Arama

Halk hikayesi örnekleri verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 20 Kasım 2017 Gösterim: 97.524 Cevap: 3
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
16 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Halk hikayesi örnekleri verir misiniz?
EN İYİ CEVABI fadedliver verdi
HALK HİKAYESİ
TANIMI:
Hikaye türünün en eski örnekleri olan ve destandan modern hikayeye geçişi sağlayan anonim eserlerdir. Başka bir tanım yapacak olursak; Türk edebiyatı verimleri içinde 16.asırdan itibaren görülmeye başlanan, genellikle aşıklar tarafından nazım-nesir karışık bir ifade tarzı ile dinleyicilere karşı anlatılarak nesilden nesile intikal eden, yer yer masal ve destan özellikleri gösteren hikayelerdir. (Albayrak Abdullah, 1993)

GENEL ÖZELLİKLERİ:
Türk edebiyatında bu özelliğe sahip ilk örnek Dede Korkut Hikayeleridir. Genellikle aşk konusunun işlendiği halk hikayelerinde zaman zaman kahramanlık konularıyla dini konuların işlendiği de görülmüştür. Nazım- nesir karışık olarak anlatılan bu hikayelerin gelişip yayılmasında saz şairlerinin önemli bir fonksiyonu vardır. Pertev Naili Boratav’ın ‘belki eskiden destanların üzerine almış yeni ve orijinal bir nevin mahsulleri’ diye nitelendirdiği hikayeler, destanlardan; mutlaka tarihi bir vakaya dayanmaması, nazım-nesir karışık oluşu ve zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması, şahısların ve olayların anlatımında takınılan gerçekçi tavır, kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi, destanlarda yer alan olaylar kesin bir sonla bitmediği halde halk hikayelerinde kesin bir sonun bulunmaması, halk hikayelerinde söz konusu edilen olayların ve kişilerin oldukça azalması, toplum karşısında anlatılmaları, hikayedeki manzum kısımların genellikle saz eşliğinde dile getirilmesi, değişik bir anlatılma üslup ve geleneğinin olması, belli yerlerinde tekerleme adı verilen belli söz kalıplarının bulunması gibi hususlarda ayrılmaktadır. Ayrıca destanlar belli bir daire teşkil ederler. Hikayelerde, özellikle aşk maceralarını işleyenlerde böyle bir daire söz konusu değildir. Hikayenin kahramanı aşık olur, sevgilisine kavuşma yolunda çeşitli maceralara girer, sonunda kavuşur veya kavuşamaz ama hikaye de orada biter. Destanlarda böyle kesin bir son mevcut değildir. Destanlara en yakın duran Köroğlu ve Dede Korkut Hikayeleri’nde böyle bir tesir görülmektedir.

Halk hikayelerinde anlatılan ilişkiler, toplum içi olup, fertler ve tabakalar arasında cereyan eder. Hikayelerde olağanüstü özellikler epeyce azalmıştır. Halk hikayeleri, Boratav’a göre destandan romana geçiştir. Hikayeler masallara göre oldukça uzundur. Özellikle koşma şeklinde söylenen şiirler duyguyu yoğunlaştırmaya yarar. Halk hikayeleri daha çok aşıklar tarafından kahvelerde, düğün ve benzeri toplantılarda erkeklere hitap eder. Halk hikayelerinin destan döneminin kapanmasından sonra ortaya çıktığı kanaati yaygındır. Nitekim Türk edebiyatında halk hikayelerinin en eski örneği sayılan Dede Korkut Hikayeleri de destandan halk hikayeciliğine geçiş dönemi ürünü olarak kabul edilmektedir.10. yy’ dan itibaren halk hikayelerinin belki de destandan boşalan yeri doldurmak üzere ortaya çıktığı söylenebilir. (Koz M. Sabri, 1981)

Aşk ve kahramanlık konularının çokça işlendiği halk hikayelerinin gerçek hayat olaylarından ayrılan, kendilerine göre bir mantık örgüsü vardır. Bu mantık idealist ölçüler göre şekillenmiş bir hayat anlayışını savunur. Bunun sonucu hikaye kahramanı idealist bir kişiliğe sahiptir. Son olarak şunu unutmamak gerekir ki; kendi içinde tutarlı bir mantığa dayanmak şartıyla halk hikayelerinde olmayacak şey yoktur.

KÖROĞLU HİKÂYESİ


BOLU BEYİ, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta us­ta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde ya­şayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şim­dilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı gö­rünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar ge­çer Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Rıışen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı görür. Hızır ona ya­pacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkar­lar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, ba­basına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğ­renince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpük­lerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğlu­na öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni so­yar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’den geçen kervanlar­dan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönde­rilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlât edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı ka­çırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer. Bolu'yu .basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na kargı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vur­gunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanlı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkın­ca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kal­maz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyle­yerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.

Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tü­feği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yara­lanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.

Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikâyesi sona erer.

TAHİR İLE ZÜHRE HİKAYESİ


Geçmiş zaman ve eski günlerde zengin ve şöhretli bir padişah vardır. Malı, mülkü, askere kısaca her şeyi vardır. Ancak çocuğu olmamaktadır. Doktorlara gitmiş derdine çare bulamamıştır. Bunlardan fayda göremeyince kendisini eğlenceye verip ve yaptırdığı bahçeye gidip gelmeye başlar. Bir gün veziri ile çarşıda dolaşmaya çıkar. “her kim bana bir altın verirse tanrı onun muradını versin” diyen bir dilenciye para verir. Oradan ayrılıp bahçeye doğru giderler ve bir ağacın altında otururlar. İleride bir ağacın altında da yaşlı bir derviş görürler, onun yanına giderler. Derviş “marifetlerim vardır” deyince, padişah gönlünden geçeni bilmesini ister. Dervişte padişah ve vezirin çocuğunun olmadığını, evlat istediklerini bilir. Bunun üzerine dervişten yardım isterler. Dervişte cebinden cebinden bir elma çıkarır ve ikiye böler. Bu elmaları yerlerse çocukları olacağını, padişahın kızı, vezirin oğlu olacağını, ama onları ayırmamalarını evlendirmelerini söyler. Padişahta vezirde çok sevinir. Akşam elmayı yerler ve dokuz ay on gün sonra padişahın kızı, vezirin oğlu olur. Kızın adını Zühre, oğlanın adını Tahir koyarlar.

