TheGrudge
Ziyaretçi
13 Eylül 2006       Mesaj #15
TheGrudge - avatarı
Ziyaretçi
.: Niçin Gülümsediğimi Biliyormusunuz? :.

Resûlüllah (s.a.v.) ile ashabı ile beraber bulunuyordu, bir ara gülümseyerek:

- Niçin gülümsediğimi biliyor musunuz? diye sordular. Bizler, 'hayır' deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular ki:

- Kulun, Rabb'ine karşı kendisini müdâfaasından ve Allah ile aralarında geçen (şu) konuşmadan ötürü gülümsüyorum.

Kul der ki:

- Sen, dünyada beni zulümden korumadın mı?

Allah Teâlâ:

- Evet, buyurur. Kul:

- O halde ben de yabancı şâhidi kabul etmiyorum. Bana, benden şâhit istiyorum, deyince Allah Teâlâ:

- Peki, senin hesâbını kendi a'zâların görsün ve Kirâmen Kâtibîn de şâhit olsun, buyurur ve dili susturularak, a'zâlarına, 'Konuşun' denir. A'zâlar da teker teker yaptıklarını haber verirler. Sonra dili açılır. Adam a'zâlarına, 'Başımdan def'olun, ben sizi korumak için uğraşıyorum, siz ise yaptıklarınızı söylüyorsunuz' der.'
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
16 Eylül 2006       Mesaj #16
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
EKMEK VEREN ELİ KIRAN BABA

Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
- Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
- Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
Geriye bakıp eliyle işaret etti:
- İşte şu evden.
Adam kızgın şekilde salladı başını:
- Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
Kapıyı açar açmaz da sordu:
- Kim verdi ekmeği hamala?
Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
- Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
- Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
- Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
- Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
- Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
- Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
- Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
- Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
"Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)


KAYNAK: Ahmed Şahin, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
19 Eylül 2006       Mesaj #17
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Gavs Hazretleri kendi eliyle yetiştirdigi, hem zahiri (şer'i), hem de batini ilimleri Ögretip manevi makamina varis biraktigi ogluna kendisi henüz hayatta iken dergâhin bir çok işini tevdi etmiş olup çogu zaman birşey soruldugunda "Gidin Raşid'e sorun" diye buyururlardi....

Gavs Hazretleri kendi eliyle yetiştirdigi, hem zahiri (şer'i), hem de batini ilimleri Ögretip manevi makamina varis biraktigi ogluna kendisi henüz hayatta iken dergâhin bir çok işini tevdi etmiş olup çogu zaman birşey soruldugunda "Gidin Raşid'e sorun" diye buyururlardi.
Gavs hazretleri (k.s.) bir sohbetinde;

"Kendi yerine kendinden daha büyük bir şeyh birakmadan vefat eden mürşid, indallah'da mesuldür" demişlerdir.

Vefatlarindan Önce bu sözü hatirlayarak:
"Elhamdülillah, biz bunu yaptik. Raşid bizden büyüktür" diyerek Mu-hamnied Raşid (k.s.)'in manevi yönden, kendilerinden daha büyük oldugunu belirtmişlerdir.

Anlatıldığına göre Gavs hazretlerine (k.sMsn Happy bir meselenin lıasıl yapılacağı sorulunca tebessüm ederek:
"Siz onu Muhammed Raşid (k.s.)'e sorun. Bizim mühendisimizde odur. Benim kanaatimce dünyanın bütün mühendislerini getirseniz, Muhammed Raşid'in akli gibi olmaz. Ben onlarin gönüllerinin kirilmasini istemedim. Siz Muhammed Raşid'in dedigini yapin" derdi.

1974-75 yılında şikayet üzerine gelen subayla şu konuşma olmuştu. Subay Seyda Hazretlerine "Muhammed Raşid sen gençsin yakışıklısın, güzelsin ne diye sen bu gençliğini heder ediyorsun, bu işe başlıyorsun. Sonu yoktur bu işin. Bir fayda olmaz. Hiç bir şeyin de yok. Gel bu işten vazgeç. Biz de senden vazgeçelim. Bu kadar seni rahatsız etmeyelim."
Seyda Hazretleri cevaben;
"Komutan biraz sabret. Eğer bizim gayemiz Allah rızası ise bu iş devam eder ne sen, ne ben hiçbir kişi bu insanları dağıtamaz. Eğer gayemiz Allah rızası değilse birkaç gün sonra kimse benim kapımı çalmaz. Kimse de senin yanına gelmez. Hiç kimse ne beni, ne de seni rahatsız etmez. İkimiz de evimizde rahat ederiz" dedi.

