Arama

Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca)

Güncelleme: 9 Haziran 2012 Gösterim: 17.434 Cevap: 6
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Osmanlı Türkçesi (Osmanlıca)
Oğuz Türklerinin kullandığı dilin devamı olan ve Selçuklular'ın son zamanlarından Cumhûriyet devrine kadar 700 yıl kullanılan ve kesintisiz eserlerini veren Osmanlı Türklüğünün devlet ve resmî yazışma dili.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvân’ında Oğuz ve Hâkâniye adlı iki edebî şîveden bahseder. Bunlardan Oğuz Türklerinin kullandığı Oğuzca; daha sonra Türklüğün İslâmî devresi içinde ve Osmanlı Hânedanına nispetle Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi adını almıştır. “Osmanlıca” deyimi daha çok Osmanlıyı inceleyen müsteşrikler tarafından kullanılmıştır.
Eski Türkçe devresinden sonra, 13. asra kadar, Türk kültür târihi içindeki eserlerimiz; göçler ve yeni yeni kültür merkezlerinin ortaya çıkması sebepleriyle, Kuzey-Doğu (Kıpçak, Çağatay) ve Batı Türkçesi'ni de içine alarak “Müşterek Orta Asya Yazı Dili” ile verilmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
Batı Türkçesi adını verdiğimiz Oğuz Türkçesi; Osmanlı Türkçesi-Azerî Ağzı ile birlikte olan müşterek devresini, hemen hemen 15. yüzyılın ortalarına kadar sürdürür. Ancak bu zamandan sonradır ki, Selçuklular devrinin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adı ile andığımız her iki ağzın müşterek oldukları zaman görülen bazı ayrılıkların bir kısmı Osmanlı, bir kısmı da Azerî Türkçesi'nde umumîleşerek 16. yüzyıldan başlamak üzere iki ağzın kesin çizgilerle ayrılmasına sebep olur. Bunun yanında her iki şîvenin komşularından alınan kelimeleri, Arapça ve Farsça olanlar hariç, Azerî ve Osmanlı Türkçelerinde anlaşmada çıkacak, ikinci bir ayrılığı ortaya çıkarır.
Azerî Türkçesi daha çok Rusça ve Moğolca ile onlara yakın yerlilerin ve Hintçe'nin kollarından kelimeler alırken, Osmanlı Türkçesi de komşu Avrupa milletlerinin dillerinden kelimeler almıştır. Gerçekte, kurulan büyük bir imparatorluğun, sınırları içine aldığı pekçok milletin dilinden meydana gelen Osmanlı Türkçesi; topraklarla birlikte yeni kelimeler de fethederek onları millîleştirmiştir. Bu durum, Türkçe'nin karakteri icâbı da böyledir. Bu kelimeler daha çok, İtalyan, Yunan, Arnavut, Sırp, Romen, Bulgar vs. gibi milletlerin dillerinden girmiştir. Ancak bu milletlerin dillerinden alınan kelimeler, zamanla Türkçe'nin içinde yoğrulmuştur.
Arapça ve Farsça'dan gelen kelimeler ise yadırganmazlar. Çünkü Osmanlılar'da bu iki dile hiçbir zaman yabancı diller gözü ile bakılmaz. Bu sebepledir ki Türkçe başta olmak üzere, Arapça ve Farsça gramer unsurları Osmanlı Türkçesi'ne girmiş, yabancı kelimelerde herhangi bir ayrılık gözetilmediğinden, galat da olsalar, Türk zekâ ve kâbiliyetinin ürünü olan kelimeler ortaya çıkmıştır. Bu durum tamlamalarda da kendini gösterir.
İslâmî devre içerisinde Batı Türklüğünün dili olan Osmanlı Türkçesi, devre itibariyle Türk Dili tarihinin Orta ve Yeni Türkçe devreleri içine girmektedir. Tarihî Türkiye Türkçesi adını da verdiğimiz Osmanlı Türkçesi ilk devir eserlerinde; Türkî, Lisân-ı Türkî ve Türkmence olarak adlandırılır. Cevdet Paşa ve Fuad Paşa tarafından yazılan gramerin adı da Kavâid-i Osmâniye’dir. Cevdet Paşa, daha sonra Osmanlı lafzını bırakmış eserine Kavâid-i Türkiye adını vermiştir. Bu isim daha bazı gramer kitaplarında Lisân-ı Osmânî, Osmanlıca, Osmanlı Sarfı, Nahv-i Osmânî, Osmanlıca Dersleri gibi günümüze kadar gelmektedir. Ancak Süleyman Paşa ve Şemseddin Sâmî gibi zevâtın yazdığı gramerlerde İlm-i Sarf-ı Türkî ve Nev Usûl Sarf-ı Türkî gibi yine Türkî lafzına yer verilir. Deny ve Redhouse gibi batılılar ise, eserlerinde her iki kelimeyi de kullanmışlardır.
