Arama

Menkıbeler (Dini Hikaye, Öyküler)

Güncelleme: 16 Mayıs 2014 Gösterim: 390.983 Cevap: 177
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
5 Aralık 2005       Mesaj #1
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Menkıbe Sözlük Anlamı:
Arap ordularinin orta asyaya girmeleri sonucu ortaya cikan yeni bir edebiyat turudur..
Sponsorlu Bağlantılar
Dini sahsiyetlerin meziyetlerini ve din ugruna yaptiklari seyleri anlatan eserler dini hikayeler öykülerdir..

~~~~~~

Gencin birisi Kâbe'de hep,
"Ey dogrularin yardimcisi olan Allahım, ey haramdan sakinanlarin yardimcisi olan Allahım, sana hamdü sena ederim" diye dua eder.
Bu durum herkesin dikkatini çeker.
Birisi, (Neden hep ayni duayi yapiyorsun, baska bir sey bilmiyor musun?) der.
O da anlatir:
7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altin dolu bir torba buldum. Tam 1000 altin vardi. Içimden bir ses (Bu altinlarla, sunlari sunlari yaparsin) diyordu. Hayir dedim kendi kendime, bu benim degil, baskasinin mali,kullanmam haram olur dedim.
Bu sirada birisi, "söyle bir torba bulan var mi?" diye bagiriyordu. Çagirdim onu, nasil bir torbaydi, içinde ne vardi diye sordum. Torbayi tarif etti ve içinde 1000 altin vardi dedi. Al öyleyse torbani diyerek verdim. Adam torbayi açip içinden bana 30 altin verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satiyorlardi. Gencin temizligi dikkatimi çekti. Yanlarina gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altin dediler. Adamdan aldigim 30 altini verip genci satin aldim.Bir iki yil geçti. Genç çok çaliskan, çok edepli idi. Onu aldigima çok memnun olmustum. Bir gün onunla giderken karsidan iki üç kisi geliyordu.
Genç bana dedi ki,Efendim, ben Fas emirinin ogluyum. Bu gelenler babamin adamlari. Beni buldular. Senden beni satin almak isterler. Sen iyi bir insansin, onlara 30 bin altindan asagiya satma) dedi.
O kisiler yanima geldi, bu esiri bize satar misin dediler. Satarim dedim. 60 altin verelim dediler. Olmaz dedim. Iyi ama sen bunu 30 altina almadin mi? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alin dedim. Artira artira 20 bin altina kadar çiktilar. 30 binden asagi olmaz dedim.Çaresiz kabul ettiler. Altinlari erip, genci alip gittiler. Ben o 30 bin altinla isyerleri açtim, ticaret yaptim, daha çok zengin oldum.
Bir gün bana arkadaslar, "çok zengin bir ailenin iyi bir kizi var.Babasi yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim" dediler. Ben de "olur" dedim. Nikah kiyildi. Deve yükleri çeyizini getirdiler. Çeyiz rasinda bir torba dikkatimi çekti. Kiza, "bu nedir" dedim. "Içinde 970 altin var, babam Kâbe'de bunu kaybetmis, bulan gence 30 unu vermis. Kalanini da bana hediye etti, çeyizine koyarsin dedi".
Demek ki buldugum altinlar benim rizkim imis, vermese idim haram yoldan gelecekti, simdi helal yoldan yine bana geldi. Bana yardim edip haramlardan koruyan, nice nimetler ihsan eden yüce Rabbime hamdederim.

Aci da olsa, dogrulari söyleyiniz. (hadis i serif)
Takdirden ötesi yok... Nasipten ötesi yok...
Son düzenleyen NihLe; 13 Eylül 2006 18:06 Sebep: Menkıbe Hakkında Bilgi Eklenmiştir..
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
17 Aralık 2005       Mesaj #2
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Allah’ın sevgili kullarından biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:
“Sabah olunca, karşına ilk çıkanı ye, ikinci çıkanı sakla, üçüncü çıkanın dileğini kabul et, dördüncü geleni üzme, beşinciden de kaç!”
