Arama

Birey toplumu nasıl etkiler?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 19 Şubat 2018 Gösterim: 7.680 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Aralık 2012       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Birey toplumu nasıl etkiler?
EN İYİ CEVABI sade verdi

Birey ve Toplum


Toplumsal olarak nasıl oluyor da bireysel eylem ve davranış kendisini tekrar tekrar üretmektedir? Her halde bu soruya verilecek yanıtlar aynı zamanda toplumsallığın açık doğasını ve toplumsallığın birey dolayımlı varlığını da yanıtlamış olacaktır. Leledakis’e göre (2000:232) “toplum, bireysel bilincin (psişenin) gelişimi için bir ön koşuludur. Ancak bireysel bilinç hiçbir zaman toplumsala indirgenemez”. Peki birey, dolayımlı olarak toplumsalın yeniden üretimini nasıl gerçekleştirmektedir? Leledakis (2000: 234) bu soruya da şöyle yanıt verir: “Bireysel düşünceler, kavramlar, fikirler, ancak toplumsal düşünce, dil ve bilgi akımına geri dönüp beslendiklerinde anlam kazanır. Bireysel eyleme gelince, o hemen her zaman toplumsal bir çevre içinde yürütülür. Öyleyse, hem bilincin ürünleri hem de bireyin eylemi/davranışı, ortaya çıkışların zorunlu bir ön koşulu olan toplumsal çevreyi destekler ve yeniden üretir”.
Sponsorlu Bağlantılar

Diğer taraftan bireyle toplum arasında diyalektik ilişki olduğu da söylenebilir. Bu yüzden biri olmadan diğeri olamaz. Ayrıca birbirine karşı çalışır. O halde ne tür mekanizmayla? Ya da bir toplum içerisinde özgür mü olmalıyız eşit mi, yoksa her ikisi de mümkün mü? Aslında “toplumsalın ne ‘olduğuna’ ilişkin açıklamalarda, ağırlıklı bir biçimde bireyle (uzun süreden beri Batı düşüncesinde merkezi ve temel bir kavram olarak bir özerk ve bireysel kendilik olarak kişi kavramıyla) ilişkili olarak iki farklı hat izlendi: Bir yandan, bireyciliğin farklı türevleri toplumsalı bireyler tarafından üretilmiş bir şey olarak gördü, öre yandan ‘holistik’ yaklaşımlar toplumsalın kendine özgü ve indirgenemez kendilik olduğunu iddia ettiler”. Mills’e göre toplumun bireyden ayrı olarak, eğer varsa, sadece dolaylı bir çıkarının olduğu bir eylem alanı vardır; söz konusu bölümü, yalnızca bireyin yaşamını ve davranışını etkiliyor olarak veya başkalarını da etkiliyorsa yalnızca, onların özgür, gönüllü ve aldatılmamış rıza ve katılımlarıyla birlikte vardır.

Görüldüğü gibi bu konuda iki eğilim söz konusudur: “Toplumsal bütüne değer veren ve insan bireyini ihmal eden ya da bağımlı kılan holizm ile bağımsız ve özerk ve esas itibariyle toplumsal olmayan (daha doğrusu şöyle söylemek gerekirse; indirgenemeyeceği toplumsal rollerine –ki, indirgenememesi ‘rol’ kavrayışına imkan veriyor- göre mesafe almış ve kendi çıkarları ve kanaatleri temelinde ve kendisi !dışındaki! zorlamalar altında, bu roller arasında bilinçli bir seçim yaptığını düşünen bir özne-birey ) ahlaki varlık olarak bireye değer veren, böylece toplumsal gerçekliği ihmal eden ya da bağımlı kılan bireycilik”. Gerçekte insanlar, kendilerinin öznesi oldukları sürece bireyleşirler, o oranda da özgürleşirler. Fakat birey toplumsal yapının nesnesidir de. Hatta bazen “bir insanın nasıl olacağı veya kendini nasıl hissedeceğini adeta içinde yaşadığı toplum belirlemektedir”.