On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar devam eden, alfabe olarak Arap menşeli İslâmî Türk alfabesine yer veren Osmanlıca'yı;
1) Eski Osmanlıca,
2) Klasik Osmanlıca,
3) Yeni Osmanlıca olarak üç devreye ayırmak gerekir.
Birinci devre; yukarıda da belirtildiği gibi Osmanlı Azerî Türkçelerinin birleştiği 13-15. yüzyılları içine alan, yabancı dillerden gelen kelimelerin az olduğu, açık Türkçe devresidir. Bu devreye Eski Anadolu Türkçesi veya İlk Osmanlı Türkçesi de denmektedir.
İkinci devre Klâsik Osmanlıca devridir ki 16-19. asırları içine almaktadır. Türkçe, bu devrede Arapça ve Farsça'dan gelen kelime ve gramer kaidelerine ziyadesiyle açılmıştır. Ancak bu durum, yazılan eserlerin mevzûuna ve işlenişine göre, dilin açık ve anlaşılır veya kapalı olması şekli, değişmektedir. Meselâ Bâkî’nin Dîvân’ını anlamak güç olabilir. Fakat Meâlimü’l-Yakîn adlı siyer kitabı gayet açıktır ve anlamada zorluk çekilmez. Ancak, belirli kültür seviyesine ulaşmamış bir insan, hangi devirde olursa olsun günlük kelimelerin dışında hiçbir şey anlamaz ve cehaletini, ortaya konan eserlere yüklemekten kendini alamaz. Bu durum göz önüne alındığı takdirde, elbette çobanın ve padişahın dili bir olmayacaktır. Çünkü dünyaları başkadır. Fakat daha çok 16. yüzyıldan itibaren Arapça ve Farsça'dan meydana gelen kelimeler ağırlık kazanmaya başlar; 17 ve 18. yüzyıllarda gittikçe koyulaşır, anlaşılmaz bir hâl alır. Türkçe kelimelerin, cümlenin sadece fiilinde kaldığı görülür. Nesir dilinde daha fazla anlaşılmazlık ortaya çıkar. Nazım dili ise, bir noktada ölçülü bir cümle yapısına sahip olduğu için, kendini pek kaybetmez.
Bu devre “Klâsik Osmanlıca” olarak adlandırılan devirdir. Ancak bunda büyüyen ve gelişen bir devletin, her sahada, dilindeki ihtişam ve ifade kabiliyetinin bulunması ve kültür seviyesi bakımından hayatının yükselmesi de büyük rol oynamıştır. Devrenin sonunda bu durum halk şiirinde de kendini göstermiştir. Fakat son iki yüzyılda halk şiirinin dili 1908’den sonra gerçekleştirilecek olan ikiliği ortadan kaldırmış ve halk diliyle yüksek zümre dili birbirine yaklaşmıştır.
Yeni Osmanlıca devresiyse, 19-20. asırları ve Cumhuriyet devrine kadar olan zamanı içine almaktadır. Osmanlıca'nın bu sonuncu devresi, gazeteci lisanının başladığı, Arapça ve Farsça tamlamaların çözüldüğü, Türkçe'nin kendi kaidelerine sahip çıkmaya başladığı devirdir. Fakat bu devrede de Arap ve Fars dillerinden gelen kelimelerin yanında, batı dillerinden pek fazla kelime alınmıştır. Hattâ bu durum Cumhuriyet devrinden sonra, günümüze kadar uzanmıştır.
Her ne şekilde olursa olsun Osmanlı Türkçesi'ne, kültür dili olması hasebiyle, bir yüksek zümre dili olarak bakmak mümkündür. Ancak “Arapça, Farsça ve Türkçe'nin karışımı bir dildir!” demek yanlıştır. Eğer öyle olsa idi, geride kalan kültür hazinesine Arapların ve Farsların da sahip çıkması gerekirdi. Halbuki bu hazine, sadece Türk milletinindir. Yalnız bu dil, zevk-i selim sahibi yüksek tabakanın dili olmuş ve halk dilinden ayrılmış olarak zuhur etmiştir. Yazı dili, aradığı açık ve anlaşılır şekle, ancak yirminci asrın başlarında kavuşmuştur. Böylece bu devirden sonra yazı ve halk dili birbirine yaklaşmış ve zamanla aradaki açığı kapatmıştır.
Osmanlıca içinde ele aldığımız ilk devre ise, sonda yer alan her iki devreden daha açık ve anlaşılır bir durum gösterir. Bu devrenin eserleri, bugün bile anlaşılır durumdadır. Fakat son devreye nispeten ilk devrede, sonradan kullanıştan düşen arkaik, eski kelimeler yer almaktadır. Bugün milletimizin zevkle okuduğu Yunus Divânı ve Mevlid gibi eserler bu devrin mahsulüdür. Her ne şekilde olursa olsun, Osmanlıca, 700 yıl süren uzun ömrü ile, Türklüğün en büyük yazı dili olmuştur.