Sponsorlu Bağlantılar
Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi kendine şöyle dedi: Rabbim bana bunu yememi emretti. Sonra şöyle dedi: Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeye karar verdi. Dağa doğru yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup yedi, baldan tatlı buldu. Allah’a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı. Şöyle dedi: Rabbim, bunu da saklamamı emretti. Bir çukur kazdı, onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı. Geri döndü, tekrar gömdü. Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yine toprak üstüne çıktı. Kendi kendine, “Ben emredileni yaptım.” diyerek bırakıp gitti. Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu. Kuş ona şöyle dedi: “Ey Allah’ın sevgili kulu, beni sakla. Bana yardım et.” Onu aldı. Koynuna sakladı. Peşinden şahin geldi; şöyle dedi: “Ey Allah’ın sevgili kulu, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak istiyorum. Kısmetime engel olma. Kendi kendine şöyle dedi: “Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi, yaptım. Dördüncüyü üzmemem mredildi. Şimdi ne yapacağım? Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı; kendi uyluğundan bir parça et kesti, şahine attı; o da kapıp kaçtı. Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı. Akşam olunca şu duayı yaptı:
“Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne ise bana bildir.”
Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı: “Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur. İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar. Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme. Dördüncüsü şudur: Bir insanın sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey olsun. Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç. Şüphesiz her şeyi bilen Allah’tır.”
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
2 Nisan 2006       Mesaj #3
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
John J. Dunne’nin hidayet öyküsü



KATOLİKBİRAİLENİNÇOCUĞU olarak dünyaya geldim. Babam da böyle bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Annem ise gençlik yıllarında kendi isteğiyle katolikliği tercih etmiş birisiydi. Bu tercihi yapmasında annesini bir trafik kazasında kaybetmesi etkili olmuş. Babamla karşılaşana dek bir manastırda yaşamış. Evlendikten sonra her ikisi de kilise korosunda görev yapmaya başlamışlar. Yani, ailem oldukça dindardı. Pazarları kiliseye giderdik. Pazartesi öğleden sonra katolik eğitimi aldığımız derslere devam ederdik. Birkaç yıl içinde de kilise ayinlerinde görev alacak hâle gelirdik

İslâmla ilgili ilk hatıram, dokuzuncu sınıfta aldığım sosyal bilimler dersine kadar uzanır. Sınıf arkadaşlarımdan birine, “Eğer bir gün katolik kilisesinden ayrılırsam, Müslüman olacağım,” dediğimi hatırlıyorum.

Sonraki yıllarda astronomiye ilgi duymaya başladım. Bilim kitaplarını okumayı hâlâ çok severim. Fakat o zamanlar, bu kitapları okurken Tanrının varlığını inkâr etme gibi bir düşünceye kapıldım. Kendimi bazen Ateist olarak tanımlamış olsam da, dinî meseleleri hep cazip ve büyüleyici bulmuşumdur. O dönemlerde özellikle Zen Budizmi ilgimi çekiyorsa da, farklı dinler hakkında bilgi edinmekten asla geri durmadım.

1982 yılında Uniteryan kilisesine mensup iki kişi ile tanıştım. Bu kilise farklı bir Hıristiyanlık anlayışına sahipti. Diğer mezheplerinin sahip olduğu ‘teslis’ inancını reddediyorlardı. Tek bir Allah inancına sahiptiler. Bundan etkilendim ve Hz. İsa’nın tanrının oğlu değil, bir peygamber olduğuna inanmaya başladım. Uniteryan kilisesi kendini Ateist olarak ilân edenleri dışlamadığı için bu kiliseye üye olmaya karar verdim.


1985’te Arizona Üniversitesi’nde eğitim görmeye başladım. Beşerî ilimlerde gerekli ders sayısını tamamlayabilmek için “İslâm Medeniyeti” dersini almanın ilginç olacağını düşündüm. Üniversiteden birkaç blok ötedeki İslâm Kültür Merkezi’nde yaptığımız bu dersin İslâm’ı tanımamda çok faydalı olduğunu itiraf etmeliyim. Fakat aynı ders, birkaç yıl sonra CIA’ye yaptığım iş başvurusu sırasında red cevabı alışımın da asıl sebebi olacaktı. Yaptığım başvuru kabul edilip mülâkata alındığımda ben işle ilgili sorular beklerken, onlar niçin İslâm medeniyetine ilişkin bir ders aldığımı kurcalamaya çalıştılar. Hiç merak etmeyin; o günden sonra CIA ile ilişkim olmadı.