Aslında birey-toplum dikotemileri modernleşme süreci ile hız kazandı ve yirminci yüzyılın temel tartışma konusu oldu. Genel olarak “modernleşme kuramlarına göre, sanayileşme ve teknoloji ilerleme insanı daha özgür kılmaktadır. Bunun sonucu olarak ‘bireysel özgürlük’ kuramı üzerinde inşa edilmiş olan, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlükleriyle tanımlanan çoğulculuğun egemenliğinde bir siyasal-kültürel sistem olarak liberal demokrasinin olumlanması” gerçekleşmektedir. Genel olarak “modernleşme kuramlarının arkasında bütün bir aydınlanma geleneği, onun geliştirdiği felsefe, antropoloji ve sosyoloji yatıyor. Yani modernleşme olacak denirken, bir yandan da fertlerin gerek toplum içinde gerek ise de ilişkileri çerçevesinde davranış biçimlerinin dönüşeceği, akılcılaşacağı öngörülüyordu.
Modern sosyolojinin kurucularından Durkhiem’e göre ilk ve temel gerçek toplumsal olgudur; bireycilik ancak bu olgu ile açıklanabilir. Yani öncelikli ve belirleyici olan birey değil toplumdur. Kaldı ki bireyin ortaya çıkışı gecikmiş bir olaydır. O da şöyle: Durkhiem “toplumsal iş bölümü adli çalışmasında bireyselliğin ortay çıkmasında iş bölümünün etkili olduğunu belirtir”. Durkheim’e göre iş bölümüyle birlikte bireyciliğin artması birbirine bağlı iki konudur. Ona göre iki bilinç düzeyinden biri grubumuzun tümü ile paylaştığımız bilinçtir ki neticede toplum bizim içimizde yaşar ve eylemde bulunur. Bu bize ait değildir. Diğeri ise bizi başkalarından farklı kılan bireysel bilincimizdir. Hatırlanacağı gibi benzerlikten doğan mekanik dayanışma, ortak bilinç bireysel bilinçle bütün noktalarda çakıştığından en yüksek noktaya çıkar fakat bu noktada artık bireysel bilinç yok olur. Oysa ortak bilinç ilerlemiş toplumların sadece çok sınırlanmış bir parçasıdır ve ortalama yoğunluk ve belirlenmişlik derecesi azalmıştır; öyle ki iş bölümü geliştikçe ortak bilinç daha zayıf ve bulanık bir hale gelir. Bireyler uzak bölgelerle ilişki kurarlar, bireyin hayatının merkezi ve sahip olduğu şeyler artık yaşadığı yerle sınırlı olmaktan çıkar. Ortak dayanışma altında iken sahip olduğumuz ortak bilinç artan bir şekilde dinsel olmaktan çıkar laik, insana yönelik, akılcı, topluma ve ortak menfaatlere yüce bir değer atfetmekten sıyrılmış bir hale gelir. Bunun yerine ortak bilincin güçlü ve daha belirgin bir hale geldiği bir alana bireye saygıya geçer. Artık bu değer dönüşümü bizi doğrudan ilgilendirmeyen amaçlara bağlamaz. Yalnızca karşılıklı nazik olmamızı gerektirir ve herkes çabalarının karşılığı bir ücret, bir değer elde eder.

Weber ise tam tersine bireyler arası ilişkiden yola çıkarak bütün bir toplumu yeniden kurmayı denemiştir. Kuşkusuz Weber de bireysel eylemin dışında gelişen toplumsal yapıların varlığını kabul ediyordu; fakat Durkheim’den farklı olarak bireylerin toplumsal etkinliklerinin bir sonucu olarak görüyordu. Weber’e göre işte bu bir toplumsal etkinlikti. Toplumsal etkinlik dediği de “başkasının davranışlarıyla ilişkili olan ve yönünü bu davranışa göre çizen eylemi” içermektedir.
Kısaca Weber’in modeline göre birey toplumu belirlerken Durkheim’in modeline göre ise toplum bireyi belirler. Bugün de benzer tarzda eğilimler söz konusudur. Örneğin “bir dizi gelişme iktisatçısı, azgelişmişliğin nedenini azgelişmiş denen toplumları oluşturan bireylerde ‘girişimci yeteneğin’ olmamasında ya da ‘tasarruf eğiliminin’ az olmasına bağlayarak açıklarlar. Diğer taftan toplumsal yönelimli açıklamayı temel alan bir diğer grup ise azgelişmişliği toplumların bütünsel özellikleri dolayında açıklamaya yönelirler; örnek olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerle kurdukları ilişki ya da toplumda varolan bir dizi mekanizmayla azgelişmişliğin nedenini açılarlar” .
Gerçekte “sosyal yapı iki yönlü doğal nitelikli etkilerin arasın da meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi ve esas nitelikli olan birey ve onun organizması diğeri ise doğal çevredir. Doğal çevrede yer alan sosyal hayat alanı üstünde yükselen sosyal yapı, bireylerini sımsıkı bir arada tutmakla onların varlıklarının devamını sağlar.

1.2. Toplumsal Öğe Olarak Birey

Bireyin gücü toplumu meydana getiren temel unsur olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumu yönetenler tek tek bireyleri yönettiklerini idrak ettikleri zaman toplumsal bilinç oluşmuş demektir. O zaman “Toplumun Menfaati” denilen şeyin de hakikatte bireyin menfaati olduğu anlaşılacaktır. Bireyin diğer bireylerle işbirliği içine girmesi, yukarda da kısmen bahsettiğimiz gibi, toplumun örgütlenmesi sonucunu doğuracak bu ise bireyin kolektif güç ve faydalar daha fazla pay almasını sağlayacaktır. Toplumsal Öğe olarak birey kendisini kolektif gücün koruması altında ve yine kolektif üretimden elde edilecek sonucun hissedarı kabul edeceği için daha mutlu olacaktır. Toplumdan dışlanmış ve onunla bütünleşemeyen fert yaşama isteği ve azmini kaybedecektir.

Toplumsal Öğe olarak birey, sadece toplumda üretilenden pay alan bir asalak değil, toplumsal üretime katkı yapan bir güçtür. Toplumda üretilen her güzellikte payı olan biridir. Birey, toplumun yapı taşıdır. Toplum bireyden meydana gelmektedir. Tek tek bireyler ne kadar sağlam ve sağlıklı ise, toplum da o kadar sağlam ve sağlıklıdır. Bu gün gelişmiş ülkeler denilen Batı Avrupa ülkeleri bu gerçeği gördükleri ve toplum ve devlet yapılarını buna uydurdukları için gelişmiş ülkeler haline gelmişlerdir. Bireyin kıymetini takdir edemeyen ülkeler fakirliğin, kaosun, karışıklığın, ölüm ve hastalıkların pençesinde kıvranmaktadırlar. Afrika, Güney Asya ve bir kısım Orta doğu ülkeleri bu grupta sayılabilirler. Bireyin toplumsal hizmete katkısını artırabilmek için, günümüzde uzmanlar yeni toplumsal projeler hazırlamakta, yöneticileri her geçen gün daha da zorlamaktadırlar. Toplumsal hizmete bireyin bir öğe olarak katkısının artması ve bunun yanında bireyin topluma getirdiği külfetin azalması, devletlerin daha büyük refahı insanların paylaşımına sunması sonucunu doğuracaktır .