Kaynak: Genel Türk Tarihi / dallog.com

x
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Şubat 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kaşgarlı Mahmud
İlk Türk dil bilgini. Hayâtı hakkında bilinenler pek azdır. Ortaya koyduğu eserleri ile Türk diline büyük hizmet etmiştir. On birinci yüzyılda Karahanlılar Devletinde yetişmiştir. Keşf-üz-Zünûnda adı Mahmûd bin Hüseyin bin Muhammed olarak geçmektedir. Meşhur eseri Dîvânü Lügatit-Türktür. Kaşgarlı Mahmûd, nesepçe yüksek bir âileye mensuptur. Kendi rivâyetine göre babası Barsaganlı bir beydir. Dîvânını Halîfe Ebül-Kâsım Abdullah bin Muhammedül-Muktedi bi-Emrillaha 1072 yılında sunmuştur. 1071-1077 târihleri arasında Bağdatta bulunmuş, Türk dil ve kültürünün Arap dünyâsına tanıtılmasında büyük rol oynamıştır. Buradan hareketle Kaşgarlı Mahmûdun 1025 yıllarında doğup, 1090 yıllarında öldüğünü ve 11. yüzyılın ilk üç çeyreğini yaşadığı sanılmaktadır. Çağının İbni Fadlan, Gerdîzî, Tâhir Mervezî, Muhammed Avfî, Beyhakî gibi önde gelen ve Türk hayat ve cemiyetleri üzerine eğilen İslâm âlim ve seyyâhları yanında, Kaşgarlı Mahmûd, mensubu bulunduğu milletin içtimâî ve kültür hayatına eğilmiş, bu uğurda Türk illerini adım adım dolaşmıştır. Zâten devrinde Müslümanlığı kabul eden ve ilk Türk devleti olan Karahanlılar, Türkçe'yi devletin resmî dili hâline getirmişlerdir. Onun bu başarılarında devletin de yardımcı olması ve bu gibi kültür teşebbüslerini desteklemesi rol oynamıştır. Gerçekten hükümdarlara sunulan eserler bu devirde îtibâr görmüş ve müellifler taltif edilmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar
Türk dili, İslâmî sâhaya bu devirde devlet dili olarak girmiştir. Türkçe, bu devirde malzeme ve kültür sâhasında gelişmiş bir edebiyata sâhiptir. Fakat, bu malzeme, halkın içinde yaşadığından dağınık ve toplanmaya muhtaçtı. Bilhassa sözlü edebiyatın kaydedilip yazıya geçirilmesi, Türkçe'nin incelenmesi ve Türk kültür seviyesinin bilinip değerlendirilmesi kaçınılmaz bir mecburiyet olmuştu. Bu hususların gerçekleşmesi sayesinde Türkçe varlığını ve devamlılığını sürdürebilecek ve geniş bir sahaya yayılmış bulunan Türk dünyâsı bir dil ile konuşup yazabilecekti. Türkçe'nin ufkuna bu devirde doğan iki kişiden biri Kaşgarlı Mahmûd, diğeri ise Balasagunlu (Kuzordulu) Yûsuftur. Her ikisi de ortaya koydukları eserleri ile, Türk dil birliğinin asırlarca devam etmesinde mühim rol oynamışlardır. Kaşgarlı Mahmûd, Türk dil ve kültürünü, Arap muhitine aşılamak ve tanıtmak gâyesi gütmüştür.
Kaşgarlı Mahmûd, filolog, etnograf, ilk Türk haritacısı ve toponimistidir. Dîvân-ı Lügatit-Türk adlı eserinde, yaşadığı devirdeki Türk illerinin ve boylarının ağızlarını canlı olarak tespit etmiştir. Böylece, Türk kültür ve geleneklerine âit malzemeyi toplamış ve anonim malzemenin kaybolmasına mâni olmuştur. Bu şekilde, Türk dilinin zenginliğini, Arap ve Fars dilleri yanındaki değerini ispata çalışmıştır. Hattâ, Kitâbu Cevâhirün-Nahvi Lügatit-Türk adlı gramerini, Türkçe'yi Araplara öğretmek gâyesi ile kaleme almıştır. Bu şekilde o, Türk dil ve kültürünün yükseliş ve gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Yalnız Kaşgarlı Mahmûd, eserini meydana getirirken, Türk illerini, Müslüman obalarını, bozkırlarını birer birer dolaşmış, Türk diline ve kültürüne âit bulduğu malzemeyi büyük bir titizlikle incelemiş ve eserine almıştır. Zâten o, Türklerin hemen bütün illerini, obalarını, bozkırlarını gezip gördüğünü; Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini zihnine nakşettiğini, her Türk bölüğünün ağız ve şivesini en ileri bir sûrette ortaya koyduğunu belirtmiştir. Bunları karşılaştırdıktan sonra ise; Türk ağız ve şivelerinin en kolayının Oğuz, en dürüst ve kullanışlısının Yağma ve Tuhsi şivesi, edebî şive olarak ise hanların konuştuğu devlet dili olan Kaşgar Türkçesi olduğu neticesine varmıştır.