Bir süre sonra N. J. Davut’un Kur’ân tercümesini aldım. Az bir kısmını okudum. Fakat benim için verimli bir okuma dönemi olmadı. Çünkü derslerim çok yoğundu.

90’lı yılların ortasında Delena isimli bir hanımla tanıştım. Kendisiyle telefonda görüşmelerimiz oluyordu. Arkadaşlığımız ilerleyince, kendisine birlikte bir akşam yemeği teklif ettim. Fakat bazı aksaklıklar oldu ve yemeğe gidemedik. Dışarıda buluşmak mümkün olmayınca, onu evinde ziyaret etmeye karar verdim. Odasının duvarında Müslümanlara ait bir takvim görünce merak edip sorular sormaya başladım. Onun birkaç yıl önce İslâm’ı kabul ettiğini öğrendim. Sonraki görüşmelerimizde hep İslâm hakkında konuşur olduk. Fakat arkadaşlığımız uzun sürmedi.

Delena ile görüşmelerimiz sırasında elimdeki Kur’ân tercümesiyle ilgili bazı sorunların olduğunu fark ettim. Bu yüzden, Muhammed Marmaduk Pickthall tarafından tercüme edilmiş yeni bir Kur’ân tercümesi satın aldım. İşte bununla Allah’ın sözleri kalbimde yankı bulmaya başladı. İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’ı daha ciddi mütalaa etmem gerektiğini düşündüm. Fakat din değiştirmeye henüz hazır değildim. Çünkü bilimsel şüpheciliğimden kaynaklanan problemlerim vardı. Kur’ân’ın gerçekten Allah’ın vahyi olduğunu ispatlayacak bir delil bulmak istiyordum.

Birkaç ay sonra elimdeki tercüme Kur’ânlar arasında ne tür farkların olduğunu araştırmak düşüncesiyle Ahmet Ali mealini satın aldım. Okumalarım sırasında Nahl Suresi’nin on beşinci âyeti dikkatimi çekti: “Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.”

Bu ayetin izahında, Ali şu açıklamayı yapıyordu: “Dağların yerkabuğunun içindeki uzantıları, ancak jeofizikte kaydedilen gelişmeler sonrasında keşfedilmiştir. Bunların yüksekliği 6 milden, 6000 mile kadar çıkabilir; ve yerkabuğu ile dünyanın merkezi arasında yer alırlar. Burada ‘dengeleyici’ nitelemesinin kullanılması özellikle manidardır.”


İşte bir süredir aradığım mantıklı delil karşıma çıkmıştı. Çünkü Hz. Muhammed’in (a.s.m) yaşadığı dönemin şartları itibariyle Allah’ın yeryüzüne yerleştirmiş olduğu ‘dengeleyici’ lerden bahsedebilmesi mümkün değildi. Bu büyüklükteki jeolojik yapıların bilinebilmesi, ancak sismolojik aletlerin bulunmasına paralel bir gelişmeydi. Böyle bir delil, Kur’ân’ın Hz. Muhammed’in (a.s.m) hâlâ yaşayan bir mucizesi ve Allah’ın vahyi olduğunu kanıtlıyordu.


Hayatım bu halde geçip giderken, bir gün kendimle ilgili bir şeyi fark ettim. Elimin altında üç tane Kur’ân tercümesi vardı, ama ben hiç şehadet etmemiştim. Kazara ölecek olsam, insanlar evimdeki Kur’ân tercümelerine ve diğer İslâmî kitaplara bakıp benim Müslüman olduğumu düşünebilirlerdi. Vakit kaybetmeden şehadet getirmem ve Müslüman olduğumu ilân etmem gerektiğine karar verdim.

Bu kararımı uygulamak için İslâm Kültür Merkezi’ne gittiğimde, bir süre içeri girip girmeme hususunda tereddüt yaşadım. İçimde pazarlık yapıp dururken, bir korkak gibi davrandığımı fark ettim. Çok can sıkıcı bir durumdu. Kendimi şehadet etmek istediği halde şehadet etmekten korkan biri gibi görmek beni rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlıktan kurtulmak için tüm cesaretimi topladım ve içeri daldım. Bir süre sonra Hakim isimli biri yanıma gelerek yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. İçimde bir yerlerde hâlâ Müslüman olma fikrinin tedirginliğini yaşıyordum. Ona “Mescide katılmak için doldurmam gereken herhangi bir başvuru formu var mı?” diye sordum. Hakim’in cevabı hâlâ hafızamdadır: “Burası bir kulüp değil dostum.” Aslında bunu zaten biliyordum. Sonra bana şehadet etmek için mi orada bulunduğumu sordu. “Evet,” diye yanıtladım. Böylece Hakim ve Arap bir delikanlının şahitliğinde, pek aşina olmasam da, Arapça aslıyla şehadet getirdim ve Müslüman oldum.

Bu şehadetle ilgili sonraki yıllarda beni üzen tek bir şey var. O da şehadet gibi ulvi bir sözü o zaman yeterince hakkını vererek söyleyememiş olduğumu düşünmemdir. O yüzden şimdi yürekten inanarak ve coşkuyla tekrar söylemek istiyorum: “Eşhedü en lâ ilahe illâllah ve eşhedü enne Muhammedün abduhu ve rasulühü.”
Benim İslâm ile şereflenme yolculuğum, uzun ve meşakkatli bir yoldan oldu. Bu yolun sonunda aydınlık bir güne uyanmama katkısı olan herkesten Allah razı olsun diyorum.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
4 Haziran 2006       Mesaj #4
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
BİR ÖLÜM RÜYASI


Bir zamanlar bir yerde Allah'ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü'mindi. Her gördüğünü iyiye yorumlar, Allah'a çok tevekkül ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından alır, "Bunda bir hikmet vardır" diyerek gönlünü hoş tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.


Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini tam ve katıksız düşman bilir, Allah'a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid'i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has bir kuldu. Kur'an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.


Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.
Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne buyurmuştu? "Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur."
Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?
Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar? Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...
Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek için herşeyi mübah sayanları düşündü.
Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü... Allah'ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul edersin. Bizleri Rasulullah'ın (s.a.v.) sancağı altında toplananlardan eyle!..
Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler, bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
"Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; 'hesap lütfen' diyor.


Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...


Hesap sormazsın?..
İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et."
Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü tadacaktır. "Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından fazladır." buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı, sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet, cehennem...
Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?..
Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.
Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah'ın (c.c.) rızası için nasıl yaşacaklarını, hepsini, hepsini...
Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin geldiği kabrin sahibine sordu:
- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:
- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah'a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.
- Anladım...
Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin, intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların, içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların, avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık oldu.
İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği eşsiz korkularla kendine geldi..
- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı. Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir? dedi.
- İmandır kardeş, iman.
- Nasıl yani? s
- Ben dünyadayken "La ilahe illallah Muhammedürresullah" lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.
Allah'ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri, oruç tutanları, namaz kılanları. Allah'ı (c.c.) çokca zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta ile baktı.
Bizim Allah dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam kaldı. İmam ayağa kalkıp:
- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.
Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O da şudur: "Allah'tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah'ın (c.c.) Rasulü olduğuna, senin Rab olarak Allah'a (c.c.) Din olarak İslam'a, Peygamber olarak Hz. Muhammed'e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir." dedi...
Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.
Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:
- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle irkildi ve birden ayağa fırladı.
- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..
İmam tebessüm ederek:
- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.
- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...
- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının vakti çıkmadan namazını kıl.
İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar. O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...
İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.
Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına ve cehenneme nasıl dayanırız?..
İlahi!.. Affet..
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
9 Haziran 2006       Mesaj #5
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
ÇOK GÜZEL BIR YORUM INANIYOR MUSUN?

Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal tıraşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular.
Birden Allah ile ilgili konu açıldı...
Berber: " Bak adamım, ben senin söylediğin gibi
Allah'ın varlığına inanmıyorum."
Adam: " Peki neden böyle diyorsun?"
Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana
söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu,
terk edilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çektirmez, birbirini üzmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki tıraş
olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"
Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim." Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."
Berber: " Himmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"
Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, bu gitmeyenlerin tercihi. Işte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni..
Son düzenleyen NihLe; 20 Eylül 2006 20:26
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
lionhead - avatarı
lionhead
Kayıtlı Üye
17 Haziran 2006       Mesaj #6
lionhead - avatarı
Kayıtlı Üye
2 YAKLAŞIM FARKI

Bir adam kötü yoldan para kazanip bununla kendisine bir inek alır.
Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış
olmak için bunu Hacı Bektas Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister
O zamanlar dergâhlar ayni zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı
Bektas Veli'ye anlatır ve Hacı Bektas Veli
- ' helal değildir ' diye bu kurbanı geri çevirir.
Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve ayni durumu Mevlana'ya anlatır .
Mevlana ise ; bu hediyeyi kabul eder.
Adam ayni şeyi Hacı Bektas Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul
etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana'ya bunun sebebini sorar.
Mevlana söyle der:
- Biz bir karga isek Hacı Bektas Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz
O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektas dergâhı'na gider ve Hacı Bektas Veli'ye,
Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli'ye sorar.
Hacı Bektas da söyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir.
Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez.
Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir."
Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini yermek yerine yüceltebilmeyi
becerebilen bir insan ve toplum olmamız dileğiyle...
Son düzenleyen NihLe; 13 Eylül 2006 17:29
yasamak kucuk bir umut we insana duyulan sewgiden ibarettir..
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
27 Haziran 2006       Mesaj #7
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Bir Batı ülkesinde, birkaç Anadolulu genç, doktora çalışması yapıyorlardı. Bir Asya ülkesinden gelmiş ve köken itibarıyla pagan bir toplumun fertleri olan üç arkadaş da aynı üniversitede doktora çalışması yapmakta idiler.


Ama bunlar felsefe okuyup ilmî ve fennî araştırmaların içine girince kendi pagan anlayışlarını tamamen bırakmışlardı. Müslüman öğrencilerle tanışınca da merakla durmadan dinî sorular soruyorlardı. Bizimkiler dinî bir okulda okumamışlardı; ama Külliyât'ı iyi mütâlaa etmişlerdi. İnkârcı felsefeden gelen bütün itirazların cevabını Kur'an-ı Kerim'in bu tefsirinde bulmuşlardı. Bu sebeple arkadaşlarının yaratılışla ilgili sorularının cevabı için 23. Lem'a olan Tabiat Risalesi'ne müracaat etmişlerdi. Orada yaratılış ile ilgili dört ihtimal ve yol gösteriliyor. Bunlardan önce sebeplerin üzerinde duruluyor. Temsillerle mesele akla yaklaştırılıyor ve bu akılsız, şuursuz sebeplerin asla yaratıcı olamayacakları gösteriliyordu. Sonra da eşyanın kendi kendine bu düzeni kuramayacağı ve canlıları asla meydana getiremeyeceği izah ediliyordu. Üçüncü ihtimal olarak tabiat konusu ele alınıyor, onun da bu hârika nizamı ve canlıları yaratamayacağı anlatılıyordu. Böylece ilim, kudret ve hikmet sahibi ezelî ve ebedi bir Zat'ın yani Allah'ın her şeyi yarattığı gerçeği kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Öldükten sonra dirilme meselesi ise Onuncu Söz olan Haşir Risalesi'nde yine aklî ve mantıkî delillerle anlatılıyordu. Meleklerin varlığı hakkında Yirmi Dokuzuncu Söz, ilmî delillerle meseleyi akla ve mantığa yaklaştıran temsillerle gerçekleri güzel bir şekilde ortaya koyuyordu.