Şu örneği analiz ettikten sonra bu konuyu tamamlayalım: Bir aile düşünelim ki, sağlık ve benzeri kurallara uymadığı için çok sayıda özürlü çocuk sahibi oluyor. Bir başka aile de kurallara uyduğundan sağlıklı çocuklar veriyor. Demokrasi içinde her iki aile de devletin imkanlarından eşit şekilde yararlanacaktır. Fakat sağlıklı çocukları olan ailenin toplumsal hizmete katkısının fazla olmasına karşılık özürlü çocukları olan ailenin katkısı az olacaktır. Söz gelimi, 5 özürlü çocuk yıllarca toplumun sırtında bir yük olarak kalacak fakat karşılığında hiçbir katkıları olmayacaktır. Demokratik toplumlarda birey öne çıkmış olduğu için hiç kimse “Kurallara uymadın, özürlü çocukların oldu. Ne halin varsa gör!...” diyemeyeceğinden devletin bütün imkanları o aile için kullanılacaktır. Sağlıklı çocukları olan aile ise toplumsal hizmete daha fazla katkıda bulunduğu halde diğerleriyle eşit pay almış olacaktır. Demokrasiyi benimsemiş toplumlar bu külfetleri en aza indirip refah seviyesini yükselte bilmek için bireylerin toplumsal hizmete katkılarını artırabilecek her çeşit önlemi almışlardır ki, bunların başında eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetleri gelmektedir. Geri kalmış ülkelerde ise sayılan alanlarda ciddi problemler yaşanmaktadır.

1.3. Toplumsal Güce Karşı Birey

Toplumun bireyler tarafından sağlanan, fakat bireylerden çok daha kuvvetli olan bir gücü bulunduğunu daha önce belirtmiştik. Buna kolektif güç diyoruz. Toplumun gücü olan bu kolektif güç, bazen somut bir değer kazanarak bireyi baskı altına alır. Toplum öyle kurallar oluşturmuştur ki, bireyin bunlara karşı çıkması mümkün olmaz. Bu kurallar objektif ve akli ölçüler içinde de olmayabilir. Böyle durumlarda bireyin sığınacak bir güce ihtiyacı vardır. Demokrasilerde bu güç “Hukuk”tur. Demokrasi öncesi idarelerde ve toplumlarda birey böyle zamanlarda yalnız kalmaya mahkumdu. Bilim tarihinin hakikatlerinden olmasına rağmen halk arasında hikaye tarzında anlatılan pek çok olay vardır ki, toplumsal güç karşısında bireyin çaresizliğini göstermektedir. Bunlardan birisi, dünyanın, hem güneş hem de kendi yörüngesi etrafında döndüğünü keşfeden ünlü bilgin Galile’nin bilinen hikayesidir Bilindiği gibi Galile dünyanın döndüğünü söyleyince başta Hıristiyan din adamları olmak üzere bir kısım halkın tepkisini çekmiş, o gün için kabul edilen görüşlere aykırı fikir ve düşüncelerinden dolayı mahkum edilmiştir. Toplum karşısında yalnız kalan Galile mahkemede çaresizliğini dile getirerek fikirlerinden döndüğünü açıklamak zorunda kalmıştır. Bizim tarihimizde de benzer olaylar yok değildir. 17. yüzyılda kendisinin yaptığı kanatlarla İstanbul’da bu günkü Galata kulesinden atlayarak Boğaz’ın diğer kıyısında Üsküdar semtine inmeyi başaran Hazerfen Ahmet Çelebi’nin devrin hükümdarı tarafından önce ödüllendirilip fakat sonra da toplumun baskısıyla öldürülmesi toplumsal baskıyı ve onun gücünü gösteren önemli bir örnektir. Bu iki örnek toplumsal güç karşısında bireyin acizliğini gösteren tipik olaylardır.

Birey kendisini her zaman toplumsal gücün etkisinde hisseder. Bireyi etkileyen toplumsal güç, bazen bireyin aile çevresi, bazen köy ya da kasabası, bazen yaşadığı mahalle veya şehirdir. Fakat asıl etkili güç, bireyin mensubu bulunduğu toplumun değer yargılarıdır. Birinci sıradaki etkilerden birey kolaylıkla kurtulabildiği halde ikinci sıra etkiler başka toplum içinde dahi bireyi kontrol etmeye devam eder. Toplumsal güç, bazı zamanlarda o kadar etkili ve baskıcı boyutlara ulaşmıştır ki, bireyin fikir ve düşünce özgürlüğünü tehdit edecek seviyeye çıkmıştır. Bilhassa totaliter toplum ve devlet yapılarında birey bir taraftan devletin bir taraftan da toplumun kuralları arasında sıkışıp kalabilir. Hatta bir kısım davranış kalıpları, bir kültür değeri olarak zihinlere yerleştirilerek bireylerin baskı altına alınmasında etkili bir araç olarak kullanılabilir. Ülkemizde bazı bölgelerde “Töre” olarak adlandırılan kız kaçırma, kan davası, ölen kardeşin eşini küçük kardeşiyle evlendirme, namus anlayışına aykırı hareket eden kadınların aile meclisi olarak adlandırılan mahkemelerde (!) yargılanıp cezalandırılması. Bütün bunlar çeşitli büyüklükte toplumsal baskılardır. Bireyin bu baskılardan kurtulup kendi hür iradesiyle hareket edebilmesi, kendisini ilgilendiren kararları yine kendisinin verebilmesi, özel hayatını dilediği gibi kurup yaşayabilmesi ancak hukuk devleti ilkelerinin tam olarak uygulanması ile mümkün olabilmiştir. Özellikle kadınların tarihin her devrinde ve her ülkede az veya çok toplumsal baskı karşısındaki çaresizliği inkar edilmez bir gerçektir.