Tahir ile Zühre birlikte büyürler. En tanınmış hocalardan ders alırlar ve çok zeki olduklarından her şeyi öğrenirler. Fakat on yaşında Zühre’nin gönlü Tahir’e düşer ve uyurken Tahir’i öper. Tahir çok kızar çünkü kardeş olduklarını sanır. Bir gün Zühre Tahir’i yine öper ve Tahir’de Zühre’yi döver. Zühre o kadar üzülür ki Allah’a “Allah’ım benim sevgimin yarısını Tahir’e ver” diye dua eder. Tahir’de Zühre’ye aşık olur. Bu sefer Zühre kendini naza çeker. Ancak kardeş olmadıklarını öğrenen Tahir ile Zühre günden güne bir birine daha çok bağlanırlar. Sazlarını alıp bir birlerine türkü söylerler. Bunları gören Arap köle padişahın karısına söyler. Padişah kızını Tahir’le evlendirmenin zamanı geldiğini söyler. Ancak karısı kızının padişah oğluyla evlenmesini istemektedir. Padişah kendi gözleriyle aşıkları görmek ister ve görünce de aşıkları evlendirmeye karar verir. Bu arada Tahir rüyasında iki kara köpeğin kendisine saldırdığını görür ve rüyası çıkar. Padişahın karısı, padişaha sihirbaz cadının yaptığı şerbeti içirince padişah Tahir'den soğur ve onu saraydan kovar. Aşkı ile yanıp tutuşan Tahir Zühre’nin köşkünün önüne gelerek sitem dolu türküler söyler. Zühre’de olayları dadısından öğrenir ve her şeyi Tahir’e açıklar. Arap köle bunları görünce yine padişaha haber verir.

KEREM İLE ASLI HİKÂYESİ


Asıl adı Ahmet Mirza olan Kerem Islahan Şahının oğludur. Şahın hazinedarlığını yapan Ermeni Keşişinin kızıAslıile Kerem birbirlerini severler. Şah Keşişten kızıoğluna ister. Keşiş bir müslümana kız vermek istemez. Fakat hükümdarın isteğini reddemez; bir mühlet ister ve bu mühletin içinde gizlice memleketten kaçar.

Kerem de Aslı'nın peşinden yola düşer. İşte Kerem'in sevdiği kızın ardınca bütün Anadolu'yu baştan başa gezmesi böylece başlar. Kerem artık yanında sadık arkadaşıSofu (Kerem'in dilinden: Sofu Kardeş) omuzunda sazıile bir "Âşık" olmuştur. Her gittiği yerde her rasladığına sazıyla ve yanık türküleriyle Aslı'nın izini sorar ona haber verenler de olur vermeyenler de... Bazı defa nehirlere dağlara kayalara dağlardaki hayvanlara derdini döker; yolunu bağlayan karlı boranlıbellerden yol ister. Onun önüne çıkan engeller bir defa inkisarına uğradılar mı iflah olmazlar. Kerem aşk ateşinde pişe pişe kemale erer keramet sahibi olur. Allah onun her dileğini yerine getirir.

Bazışehirlerde Kerem AslıHan'a bir zaman kavuşur. Keşişten habersizce bir müddet birbirlerine sevgilerini anlatırlar dertlerini dökerler: Erzincan Bağlarında ve
Kayseri'de olduğu gibi...

Sonunda Kerem Aslı'sının peşinden Halep'e varır. Halep Paşasına kendini sevdirir: Paşa Keşişi tehdit ederek kızını Kerem'e vermeye razı eder. İki sevdalının nikâhları kıyılır. Fakat kötü ruhlu Keşiş onlara son fenalığı yapar: Kızına sihirli bir gerdeklik gömlek giydirir. Bu gömlek son düğmesine kadar açılır tekrar kapanır imiş. Kerem sevdiğinin düğmelerini bir türlü çözemez. Yüreğinden kopup gelen ateşle yanar kül olur. Kerem'in külleri dağılmasın diye bekleyen Aslı Han'ın saçları küllerin içinde kalmış bir kıvılcımla tutuşur; iki âşığın ancak külleri birbirine kavuşur. Sevgililerin birbirine kavuşmasıyla sona ermeyen bir macera olduğu için Kerem hikâyesi toy düğün ve kış geceleri muhabbetlerinde eğlence vasıtası olan halk hikâyeleri arasında çok sevildiği halde başından sonuna kadar anlatılmaz hattâ birçok yerlerde bunun anlatılmasını günah sayarlarmış.

Kerem Erzurum'da hasta yatarken AslıHan'ın üç gün sonra geleceğini haber verirler. O zaman şu türküyü söyler:
Bir han köşesinde kalmışam hasta
Gözlerim kapıda kulağım seste
Kendim gurbet elde gönül heveste
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları duman dildedir
Başım yastıktadır gözüm yoldadır
Aslı hayın yârdır adam aldadır
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları kardır geçilmez
Gizli sırdır her adama açılmaz
Ayrılık şerbeti zehir içilmez
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Felek sen mi kaldın bana gelecek
Akıttın göz yaşım kimler silecek
Kerem'e dediler Aslı'n gelecek
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.

Kayseri'de musalla taşıüstünde bir cenaze görürler. Kerem cenazeye şunlarısöyler:
Mal sahibi nice gördün halini
Felek pençesine düşmüş gidersin
Beğenmezdin türlü libas giymeyi
Şimdi uryan ceset olmuş gidersin.
Tutmaz idin bir fakirin elini
Sormaz idin yoksulların halini
Haram helâl kazandığın malını
Şu fâni dünyaya dökmüş gidersin.
Malın vardı yükseklerden uçardın
Meclisler kurup da bâde içerdinAtın binip sağa sola koşardın
Şimdi kara yere koşmuş gidersin.
Dertli Kerem eder nic' olur halim
Bana senden oldu ey kanlı zalim
Hiç vâdeye bakmaz erişir ölüm
Ecel şerbetini içmiş gidersin.