Bunlar üzerinde sohbetler devam ederken bir tanesi Müslüman olmaya karar verdi. Memleketine gidince de annesine artık Müslüman olduğunu söyledi. Bir yanlış tepki beklerken onun yumuşak bir tavırla "Bak sana bir şey anlatayım..." dediğine şahit oldu ve kulağını ona verdi. Şöyle diyordu:
"Oğlum uzun zaman benim çocuğum olmamıştı. Pek çok doktora başvurduk bir netice alamadık. Bu sefer kendi tapınaklarımızda dualar ettim, olmadı. Ümidimi artık kesmiştim. Bizim fakir bir Müslüman komşumuz vardı. O kadına gittim. Derdimi anlattım, üzüntümü belirttim. Bana 'Sen hiç Müslümanların mescitlerine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Hayır' deyince, 'Sen evine git baştan aşağıya iyice bir yıkan da gel.' dedi. Ben de dediğini yaptım. Beni alıp bir mescide götürdü. 'Ben namaz kılacağım, sen de benim yaptıklarımı yap. Sonra Allah'a dua ederiz.' dedi. Namaz kıldıktan sonra beraber Allah'a dua ettik... Bir sene sonra sen doğdun. İlk konuştuğun kelime de 'Allah' sözü oldu. Ben 'Oğlum, anne, de!' diyordum. Ama sen hep 'Allah' diyordun... Tabii sonraları unuttun. Ama şimdi Müslüman olduğunu söylüyorsun. Sen zaten doğduğunda Müslüman imişsin ki, ilk sözün Allah olmuş." Bir müddet sonra ikinci arkadaşları da İslamiyet'i kabul etti. Üçüncü arkadaşları "Belki kabirde Müslüman olurum!" diyordu. Ama Müslüman arkadaşlarının cana yakın samimi davranışlarına hayran olup arkadaşlarına katıldı. Sonra da gözyaşlarıyla "Ne büyük bir nimet ve lütuf içinde bulunuyorum, yeni fark ediyorum!" dedi...
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
28 Haziran 2006       Mesaj #8
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
Genç bir delikanlı senelerce yurt dışında okuduktan sonra vatanına ateist olarak geri döner. Üç sorusuna hiç kimse cevap veremediğinden dolayı canı gayet sıkıntılıdır. Ebeveyni oğullarına yardım etmek niyetiyle büyük ilim sahibi olan köyün hocasına götürürler. Hoca ve delikanlının arasında geçen dialog şöyle devam eder.


Delikanlı: Kimsin sen? Sorularıma cevap verebilecek misin?
Hoca: Allah'ın bir kuluyum ve Onun izniyle sorularına cevap verebileceğim.
Delikanlı: Emin misin? Proferserler bile cevap veremedi bana.
Hoca: Allah'ın izniyle cevap vermeye çalışırım

Delikanlı: 3 sorum var
1. Allah yaşıyor mu? öyle ise, şeklini bana göster
2. Takdir (kader) nedir?
3. Eğer şeytan ateşten yaratıldıysa neden cehenneme yollanıyor, cehennemde ateş dolu değil mi? Ateş ateşi nasıl yaksın. Tanrı bunu düşünemedi mi?

Bu arada, aniden bizim hocamız delikanlının başı üzerinde bir saksı kırar.

Delikanlı canı yana yana sorar; Neden sinirlendin ki?
Hoca: Sinirlenmedim. Bu benim üç soruna bir cevabım der.
Delikanlı: Hiç birşey anlamadım.
Hoca: Nasıl hissetin kendini saksıyı başında kırınca
Delikanlı: Tabii ki, fena bir acı hissettim.
Hoca: Yani, acının varlığına inanıyor musun?
Delikanlı:Evet
Hoca: Bana bu acının şeklini göster ozaman!
Delikanlı:Gösteremem.
Hoca: Bu benim ilk cevabım. Herkes Allah'ın varlığını hisseder ama Allah'ı göremez.

Hoca: Dün gece rüyanda benim başında saksı kırdığımı gördün mü?
Delikanlı:Hayır.
Hoca: Bugün böyle birşey ilekarşılaşacağını hiç düşündün mü? aklından geçti mi?
Delikanlı:Hayır
Hoca: Bu işte takdir dir (kader)

Hoca: Biz neyden yaratıldık?topraktan yaratılmış değil miyiz?
Delikanlı: Evet böyle denir.
Hoca: E o zaman ? Saksıda topraktan yapılmadı mı? Allah isterse ateşten yaratılan şeytanı ateşin içinde cezalandıramaz mı?
Son düzenleyen NihLe; 13 Eylül 2006 17:35
peymane - avatarı
peymane
Ziyaretçi
10 Temmuz 2006       Mesaj #9
peymane - avatarı
Ziyaretçi
Burası bir kumaş pazarı... Ben de bir zamanların gözde kumaşıydım. Ama şimdi eskisi gibi bana rağbet etmiyorlar. Modam geçmiş. Renklerim canlı değilmiş. Yaşlı işiymişim. Bu yüzden diğer parlak renklerin altında kalmış, ezilme tehlikesiyle karşı karşıyaydım. O karanlık ve tozlu yerde yıllardan beri bekliyordum. Üstümdeki top kumaşların parçaları bitiyor, yenileri geliyordu. Ustam kumaşları düzlerken bazen bana gözü çarpıyor, esefle “Yer kaplıyorsun yıllardan beri burada. Seni artık buradan kaldırmak gerekiyor” diyordu kendi kendine. “Hayır” diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. “Bir gün elbet beni de alan biri bulunacak” Diğer havalı renkler alay ederek “Komik olma, artık senin yüzüne bakan bile yok” dediler. “Bir de bize bak. Ne kadar da güzeliz! Renklerimiz şeker gibi. Desenlerimiz göz alıcı. Oysa sen ne kadar da iç karartıcısın!” Kendimi savunarak “Hiç de iç karartıcı değilim! Bir zamanlar ben de yok satıyordum. Aranan bir kumaştım!”

“O bir zamanlardı şekerim, şimdi bayanlar kendilerinin farkına vardılar. Daha güzel olmak istiyorlar. Daha çekici, daha göz kamaştırıcı olmak istiyorlar. Ama sen mahkeme suratlısın!” dedi uçuk bir pembe kumaş. İşte her gün böyle sözler duyuyor, gittikçe daha derinlere doğru kayıyordum. Doğru söylüyorlardı. Benim çoktan modam geçmişti. Oysa önceden bayanlar dikkat çekmemek için beni tercih ederlerdi. Benden genellikle başörtüsü yaparlardı. Ben bunları düşünürken içeriye genç bir bayan girdi. Ağır tavırlarıyla, sade giyimiyle vakarlı birine benziyordu. Ben bütün olanları diğer kumaşların altındaki küçük bir aralıktan izliyorum. Ustam müşteriyi görünce “buyurun küçük hanım, yardımcı olabilir miyim?” dedi. Genç kız sakin bir edayla bakışlarını kumaşların üzerinde gezdirip “başörtülük bir kumaş arıyorum” diye bir kuş gibi şakıdı. Bunu duyar duymaz, kalbimden vurulmuştum. Bizim bulunduğumuz yere doğru geliyorlardı. Üstümdeki uçuk renkli kumaşlar güzellik yarışına girmiş gibiydiler. Benim duyduğumu onlar da duymuş üstümde debelenip duruyorlardı. Fısıldayarak “susun geliyorlar” dedim.

Portakal rengi bir kumaş “Eee sana ne oluyor? Biz varken senin hiç şansın yok!” dedi eğlenerek. “Şans mı, kader mi göreceğiz!” dedim. Genç kızın beni görmesini çok arzu ediyordum. Ama nasıl? O kadar derinlerde kalmıştım ki, ustam beni zahmet edip çıkarır mıydı? Ustam eline fıstık yeşili bir kumaşı alıp “Küçük hanım bu renk size çok yakışır. Şimdi genç kızlar hep bu renklerden alıyor.” dedi. Genç kız kumaşa göz ucuyla bakıp pek tenezzül etmedi. Diğer kumaşları inceliyor gittikçe gül yüzüne bir kaygı gelip oturuyordu. Ustam da genç kıza yardımcı oluyordu. “Yine siz bilirsiniz ama bence yaşınıza şu pembe, turuncu rengi çok uygun.” dedi. Renkli kumaşlar hep bir ağızdan “Eveeet!” dedi. Kendimi göstermek için büyük bir çabaya girmiştim. Ama diğerleri beni itekliyor, kendileri öne geçmek için beni eziyorlardı. İyice bunalmıştım. “Ahh boğuluyorum, çekilin üstümden be!” diye bağırmak istiyordum. Mutlaka beni arıyordu. Genç kız hayal kırıklığıyla “Aradığım burada değil galiba!” dedi.

