Bir zamanlar Bağdat’ta bekâr bir hamal yaşarmış.
Günlerden bir gün, çarşıda küfesine kaygısızca yaslanmış otururken, Musul kumaşından, nakışla çift kat edilmiş ve altın payetler serpiştirilmiş ferah çarşafa bürünmüş bir hanım önünde durmuş. Yüzündeki peçeyi hafifçe kaldırmış ve peçe altından uzun kirpikleri, siyah gözleri ve harika göz kapakları görünmüş. Nitelikleri mükemmel olan vücudu ince, ayakları ufacıkmış. Sonra sesinin tüm tatlılığıyla, ona “Ey hamal, küfeni al ve beni izle!”
. . .
Günlerden bir gün, çarşıda küfesine kaygısızca yaslanmış otururken, Musul kumaşından, nakışla çift kat edilmiş ve altın payetler serpiştirilmiş ferah çarşafa bürünmüş bir hanım önünde durmuş. Yüzündeki peçeyi hafifçe kaldırmış ve peçe altından uzun kirpikleri, siyah gözleri ve harika göz kapakları görünmüş. Nitelikleri mükemmel olan vücudu ince, ayakları ufacıkmış. Sonra sesinin tüm tatlılığıyla, ona “Ey hamal, küfeni al ve beni izle!”