Sefil Yakup ile Turna Kız


Eski zamanlarda köyün birinde dul bir kadın ile oğlu yaşarmış. Oğlanın adı sefil Yakup'muş. Bunlar Başak Beyi'nin hizmetkârları olup, bağ bahçe işleriyle uğraşır, hayvanlarını otlatırlar. Başak Beyi'nin Turna adında güzel bir kızı vardır. Bizim Yakup bu kıza âşık olur. Turna'yla birbirlerini severler. Yakup bir gün anasına der ki:
- Ana, ben beyin kızını seviyorum, illâ onu bana iste.
Anası da:
- Yavrum, Bey bize hiç kızını verir mi? Bizim ne malımız, ne de bir mülkümüz var. Biz onun kölesiyiz. Bir de bizi buradan kovarsa ne yaparız? der.
- Yakup'u bu işten vazgeçirmeye çalışır, ancak başarılı olamaz. Ana yüreği değil mi, mecbur kalır istemeye, varır beyin huzuruna ve der:
- Ağa; yüzüm kızarıyor, emme benim bir diyeceğim var.
Bunun üzerine Bey :
- Söyle be kadın, ne istiyorsun? diyor.
- - Kadın başlamış konuşmaya:
- - Benim Yakup senin kızâ aşık olmuş, ben Turna'yı Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle
Yakup'a istiyorum, der.
Bu sözleri duyan Bey öfkelenmiş:
- - Vay! Nasıl olurda benim hizmetçim, kölem benim kızıma talip olur, defol! deyip kadını
kovar, Yakup'u da zindana attırır. Aradan zaman geçmiş, bir çerçi günlerden bir gün şehre alış-veriş yapmaya gidiyormuş. Zindanın yanından geçerken Sefil Yakup'un çağırdığı türküyü duyuyor. Çerçi bu dertli çoçuğu merak ediyor. Çerçi varıyor, zindancı başına :
- Zindancı başı! Beni türkü çağıran gençle bir görüştür, diyor.
Zindancı başı da :
- Hadi be adam, senin işin mi yok? Olmaz öyle şey demiş.
Zindancı başı da anaforcuymuş. Çerçi bir kısım mecidiye çıkarıyor. Zindancı başı, paraları görünce gözleri fal taşı gibi açılıyor. Çerçinin dediğini kabul ediyor. Yakup'u getiriyor, çerçiyle görüştürüyor. Çerçi, Yakup'a,
- Oğlum! Sen kimsin? Nerelisin? Suçun nedir? diye sorar.
Yakup da :
- Ben filân köyde, filân kadının çocuğuyum. Kölesi olduğum Bey'in kızına âşık oldum. Anamı istemeye yolladım. Ağa bunu duyunca beni zindana attırdı. O günden beri de ne biriyle konuştum, ne de birini gördüm, diyor. Çerçi de:
- Sen dur. Ben sana birkaç güne kadar haber getireyim diyor. Çerçi, köylerden köye geçiyor. Nihayetinde Yakup'un köyüne geliyor. Sokakta oyun oynayan çocuklara:
- Köyde ne var, ne yok? diye sormuş. Çocuklar da :
- Bey, kızını gelin edecek ya, kız da "evlenmek istemiyorum" diye ne yiyor, ne de içiyor. Ağa da, "Kim benim kızıma yemek yedirir, içirirse ona mükafat vereceğim."dedi, diyorlar. Bunun üzerine çerçi, Bey'in evine gidiyor ve Bey'e diyor ki:
- Bey! Ben kızını belki iyileştiririm, onunla bir görüşeyim. Evvelce kadınlarla erkeklerin görüşecekleri yere perde çekilirmiş, kadınla erkek birbirlerine perdenin arkasından konuşurlarmış. Çerçi başlamış söylenmeye :
"Bağdat şehrinin furması,
Gelin oluyor.
Aşiret beyinin Telli Turna'sı
On bir ay oldu,
Sefil Yakup'un zindana girmesi".
Deyince kız anlıyor. Turna, çerçiye Yakup'un nerede olduğunu soruyor.
Çerçi de:
- Yakup zindanda. Ben onunla seni buluşturayım, ama zindancı başı çok anaforcu, bunun için para lazım, diyor. Turna, ziynetlerini çerçiye veriyor. Kendisi de yemeğe, içmeğe başlıyor. Çerçi, zindancı başına paraları veriyor ve Yakup'u zindandan çıkarıyor. Yakup'a da Akpınar'ın başında beklemesini söylüyor. Ondan sonra Turna'ya haber vermek için Bey'in evine geliyor ve başlıyor söylemeye:
"Atımı bağladım,
Aşiret beyinin avlu taşına
Yeni girdim
On iki on dört yaşıma.
Turna sevdiğini getirdim,
Akpınarın başına"
dedikten sonra, Turna haberi alıyor. Bakıcısına atları hemen hazırlatmasını söylüyor. Çerçiye de anladığını belli etmek için,
"Bir gömlek diktirdim,
Yakası al olsun.
Benim sevdiğim kızın,
Yanakları şeker,
Dudakları bal olsun."
deyip bohçasını alıyor, ata binerek Akpınar'a varıyor. Yakup'la buluşup kaçıyorlar.

BAKINIZ Halk Hikayesi
Son düzenleyen Safi; 20 Kasım 2017 00:07
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
16 Kasım 2008       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
HALK HİKAYESİ
TANIMI:
Hikaye türünün en eski örnekleri olan ve destandan modern hikayeye geçişi sağlayan anonim eserlerdir. Başka bir tanım yapacak olursak; Türk edebiyatı verimleri içinde 16.asırdan itibaren görülmeye başlanan, genellikle aşıklar tarafından nazım-nesir karışık bir ifade tarzı ile dinleyicilere karşı anlatılarak nesilden nesile intikal eden, yer yer masal ve destan özellikleri gösteren hikayelerdir. (Albayrak Abdullah, 1993)

GENEL ÖZELLİKLERİ:
Türk edebiyatında bu özelliğe sahip ilk örnek Dede Korkut Hikayeleridir. Genellikle aşk konusunun işlendiği halk hikayelerinde zaman zaman kahramanlık konularıyla dini konuların işlendiği de görülmüştür. Nazım- nesir karışık olarak anlatılan bu hikayelerin gelişip yayılmasında saz şairlerinin önemli bir fonksiyonu vardır. Pertev Naili Boratav’ın ‘belki eskiden destanların üzerine almış yeni ve orijinal bir nevin mahsulleri’ diye nitelendirdiği hikayeler, destanlardan; mutlaka tarihi bir vakaya dayanmaması, nazım-nesir karışık oluşu ve zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması, şahısların ve olayların anlatımında takınılan gerçekçi tavır, kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi, destanlarda yer alan olaylar kesin bir sonla bitmediği halde halk hikayelerinde kesin bir sonun bulunmaması, halk hikayelerinde söz konusu edilen olayların ve kişilerin oldukça azalması, toplum karşısında anlatılmaları, hikayedeki manzum kısımların genellikle saz eşliğinde dile getirilmesi, değişik bir anlatılma üslup ve geleneğinin olması, belli yerlerinde tekerleme adı verilen belli söz kalıplarının bulunması gibi hususlarda ayrılmaktadır. Ayrıca destanlar belli bir daire teşkil ederler. Hikayelerde, özellikle aşk maceralarını işleyenlerde böyle bir daire söz konusu değildir. Hikayenin kahramanı aşık olur, sevgilisine kavuşma yolunda çeşitli maceralara girer, sonunda kavuşur veya kavuşamaz ama hikaye de orada biter. Destanlarda böyle kesin bir son mevcut değildir. Destanlara en yakın duran Köroğlu ve Dede Korkut Hikayeleri’nde böyle bir tesir görülmektedir.