1.4. İnsan Sosyal Bir Varlıktır
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu olgu, insanın yaşadığı çevreyi, davranış, düşünce değer ve eylemlerinde önemle dikkate alan bir varlık olduğunu belirler. Böyle bir dikkat ve duyarlılık insana özgü bir yetenektir. Çünkü insandan başka hiçbir canlıda “başkası” düşüncesi yoktur. İnsanların, kendi dışındakiler için geliştirdikleri “başkası” ve “öteki” anlayışları insanlar kadar sosyal çevrelerin de önemle dikkate almalarını gerektirmektedir. İnsanın sosyal olması işte bu anlayış çevresinde başkalarını dikkate alması ve bu nedenle de bütün davranış ve hareketlerinde başkalarıyla uyumlu bir yaşam üretmeye çalışması demektir. Bu bağlamda sosyal insan yaşadığı sosyal çevrenin alışkanlık, değer ve idealleriyle uyumlu olan; sosyal çevrenin sorunlarına karşı duyarlılıkla kendisinden beklenen katkılara hazır olan kişidir. Bunun karşıtı ise “a sosyal” insandır ki böyle bir insan toplumdan kopuk, belirtilen bilinç ve duyarlıklardan yoksun olan insandır. Uyum ye uyumsuzluk, katkı yerine sorun, böyle bir insan unsurunun belirgin özellikleri arasınsa yer alır.

İnsan diğer canlılardan ayıran iki önemli yetenekten biri akıl, diğeri iradedir. Bu iki yetenek, insanı sosyal bir varlık olarak topluma uyumlu olmaya yöneltir. O, diğer insanlarla aynı sosyal çevreyi paylaşmak zorunda olduğunu aklıyla benimser, iradesiyle de yaşadığı çevrede mutlu ve uyumlu bir insan olmayı başarır. Bu yeteneklerin özünde hayatı kolaylaştırma isteği yer alır. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır.

Kültürümüzde “Her şey paylaşıldıkça güzeldir” şeklinde bir özdeyiş vardır. İşlerini, sorumluluklarını ve değerlerini paylaşan insanlar, bu yetenekleriyle toplum hayatını kolaylaştırmaktadır. Paylaşma, katılımı; katılım da toplumda birlik ve beraberliği meydana getirir. Bunlardan yoksun bir toplumun bütünlüğünü koruması, mutlu ve huzurlu olması beklenemez. Sürekli birbiriyle didişen, birbirine sırt çeviren, paylaşmanın ve dayanışmanın erdemine sahip olmayan bireylerden gelen bir toplum bekasından (sürekliliğinden) söz edilemez. Çünkü insan kendi yaşamını kolaylaştıran gelişmeleri yalnız başına değil başkalarıyla dayanışma ve paylaşma sonucu gerçekleştirmiştir. Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte onlarla el ele vererek öğrenmiştir. Kültür ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır. İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı. Toplumda hayvanı insana çeviren akıl emek olmuştur. Bazı kitaplarda ilk avcılar, kendi emeği ve aklıyla her şeyi elde eden olan bir Robenson olarak tasvir edilirler. İnsan gerçekten böyle bir Robenson olsa insanlar topluluk halinde değil de, birbirinden kopuk halde yaşamış olsalardı, hiçbir zaman insan olup bir kültür meydana getiremezlerdi.

Toplu halde yaşama, bir takım kuralların ortaya çıkıp gelişmesine neden olmuştur. Bu kurallar uzun yıllar içinde oluşmaktadır. İnsan bu kurallara uyduğu sürece, topluma uyumlu bir fert haline gelir. Toplum kurallarına uyumlu bir kişi, toplumda saygı ve görür.
Son düzenleyen Safi; 19 Şubat 2018 20:39
sade - avatarı
sade
VIP hazan
4 Aralık 2012       Mesaj #2
sade - avatarı
VIP hazan
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.

