Arama

Allah insanları neden yaratmıştır?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 29 Nisan 2011 Gösterim: 6.896 Cevap: 16
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
10 Ocak 2009       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
allah bizi niçin yaratmıştır
EN İYİ CEVABI shadowdancer verdi
Allah bizleri kendisine kul olmamız için yaratmıştır.
Sponsorlu Bağlantılar
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
10 Ocak 2009       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
İnsan Neden Yaratıldı?

Sponsorlu Bağlantılar


İNSAN VAROLUŞU GEREĞİ kendi varlığını, çevresini sorgulayan ve sorgulamalarına bir cevap bulamadığı sürece tatmin olamayan bir yaratılışa sahiptir. Kendisini varlık âlemine gönderen Zât’ı tanıdığı ve bu sınırlı hayatın içerisinde neden var olduğunu tanımlayabildiği ölçüde bir huzura kavuşabilir.
“Nereden geliyorum, nereye doğru gidiyorum?” gibi temel sorularına cevaplar ararken, çevresindeki diğer varlıkların sundukları ipuçlarını kullanabildiği için, aradığı cevaplara ulaşması ve bu cevapları sınaması bir derece daha kolaydır. Ancak, kendi hayatını anlamlandırmak için sormak zorunda kaldığı “Ne için varım? Varlığımı anlamlandıran gerçek nedir?!” tarzındaki sorgulamalarında, çevresindeki mahlûkatın varlığını anlamlandıran cevaplarla yetinmesi mümkün değildir.
Bu nedenlerle, insanlığın ve özellikle her bir insanın kendi hayatının anlamını bulması gereken yer, ya insanın kendi varlığıdır, ya da kendisini Yaratanın makamıdır. Oysa, bu tarz sorgulamalarda vahiy ancak yol gösterir, aklı devre dışı bırakacak derecede aşikar cevaplar vermez. Kendi hayatının anlamına dair sorularına cevaplar bulabilmesi, kendisini yaratan ve hayata gönderen Zât’ın sunduğu ipuçlarını değerlendirerek, kendisini diğer varlıklardan ayıran özelliklerini sorgulamasıyla mümkün olacaktır.
İNSANIN ÖZEL KONUMU
Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın, kendine muhatap olabilir bir istidatla yarattığı insanın kâinattaki durumu, diğer varlıkların tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve başarıya zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak nefisleri, benlikleri, kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun istekleri yoktur.
İnsan ise ne melek, ne de hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca, ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan sebebi olabilecek özelliklerle donatılarak yaratılmıştır. Hazır lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılan insanın, gerçek bir lezzeti tatması, yaşadığı kaygılar ve elemler sebebiyle imkânsızlaşır. Bu imkânsızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve senâ cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve faydalanma cihetiyle hayvanları geçebilir.
Diğer taraftan insanın zemini, meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir. İnsanın hayat sürdüğü zemin, hayrın ve şerrin karışımından oluşturulmuştur. Üstelik bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir yoldaşı vardır insanın: Nefis. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis sahibi mahlûk olarak, insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu, nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce, açıkça görülmektedir ki, insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır. Meleklerde neredeyse kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkan ibadete karşılık, insan ibadetini, kendi iradesini kullanarak gerçekleştirebilir. Bu durum, insanın ibadetlerindeki verimini düşürmektedir elbette.
Öyle ise, meleklerin mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten başka birşey elinden gelmeyen insan, neden yaratılmıştır? İbadetleri mükemmel bile olsa yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur? Yaratılmasına ihtiyaç duyuldu ise, bu durum, Yaratıcının yaratılmışa bağımlı olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. İhtiyaç duyulmadıysa, yaratılmasının arkasındaki gerekçe ne olabilir?1
ÖZETLE VAROLUŞ GERÇEĞİ2
“Ben gizli bir hazineydim.
Açığa çıkmayı diledim.”—Hadis-i Kudsî
Seyredebildiğimiz âlemdeki varlıklarda açığa çıkan fiillerde iki temel saikle karşılaşırız. Birincisi, ‘ihtiyaç’tan kaynaklanan fiilerdir ve yalnızca yaratılmışlara özgü bir eylem biçimidir. İhtiyaçlar, yerine getirilmediği takdirde, kişiyi aciz bırakan bedensel ve maddî gerekliliklerdir. Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar için solunum gibi, yemek, içmek gibi... Bu faaliyetlerin tümünde fiilin yönü, dışarıdan içeriye doğrudur. Muhtaç olan varlık aciz duruma düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar.
İkinci tarz ‘faaliyete geçirici’ sevkedci ise, erdemdir. Erdem sahibi varlık, sahip olduğu güzel ve mükemmel sıfatların gereği olarak harekete geçer. Sahip olduğu sıfatın gereği olarak harekete geçmediği takdirde, kendisi aciz duruma düşmez; ancak, sahibi bulunduğu o sıfata gölge düşer. Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir. Bu yardımı yerine getirmediği takdirde, hekim olan şahıs acziyete düşmez; ancak, sahip olduğu sıfatın gereğini yerine getirmemiş olur. Bu durum ise, o sıfatı çirkinleştirir. Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir. Neticesinde ihsanın olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez. Erdem sahibi varlıkta açığa çıkabilecek bu tarz fiillerde, eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur. İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemâl mertebedeki erdemler dışarıda tezahür etmek isterler.
Örnekleyerek açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler söylemeye, Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya, özlerinde var olan coşkular ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemâl mertebede erdemler sahibi olan Zât’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli yaratmakla meydana koymuştur. Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir okuyucusuz yerini bulamaz.. bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı, meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kâinat orkestrasını muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka yaratacaktır. Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir.
İşte, melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikulâdeliğin ve kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler. Âlemlerinde uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine getirdiler ve getirmektedirler. Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkân verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varolduklarından, tasdik ve itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır. Onların itaatleri bir robot gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi de kaçınılmazdır. Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile yaratıcılarına bağlıdırlar. O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar.
İnsan ise, kâinatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir muhatap olarak yaratılmıştır. Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin, azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa çıkması mümkün değildir. Bu nedenle kemâl mertebedeki sıfatları şiddetle görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını gizleyecektir ve gizlemiştir. Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum toprakta çatlayacak, neşv-ü nema bulacaktır. Yemek ateşte pişecek, susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep bulunacaktır. Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve perdelenmiştir.
Yaratıcının kendisinde var olan sıfatların gereği olarak gerçekleştirdiği fiillerin perdelenmesi, insandaki özgürlüğün açığa çıkabilmesi için gereklidir, ancak yeterli değildir. Özgürlüğün diğer bir gereği ise ‘irade’dir, yani tercih yapabilme yeteneğinin varlığıdır. Yaratıcının insana sunmuş olduğu ‘irade’ ise, ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir. Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır. İşte, hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın zemini bunlarla donatılmıştır. Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan sürecine tabi tutulacaktır. Ancak, bu insanî açılımın bir netice verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır. Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret âlemlerine alınacaktır. Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç sınırlandırılacaktır. İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm takdir edilmiştir.
Bu kâinatta işleyen nihayetsiz kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir. İsraf olmadığı gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azamî bir noktada verim alınmaktadır. Öyle ise bu işleyen süreç, en üst düzeyde bereketlendirilecektir. Bu nedenle de hayır ve şer tahrik ettirilecektir. İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verildiği gibi, şeytanlar birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir.
İnsanın, bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Tüm bunlar ve ihtiyacı olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne konulmuştur. Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber (s.a.v.) önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir. Artık insan neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir.
İnsanın mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin, gerektiği gibi yolunu bulabilsin. Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir. Böylece insan, kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını, meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir noktada yaşayarak algılayabilecektir. Ancak bu yakın lezzetlere aşık nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın, yaşantısını lezzetlerle tarif etmeye çalışmaması için, özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara ihtiyacı vardır. İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir. Yine kendisine giden yolu farzlarla kolaylaştırmıştır.
Diğer taraftan, perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. İşte bu nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır.
İnsanın mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir. Fıtrat dediğimiz bu ‘öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır. Hakla batılı ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan vicdanla desteklenmiştir. Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir. Düşüncelerinin görürcesine değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir mahiyetine. Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir. Coşkulara dönüşme potansiyeli taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan edilmiştir.
Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik duygusunu ikram etmiştir. Gerçek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’ duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını sorabiliyoruz. ‘Bu benim!’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’ sorusunun peşine düşebiliyoruz. Yine, merhamet edebilir, şefkati, hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz. Şefkât duygusu verilmeseydi bize veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkânını bulabilecek miydik?
Nihayet; nihayetsizliği, mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en yakın noktaya gelebilecek miydik?
Özetle insan, zor altında kalmaksızın O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları ‘özgürce tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve ‘görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere yaratılmıştır. Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır. Bu çabanın son basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son duvar, insanın kendi benliğidir. İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış, onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Âdem’e secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır.

Dipnotlar:
1— İsraftan ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı yaratması ve dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak sorgulamaya devam etmenin, tüm kâinatta kendini gösteren hikmet ve rahmetin gereği olduğunu unutmadan...
2— Daha geniş açıklama için 1111.karakalem.net - “Söyleşip paylaşarak çoğalmak için” adresli web sitesindeki, Seminerler bölümündeki “Kötülenen Üçlü: Akıl, Nefis ve Ene” isimli makaleye müracaat edebilirsiniz.


kaynak
Quo vadis?
gülnur44 - avatarı
gülnur44
Ziyaretçi
8 Temmuz 2009       Mesaj #3
gülnur44 - avatarı
Ziyaretçi
Tanrı bizi neden yarattı ? ayetlerde sizi bana kulluk edin diye yarattım diyor bu bencillik değilmi,biz Tanrıya zorla kulluk mu edicez? Birde Günahlar sonunda cehennemde yanıcamız söyleniyor Tanrı bizi orada yakarak zevk mi duyacak ?
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
8 Temmuz 2009       Mesaj #4
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
İnsanların yaratılış gayesi


İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun.
Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.
Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun.
Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir.
Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma.
Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun mâlâyani ile (ne dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir. Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır.
Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar.
Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım” diye kıl.
Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç.
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı.
Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük müjdedir.
Hastalıklar, mü’minlere, îmânı olanlara Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşîdir (güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azâba mâruz kalmamak için itaat şart. İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de itaatteki sürat ile ölçülür.

kaynak
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
4 Ağustos 2010       Mesaj #5
Avatarı yok
Yasaklı
Alıntı
gülnur44 adlı kullanıcıdan alıntı

Tanrı bizi neden yarattı ? ayetlerde sizi bana kulluk edin diye yarattım diyor bu bencillik değilmi,biz Tanrıya zorla kulluk mu edicez? Birde Günahlar sonunda cehennemde yanıcamız söyleniyor Tanrı bizi orada yakarak zevk mi duyacak ?


Allah; insanları kendisine kulluk etsinler,Rablerini tanıyarak şükür ve itaat etsinler diye yaratmıştır.Kimsenin zorla kulluk etmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur İstese yaratmazdı hiçbir nimetini insanoğlunun önüne sermezdi Zevk,bencillik gibi insanoğluna özgü sıfatlardan Rabbimiz münezzehtir(uzaktır) O'nun hiç birşeye ihtiyacı yoktur Hesap gününden önce günahı,sevabı,doğruyu,yanlışı ve bunlar sonucunda insanın içinde bulunacağı konumu açıkca kendilerine bildirmiştir.Eğer cehennemde yanacaksa bir kul bunun sorumluluğu tamamen o kula aittir Allah hiç bir kuluna zulmedici değildir; Tam tersi O'nun merhameti oldukça geniştir ve herşeyi kuşatır
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ağustos 2010       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Allah'ın bizden Kur'anı ağlayarak;olmuyorsa ağlar gibi okumamızı istiyor. Bu,insanlardan cehenneme düşenler için neler hissedebileceği konusunda(şayet hislerinden söz edilebilirse)bir fikir verebilir.Ancak zalimler insanlrın acı çekmesini sevebilir.Allah ise hâşâ zalim değildir.Mü'min'dir.
Suayipcan - avatarı
Suayipcan
Ziyaretçi
4 Ağustos 2010       Mesaj #7
Suayipcan - avatarı
Ziyaretçi
Bizi kim yarattısa neden yarattığını mantıklı bir şekilde söylemediği kesin hem mantıklı düşünürsek biraz tanrının olmadığını fark ederiz,
tek bir sorum var peki "Tanrı nasıl var oldu?"
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Ağustos 2010       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
tanrı dediğin varlığı ve başlangıcı kendinden olan, hiç bir şeye ihtiyaç duymayan bir mutlak güç tür. önce tanrı kavramını anla! sonra ''mantıklı'' düşünmeye başla!...düşünebilirsen...
shadowdancer - avatarı
shadowdancer
Ziyaretçi
5 Ağustos 2010       Mesaj #9
shadowdancer - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Allah bizleri kendisine kul olmamız için yaratmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Ağustos 2010       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Allah yok diyenlere sunulur buyrun okuyun.




Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere ...gitti. Onunla ilgilenen ber...berle güzel bir sohbete başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı.

Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.”

Adam: ” Peki neden böyle diyorsun?”

Berber: ” Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini üzmezdi.Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum…”

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü.Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.

Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok”

Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim.”

Adam: ” Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”

Berber: ” Hımmm. Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”

Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir.

Benzer Konular

15 Eylül 2017 / recepkaymak Cevaplanmış
3 Ocak 2012 / Misafir Soru-Cevap
10 Ocak 2009 / ECE Soru-Cevap
8 Kasım 2012 / mehmanperest Soru-Cevap
14 Mart 2014 / Misafir Soru-Cevap