Halk hikayelerinde anlatılan ilişkiler, toplum içi olup, fertler ve tabakalar arasında cereyan eder. Hikayelerde olağanüstü özellikler epeyce azalmıştır. Halk hikayeleri, Boratav’a göre destandan romana geçiştir. Hikayeler masallara göre oldukça uzundur. Özellikle koşma şeklinde söylenen şiirler duyguyu yoğunlaştırmaya yarar. Halk hikayeleri daha çok aşıklar tarafından kahvelerde, düğün ve benzeri toplantılarda erkeklere hitap eder. Halk hikayelerinin destan döneminin kapanmasından sonra ortaya çıktığı kanaati yaygındır. Nitekim Türk edebiyatında halk hikayelerinin en eski örneği sayılan Dede Korkut Hikayeleri de destandan halk hikayeciliğine geçiş dönemi ürünü olarak kabul edilmektedir.10. yy’ dan itibaren halk hikayelerinin belki de destandan boşalan yeri doldurmak üzere ortaya çıktığı söylenebilir. (Koz M. Sabri, 1981)

Aşk ve kahramanlık konularının çokça işlendiği halk hikayelerinin gerçek hayat olaylarından ayrılan, kendilerine göre bir mantık örgüsü vardır. Bu mantık idealist ölçüler göre şekillenmiş bir hayat anlayışını savunur. Bunun sonucu hikaye kahramanı idealist bir kişiliğe sahiptir. Son olarak şunu unutmamak gerekir ki; kendi içinde tutarlı bir mantığa dayanmak şartıyla halk hikayelerinde olmayacak şey yoktur.

KÖROĞLU HİKÂYESİ


BOLU BEYİ, at meraklısı bir beydir. Atçılıkta us­ta olan seyisi Yusuf'u, güzel ve cins at aramak üzere başka yerlere gönderir. Yusuf günlerce gezdikten sonra, obanın birinde istediği gibi bir tay bulur. Bu tayı doğuran kısrak, Fırat kıyısında otlarken, ırmaktan çıkan bir aygır kısrağa aşmış, tay ondan olmuştur. Irmak ve göllerin dibinde ya­şayan aygırlardan olan taylar çok makbuldür, iyi cins at olur.

Yusuf, tayı sahiplerinden satın alır. Yavrunun şim­dilik gösterişi yoktur. Hatta, çirkindir bile. Ama ileride mükemmel bir küheylan olacaktır. Yusuf bunu biliyor. Sevinerek geri döner. Bey, bu çirkin ve sevimsiz tayı gö­rünce çok kızar, kendisiyle alay edildiğini sanır. Yusuf'un gözlerine mil çektirir. Tayı da ona verir, yanından kovar. Kör Yusuf köyüne döner. Olanı biteni oğluna anlatır. Bolu Beyi'nden öç alacağını söyler.

Baba oğul, başlarlar tayı terbiye etmeye. Yıllar ge­çer Tay artık mükemmel bir küheylan olmuştur. Rüzgâr gibi koşmakta, ceylan gibi sıçramakta, türlü savaş oyunu bilmektedir. Bu arada Kör Yusuf'un oğlu Rıışen Ali de büyümüş, güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuştur. O da her türlü şövalyelik oyunlarını öğrenmiş bir babayiğittir.

Bir gece Yusuf, düşünde Hızır'ı görür. Hızır ona ya­pacağı işi söyler. Hızır'ın önerisiyle baba oğul yola çıkar­lar. Bingöl dağlarından gelecek üç sihirli köpüğü Aras ırmağında beklerler. Bu üç sihirli köpükle Yusuf'un hem gözleri açılacak, hem intikam almak için gereken kuvvet ve gençliği elde edecektir.

Bunu bilen oğlu Ruşen Ali, köpükler gelince, ba­basına haber vermeden, kendisi içer. Yusuf, durumu öğ­renince üzülür, ama bir yandan da sevinir. Kendi yerine oğlu, öcünü alacak bir bahadır olacaktır. Bu sihirli köpük­lerden biri körün oğluna sonsuz yaşama gücü, biri yiğitlik, öteki de şairlik bağışlamıştır. Bir süre sonra Yusuf, oğlu­na öç almasını vasiyet ederek ölür.

Körün oğlu Ruşen Ali dağa çıkar. Gelen geçeni so­yar. Ünü yayılmaya başlar. Kendisi gibi kanun kaçakları yanında toplanmaya başlarlar. Artık adı Köroğlu olmuştur. Bolu şehrinin karşısında, Çamlıbel'de bir kale yaptırır. Küçük bir ordusu vardır. Çamlıbel’den geçen kervanlar­dan bac alır. Vermeyen kervanları soyar. Üzerine gönde­rilen orduları bozguna uğratır.

Bir gün, güzelliğini duyduğu Üsküdar Kasapbaşı'sının oğlu Ayvaz'ı kaçırır, Çamlıbel'e getirir, evlât edinir. Başka bir gün, Bolu Beyi'nin bacısı Döne Hanım'ı ka­çırır, evlenirler. Aradan yıllar geçer. Bolu'yu .basar, yakar, yıkar. Bolu Beyi'nden babasının öcünü alır. Bolu Beyi de Köroğlu'na kargı düzenler kurar. Bir defasında Köroğlu'nu, başka bir seferde de Ayvaz'ı yakalatır. Zindana atar. Ama, Köroğlu ve adamları her zaman hile ve cenkle kurtulurlar.

Köroğlu, ara sıra Gürcistan, Çin gibi uzak ülkelere de seferler açar. Yeni yeni serüvenlere atılır, büyük vur­gunlar yapar. Bu arada küçük, fakat heyecanlı birçok olay da geçer. Sonunda delikli demir (tüfek) ortaya çıkın­ca eski bahadırlık geleneği bozulur, dünyanın tadı kal­maz. Ve bir gün Köroğlu, beylerine dağılmalarını söyle­yerek Kırklara karışır, kaybolur. Daha önceden Kır-At da sır olmuştur. O Kır-At ki, nice yıllar, olağanüstü bir güçle Köroğlu'na hizmet etmiştir.