Gavsın (k.s.) vefatından sonra sadıklardan biri şu rüyayı görür:
Resulullah (s.a.v.) Sahabe-i Kiram ve Sadatların hazır olduğu mecliste dediler: -Gavs (k.s.)'ın zahirinden ve batınından Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) hariç kimse pek bir şey anlayamadı.
Genellikle teveccüh olduğu günlerde çay verilirdi. Bir sabah halife iken Seyyid Muhammed Raşid hazretleri (k.s.) demlenmiş çay ve şeker getirip sofiye verdi. Herkese üçer bardak dağıtmasını emretti. Ben bu çay, bu kadar insana yetmez diye içmeyip sonunu bekledim. Baktım ki herkes üçer bardak çay içti. Sıra bana geldiği zaman soğumuştur diye gönülsüz olarak aldım. Baktım ki, çay ocaktan yeni inmiş gibi sıcak. Demliğe baktım daha yan bile olmamış, şekerde aynı.
Bu halleri görünce ehhıllah'ın kadir ve kıymetini bilip edepli olmaya gayret ettim.
Bir gün Gavs hazretlerini (k.s.) ziyaret için iki kişi geldi. Hz. Gavs (k.s.) bunlara memleketlerinin ismiyle hitap edip, iltifat etti. Birisi dedi:
-Efendim, bu benim kardeşimdir, delidir. Biz bunu zincirle baglariz, derdine tibben bir çare bulamadik, en son doktor "Bu bizim işimiz degil, bunu ancakhocalar iyi eder" dedi.Biz de sizin isminizi duyduk ve geldik. Ben ömrümü gafletle geçirdim, yalnız dün gece bir rüya gördüm, rüyamda tanımadığım, iri vücutlu, siyah sakallı, cübbeli, sarıklı ve nurani bir zat odama girdi ve baş, şehadet ve orta parmaklarının üçünü birden kalbime vurarak, kalbimden yumurta büyüklüğünde simsiyah bir şey çıkardı. Kalbim hala ağrıyor, ama kalbimde bir iz yok. Gavs hazretleri (k.s.) bu sözleri dinledi tebessüm etti:

"Allah (c.c.) şifalar versin, inşallah iyi olur." buyurdu.

Zincirlerden kurtulan hastayla Gavs (k.s.)’in elini öperek çiktilar.

Agabey: "Rüyamda gördügüm zat bu degildi. Burada başka şeyh var midir? diye sordu.

Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) gösterilince şaşirarak rüyada gördügü zatin o oldugunu söyledi.

-“Hemen gördüm ve kalbindeki yumurtayi siz çikardiniz" dedim.

O da eliyle işaret ederek:

-"Sus Allah (c.c.) her şeye kadirdir. O'nun fazlu ihsani çoktur." deyip beni susturdu ve hastaniza Allah hayirli şifalar versin." deyip bizi ugurladi.
Hocanın birisi rüyasında Hz. Rasûlüllah'ı görüyor, şu şekilde buyuruyor

-"Benim öyle bir oğlum varki Allah (cc) benim ümmetimin bir kısmını onun hatırına vermiştir. Şu anda divanda sobanın yanında üzerinde siyah bir örtüyle yatıyor."
Hoca hemen gidip bakıyor ve o kişinin Seyda Hz.lerinin olduğunu görüyor.
Bir gün Şeyh Muhammed Arapkendi (k.s.) yörenin taninmiş ulemasindan Molla Nuri'ye misafir olmuş. Ben de ziyarete gittim. Akşam sohbetinde dediler:

-“Bize gereken şudur. Boyunlarimizi uzatalim, Şeyh Abdülhakim'in (k.s.) manevi mirasçisi Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) üzerimize basip geçsin, çünkü Nakşi Tarikatinin şerefi bugün onlardadir.”

Itiraz edenler oldu. Cevaben:

-“O Gavs olmasaydı, Şeyh Muhammed Raşid (k.s.) böyle olmazdı, buyurdu.