İlim âleminde ve Türkiyede yeteri kadar çalışma yapılmamış olan Dîvânı, Arapça yazılmasına karşılık, Orta Asyada yaşayan Türk boy ve soylarının sağduyusuna bağlıdır.
Seyyah bir müellif ve dil âlimi olması, onun Kaşgar ile Bağdat arasında gidip gelmesine sebep olmuştur. Fikirleri her asırda canlı kalmış ve diyalektoloji ilminin kurucusu olmasının yanında, mukâyeseli ağız çalışmalarının da başlatıcısı olarak her zaman anılmıştır.
Kaşgarlı Mahmûd, sonunda yine memleketine dönmüş ve eskiden beri bir Türk ülkesi olan Doğu Türkistanın Kaşgar şehrinde ölmüştür. 1983 yılının Temmuz ayında bulunan kabri, Kaşgara 35 km uzaklıktaki Azak köyündedir. Bugün Gobi Çölü kıyısında olan köy, Upal kazasına bağlıdır.
Eserleri: Kaşgarlı Mahmûdun bilinen iki eseri vardır. Bunlardan birincisi Dîvân-ı Lügatit-Türk adlı meşhur eseridir. Büyük bir kültür hazinesi olan ve Arapça yazılan eser, yazıldığı zamandan beri Türk dünyâsının en kıymetli ve ana eseri durumunda olup, Türk dil ve kültürünün hazînesidir. Dîvân, bu yönü ile sâdece bir kâmus değildir. Onda oldukça büyük bir malzeme bolluğu görülmektedir. Bu bakımdan dünyâ edebiyatında emsali görülmemiş bir eserdir. Eserde Türk dilinin Arapça olarak açıklaması da yapılmıştır. Dilbilgisi terimleri de hâliyle Arapça verilmiştir. Bulundurduğu malzeme bakımından ise eser, Türk şîve ve ağızlarından metinlere yer vermiştir. Bu bakımdan Kaşgarlı Mahmûd için, karşılaştırmalı Türk Dili Araştırma Mektebinin kurucusu dense yeri vardır. Eserde, Çu-Çi adlı, halk arasında ünlü bir şâirden de haber verilmiştir.
İmlâ sistemi bakımından Divân-ı Lügatit-Türk, kendisine has bâzı imlâ hususiyetlerine yer vermiştir. Daha çok fonetik yönden bâzı düzenlemeler yapan Kaşgarlı Mahmûd, başta iki elifle başlayan asesine de yer vererek, sonraları Macar Türkoloğu Ligeti tarafından ortaya atılacak olan, Türkçe'de uzun sesli (vokal) meselesini de eserinde ele almıştır. Meselâ aaçlık, aat, aak, aaş, aaz, aay gibi kelimeler, başta iki elifle yazılmışlardır. Ayrıca tek elifle yazılan aç, at, ak, aş, az, ay gibi kelimeler de Dîvânda yer almıştır. Buna ilâveten f ile be arasında bir ses olan f üstünde üç nokta ile gösterilen w sesi Kaşgarlının kendi eklemesidir.
Bir haritayı da ihtivâ eden Dîvân, Türk toponomisine (yer adları) de gereken değeri vermiştir. Damgaları ile birlikte Türk uluslarının verilmesi, eserin dikkat çeken bir yönüdür. Yalnız burada Oğuz boyuna mensup yirmi iki ulusun damgaları yer almıştır. Ali Emiri Efendinin gayretleri ile bulunan eser üzerinde Kilisli Rıfat, Konyalı Abdullah Atıf Türüner ve Besim Atalay çalışmalar yapmıştır . Eser Kültür Bakanlığı tarafından 1990 yılında en güzel şekilde ve aslına uygun olarak tıpkı basım hâlinde neşredilmiştir.
