Arama

6 Gün Savaşı öncesi durum ve ülkemizin tutumu hakkında bilgi verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 17 Aralık 2014 Gösterim: 8.890 Cevap: 1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
18 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
6 Gün Savaşları öncesi durum ve ülkemizin tutumu hakkında bilgi verir misiniz?
EN İYİ CEVABI ThinkerBeLL verdi
Alıntı
Ziyaretçi adlı kullanıcıdan alıntı

6 Gün Savaşları öncesi durum ve ülkemizin tutumu hakkında bilgi verir misiniz?

Altı Gün Savaşı

Sponsorlu Bağlantılar
Savaş Öncesi Durum
Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail Savaşı'nın başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder.
Çoğunluğu Ürdün'de bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısında, Ürdün'ün elinde bulunan Doğu Kudüs'de Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi. Bu Misak'a göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6'ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonu'nundan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan yahudiler de Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947'ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9'uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15'inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan "siyonist, emperyalist istila"nın kovulmasından ve "Filistin'deki siyonist varlığı"nın tasfiyesinden söz etmekteydi. 19'uncu madde, Filistin'in 1947'deki taksimini ve İsrail devletinin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21'inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu.
Kudüs Kongresi'nde, 9'uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı.
1966 Şubatında Suriye'de iktidarda bulunan Baas Partisi'nin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında hadiseler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasır'ı İsrail'e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler'in kanadının altına sığınmakla suçluyordu. 1966 Ekiminden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini İsrail topraklarına saldırılara başladılar.
İsrail bu saldırıları Güvenlik Konseyine şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriye'yi daha da tahrik etti. Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrail'in güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir "savunma" antlaşması imzalandı.
Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı. Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler.
7 Nisan hadisesi Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de hadisenin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı, Sovyetler Suriye'yi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar.
Öyle görünür ki, 7 Nisandan sonra meydana gelen en küçük bir hadise, İsrail'e komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur. Mayıs ayından itibaren Suriye'den İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriye'dir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz".
Eshkol'ün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriye'ye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrail'in seçtiği hedef Mısır'dır. Bu yanılgı dolayısiyledir ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayısta Şam'a giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra hadiseler hızla akmaya başladı.
16 Mayısta Mısır silahlı kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956'dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolunda olan Sina'ya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayısta Mısır, gerek Sina yarımadasında ve Gazze'de bulunan ve gerek Akabe Körfezi'nin Kızıldenize çıkış noktası olan Tiran boğazındaki Şarm el-Şeyh'deki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri 19 Mayıstan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı. Bu hadise Arap-İsrail gerginliğinde mühim bir tırmanma teşkil etmekteydi.
Mısır bu hareketi ile iki cepheden İsrail'e karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sina'yı tamamen kontrolu altına almak suretiyle, İsrail'e karşı doğrudan hareket imkanını kazanması ve arada B.M. kuvvetlerinin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyh'e askerini sokmakla, İsrail'in Kızıl Deniz'e çıkışı olan Tiran Boğazını kontrol altına alıyordu. Nasır bununla da yetinmedi ve 22 Mayısta Tiran Boğazını İsrail gemilerine ve 24 Mayısta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsrail'e başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı.
22 Mayıstan itibaren Tiran Boğazı'nın ve arkasından Akaba Körfezi'nin kapatılması, Orta Doğu'daki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısır'ın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıstan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler. Vietnam savaşının Kongrede uyandırdığı tepkiler dolayısiyle, Başkan Johnson İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusya'nın da Orta Doğu'da herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisandaki hava muharebesinde Suriye'nin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı. Fakat Sovyetler bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsrail'i, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısır'ı yatıştırmaya çalıştılar.
İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyekün bir savaş ve hedefimiz de İsrail'i yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve, şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956'daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık". Al Ahram gazetesinin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsrail'e kabul ettirebileceklerdir" diyordu.
Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıstan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi.
30 Mayısta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya 4 Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır bu katılma dolayısiyle yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail'in de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu.
Krizin başlangıcında Sovyetler İsrail'in ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrail'in Sina cephesinde harekete geçeceğini, lakin cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı.
Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı.