Başka bir söylentiye göre, bir Yahudi bezirganın getirdiği tüfekle oynayan beyler, birbirlerini öldürürler. Köroğlu, buna üzülerek kayıplara karışır. Yine bir başka söylentiye göre de, Köroğlu dağda rastladığı çobanda tü­feği görür. Sorar, ne olduğunu. Aldığı karşılığa inanmaz. Denemek için kendine çevirir, tetiğe dokunur. Ve yara­lanarak ölür. Sonra beyleri de dağılırlar.

Yaşlı bir çınar gibi devrilen Köroğlu'nun hikâyesi sona erer.

TAHİR İLE ZÜHRE HİKAYESİ


Geçmiş zaman ve eski günlerde zengin ve şöhretli bir padişah vardır. Malı, mülkü, askere kısaca her şeyi vardır. Ancak çocuğu olmamaktadır. Doktorlara gitmiş derdine çare bulamamıştır. Bunlardan fayda göremeyince kendisini eğlenceye verip ve yaptırdığı bahçeye gidip gelmeye başlar. Bir gün veziri ile çarşıda dolaşmaya çıkar. “her kim bana bir altın verirse tanrı onun muradını versin” diyen bir dilenciye para verir. Oradan ayrılıp bahçeye doğru giderler ve bir ağacın altında otururlar. İleride bir ağacın altında da yaşlı bir derviş görürler, onun yanına giderler. Derviş “marifetlerim vardır” deyince, padişah gönlünden geçeni bilmesini ister. Dervişte padişah ve vezirin çocuğunun olmadığını, evlat istediklerini bilir. Bunun üzerine dervişten yardım isterler. Dervişte cebinden cebinden bir elma çıkarır ve ikiye böler. Bu elmaları yerlerse çocukları olacağını, padişahın kızı, vezirin oğlu olacağını, ama onları ayırmamalarını evlendirmelerini söyler. Padişahta vezirde çok sevinir. Akşam elmayı yerler ve dokuz ay on gün sonra padişahın kızı, vezirin oğlu olur. Kızın adını Zühre, oğlanın adını Tahir koyarlar.

Tahir ile Zühre birlikte büyürler. En tanınmış hocalardan ders alırlar ve çok zeki olduklarından her şeyi öğrenirler. Fakat on yaşında Zühre’nin gönlü Tahir’e düşer ve uyurken Tahir’i öper. Tahir çok kızar çünkü kardeş olduklarını sanır. Bir gün Zühre Tahir’i yine öper ve Tahir’de Zühre’yi döver. Zühre o kadar üzülür ki Allah’a “Allah’ım benim sevgimin yarısını Tahir’e ver” diye dua eder. Tahir’de Zühre’ye aşık olur. Bu sefer Zühre kendini naza çeker. Ancak kardeş olmadıklarını öğrenen Tahir ile Zühre günden güne bir birine daha çok bağlanırlar. Sazlarını alıp bir birlerine türkü söylerler. Bunları gören Arap köle padişahın karısına söyler. Padişah kızını Tahir’le evlendirmenin zamanı geldiğini söyler. Ancak karısı kızının padişah oğluyla evlenmesini istemektedir. Padişah kendi gözleriyle aşıkları görmek ister ve görünce de aşıkları evlendirmeye karar verir. Bu arada Tahir rüyasında iki kara köpeğin kendisine saldırdığını görür ve rüyası çıkar. Padişahın karısı, padişaha sihirbaz cadının yaptığı şerbeti içirince padişah Tahir'den soğur ve onu saraydan kovar. Aşkı ile yanıp tutuşan Tahir Zühre’nin köşkünün önüne gelerek sitem dolu türküler söyler. Zühre’de olayları dadısından öğrenir ve her şeyi Tahir’e açıklar. Arap köle bunları görünce yine padişaha haber verir.

KEREM İLE ASLI HİKÂYESİ


Asıl adı Ahmet Mirza olan Kerem Islahan Şahının oğludur. Şahın hazinedarlığını yapan Ermeni Keşişinin kızıAslıile Kerem birbirlerini severler. Şah Keşişten kızıoğluna ister. Keşiş bir müslümana kız vermek istemez. Fakat hükümdarın isteğini reddemez; bir mühlet ister ve bu mühletin içinde gizlice memleketten kaçar.

Kerem de Aslı'nın peşinden yola düşer. İşte Kerem'in sevdiği kızın ardınca bütün Anadolu'yu baştan başa gezmesi böylece başlar. Kerem artık yanında sadık arkadaşıSofu (Kerem'in dilinden: Sofu Kardeş) omuzunda sazıile bir "Âşık" olmuştur. Her gittiği yerde her rasladığına sazıyla ve yanık türküleriyle Aslı'nın izini sorar ona haber verenler de olur vermeyenler de... Bazı defa nehirlere dağlara kayalara dağlardaki hayvanlara derdini döker; yolunu bağlayan karlı boranlıbellerden yol ister. Onun önüne çıkan engeller bir defa inkisarına uğradılar mı iflah olmazlar. Kerem aşk ateşinde pişe pişe kemale erer keramet sahibi olur. Allah onun her dileğini yerine getirir.

Bazışehirlerde Kerem AslıHan'a bir zaman kavuşur. Keşişten habersizce bir müddet birbirlerine sevgilerini anlatırlar dertlerini dökerler: Erzincan Bağlarında ve
Kayseri'de olduğu gibi...

Sonunda Kerem Aslı'sının peşinden Halep'e varır. Halep Paşasına kendini sevdirir: Paşa Keşişi tehdit ederek kızını Kerem'e vermeye razı eder. İki sevdalının nikâhları kıyılır. Fakat kötü ruhlu Keşiş onlara son fenalığı yapar: Kızına sihirli bir gerdeklik gömlek giydirir. Bu gömlek son düğmesine kadar açılır tekrar kapanır imiş. Kerem sevdiğinin düğmelerini bir türlü çözemez. Yüreğinden kopup gelen ateşle yanar kül olur. Kerem'in külleri dağılmasın diye bekleyen Aslı Han'ın saçları küllerin içinde kalmış bir kıvılcımla tutuşur; iki âşığın ancak külleri birbirine kavuşur. Sevgililerin birbirine kavuşmasıyla sona ermeyen bir macera olduğu için Kerem hikâyesi toy düğün ve kış geceleri muhabbetlerinde eğlence vasıtası olan halk hikâyeleri arasında çok sevildiği halde başından sonuna kadar anlatılmaz hattâ birçok yerlerde bunun anlatılmasını günah sayarlarmış.

Kerem Erzurum'da hasta yatarken AslıHan'ın üç gün sonra geleceğini haber verirler. O zaman şu türküyü söyler:
Bir han köşesinde kalmışam hasta
Gözlerim kapıda kulağım seste
Kendim gurbet elde gönül heveste
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları duman dildedir
Başım yastıktadır gözüm yoldadır
Aslı hayın yârdır adam aldadır
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Erzurum dağları kardır geçilmez
Gizli sırdır her adama açılmaz
Ayrılık şerbeti zehir içilmez
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.
Felek sen mi kaldın bana gelecek
Akıttın göz yaşım kimler silecek
Kerem'e dediler Aslı'n gelecek
Gelme ecel gelme üç gün ara ver
Al benim sevdamı götür yâre ver.

Kayseri'de musalla taşıüstünde bir cenaze görürler. Kerem cenazeye şunlarısöyler:
Mal sahibi nice gördün halini
Felek pençesine düşmüş gidersin
Beğenmezdin türlü libas giymeyi
Şimdi uryan ceset olmuş gidersin.
Tutmaz idin bir fakirin elini
Sormaz idin yoksulların halini
Haram helâl kazandığın malını
Şu fâni dünyaya dökmüş gidersin.
Malın vardı yükseklerden uçardın
Meclisler kurup da bâde içerdinAtın binip sağa sola koşardın
Şimdi kara yere koşmuş gidersin.
Dertli Kerem eder nic' olur halim
Bana senden oldu ey kanlı zalim
Hiç vâdeye bakmaz erişir ölüm
Ecel şerbetini içmiş gidersin.

Sefil Yakup ile Turna Kız


Eski zamanlarda köyün birinde dul bir kadın ile oğlu yaşarmış. Oğlanın adı sefil Yakup'muş. Bunlar Başak Beyi'nin hizmetkârları olup, bağ bahçe işleriyle uğraşır, hayvanlarını otlatırlar. Başak Beyi'nin Turna adında güzel bir kızı vardır. Bizim Yakup bu kıza âşık olur. Turna'yla birbirlerini severler. Yakup bir gün anasına der ki:
- Ana, ben beyin kızını seviyorum, illâ onu bana iste.
Anası da:
- Yavrum, Bey bize hiç kızını verir mi? Bizim ne malımız, ne de bir mülkümüz var. Biz onun kölesiyiz. Bir de bizi buradan kovarsa ne yaparız? der.
- Yakup'u bu işten vazgeçirmeye çalışır, ancak başarılı olamaz. Ana yüreği değil mi, mecbur kalır istemeye, varır beyin huzuruna ve der:
- Ağa; yüzüm kızarıyor, emme benim bir diyeceğim var.
Bunun üzerine Bey :
- Söyle be kadın, ne istiyorsun? diyor.
- - Kadın başlamış konuşmaya:
- - Benim Yakup senin kızâ aşık olmuş, ben Turna'yı Allah'ın emri, Peygamberin kavliyle
Yakup'a istiyorum, der.
Bu sözleri duyan Bey öfkelenmiş:
- - Vay! Nasıl olurda benim hizmetçim, kölem benim kızıma talip olur, defol! deyip kadını
kovar, Yakup'u da zindana attırır. Aradan zaman geçmiş, bir çerçi günlerden bir gün şehre alış-veriş yapmaya gidiyormuş. Zindanın yanından geçerken Sefil Yakup'un çağırdığı türküyü duyuyor. Çerçi bu dertli çoçuğu merak ediyor. Çerçi varıyor, zindancı başına :
- Zindancı başı! Beni türkü çağıran gençle bir görüştür, diyor.
Zindancı başı da :
- Hadi be adam, senin işin mi yok? Olmaz öyle şey demiş.
Zindancı başı da anaforcuymuş. Çerçi bir kısım mecidiye çıkarıyor. Zindancı başı, paraları görünce gözleri fal taşı gibi açılıyor. Çerçinin dediğini kabul ediyor. Yakup'u getiriyor, çerçiyle görüştürüyor. Çerçi, Yakup'a,
- Oğlum! Sen kimsin? Nerelisin? Suçun nedir? diye sorar.
Yakup da :
- Ben filân köyde, filân kadının çocuğuyum. Kölesi olduğum Bey'in kızına âşık oldum. Anamı istemeye yolladım. Ağa bunu duyunca beni zindana attırdı. O günden beri de ne biriyle konuştum, ne de birini gördüm, diyor. Çerçi de:
- Sen dur. Ben sana birkaç güne kadar haber getireyim diyor. Çerçi, köylerden köye geçiyor. Nihayetinde Yakup'un köyüne geliyor. Sokakta oyun oynayan çocuklara:
- Köyde ne var, ne yok? diye sormuş. Çocuklar da :
- Bey, kızını gelin edecek ya, kız da "evlenmek istemiyorum" diye ne yiyor, ne de içiyor. Ağa da, "Kim benim kızıma yemek yedirir, içirirse ona mükafat vereceğim."dedi, diyorlar. Bunun üzerine çerçi, Bey'in evine gidiyor ve Bey'e diyor ki:
- Bey! Ben kızını belki iyileştiririm, onunla bir görüşeyim. Evvelce kadınlarla erkeklerin görüşecekleri yere perde çekilirmiş, kadınla erkek birbirlerine perdenin arkasından konuşurlarmış. Çerçi başlamış söylenmeye :
"Bağdat şehrinin furması,
Gelin oluyor.
Aşiret beyinin Telli Turna'sı
On bir ay oldu,
Sefil Yakup'un zindana girmesi".
Deyince kız anlıyor. Turna, çerçiye Yakup'un nerede olduğunu soruyor.
Çerçi de:
- Yakup zindanda. Ben onunla seni buluşturayım, ama zindancı başı çok anaforcu, bunun için para lazım, diyor. Turna, ziynetlerini çerçiye veriyor. Kendisi de yemeğe, içmeğe başlıyor. Çerçi, zindancı başına paraları veriyor ve Yakup'u zindandan çıkarıyor. Yakup'a da Akpınar'ın başında beklemesini söylüyor. Ondan sonra Turna'ya haber vermek için Bey'in evine geliyor ve başlıyor söylemeye:
"Atımı bağladım,
Aşiret beyinin avlu taşına
Yeni girdim
On iki on dört yaşıma.
Turna sevdiğini getirdim,
Akpınarın başına"
dedikten sonra, Turna haberi alıyor. Bakıcısına atları hemen hazırlatmasını söylüyor. Çerçiye de anladığını belli etmek için,
"Bir gömlek diktirdim,
Yakası al olsun.
Benim sevdiğim kızın,
Yanakları şeker,
Dudakları bal olsun."
deyip bohçasını alıyor, ata binerek Akpınar'a varıyor. Yakup'la buluşup kaçıyorlar.

BAKINIZ Halk Hikayesi
Son düzenleyen Safi; 20 Kasım 2017 00:07
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Mart 2013       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

LEYLÂ ile MECNÛN


Mecnun, bir kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelmiş olan Kays adlı oğludur. Okulda bir başka kabile reisinin kızı olan Leyla ile tanışır. Bu iki genç birbirlerine aşık olurlar. Okulda başlayıp gittikçe alevlenen bu macerayı Leyla'nın annesi öğrenir. Kızının bu durumuna kızan annesi, kızına çıkışır ve bir daha okula göndermez.
Kays okulda Leyla' yı göremeyince üzüntüden çılgına döner, başını alıp çöllere gider ve Mecnun diye anılmaya başlar.

Mecnun'un babası, oğlunu bu durumdan kurtarmak için Leyla'yı isterse de Mecnun(deli, çılgın) oldu diye Leyla' yı vermezler. Leyla evden kaçarak, Mecnun' u çölde bulur. Halbuki o, çölde âhular, ceylanlar ve kuşlarla arkadaşlık etmektedir ve mecâzî aşktan ilâhî aşka yükselmiştir. Bu sebeple Leylâ' yı tanımaz. Babası Mecnûn' u iyileşmesi için Kâbe' ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allahü Tealâya duâ eder:

"Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni."

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar. Diğer tarafta ise Leylâ da aşk ıstırabı içindedir.

Bir zaman sonra âilesi, Leylâ' yı İbn-i Selâm isimli zengin ve îtibârlı birine verir. Ancak, Leylâ kendisini bir perinin sevdiğini ve eğer kendisine dokunursa ikisinin de
mahvolacağını söyleyerek İbn-i Selâm' ı vuslatından uzak tutmayı başarır.

Mecnûn, çölde, Leylâ' nın evlendiğini arkadaşı Zeyd' den işitince çok üzülür. Leylâ' ya acı bir sitem mektubu gönderir. Leylâ da durumunu bir mektupla Mecnûn' a anlatır. Kendisini anlamadığından dolayı o da sitem eder.

Bir müddet sonra Mecnûn' un âhı tutarak İbn-i Selâm ölür. Leylâ baba evine döner. Bir çok tereddütten sonra her şeyi göze alarak, Mecnûn' u çölde aramaya başlar.
Fakat Mecnûn, dünyadan elini eteğini çekmiş ilâhî aşk yüzünden Leylâ'nın maddî varlığını unutmuştur. Leylâ, çölde Mecnûn' u bulduğu hâlde, Mecnûn onu tanımaz.
Leylâ onun erdiğini anlarsa da yine onsuz yaşayamaz. Hastalanıp yataklara düşer. Kısa zaman sonra da ölür. Mecnûn, Leylâ' nın ölüm haberini öğrenir. Gelip mezarını kucaklar, ağlayıp inler; "Ya Rab manâ cism ü cân gerekmez Cânânsuz cihân gerekmez." Der, kabri kucaklayarak ölür. Bir müddet sonra Mecnûn' un sâdık arkadaşı Zeyd rüyasında, Cennet bahçelerinde birbiriyle buluşmuş iki mesut sevgili görür. Bunlar kimdir? diye sorunca, derler ki: "Bunlar Mecnûn ile onun vefalı sevgilisi Leylâ' dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