“Buradayım küçük hanım, ne olur devam edin!” diye bağırmak istiyordum. O kadar altta kalmıştım ki, gördüğüm tek şey karanlıktı. “Allah’ım ne olur bana yardım et!” dedim debelenerek. Genç kız kumaşlara üzgün bir şekilde bakıp “Teşekkür ederim.” dedi ustama. İşte, gidiyordu. Ustam desen beni unuttu. “Usta! Duymuyor musun beni? Bak ben buradayım!” dedim çaresizlikle. Biliyordum ki beni duymayacaktı. Kaderimin gül yüzü gidiyordu işte. Ustam üstümdeki kumaşları düzlerken bir şey hatırlamış gibi birden “Küçük hanım bir dakika!” deyip üstümdekileri boşaltmaya başladı. Aman Allah’ım, giderek rahatlıyordum. Ferahlıyordum. Diğer kumaşlar mızmızlanıyordu. Kıvrak bir hareketle beni hızla çekip “Seni tamamen unutmuşum” dedi kendi kendine yine. “Alıştık usta artık buna” dedim. Genç kız beni görünce hızla yanımıza geldi. Gözleri ışıldıyordu. Bana sevgiyle dokundu, işte birbirimize ilk sevdalandığımız an. Gözlerini benden alamıyordu. Ben de onun gül yüzünden. Kader bizi bir araya getirmişti sonunda. Diğer kumaşlar bize gıptayla bakıyordu. Bilge bir kumaş “Eyvah” dedi. “Eyvah, çok gözyaşı göreceksin!” “Evet,” dedim, “mutluluk gözyaşları...”

Eve geldiğimizde genç kız dakikalarca aynanın karşısında benden gözünü alamadı. Yıllardan beri böylesine değer verilmemişti bana. Beni başına örtüp namaz kılıyor, Kur’ân okuyordu. Hiç böyle duygular yaşamamıştım. Dışarıda gül yüzlümü bir kalkan gibi koruyor, kem gözlerden saklıyordum. Onunla çok güzel günlere şahit oldum. Arkadaşları tarafından çok sevilen bir kızdı. Bazen dostluklarını kıskanıyordum. Benim onu sevdiğim gibi acaba o da beni seviyor muydu? Sürekli ders çalışıyor, kitaplar okuyor, uzun uzun düşünüyordu. Bazı geceler masanın başında uyuyakalıyordu. Kimi zaman uzaklara dalar, akşam olduğunda bir nilüfer gibi kendini iç dünyasına kapatırdı. Sonra gözleri bana kayar, gül yüzü gerçekten bir gül rengini alırdı.

Bir gün ikimiz de korkunç bir şeyle sarsıldık. Mutlu günler sona ermişti artık. Gül yüzlüm artık okuyamayacaktı. Okuluna devam edemeyecekti. Okuma hakkını elinden almışlardı. Çünkü beni tercih etmişti. Başörtüsünü... Olmadık hakaretlere uğruyor, herkes geleceğini bilir gibi karanlık masallar uyduruyorlardı. Artık bizim için yeni bir süreç başlamıştı. Gül yüzlüm baskılara direnecek, kendisiyle aynı yasaklara maruz kalanlarla yeni ve anlamlı dostluklar kuracaktı.. Zulme, sürgüne duçar edilmişti. Bu bir başörtüsü sevdası olmalı. Sabret gül yüzlüm, sabret! Şu an karanlık. Belki gecenin en koyu olduğu bir vakit. Şafak yakındır gül yüzlüm, şafak yakındır. Başak başak olacak bir gün ümitlerimiz. Allah’ın rahmet kanadının altında buluşacak bir gün ellerimiz.

Dilek DİNÇER
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Temmuz 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şeytani İmtahana Çeken MÜmİn

İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.

Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min, "Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti. Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce, "Hayret!" dedi. "Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim."

Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:

"İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin."

Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak, "Ey Şeytan!" dedi. "Ben 'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz."

Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan Şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:

"Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metodlarını (usulllerini) açık etmeyeceğim." diye and içti.

Benzer Konular

17 Şubat 2016 / Misafir Genel Mesajlar
2 Ekim 2006 / Misafir Din/İlahiyat
26 Ocak 2007 / Misafir Din/İlahiyat
18 Aralık 2011 / ocean97 Genel Mesajlar