Türkiye'nin Genel Tutumu
O dönemdede farklı kesimlerden gelen tepkiler Hükümetin yanı sıra doğrudan/Hükümeti etkileyerek dolaylı biçimde dış politika yapımında etkili oldu. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu incelenirken de bu nokta unutulmamalıdır. Kaldı ki, 1961 Anayasası'nın sağladığı özgürlükçü, çoğulcu yapılanmanın daha çok insana siyasal süreçte yer alma imkanını vermesi sonucunda kamuoyu hükümet politikaları üzerinde daha fazla baskı uygulamaya başladı. Özgür ve hareketli bir siyasal ortamdaki bu gelişmeler Cumhuriyet hükümetlerini dış politikalarında, Batı pahasına, Ortadoğu bağlantısını daha çok vurgulayacak şekilde gözden geçirmeye yöneldi.
Dış politika belirlemesinde Hükümet birincil önceliğe sahip olsa da, varolan demokratik atmosfer ile birlikte, toplumsal hareket ve tercihler gözardı edilmemiştir. Bu gelişmelerin etkisiyle yasamadan ve toplumdan Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeler ile ilgili tepkiler yoğunlaştı, savaşa yalnızca saatler kalmışken, üniversite öğrencileri İstanbul'da toplantı ve sessiz yürüyüş yaparak Ortadoğu bunalımında Türk gençliğinin Arapları desteklediğini açıkladılar. "Emperyalist devletlerin tutumu" protesto edildi, İsrail de emperyalizmin bir çeşit aracı olarak nitelendi.
Umulanın aksine çatışmalar gitgide hızlanırken, Türkiye, temkinli bir politika ile barış çağrılarında bulundu, bu tutumunu, savaş sırasında da sürdü.
Savaş sırasında birçok Arap devleti ile diplomatik ilişkileri kesilen ABD, savaş sonrasında diplomatik ilişkilerini Türkiye üzerinde sürdürmek istemesini Türkiye, Arap devletleri ile olan ilişkilerini dikkate alarak reddetti.
Savaşın başlaması ile birlikte, gerek kamuoyunun gerekse devletin anlaşğı ortak nokta; ne olursa olsun, savaşta taraf tutulması halinde bunun Arap devletlerinin yanı olması gerektiğiydi. Bu dönemde, toplumun hemen hemen hiçbir kesimi, İsrail lehine bir tavır takınılmasını dile getirmeyerek; farklı gerekçeleri ön plana çıkararak (örneğin 'emperyalist' bir devlet olan ABD'nin yandaşı olması, başka bir dine mensup olması gibi) İsrail'in dost bir ülke olamayacağı, Arapların davalarında haklı oldukları tezlerini öne sürdü. Parti liderlerinin, Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeler karşısında Türkiye'nin nasıl birtutum sergilemesi gerektiği ile ilgili görüşleri, değerlendirmeleri farklı olmakla birlikte, hepsinin birleştiği ortak nokta buydu.
Savaş sonrasında toplanan BM Güvenlik Konseyi'nde Türkiye arabulucu olarak davet edilmiş ve konseyde İsrail'i destekleyen bir tutum sergiledi. Ayrıca Türkiye, Fas'ta toplanan İslam Konferansı Örgütü'nde alınan İsrail ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararını veto etti.


Derlemedir.


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
17 Aralık 2014       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Alıntı
Ziyaretçi adlı kullanıcıdan alıntı

6 Gün Savaşları öncesi durum ve ülkemizin tutumu hakkında bilgi verir misiniz?

Altı Gün Savaşı

Sponsorlu Bağlantılar
Savaş Öncesi Durum
Altı gün sürdüğü için Altı Gün Savaşı adını alan 1967 Arap-İsrail Savaşı'nın başlangıç gelişmelerini, 1966 yılının son aylarında oluşmaya başlayan Suriye-İsrail gerginliği teşkil eder.
Çoğunluğu Ürdün'de bulunan ve diğer Arap ülkelerine de dağılmış bulunan Filistinlileri teşkilatlandırarak, bunları mücadeleye sevketmek için 1964 Mayısında, Ürdün'ün elinde bulunan Doğu Kudüs'de Birinci Filistin Kongresi toplandı ve burada Filistin Kurtuluş Örgütü kurularak bir de 33 Maddelik Filistin Milli Misakı kabul edildi. Bu Misak'a göre, İngiliz mandası altındaki Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6'ıncı maddeye göre de, "Siyonist istilasından önce", yani 1917 Balfour Deklarasyonu'nundan önce, Filistin topraklarında devamlı oturan yahudiler de Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947'ye kadar Filistin topraklarında yaşayan "Arap vatandaşları" ile, bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında, ister bu toprakların dışında doğmuş olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9'uncu madde, Filistin topraklarının kurtarılması için silahlı mücadeleyi öngörmekteydi. 15'inci madde, "Büyük Arap Vatanı"ndan "siyonist, emperyalist istila"nın kovulmasından ve "Filistin'deki siyonist varlığı"nın tasfiyesinden söz etmekteydi. 19'uncu madde, Filistin'in 1947'deki taksimini ve İsrail devletinin kurulmasını geçersiz sayıyordu. 21'inci madde, Filistin topraklarının tamamen kurtuluşu yerine geçecek her türlü çözümü reddediyordu.
Kudüs Kongresi'nde, 9'uncu maddenin öngördüğü silahlı mücadeleyi yürütmek üzere fedayin denen gerillalardan meydana gelen bir askeri teşkilat olan El-Fetih (Al-Fatah) teşkilatı kurulmaktaydı.
1966 Şubatında Suriye'de iktidarda bulunan Baas Partisi'nin sol kanadı bir darbe yaparak, iktidarı ele geçirdi. Bu sol iktidar ile birlikte, Suriye-İsrail sınırında hadiseler çıkmaya başladığı gibi, bu yeni Baascılar, Başkan Nasır'ı İsrail'e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler'in kanadının altına sığınmakla suçluyordu. 1966 Ekiminden itibaren de Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini İsrail topraklarına saldırılara başladılar.
İsrail bu saldırıları Güvenlik Konseyine şikayet ettiğinde, oradan Suriye aleyhine bir karar çıkarmak mümkün olmadı. Zira her kararı Sovyet Rusya veto etmekteydi. Bu ise Suriye'yi daha da tahrik etti. Suriye Başbakanı Ekim ayında "Biz İsrail'in güvenliğinin bekçisi değiliz" diyordu. Kasım ayında ise, Suriye ile Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) arasında bir "savunma" antlaşması imzalandı.
Bu gelişmeler üzerine İsrail, fedayin saldırı ve akınlarına karşı, Kasım ayının ortalarından itibaren, "mislile mukabele" taktiğini tatbike başladı. Yani, yapılan en küçük bir saldırıya karşı, en ağır bir şekilde ve ağır silahlarla karşılık verilmeye başlandı. Bu suretle, bir yandan Suriye-İsrail, bir yandan da Ürdün-İsrail sınırlarında gerginlik her geçen gün biraz daha artmaya başladı. Ocak-Nisan 1967 döneminde Suriye-İsrail sınırlarında küçük çatışmalardan, tank, topçu ve hava çatışmalarına kadar her türlü faaliyet ortaya çıktı. 7 Nisan 1967 günü Suriye ile İsrail arasındaki hava muharebesinde İsrail uçakları Şam üzerinde uçtuğu gibi, altı tane de Suriye uçağını düşürdüler.
7 Nisan hadisesi Suriye ve Araplar için haysiyet kırıcı olmuştu. Bilhassa düşürülen uçakların Sovyet yapısı olması, Sovyetler için de hadisenin prestij kırıcı olmasına sebep oldu. Bundan dolayı, Sovyetler Suriye'yi daha silahlandırdıklarından başka, Suriye üzerindeki kontrollarını da arttırdılar.
Öyle görünür ki, 7 Nisandan sonra meydana gelen en küçük bir hadise, İsrail'e komşu Arap ülkelerinin İsrail ile münasebetlerinin gerginleşmesine, kendi çapından daha büyük katkıda bulunmuştur. Mayıs ayından itibaren Suriye'den İsrail topraklarına fedayin akınları daha da yoğunlaşmaya başladı. İsrail Başbakanı Levi Eshkol 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "İsrail hükümeti gayet iyi biliyor ki, teroristlerin merkezi Suriye'dir. Fakat biz prensibimizi tesbit ettik: Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz".
Eshkol'ün bu sözlerinden sanıldı ki, İsrail Suriye'ye karşı harekete geçmeye karar vermişti. Sonradan görüldü ki, İsrail'in seçtiği hedef Mısır'dır. Bu yanılgı dolayısiyledir ki, Mısır Genelkurmay Başkanı 14 Mayısta Şam'a giderek görüşmelerde bulundu. Bundan sonra hadiseler hızla akmaya başladı.
16 Mayısta Mısır silahlı kuvvetleri alarm durumuna geçirildi. Esasen 14 Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri, 1956'dan beri Birleşmiş Milletler barış gücünün kontrolunda olan Sina'ya girmeye başlamıştı. Yine 16 Mayısta Mısır, gerek Sina yarımadasında ve Gazze'de bulunan ve gerek Akabe Körfezi'nin Kızıldenize çıkış noktası olan Tiran boğazındaki Şarm el-Şeyh'deki Birleşmiş Milletler askerlerinin buralardan çekilmesini istedi. B.M. askerleri 19 Mayıstan itibaren buralardan çekilmeye başladı ve yerlerini Mısır askerleri aldı. Bu hadise Arap-İsrail gerginliğinde mühim bir tırmanma teşkil etmekteydi.
Mısır bu hareketi ile iki cepheden İsrail'e karşı pozisyon alıyordu. Biri, Sina'yı tamamen kontrolu altına almak suretiyle, İsrail'e karşı doğrudan hareket imkanını kazanması ve arada B.M. kuvvetlerinin mevcut olmamasıydı. İkincisi ise, Şarm el-Şeyh'e askerini sokmakla, İsrail'in Kızıl Deniz'e çıkışı olan Tiran Boğazını kontrol altına alıyordu. Nasır bununla da yetinmedi ve 22 Mayısta Tiran Boğazını İsrail gemilerine ve 24 Mayısta da bütün deniz trafiğine kapadı. Bu sonuncu tedbir ile, İsrail'e başka ülke gemilerinin yardım getirmesini önlemiş olmaktaydı.
22 Mayıstan itibaren Tiran Boğazı'nın ve arkasından Akaba Körfezi'nin kapatılması, Orta Doğu'daki havayı birdenbire gerginleştirdi. Çünkü, İsrail Mısır'ın bu hareketini, kendisine yöneltilmiş bir saldırı olarak kabul etti. Bu sebeple, 23 Mayıstan itibaren Amerika ve Sovyetler harekete geçerek, bir savaşı önleme çabalarına giriştiler. Vietnam savaşının Kongrede uyandırdığı tepkiler dolayısiyle, Başkan Johnson İsrail meselesinde fazla ileri gitmekten korkuyor ve ellerini bağlı hissediyordu. Onun için, Sovyet Rusya'nın da Orta Doğu'da herhangi bir avantaj elde etmesini önlemek için, bu devletle beraber hareket etme kararı aldı. Bu Sovyetlerin de işine geldi. Çünkü 7 Nisandaki hava muharebesinde Suriye'nin İsrail karşısında hiç bir şey yapamaması, Sovyetlerin Araplara olan güvenini sarsmıştı. Fakat Sovyetler bir yandan da Arapların güvenini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple, bir yandan Amerika İsrail'i, öte yandan da Sovyetler Suriye ve Mısır'ı yatıştırmaya çalıştılar.
İki büyük devletten gelen bu yatıştırma faaliyetinin hiç bir faydası olmadı. Hava yatışacağı yerde, daha da gerginleşti. Nasır 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek olursa, bu topyekün bir savaş ve hedefimiz de İsrail'i yoketmek olacaktır. Bu savaşı kazanacağımıza inanıyoruz ve, şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956'daki gibi olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık". Al Ahram gazetesinin başyazarı Muhammed Heykel de, yine aynı gün, "Savaş kaçınılmazdır. Araplar ilk defa olarak iradelerini İsrail'e kabul ettirebileceklerdir" diyordu.
Bu arada, Güvenlik Konseyi de 23 Mayıstan itibaren toplantılar yaparak ve bir takım kararlar alarak bir krizin patlamasını önlemeye çalıştı. Fakat bunlar da savaşı önlemeye yetmedi.
30 Mayısta Mısır (Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya 4 Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır bu katılma dolayısiyle yaptığı konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail'in de ne olduğunu anlatacaktır" diyordu.
Krizin başlangıcında Sovyetler İsrail'in ilk önce Suriye cephesinden harekete geçeceğini tahmin etmiştir. Daha sonraları Başkan Nasır, İsrail'in Sina cephesinde harekete geçeceğini, lakin cepheden saldırmayıp, Gazze koridorundan girmesini beklemiştir. Halbuki bunların hiç biri olmadı.
Arapların istediği gibi ilk saldırıyı İsrail yaptı.


Türkiye'nin Genel Tutumu
O dönemdede farklı kesimlerden gelen tepkiler Hükümetin yanı sıra doğrudan/Hükümeti etkileyerek dolaylı biçimde dış politika yapımında etkili oldu. 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Türkiye’nin tutumu incelenirken de bu nokta unutulmamalıdır. Kaldı ki, 1961 Anayasası'nın sağladığı özgürlükçü, çoğulcu yapılanmanın daha çok insana siyasal süreçte yer alma imkanını vermesi sonucunda kamuoyu hükümet politikaları üzerinde daha fazla baskı uygulamaya başladı. Özgür ve hareketli bir siyasal ortamdaki bu gelişmeler Cumhuriyet hükümetlerini dış politikalarında, Batı pahasına, Ortadoğu bağlantısını daha çok vurgulayacak şekilde gözden geçirmeye yöneldi.
Dış politika belirlemesinde Hükümet birincil önceliğe sahip olsa da, varolan demokratik atmosfer ile birlikte, toplumsal hareket ve tercihler gözardı edilmemiştir. Bu gelişmelerin etkisiyle yasamadan ve toplumdan Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeler ile ilgili tepkiler yoğunlaştı, savaşa yalnızca saatler kalmışken, üniversite öğrencileri İstanbul'da toplantı ve sessiz yürüyüş yaparak Ortadoğu bunalımında Türk gençliğinin Arapları desteklediğini açıkladılar. "Emperyalist devletlerin tutumu" protesto edildi, İsrail de emperyalizmin bir çeşit aracı olarak nitelendi.
Umulanın aksine çatışmalar gitgide hızlanırken, Türkiye, temkinli bir politika ile barış çağrılarında bulundu, bu tutumunu, savaş sırasında da sürdü.
Savaş sırasında birçok Arap devleti ile diplomatik ilişkileri kesilen ABD, savaş sonrasında diplomatik ilişkilerini Türkiye üzerinde sürdürmek istemesini Türkiye, Arap devletleri ile olan ilişkilerini dikkate alarak reddetti.
Savaşın başlaması ile birlikte, gerek kamuoyunun gerekse devletin anlaşğı ortak nokta; ne olursa olsun, savaşta taraf tutulması halinde bunun Arap devletlerinin yanı olması gerektiğiydi. Bu dönemde, toplumun hemen hemen hiçbir kesimi, İsrail lehine bir tavır takınılmasını dile getirmeyerek; farklı gerekçeleri ön plana çıkararak (örneğin 'emperyalist' bir devlet olan ABD'nin yandaşı olması, başka bir dine mensup olması gibi) İsrail'in dost bir ülke olamayacağı, Arapların davalarında haklı oldukları tezlerini öne sürdü. Parti liderlerinin, Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeler karşısında Türkiye'nin nasıl birtutum sergilemesi gerektiği ile ilgili görüşleri, değerlendirmeleri farklı olmakla birlikte, hepsinin birleştiği ortak nokta buydu.
Savaş sonrasında toplanan BM Güvenlik Konseyi'nde Türkiye arabulucu olarak davet edilmiş ve konseyde İsrail'i destekleyen bir tutum sergiledi. Ayrıca Türkiye, Fas'ta toplanan İslam Konferansı Örgütü'nde alınan İsrail ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi kararını veto etti.


Derlemedir.


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!

Benzer Konular

26 Kasım 2016 / Ziyaretçi galbiAAA Cevaplanmış
30 Aralık 2018 / RIDVAN Cevaplanmış
5 Nisan 2012 / Misafir Taslak Konular
2 Mart 2016 / Misafir Cevaplanmış
16 Şubat 2010 / Misafir Soru-Cevap