Birey ve Toplum


Toplumsal olarak nasıl oluyor da bireysel eylem ve davranış kendisini tekrar tekrar üretmektedir? Her halde bu soruya verilecek yanıtlar aynı zamanda toplumsallığın açık doğasını ve toplumsallığın birey dolayımlı varlığını da yanıtlamış olacaktır. Leledakis’e göre (2000:232) “toplum, bireysel bilincin (psişenin) gelişimi için bir ön koşuludur. Ancak bireysel bilinç hiçbir zaman toplumsala indirgenemez”. Peki birey, dolayımlı olarak toplumsalın yeniden üretimini nasıl gerçekleştirmektedir? Leledakis (2000: 234) bu soruya da şöyle yanıt verir: “Bireysel düşünceler, kavramlar, fikirler, ancak toplumsal düşünce, dil ve bilgi akımına geri dönüp beslendiklerinde anlam kazanır. Bireysel eyleme gelince, o hemen her zaman toplumsal bir çevre içinde yürütülür. Öyleyse, hem bilincin ürünleri hem de bireyin eylemi/davranışı, ortaya çıkışların zorunlu bir ön koşulu olan toplumsal çevreyi destekler ve yeniden üretir”.
Sponsorlu Bağlantılar

Diğer taraftan bireyle toplum arasında diyalektik ilişki olduğu da söylenebilir. Bu yüzden biri olmadan diğeri olamaz. Ayrıca birbirine karşı çalışır. O halde ne tür mekanizmayla? Ya da bir toplum içerisinde özgür mü olmalıyız eşit mi, yoksa her ikisi de mümkün mü? Aslında “toplumsalın ne ‘olduğuna’ ilişkin açıklamalarda, ağırlıklı bir biçimde bireyle (uzun süreden beri Batı düşüncesinde merkezi ve temel bir kavram olarak bir özerk ve bireysel kendilik olarak kişi kavramıyla) ilişkili olarak iki farklı hat izlendi: Bir yandan, bireyciliğin farklı türevleri toplumsalı bireyler tarafından üretilmiş bir şey olarak gördü, öre yandan ‘holistik’ yaklaşımlar toplumsalın kendine özgü ve indirgenemez kendilik olduğunu iddia ettiler”. Mills’e göre toplumun bireyden ayrı olarak, eğer varsa, sadece dolaylı bir çıkarının olduğu bir eylem alanı vardır; söz konusu bölümü, yalnızca bireyin yaşamını ve davranışını etkiliyor olarak veya başkalarını da etkiliyorsa yalnızca, onların özgür, gönüllü ve aldatılmamış rıza ve katılımlarıyla birlikte vardır.

Görüldüğü gibi bu konuda iki eğilim söz konusudur: “Toplumsal bütüne değer veren ve insan bireyini ihmal eden ya da bağımlı kılan holizm ile bağımsız ve özerk ve esas itibariyle toplumsal olmayan (daha doğrusu şöyle söylemek gerekirse; indirgenemeyeceği toplumsal rollerine –ki, indirgenememesi ‘rol’ kavrayışına imkan veriyor- göre mesafe almış ve kendi çıkarları ve kanaatleri temelinde ve kendisi !dışındaki! zorlamalar altında, bu roller arasında bilinçli bir seçim yaptığını düşünen bir özne-birey ) ahlaki varlık olarak bireye değer veren, böylece toplumsal gerçekliği ihmal eden ya da bağımlı kılan bireycilik”. Gerçekte insanlar, kendilerinin öznesi oldukları sürece bireyleşirler, o oranda da özgürleşirler. Fakat birey toplumsal yapının nesnesidir de. Hatta bazen “bir insanın nasıl olacağı veya kendini nasıl hissedeceğini adeta içinde yaşadığı toplum belirlemektedir”.

Aslında birey-toplum dikotemileri modernleşme süreci ile hız kazandı ve yirminci yüzyılın temel tartışma konusu oldu. Genel olarak “modernleşme kuramlarına göre, sanayileşme ve teknoloji ilerleme insanı daha özgür kılmaktadır. Bunun sonucu olarak ‘bireysel özgürlük’ kuramı üzerinde inşa edilmiş olan, düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlükleriyle tanımlanan çoğulculuğun egemenliğinde bir siyasal-kültürel sistem olarak liberal demokrasinin olumlanması” gerçekleşmektedir. Genel olarak “modernleşme kuramlarının arkasında bütün bir aydınlanma geleneği, onun geliştirdiği felsefe, antropoloji ve sosyoloji yatıyor. Yani modernleşme olacak denirken, bir yandan da fertlerin gerek toplum içinde gerek ise de ilişkileri çerçevesinde davranış biçimlerinin dönüşeceği, akılcılaşacağı öngörülüyordu.
Modern sosyolojinin kurucularından Durkhiem’e göre ilk ve temel gerçek toplumsal olgudur; bireycilik ancak bu olgu ile açıklanabilir. Yani öncelikli ve belirleyici olan birey değil toplumdur. Kaldı ki bireyin ortaya çıkışı gecikmiş bir olaydır. O da şöyle: Durkhiem “toplumsal iş bölümü adli çalışmasında bireyselliğin ortay çıkmasında iş bölümünün etkili olduğunu belirtir”. Durkheim’e göre iş bölümüyle birlikte bireyciliğin artması birbirine bağlı iki konudur. Ona göre iki bilinç düzeyinden biri grubumuzun tümü ile paylaştığımız bilinçtir ki neticede toplum bizim içimizde yaşar ve eylemde bulunur. Bu bize ait değildir. Diğeri ise bizi başkalarından farklı kılan bireysel bilincimizdir. Hatırlanacağı gibi benzerlikten doğan mekanik dayanışma, ortak bilinç bireysel bilinçle bütün noktalarda çakıştığından en yüksek noktaya çıkar fakat bu noktada artık bireysel bilinç yok olur. Oysa ortak bilinç ilerlemiş toplumların sadece çok sınırlanmış bir parçasıdır ve ortalama yoğunluk ve belirlenmişlik derecesi azalmıştır; öyle ki iş bölümü geliştikçe ortak bilinç daha zayıf ve bulanık bir hale gelir. Bireyler uzak bölgelerle ilişki kurarlar, bireyin hayatının merkezi ve sahip olduğu şeyler artık yaşadığı yerle sınırlı olmaktan çıkar. Ortak dayanışma altında iken sahip olduğumuz ortak bilinç artan bir şekilde dinsel olmaktan çıkar laik, insana yönelik, akılcı, topluma ve ortak menfaatlere yüce bir değer atfetmekten sıyrılmış bir hale gelir. Bunun yerine ortak bilincin güçlü ve daha belirgin bir hale geldiği bir alana bireye saygıya geçer. Artık bu değer dönüşümü bizi doğrudan ilgilendirmeyen amaçlara bağlamaz. Yalnızca karşılıklı nazik olmamızı gerektirir ve herkes çabalarının karşılığı bir ücret, bir değer elde eder.

Weber ise tam tersine bireyler arası ilişkiden yola çıkarak bütün bir toplumu yeniden kurmayı denemiştir. Kuşkusuz Weber de bireysel eylemin dışında gelişen toplumsal yapıların varlığını kabul ediyordu; fakat Durkheim’den farklı olarak bireylerin toplumsal etkinliklerinin bir sonucu olarak görüyordu. Weber’e göre işte bu bir toplumsal etkinlikti. Toplumsal etkinlik dediği de “başkasının davranışlarıyla ilişkili olan ve yönünü bu davranışa göre çizen eylemi” içermektedir.
Kısaca Weber’in modeline göre birey toplumu belirlerken Durkheim’in modeline göre ise toplum bireyi belirler. Bugün de benzer tarzda eğilimler söz konusudur. Örneğin “bir dizi gelişme iktisatçısı, azgelişmişliğin nedenini azgelişmiş denen toplumları oluşturan bireylerde ‘girişimci yeteneğin’ olmamasında ya da ‘tasarruf eğiliminin’ az olmasına bağlayarak açıklarlar. Diğer taftan toplumsal yönelimli açıklamayı temel alan bir diğer grup ise azgelişmişliği toplumların bütünsel özellikleri dolayında açıklamaya yönelirler; örnek olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin az gelişmiş ülkelerle kurdukları ilişki ya da toplumda varolan bir dizi mekanizmayla azgelişmişliğin nedenini açılarlar” .
Gerçekte “sosyal yapı iki yönlü doğal nitelikli etkilerin arasın da meydana gelmektedir. Bunlardan birincisi ve esas nitelikli olan birey ve onun organizması diğeri ise doğal çevredir. Doğal çevrede yer alan sosyal hayat alanı üstünde yükselen sosyal yapı, bireylerini sımsıkı bir arada tutmakla onların varlıklarının devamını sağlar.

1.2. Toplumsal Öğe Olarak Birey

Bireyin gücü toplumu meydana getiren temel unsur olmasından kaynaklanmaktadır. Toplumu yönetenler tek tek bireyleri yönettiklerini idrak ettikleri zaman toplumsal bilinç oluşmuş demektir. O zaman “Toplumun Menfaati” denilen şeyin de hakikatte bireyin menfaati olduğu anlaşılacaktır. Bireyin diğer bireylerle işbirliği içine girmesi, yukarda da kısmen bahsettiğimiz gibi, toplumun örgütlenmesi sonucunu doğuracak bu ise bireyin kolektif güç ve faydalar daha fazla pay almasını sağlayacaktır. Toplumsal Öğe olarak birey kendisini kolektif gücün koruması altında ve yine kolektif üretimden elde edilecek sonucun hissedarı kabul edeceği için daha mutlu olacaktır. Toplumdan dışlanmış ve onunla bütünleşemeyen fert yaşama isteği ve azmini kaybedecektir.

Toplumsal Öğe olarak birey, sadece toplumda üretilenden pay alan bir asalak değil, toplumsal üretime katkı yapan bir güçtür. Toplumda üretilen her güzellikte payı olan biridir. Birey, toplumun yapı taşıdır. Toplum bireyden meydana gelmektedir. Tek tek bireyler ne kadar sağlam ve sağlıklı ise, toplum da o kadar sağlam ve sağlıklıdır. Bu gün gelişmiş ülkeler denilen Batı Avrupa ülkeleri bu gerçeği gördükleri ve toplum ve devlet yapılarını buna uydurdukları için gelişmiş ülkeler haline gelmişlerdir. Bireyin kıymetini takdir edemeyen ülkeler fakirliğin, kaosun, karışıklığın, ölüm ve hastalıkların pençesinde kıvranmaktadırlar. Afrika, Güney Asya ve bir kısım Orta doğu ülkeleri bu grupta sayılabilirler. Bireyin toplumsal hizmete katkısını artırabilmek için, günümüzde uzmanlar yeni toplumsal projeler hazırlamakta, yöneticileri her geçen gün daha da zorlamaktadırlar. Toplumsal hizmete bireyin bir öğe olarak katkısının artması ve bunun yanında bireyin topluma getirdiği külfetin azalması, devletlerin daha büyük refahı insanların paylaşımına sunması sonucunu doğuracaktır .

Şu örneği analiz ettikten sonra bu konuyu tamamlayalım: Bir aile düşünelim ki, sağlık ve benzeri kurallara uymadığı için çok sayıda özürlü çocuk sahibi oluyor. Bir başka aile de kurallara uyduğundan sağlıklı çocuklar veriyor. Demokrasi içinde her iki aile de devletin imkanlarından eşit şekilde yararlanacaktır. Fakat sağlıklı çocukları olan ailenin toplumsal hizmete katkısının fazla olmasına karşılık özürlü çocukları olan ailenin katkısı az olacaktır. Söz gelimi, 5 özürlü çocuk yıllarca toplumun sırtında bir yük olarak kalacak fakat karşılığında hiçbir katkıları olmayacaktır. Demokratik toplumlarda birey öne çıkmış olduğu için hiç kimse “Kurallara uymadın, özürlü çocukların oldu. Ne halin varsa gör!...” diyemeyeceğinden devletin bütün imkanları o aile için kullanılacaktır. Sağlıklı çocukları olan aile ise toplumsal hizmete daha fazla katkıda bulunduğu halde diğerleriyle eşit pay almış olacaktır. Demokrasiyi benimsemiş toplumlar bu külfetleri en aza indirip refah seviyesini yükselte bilmek için bireylerin toplumsal hizmete katkılarını artırabilecek her çeşit önlemi almışlardır ki, bunların başında eğitim, sağlık ve alt yapı hizmetleri gelmektedir. Geri kalmış ülkelerde ise sayılan alanlarda ciddi problemler yaşanmaktadır.

1.3. Toplumsal Güce Karşı Birey

Toplumun bireyler tarafından sağlanan, fakat bireylerden çok daha kuvvetli olan bir gücü bulunduğunu daha önce belirtmiştik. Buna kolektif güç diyoruz. Toplumun gücü olan bu kolektif güç, bazen somut bir değer kazanarak bireyi baskı altına alır. Toplum öyle kurallar oluşturmuştur ki, bireyin bunlara karşı çıkması mümkün olmaz. Bu kurallar objektif ve akli ölçüler içinde de olmayabilir. Böyle durumlarda bireyin sığınacak bir güce ihtiyacı vardır. Demokrasilerde bu güç “Hukuk”tur. Demokrasi öncesi idarelerde ve toplumlarda birey böyle zamanlarda yalnız kalmaya mahkumdu. Bilim tarihinin hakikatlerinden olmasına rağmen halk arasında hikaye tarzında anlatılan pek çok olay vardır ki, toplumsal güç karşısında bireyin çaresizliğini göstermektedir. Bunlardan birisi, dünyanın, hem güneş hem de kendi yörüngesi etrafında döndüğünü keşfeden ünlü bilgin Galile’nin bilinen hikayesidir Bilindiği gibi Galile dünyanın döndüğünü söyleyince başta Hıristiyan din adamları olmak üzere bir kısım halkın tepkisini çekmiş, o gün için kabul edilen görüşlere aykırı fikir ve düşüncelerinden dolayı mahkum edilmiştir. Toplum karşısında yalnız kalan Galile mahkemede çaresizliğini dile getirerek fikirlerinden döndüğünü açıklamak zorunda kalmıştır. Bizim tarihimizde de benzer olaylar yok değildir. 17. yüzyılda kendisinin yaptığı kanatlarla İstanbul’da bu günkü Galata kulesinden atlayarak Boğaz’ın diğer kıyısında Üsküdar semtine inmeyi başaran Hazerfen Ahmet Çelebi’nin devrin hükümdarı tarafından önce ödüllendirilip fakat sonra da toplumun baskısıyla öldürülmesi toplumsal baskıyı ve onun gücünü gösteren önemli bir örnektir. Bu iki örnek toplumsal güç karşısında bireyin acizliğini gösteren tipik olaylardır.

Birey kendisini her zaman toplumsal gücün etkisinde hisseder. Bireyi etkileyen toplumsal güç, bazen bireyin aile çevresi, bazen köy ya da kasabası, bazen yaşadığı mahalle veya şehirdir. Fakat asıl etkili güç, bireyin mensubu bulunduğu toplumun değer yargılarıdır. Birinci sıradaki etkilerden birey kolaylıkla kurtulabildiği halde ikinci sıra etkiler başka toplum içinde dahi bireyi kontrol etmeye devam eder. Toplumsal güç, bazı zamanlarda o kadar etkili ve baskıcı boyutlara ulaşmıştır ki, bireyin fikir ve düşünce özgürlüğünü tehdit edecek seviyeye çıkmıştır. Bilhassa totaliter toplum ve devlet yapılarında birey bir taraftan devletin bir taraftan da toplumun kuralları arasında sıkışıp kalabilir. Hatta bir kısım davranış kalıpları, bir kültür değeri olarak zihinlere yerleştirilerek bireylerin baskı altına alınmasında etkili bir araç olarak kullanılabilir. Ülkemizde bazı bölgelerde “Töre” olarak adlandırılan kız kaçırma, kan davası, ölen kardeşin eşini küçük kardeşiyle evlendirme, namus anlayışına aykırı hareket eden kadınların aile meclisi olarak adlandırılan mahkemelerde (!) yargılanıp cezalandırılması. Bütün bunlar çeşitli büyüklükte toplumsal baskılardır. Bireyin bu baskılardan kurtulup kendi hür iradesiyle hareket edebilmesi, kendisini ilgilendiren kararları yine kendisinin verebilmesi, özel hayatını dilediği gibi kurup yaşayabilmesi ancak hukuk devleti ilkelerinin tam olarak uygulanması ile mümkün olabilmiştir. Özellikle kadınların tarihin her devrinde ve her ülkede az veya çok toplumsal baskı karşısındaki çaresizliği inkar edilmez bir gerçektir.