Kaşgarlı Mahmûdun ikinci eseri bir gramer kitabıdır. Cevâhirün-Nahvi Lügatit-Türk adındaki bu eser, Türkçe'nin ilk gramer kitabıdır. Fakat birçok aramalara rağmen hâlâ ele geçmemiştir.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 14 Kasım 2008 15:20
yüksel2 - avatarı
yüksel2
Ziyaretçi
24 Eylül 2007       Mesaj #3
yüksel2 - avatarı
Ziyaretçi
osmanlıca türkçe arapça farsa dillerinin ortaklığı ile ortaya çıkmıştır.bu yüzden ona ayrı bir dil değil belirli kurallar içerisinde oluşmuş türkçenin farklı bir evresi olarak bakmak gerek tabi bu safhada türkçe isim ve sıfatların yerini arapça ve farsçaları almış türkçe olan kelimeler sadece cümle sonlarındaki yüklemle sınırlı kalmıştır :eylesen tutiye talimi eda yı kelimat papağana kelimeleri güzel söylemeği öğretirsen. her şe y bir tarafa osmanlıca yı kullanan baki nedim nefi ruhi gibi sanatçıların ellerinde edebi ince bir dil halini almıştır
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
14 Kasım 2008       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
[flasht=http://img345.imageshack.us/img345/1771/msxbilgi1ld.swf]width=365 height=20[/flasht]

OSMANLICA, Batı Türkçe'sinin, Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsça'dan pek çok sözcük alınarak oluşturulan ve yüksek sınıfın yazı (edebiyat) dili olarak kullanılan evresine verilen addır. Osmanlıca sözcüğü ya da eski deyişle lisan-ı Osmani (Osmanlı dili) Tanzimat aydınları tarafından türetilmiştir. Osmanlı birliğini sağlamaya yönelik siyasal çalışmalar sırasında, bu birliğe katkısı olan dili de bu biçim !e niteleyerek kullanmış­lardır.
Osmanlıca, Türkiye Türkçe'sinin 14.-20. yüzyıllar arasında, özellikle yazılı ürünlerde kullanılan bir evresidir. Türkiye Türkçe'sinin tarihsel gelişiminde Osmanlıca'nın yerini da­ha iyi belirtebilmek için şöyle bir sınıflandır­ma yapılabilir:
1.Eski Türkiye Türkçe'si ya da Eski Ana­dolu Türkçe'si (13. yüzyıl).
2.Osmanlıca (14.-20. yüzyıllar arası).
a. Eski Osmanlıca (14.-15. yüzyıl).
b. Klasik Osmanlıca (16.-19. yüzyıl).
c. Yeni Osmanlıca (19.-20. yüzyıl başına
kadar).
3. Çağdaş Türkiye Türkçe'si (20. yüzyıl).
Osmanlıca, özellikle de Eski Osmanlıca ve
Klasik Osmanlıca, Osmanlı Devleti sınırları içinde yazılmış düzyazı ve şiirlerin ortak dili olarak kabul edilmektedir. Osmanlıca adı verilen bir yazı dilinin oluşmasında Osmanlı­ların Arap ve Fars kültürüyle olan ilişkileri belirleyici bir yer tutar. Bu dönemde Arapça' dan ve Farsça'dan yapılan çeviriler sırasında Türkçe'ye pek çok Arapça ve Farsça sözcük girmeye başlamıştır. Özellikle aruz ölçüsünün açık ve kapalı hece düzenine dayanan sistemi bu sözcüklerin sayısını artırmıştır. Şiir alanın­da Fuzulî, Bakî, Nef'i, Nabî, Nedim, Şeyh Galib gibi şairlerin, düzyazı alanında Evliya Çelebi, Kâtip Çelebi, Naima gibi yazar­ların Klasik Osmanlıca'nın oluşturulmasında önemli katkıları olmuştur. Bazı düzyazı ürün­lerinde süslü bir anlatım kullanılmasıyla "süs­lü düzyazı" adı verilen bir akım oluşmuş, burada anlam bir yana itilmiş, dili abartılı bir biçimde kullanarak ustalık göstermek önem­senmiştir. Veysi ve Nergisi'nin yapıtları buna örnek olarak gösterilebilir. Bunun yanı sıra din, tarih, ahlak, felsefe, coğrafya, halk hikâ­yeleri gibi türler "orta düzyazı" ya da "yalın düzyazı" ile kaleme alınmıştır.
Özellikle resmi yazışmalarda ve edebiyat ürünlerinde kullanılan süslü düzyazıya bazı sanatçılar tepki duymuştur. Sözgelimi Aydınlı Visali 15. yüzyılda aruz ölçüsüyle ve içinde hemen hemen hiç Arapça ve Farsça sözcük bulunmayan şiirler yazarak tepkisini gösterir­ken, Türkçe'de de aruz ölçüsüyle şiirler yazı­labileceğini kanıtlamak istemiştir. Tatavlalı Mahremi, Edirneli Nazmi de onun yolunu izlemişlerdir. 17. yüzyılda da Nedim, özellikle İstanbul ağzının yerel deyişlerini şiirine yedir­meyi başarmıştır.
Yeni Osmanlıca Tanzimat dönemiyle başla­mıştır. Özellikle Namık Kemal Divan edebi­yatına duyduğu tepkiyi sert bir dille yansıtır­ken Osmanlıca kullanmaktan kendini alama­mıştır. Namık Kemal'in bir iki şiiri hece ölçüsüyledir ve dili yalındır, oyunları da halkın günlük diliyle yazılmıştır.
Servet-i Fünun yazarları "sanat için günlük dilden ayrı bir dil oluşturmak gerekir" düşün­cesiyle yola çıkmışlar, Osmanlıca'dan hemen hiç ödün vermedikleri gibi, o güne kadar Osmanlıca'da kullanılmayan bazı sözcükleri bile sözlüklerden seçip kullanmaktan çekin­memişlerdir. Buna karşılık 1912'de Selanik'te çıkan Genç Kalemler dergisinde başlayan "Yeni Lisan" (yeni dil) akımı Osmanlıca'ya karşı ilk ciddi eleştiriyi yöneltmiş, dilde Türk-çülük'ün öncülüğünü yapmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra girişilen bir­çok yenileşme hareketi içinde dilimizde Türk­çe karşılıkları olan ya da yeni karşılık bulunan Osmanlıca sözcüklerin, tamlamaların ve ekle­rin önemli bir bölümü dilin kullanım alanın­dan çıkarılmıştır. Bununla birlikte bugün çağdaş Türkiye Türkçe'sinde pek çok Arapça ve Farsça sözcük bulunmaktadır. Osmanlıca' da Türkçe sözcükler yüzde 30-40 dolayınday-ken, bugün dilimizdeki Türkçe sözcükler yüz­de 70-80'i bulmaktadır .
Osmanlıca döneminde Arap alfabesi kulla­nılmıştır. Arap alfabesinde 28 harf bulunur. Farslar (İranlılar) bu alfabeye "pe", "çe", "je" harflerini eklemişler, Osmanlılar bu harf­leri de almışlardır. Türkçe ve Farsça'daki ince g sesini göstermek için üzerine bir çizgi konulan "kef", genizsi n sesini belirtmek için üzerine üç nokta konulan "sağır kef, ayrıca "lamelif", "hemze" ve "he" harfleri de ekle­nirse Osmanlıca'da kullanılan harf sayısı 36'ya çıkmaktadır. Osmanlıca'da da Arapça' da olduğu gibi harfler sağdan sola doğru yazılır. Osmanlıca'da Arapça'dan ve Farsça' dan alınan birçok sözcük ve tamlamanın yanı sıra bazı ekler de bulunmaktadır.

MsxLabs & TemelBritannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
22 Mart 2010       Mesaj #5
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
OSMANLİCA (OSMANLİ TÜRKÇESİ), Kasgarli Mahmud'un Dîvân'inda bahsettigi Oguz ve Hâkâniye diye adlandirdigi iki edebi siveden birî olan Oguz Türklerinin kullandigi dilin devami olan ve Tüklügün îslâmi devlet içinde gelisen, Osmanli hanedanina nisbetle, devlete ve resmî yazisma diline sâmil olarak Osmanlica adini alan, Selçuklularin son zamanlarindan Cumhuriyet Devrine kadar yedi yüzyil kullanilan^ ve kesintisiz eserlerini veren Osmanli Türklügü'nün dilidir. Bu itibarla Osmanli Türkçesi olarak adlandirmak gerekir. Osmanlica deyimi daha çok müstesrikler tarafindan verilmistir.
Eski Türkçe Devresi'nden sonra, Türk kültür târihi içinde eserlerimiz Türklügün göçleri ve yeni yeni kültür merkezlerinin ortaya çikmasi üzerine; içinde Kuzey- Dogu (Kipçak, Çagatay) ve Bati Türkçesini alan onüçüncü asra kadar "Müsterek Orta Asya Yazi Dili" verilmistir. Bati Türkçesi adini verdigimiz Oguz Türkçesi; Osmanli Türkçesi, Azeri agzi ile birlikte olan müsterek devrelerini, hemen hemen onbesinci yüzyilin ortalarina kadar sürdürürler. Ancak bu zamandan sonradir ki, Selçuklular Devri'nin sonunda yer alan ve Eski Anadolu Türkçesi adi ile andigimiz her iki agizin müsterek olduklari zaman görülen bâzi ayriliklarin bir kismi Osmanli, bir kismi da Azerî Türkçesi'nde umûmîleserek onaltinci yüzyildan baslamak üzere iki agizin kesin çizgilerle ayrilmasina sebeb olur. Bunun yaninda her iki sivenin komsularindan alinan kelimeler, Arapça ve Farsça olanlar hâriç, Azerî ve Osmanli Türkçelerinde anlasmada çikacak ikinci bir ayriligi ortaya çikarirlar. Azerî Türkçesi daha çok Rusça ve Mogolca ile onlara yakin yerlilerin ve
Hintçe'nin kollarindan kelimeler alirken, Osmanli Türkçesi de komsu Avrupa milletlerinin dillerinden kelimeler almistir. Gerçekte, kurulan büyük bir imparatorlugun sinirlan içine aldigi pek çok milletin dilinden Osmanli Türkçesi, topraklarla birlikte yeni kelimeler de fethederek onlari millilestirmistir. Bu durum az çok Türkçe'nin karekteri icâbi da böyledir. Bu kelimeler daha çok, İtalyan, Yunan, Arnavut, Sirp, Romen, Bulgar vs. gibi milletlerin dillerinden girmistir. Ancak bu milletlerin dillerinden alinan kelimeler, Türkçe'nin içinde yogurulurlar.
Arapça ve Farsça'dan gelen kelimeler ise yadirganmazlar. Çünki Osmanlilarda bu iki dile hiç bir zaman yabanci diller gözü ile bakilmaz. Bu sebepledir ki Türkçe basta olmak üzere Arapça ve Farsça gramer unsurlari Osmanli Türkçesine girmis yabanci kelimelerde herhangi bir ayrilik gözetilmediginden, galat da olsalar, Türk zekâ ve kabiliyetinin ürünü olan kelimeler ortaya çikmistir. Bu durum tamlamalara da sirayet etmistir.
İslâmi devre içerisinde Bati Türklügünün dili olan Osmanli Türkçesi, devre itibariyle Türk Dili Tarihinin Orta ve Yeni Türkçe Devreleri içine girmektedir. Tarihî Türkiye Türkçesi adini da verdigimiz Osmanli Türkçesi ilk devir eserlerinde; Türkî, Lisân-i Türkî ve Türkmence olarak adlandirilir. Cevdet Pasa ve Fuat Pasa tarafindan yazilan gramerin adi da Kavâid-i Osmaniye'dir. Cevdet Pasa daha sonra Osmanli lafzini birakmadan eserini tekrar yazmistir. Bu isim daha bâzi gramer kitaplarinda Lisân-i Osmânî, Osmanlica, Osmanli Sarfi, Nahv-i Osmânî, Osmanlica Dersleri gibi günümüze kadar gelmektedir. Ancak Süleyman Pasa ve Semseddin Sâmî gibi zevatin yazdigi gramerlerde ilm-i sarf-i Türkî ve Nev usûl Sarf-i Türkî gibi yine Türkî lafzina yer verilir. Deny ve Redhouse gibi batililar ise, eserlerinde her iki kelimeye de yer vermislerdir.
Onüçüncü yüzyildan yirminci yüzyila kadar devam eden.alfâbe olarak Arap menseyli îslâmi Türk alfabesine yer veren Osmanlica'yi; 1. Eski Osmanlica, 2. Klasik Osmanlica, 3. Yeni Osmanlica olarak üç devreye ayirmak gerekir.
Birinci devre, yukarida da belirtildigi gibi Osmanli Azeri Türkçelerinin birlestigi onüç-onbesinci yüzyillari içine alan, yabanci dillerden gelen kelimelerin az oldugu anlasilir ve açik Türkçe devresidir. Bu devreye Eski Anadolu Türkçesi veya İlk Osmanli Türkçesi de denmektedir.
İkinci devre Klâsik Osmanlica Devri'dir ki onalti-ondokuzuncu asirlari içine almaktadir. Türkçe bu devrede Arapça ve Farsça'dan gelen kelime ve gramer kaidelerine ziyadesi ile açilmistir. Ancak bu durum, yazilan eserlerin mevzuuna ve islenisine'göre, dilin açik ve anlasilir veya kapali olmasi sekli, degismektedir. Meselâ Bâkî'nin Dîvân'ini anlamak güç olabilir. Fakat Meâlimü'l-Yakîn adli siyer kitabi gayet açiktir ve anlamada zorluk çekilmez. Ancak belirli kültür seviyesine ulasmamis bir insan, hangi devirde olursa olsun günlük kelimelerin disinda hiç bir sey anlamaz ve cehaletini ortaya konan eserlere yüklemekten kendini alamaz. Bu durum göz önüne alindigi takdirde elbette çobanin ve pâdisâhin dili bir olmayacaktir. Çünki dünyalari baskadir. Fakat umumiyetle onaltinci yüzyildan itibaren Arapça ve Farsça'dan meydana gelen kelimeler agirlik kazanmaya baslar, onyedinci ve on sekizinci yüzyillarda gittikçe koyulasir, anlasilmaz bir hâl alir. Türkçe kelimelerin cümlenin sâdece fiilinde kaldigi görülür. Nesir dilinde pek fazla anlasmazlik ortaya çikar. Nazim dili ise, bir noktada ölçülü bir cümle yapisina sahib oldugu için, kendini pek kaybetmez. Bu devre Klâsik Osmanlica olarak adlandirilan devirdir. Ancak bunda büyüyen ve gelisen bir devletin, her sahada, dilindeki ihtisam ve ifâda kabiliyetinin bulunmasi ve kültür seviyesi hayatinin yükselmesi de büyük rol oynamistir. Devrenin sonunda bu durum halk siirinde de kendini göstermistir. Fakat bu iki yüzyilda halk siirinin dili 1908'den sonra gerçeklestirilecek olan ikiligi ortadan kaldirmis ve halk dili ile yüksek zümre dili birbirine yaklasmistir.