KEREM İLE ASLI


Râviyân-ı ahbâr ve nâkilân-ı âsâr şöyle hikâyet ederler ki: O iller bi­zim iller, orada söylenen diller bizim dillerken İran başka İran, devran başka devranmış...
Şehirlerden Isfahan şehrinde Koca Han derler bir han varmış; dağa, taşa hükmü yürür; kurda kuşa sözü geçermiş; devletli mi dedin devletli, mürüvvetli mi dedin mürüvvetli... Vasfı halîyazıp defter etmeğe gelmez ya, ille adaleti, ille adaleti dillere destanmış: Cem kim, Cemşid kim! Ha­run Reşid bile gelir, adaleti ondan öğrenirmiş! ... Allah ona devlet üstü­ne devlet vermiş, dünyalık üstüne dünyalık vermiş ama gelgelelim yerini, yurdunu tutacak bir evlat vermemiş; bu yüzden yaşı, başı ilerledikçe ga­mı, kasaveti de artıyor, düşündükçe düşünüyor, kurdukça kuruyormuş!
(Koca Han'ın, Hıristiyan bir hazinedarı vardır. Hikâyede "Keşiş" adıyla geçen bu hazinedar ile karısı İriskin'in de çocukları olmamaktadır. Koca Han, Keşiş'in tavsiyesiyle sıkıntısını gidermek için dillere destan bir bah­çe yaptım. Dua eder. Bir gün bahçeye bir bahçıvan gelir. "Kırklardan olan bu bahçıvan, sultanın hanımına bir elma, bir de armut fidanı verir ve kaybolur. Yedi yıl geçer ama fidanlar meyve vermez. Sultan Hanım bir gün dua eder. Rüyasında o ermiş kişi müjde verir. Uyandığında elma ağa­cının meyve verdiğini görür.)
Anladılar ki o bahçıvan, bahçıvan değil; şu fidan, fidan değil; bu elma, elma değil; Allah'ın bir hikmeti! Sultan eğildi, secdeye vardı; İriskin doğ­ruldu, haç çıkardı. Sultan, Keşiş karısına dönüp:
"İriskin" dedi, "Ben rüyasını gördüm. Bu elma boş değil, Allah mura­dımızı verecek; imdi, gel seninle ahd ü peymân edelim; benim bir oğlum, senin de bir kızın olursa, oğluma verir misin?"
İriskin de:
"A sultanım" dedi, "Zaten babası kapınıza kul, anası yolunuza köle; varsın o da oğlunuza kurban olsun; hele Allah o günleri göstersin de..."
Bu niyetle Sultan kudret elmasını ortasından kesip yarısını ona verdi; yarısını da kendisi yedi.
Gayrı sözü uzatıp da ne biz günaha girelim ne şu cemaatin başını ağ­rıtalım... Aradan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçti. Sultanın nur to­pu gibi bir oğlu dünyaya geldi; İriskin'in de nar tanesi gibi bir kızı... Oğ­lanın kulağına "Ahmet Mirza" diye okudular; kızın adını da İsa Gülü koy­dular.
(Keşiş, kızının yıldız falına bakar; ölüm ve ayrılık görünce "Zaten dini­miz ayn, kitabımız ayrı" diye sözünden cayar ve sultana kızın öldüğünü söyler. Yıllar geçer, Mirza büyür, okula gider. Zeki olan Mirza'ya ders ar­kadaşı olarak Sofu isimli bir arkadaş verilir. İkisi kısa zamanda kardeş gi­bi olur. Ceylan avına çıktıkları bir gün Mirza Han, bir pınar başında uyuyakalır.)
Yorgun argın, dünyasından geçti, öyle bir âleme göçtü ki rüya âlemi mi desem, mana âlemi mi desem, ne desem! Ak saçlı bir pir yamacına dikilip ey itti:
"Be hey gafil! Şu ceylan kuzusundan ne aldın da veremiyorsun? Bu dünyada daha ne ahular var! Uyan gaflet uykusundan, uyan da bir bak!" deyince, Mirza Han rüyadan rüyaya geçip sözde uyandı, baktı ki ahu göz­lü bir peri! Hele o saçlar, topuklara kadar; o gözler üzüm gibi; boyu mu dedin, serviye benziyor, dallar içinde; huyu mu dedin, kokuya benziyor, güller içinde...
"Nasıl söyleyeyim bilmem ki oğul, yaratan sizi bir dalda yarattı amma, kör şeytan getirip aranıza bir karaçalı dikti; imdi siz kavuşmak istedik­çe, bu çalı sizi ayıracak, o ayırdıkça siz kavuşmak isteyeceksiniz; artık so­nu nereye varacak bir Allah bilir. Hele iç şunu, pir dolusu, aşk badesi der­ler buna!" deyip bir dolu sundu. Mirza gafil, pirin sunduğu doluyu bir iç­ti, aklı başından gitti.
(Mirza, şahiniyle ava çıktığı bir gün, bıldırcın avlayan şahin bir bahçe­ye girer. Mirza bu bahçede, rüyasında âşık olduğu Aslı'yı görür.)
Gül kız titredi ve dedi:
"Ey başımın bahtı, gönlümün tahtı, dünya gözüyle bu kadar olsun bir­birimizi gördük ya, gayrı kerem eyle... Kaderimizde varsa bir gün olur, al­lı pullu günlere erişiriz."
Mirza gafil, bir rüyadan ayılır gibi olup:
"A gül yüzlüm, gül benizlim; kerem edecek ne var bunda? A cevahir sözlüm, bu ayrılık bana ölümden beter... Bari ben "Kerem" olayım, sen de "Aslı". Kerem senin ağzından çıktı. Bu ad bana bergüzarın olsun. Sen de bir hayalin aslısın, bu da benden sana yadigâr olsun... Ben de bakarken sana "Aslı" diye bakarım; bir gün gelir, yolunda kül olur gidersem şu bas­tığın toprak ben olayım." deyince Aslı'nın gözlerinden Ceyhun misali kan revan olup ağız açmaya mecali kalmadı. Bereket versin dut ağacı, tuttu dallarından bir dal verdi ona, o da dal gerdanında yayılan top zülüfler­den üç tel çekti de başladı saz ü niyaza. İmdi, Aslı ne söyledi? Kerem ne dinledi? Biz ne diyelim, cemaatimiz ne anlasın!
Aldı Aslı:
Ne gezersin melul melul bu yerde Aman Kerem beni rüsva eyleme. Düşürürsün beni onulmaz derde Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Kısmet etsin beni sana Yaradan Kaldırsın engeli, yâdı aradan
Ben yeni ayırdım akı karadan Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Doyamadım şeker ezen dilinden Yolunda çekinmem asla ölümden Çok sarılma gayri ince belimden Aman Kerem beni rüsva eyleme.
Ağa Kerem, Paşa Kerem, Han Kerem Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem Aslı sana kurban olsun can Kerem Aman Kerem beni rüsva eyleme.
(Hesna Bacı, Kerem ile Aslı'yı buluşturur. Ancak Kayseri Bey'i ve adamları Kerem'i yakalarlar. Kayseri Bey'i, Kerem'in babasının eski hiz­metkârlarından biridir. Kerem'i hemen tanıyıp, ondan özür diler. Keşiş'in gözünü korkutup Aslı'yı vermeye ikna eder. Düğün yapılır. Ancak Keşiş, Aslı'nın elbisesine büyü yapmıştır. Geceden sabaha kadar elbisenin düğ­melerini çözdükçe düğmeler tekrar iliklenir. Kerem ah çeker. Ağzından çı­kan yeşil bir alevle yanıp kül olur.)
Ama neye derler ki her ateş söner, yürekteki ateş sönmez diye. Meğer bu sönmeyen ateşten bir kıvılcım kalmış küller içinde. Tel tel tutuştu saç­larında ve gül Aslı, gerçek alevden bir dal oldu; döne döne yandı, yana yana döndü kıbleye doğru. Ve külleri karıştı Kerem'in külüne...
Son düzenleyen Safi; 20 Kasım 2017 00:01
Çınar - avatarı
Çınar
Ziyaretçi
24 Mart 2016       Mesaj #4
Çınar - avatarı
Ziyaretçi

Ferhat ile Şirin


Ferhat nakkaşlık yapan Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.
Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya kız kardeşi Şirin için dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “ Şehir'e suyu getir Şirin'i vereyim” der demesine de su Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir.

Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu bakar ki kız kardeşi elden gidecek sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da acı acı güler sonra da. “Ne vurursan kayalara böyle hırsla Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat'ın başı döner dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN !” seslenişleri yankılanır kayalarda.

Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına.
Su gelmiştir akar bütün coşkusuyla ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş sevenlerin anısına ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. İki sevgiliyi iki gülü ayırmak için.
Son düzenleyen Safi; 19 Kasım 2017 23:56

Benzer Konular

28 Aralık 2013 / Ziyarettçi Cevaplanmış
9 Ocak 2014 / Misafir Soru-Cevap
20 Aralık 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Ocak 2014 / türkbilisim Soru-Cevap