1.4. İnsan Sosyal Bir Varlıktır
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu olgu, insanın yaşadığı çevreyi, davranış, düşünce değer ve eylemlerinde önemle dikkate alan bir varlık olduğunu belirler. Böyle bir dikkat ve duyarlılık insana özgü bir yetenektir. Çünkü insandan başka hiçbir canlıda “başkası” düşüncesi yoktur. İnsanların, kendi dışındakiler için geliştirdikleri “başkası” ve “öteki” anlayışları insanlar kadar sosyal çevrelerin de önemle dikkate almalarını gerektirmektedir. İnsanın sosyal olması işte bu anlayış çevresinde başkalarını dikkate alması ve bu nedenle de bütün davranış ve hareketlerinde başkalarıyla uyumlu bir yaşam üretmeye çalışması demektir. Bu bağlamda sosyal insan yaşadığı sosyal çevrenin alışkanlık, değer ve idealleriyle uyumlu olan; sosyal çevrenin sorunlarına karşı duyarlılıkla kendisinden beklenen katkılara hazır olan kişidir. Bunun karşıtı ise “a sosyal” insandır ki böyle bir insan toplumdan kopuk, belirtilen bilinç ve duyarlıklardan yoksun olan insandır. Uyum ye uyumsuzluk, katkı yerine sorun, böyle bir insan unsurunun belirgin özellikleri arasınsa yer alır.

İnsan diğer canlılardan ayıran iki önemli yetenekten biri akıl, diğeri iradedir. Bu iki yetenek, insanı sosyal bir varlık olarak topluma uyumlu olmaya yöneltir. O, diğer insanlarla aynı sosyal çevreyi paylaşmak zorunda olduğunu aklıyla benimser, iradesiyle de yaşadığı çevrede mutlu ve uyumlu bir insan olmayı başarır. Bu yeteneklerin özünde hayatı kolaylaştırma isteği yer alır. Çünkü insan, sosyal bir varlıktır.

Kültürümüzde “Her şey paylaşıldıkça güzeldir” şeklinde bir özdeyiş vardır. İşlerini, sorumluluklarını ve değerlerini paylaşan insanlar, bu yetenekleriyle toplum hayatını kolaylaştırmaktadır. Paylaşma, katılımı; katılım da toplumda birlik ve beraberliği meydana getirir. Bunlardan yoksun bir toplumun bütünlüğünü koruması, mutlu ve huzurlu olması beklenemez. Sürekli birbiriyle didişen, birbirine sırt çeviren, paylaşmanın ve dayanışmanın erdemine sahip olmayan bireylerden gelen bir toplum bekasından (sürekliliğinden) söz edilemez. Çünkü insan kendi yaşamını kolaylaştıran gelişmeleri yalnız başına değil başkalarıyla dayanışma ve paylaşma sonucu gerçekleştirmiştir. Alet yapmayı, avcılığı, ateş yakmayı, ev kurmayı insan tek başına değil, öbür insanlarla birlikte onlarla el ele vererek öğrenmiştir. Kültür ve bilimi tek bir insan değil, milyonların emeğine dayanan insan toplumu yaratmıştır. İnsan yalnız olsaydı, hayvan olarak kalırdı. Toplumda hayvanı insana çeviren akıl emek olmuştur. Bazı kitaplarda ilk avcılar, kendi emeği ve aklıyla her şeyi elde eden olan bir Robenson olarak tasvir edilirler. İnsan gerçekten böyle bir Robenson olsa insanlar topluluk halinde değil de, birbirinden kopuk halde yaşamış olsalardı, hiçbir zaman insan olup bir kültür meydana getiremezlerdi.

Toplu halde yaşama, bir takım kuralların ortaya çıkıp gelişmesine neden olmuştur. Bu kurallar uzun yıllar içinde oluşmaktadır. İnsan bu kurallara uyduğu sürece, topluma uyumlu bir fert haline gelir. Toplum kurallarına uyumlu bir kişi, toplumda saygı ve görür.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 19 Şubat 2018 20:40


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2014       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

arkadaşlar münazaramız var we biz birey toplumu etkiler tezini sawunuyoruz bu konu hakkındaki düşüncelerinizi ve bilgilerinizi lütfen paylaşınnnn

_BZCBNY

birey toplumu etkıler cunku bireyin davranısıyla etkılenen bir tolumuz mesela arkads cevremızden etkılenen ve kotu yollara dusen bir cok gencımız var. en küçük bi ornek bu .
herşeyi icat eden bir insan wardır ve bu icatlarla gunumuzu kolaylastırıyoruz eger bu bırey bu ıcatı yapmasaydı toplumda kullanamazdı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Aralık 2014       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eger toplum bireyi yönetmeseydi toplum baskısı diye bişey olmazdi ve zaten birey bulmuştur ama toplum geleneğe gore devam ettirmis!

Benzer Konular

8 Ocak 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
5 Haziran 2012 / Misafir Cevaplanmış
17 Şubat 2015 / taylordoğa Soru-Cevap
2 Aralık 2008 / Ziyaretçi Soru-Cevap
1 Temmuz 2011 / Misafir Soru-Cevap