Yeni Osmanlica Devresi ise, ondokuz-yirminci asirlari Cumhuriyet devrine kadar içine almaktadir. Osmanlica'nin bu sonuncu devresi, gazeteci lisâninin basladigi, Arapça ve Farsça tertiplerin çözüldügü Türkçe'nin kendi kaidelerine sahip çikmaya basladigi devirdir. Fakat bu devrede de Arap ve Fars dillerinden gelen kelimelerin yaninda bati dillerinden pek fazla kelime gelmistir. Hattâ bu durum Cumhuriyet devrinden sonra günümüze kadar uzanmistir.
Her ne sekilde olursa olsun Osmanli Türkçesi'ne, kültür dili olmasi hasebiyle, bir yüksek zuma dili olarak bakmak mümkündür. Ancak "Arapça, Farsça ve Türkçe'nin karisimi bir dildir" demek yanlistir. Eger öyle olsa idi geride kalan kültür hazinesine Araplarin ve Parslarin da sahip çikmasi gerekirdi. Halbuki bu hazine, sâdece Türk Milleti'nindir. Yalniz bu dil zeki selim sahibi yüksek tabakanin dili olmus ve halk dilinden ayrilmis olarak zuhur etmistir. Yazi dili, aradigi açik ve anlasilir sekle ancak yirminci asrin baslarinda kavusmustur. Böylece bu devirden sonra yazi ve halk dili birbirine yaklasmis ve zamanla aradaki açigi kapatmistir.
Osmanlica içinde ele aldigimiz ilk devre ise sonda yer alan her iki devreden daha açik ve anlasilir bir durum gösterir. Bu devrenin eserleri bugün bile anlasilir durumdadir. Fakat son devre nisbete ilk devrede, sonradan kullanistan düsen arkaik kelimeler yer almaktadir. Bugün milletimizin zevkle okudugu Yunus Divâni ve Mevlid gibi eserler bu devrin mahsûlüdür. Her ne sekilde olursa olsun Osmanlica, yedi yüzyil süren uzun ömrü ile Türklüg'ün en büyük yazi dili olmustur.
MsXLabs.org & OT
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
7 Ocak 2012       Mesaj #6
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Osmanlı Türkçesi Transkripsiyon Alfabesi

transkripsiyon


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
9 Haziran 2012       Mesaj #7
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Osmanlıca
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Batı Türkçesinin Osmanlı Devleti'nde konuşulan bir evresidir. Osmanlıcanın tarihî gelişimi şöyledir;
  • Eski Osmanlıca (14.-15. yüzyıl)
  • Orta Osmanlıca (1450-1839)
  • Yeni Osmanlıca (1839-1923)
Eski ve Orta Osmanlıca bütün divan edebiyatı şiir ve düzyazı ürünlerinin ortaya konulduğu dönemi kapsar. Arap ve Fars alfabesinden yararlanılarak oluşturulan Osmanlı alfabesinin kullanıldığı Osmanlıca evresinde, bir yandan Eski Oğuz Türkçesi kalıntılarına, öte yandan Arapça ve Farsça sözcük ve dil kurallarına rastlanır. Hele kimi şiir ya da düzyazı (Veysî ve Nergisî'nin yapıtları) ürünlerinde belirteçler ve yüklemler dışında hiçbir Türkçe sözcük yer almaz. Tanzimat, Edebiyatı Cedide ve Fecri Ati dönemlerine de Yeni Osmanlıca adı verilmektedir. Bu dönemlerde dilin özleşmesi yolunda birtakım girişimler olmuş, fakat eski kültürle yetişen aydınların bu girişimleri pek de olumlu sonuç vermemiştir. Hele Edebiyatı Cedide döneminde yeni imgeleri anlatabilmek için Arapça ve Farsça sözcüklerden yeni sözcükler alınmış, Arapça dil kurallarına göre yeni sözcükler türetmişlerdir. Türkçülük akımının dilde özleşmeyi amaçlaması ve Genç Kalemler dergisi çevresindeki genç yazarların olumlu girişimleri ve Ziya Gökalp'in "dilde Türkçülük" başlığında ilkeleştirdiği görüşler sonucu Türkçe, Osmanlıca evresinden Türkiye Türkçesi evresine geçmiştir.
theMira

Benzer Konular

19 Aralık 2011 / HANDSOME Osmanlı İmparatorluğu
21 Nisan 2014 / Misafir Soru-Cevap
14 Ekim 2011 / dalt10 Soru-Cevap
29 Mayıs 2014 / system Cevaplanmış