Birgün Menzil'e gidiyorduk, varmamıza kırk dakika vardı, o sırada akşam oldu. O sıralarda Seyda hazretleri (k.s.) akşamla yatsı namazı arasında sohbet ediyor, bizde kitap haline getirmek için banda alıyorduk. Bir an önce sohbete yetişmek için arkadaşlardan rica ettik, Seyda hazretlerinden (k.s.) himmet isteyinde vaktinde varalım, diye. Gerçekten sohbet yeni başlarken köye vasıl olduk ve banda aldık. Ertesi gün Diyarbakır'a geri dönerken arabanın kilometre saatine gözüm takıldı. Her zaman Diyarbakır çıkışı kadranı sıfırlardım, kaç kilometre yaptığımı bilirdim. Daima 152 kilometre olarak ölçerdim, fakat bu defa 142 kilometreyi gösteriyordu. Göstergemi bozuldu diye düşündüm fakat Diyarbakır'a dönüşte yine 152 kilometre katettim. Demek kilometre kadranı bozulmamış, Seyda hazretlerinin (k.s.) himmetiyle yol 10 kilometre kısalmıştı.
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
19 Eylül 2006       Mesaj #18
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
SÖYLE EY NEFİS!

Şam yakınlarında Mute’de, hicretin sekizinci yılında, on bin kişilik İslam ordusu ile yüzbin kişilik haçlı ordusu karşı karşıya gelirler. Savaş başlamıştı ve şiddetli bir şekilde devam ediyordu.

Abdullah bin Revaha (R.A) yaralıydı, arkadaşı Cafer’in (R.A) şehid edildiğini öğrenince bulunduğu yerden ayağa kalktı, atına bindi ve tekrar çarpışmaya başladı. Dışarıdaki düşmanların yanı sıra içinde ki düşmanla da aynı anda savaş ediyordu. İçinde ki düşman bir ara ona;

“ Dön geri... Dünyayı sen mi düzelteceksin? Bak arkadaşlarının öldüğü gibi birazdan sende öleceksin. Oysa Medine’de seni ömür boyu mutlu edecek hurma bahçelerin var. Bununla birlikte seni bekleyen bir ailen var. Sana hizmet eden kölelerin var...”

Abdullah bin Revaha (R.A), içindeki düşmanı şöyle diyerek mağlup etti.

“ Eşini mi düşünüyonsun? O zaman bil ki; ben onu boşadım. Artık onu düşünemezsin. Köleler mi? Haberin olsun ben onların hepsini azat ettim. Medine’de bulunan bağ ve hurmalıklara gelince, onların hepsini Resul-ü Ekrem’e hediye ettim. SÖYLE EY NEFİS! BAŞKA DİYECEĞİN BİR ŞEY KALDI MI?”


EVLİYA ÇOCUK
Adamın birine hanımı balık almasını söylüyor. O da pazara gidip balık alıyor. O sırada bir çocuk yaklaşıp:
- Amca ver onu ben götüreyim, diyor.
Veriyor. Beraberce adamın evine doğru yola çıkıyorlar. Yolda ikindi ezanı okunuyor. Çocuk, beraberce namazlarını mescidde kılmalarını teklif ediyor. Adamla beraber ikindi namazlarını kılıyorlar. Beraberce eve geliyorlar. Adam karısına:
- Bu çocuk, balıkları taşımak istedi, ben de "Peki" dedim. Beraberce geldik, diye durumu anlatıyor. Karısı:
- Belki çocukcağızın canı istemiştir. Pişireyim de beraberce yeyin, diyor.
Çocuk, balığı eve bıraktıktan sonra gitmek istediyse de, balığın pişmesini beklemesini ve biraz yemesini söylüyorlar. Çocuk oruçlu olduğunu söylüyor. Bunun üzerine:
- O halde bekle de iftarı bizde yapalım, diyorlar. Bekliyor, beraberce iftar yapıyorlar. Beraberce yatsı namazını kılmak için yine mescide gidiyorlar. Döndükten sonra, "Bu gece bizde kal" diye teklif edince, çocuk bunu da kabul ediyor. Bir odada onu yatırıyorlar. Diğer odada da kendileri yatıyorlar. Diğer bir odalarında da felçli olan kızları yatmaktadır. Gece yarısı yattıkları odanın kapısı vuruluyor. Adam "Kim o?" diyence, kızı "Baba benim" diye cevap veriyor. Bunun üzerine şaşıran baba:
- Kızım sen nasıl geldin? diye soruyor. Çünkü felçli kızın oraya kadar gelmesi mümkün değildir. Kız dışardan:
- Baba kapıyı aç da anlatayım, diyor. Ve şunları anlatıyor:
- Ben geceleyin, "Yâ Rabbi bu misafirimiz hürmetine bana şifa ver" diye dua ettim. Allah benim hastalığımı alıverdi ve ayağa kalktım. Yürür oldum. Bunun üzerine misafirimize teşekkür etmek için yanına varayım dedim. Fakat baktım ki, gitmiş.
Kızın babası bu acâib hadiseyi büyük evliyalardan Mâruf Kerhî Hazretleri'ne anlattıktan sonra:
- Böyle küçük çocuklardan da evliya olur mu? diye soruyor. O mübarek Allah dostu:
- Evet, evliyanın büyüğü de küçüğü de olur, cevabını veriyor.
815 yılında Bağdat'ta vefat eden Mâğruf Kerhî Hazretlerinin kabri Dicle kenarındadır. Zamanımızda da hâlâ bir ziyaret mahallidir. Allah şefaatlerinden bizleri mahrum etmesin. (Kaddesallâhü sirrahül aziz)
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
20 Eylül 2006       Mesaj #19
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,
Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya

İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin,
Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için.

Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet,
Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet.

Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine,
Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine.

Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki,
Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.

Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye,
Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye.

İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus:
"Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?"

Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben,
Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen."

Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste,"
Dedi ki:"Resûlullah, buyurdu ki hadîste:

"Hak teâlâ sever ve seçerse birisini,
Kulların kalbine de, düşürür sevgisini."

Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve,
Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.

Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan,
Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman.

Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona:
"Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a."

Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde,
Sonra da gitmek için, istedi müsâade.

Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin,
Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?"

Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini,
Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni."

Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan,
Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan.

O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine,
Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine.

Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz,
Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."

Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar,
Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar?

Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize,
Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize.

Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz,
Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz."

Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde,
Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde.

"Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi.

O sabah namazını, kılar kılmaz beraber,
Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler."

Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın,
Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın
kamyon - avatarı
kamyon
Kayıtlı Üye
24 Eylül 2006       Mesaj #20
kamyon - avatarı
Kayıtlı Üye
GIYBET



PEYGAMBER ALEYHİSSELAM ve sahabeleri bir gaza yolundaydılar. Sahabelerden bazıları acıkmıştı. İçlerinden Selman-ı Farisî’yi, kendisinden yiyecek birşeyler istemek üzere, Allah’ın Resulû’nun huzuruna gönderdiler. O, arkadaşlarının istekleri üzere, Peygamber Aleyhisselam’ın yanına doğru yola çıktı. Geride kalanlardan bazıları, onun arkasından konuşmaya başladılar:
“Bu, ağzına kadar suyla dolu bir kuyunun başına varsa, o kuyunun suyunu kurutur da, eli boş döner!”
Arkasından söylenenlerden habersiz olan Selman, Peygamber Aleyhisselam’ın yanına vardığında, arkadaşlarının isteklerini iletti. Peygamber Aleyhisselam ise, ona hiç beklemediği bir cevap verdi:
“Git arkadaşlarına söyle, onlar yemeklerini yediler.”
Bu cevaba çok şaşıran Selman, arkadaşlarının nasıl olup da kendisinin gidişinin ardından yiyecek bulduklarının merakı içinde, onların yanına döndü ve sordu:
“Siz yiyecek bulmuş ve yemişsiniz!”
“Hayır!” dediler. “Biz ağzımıza koyacak bir lokma olsun, bulmuş değiliz!”
Arkadaşlarının bu cevabı üzerine hayreti ve şaşkınlığı daha da artan Selman, işin aslını öğrenmek üzere tekrar Peygamber Aleyhisselam’ın huzuruna döndü ve işin aslını O’ndan sordu.
Peygamber Aleyhisselam, kendisine şöyle cevap verdi:
“Onlara söyle! Sen buraya gelirken arkandan konuşup, gıybetini edip, senin etini yediler. Bu onlara yeter! Daha ne yemek istiyorlar?”


Gıybet: Orada bulunmayan biri hakkında hoşuna gitmeyecek şeyler söyleyip ileri geri konuşma. Söylenenler o kişide varsa, konuşanlar gıybet etmiş olur. Yoksa, o zaman hem gıybet, hem iftira etmiş olur ki, iki kat günahtır

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar