Nüfus büyüklüğü tarih boyunca toplumların yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Örneğin, artan nüfusun beslenme sorunu, dünyanın yoksul ve kalabalık ülkelerini tehdit eden açlık, nüfusun toplumların zenginleşmesine ya da devletlerin gücüne olan katkısı ve ücret düzeylerinin belirlenmesinde nüfusun rolü gibi çeşitli konular tarih boyunca düşünürlerin ilgisini çekmiş ve bu konularda değişik kuramlar geliştirilmiştir. Nüfusun bilimsel olarak ele alınışı, toplam nüfus, nüfusun artış hızı ya da ölüm oranları üzerinde yapılan çalışmalar ilk olarak İngiltere'de 17. yüzyılda başlamış ve nüfusbilimin (demografi) doğuşunu hazırlamıştır.
Eskiçağlarda insan topluluklarının varlığını sürdürebilmesi nüfus artışının yüksek olmasına bağlıydı. Bu nedenle çok sayıda çocuk sahibi olmak özendirilir ve kısırlık aşağılanırdı. Bu düşünce dinsel gelenekler ve mitolojik metinlerde işlenirdi.
Eski Yunanlı filozof Platon, Cumhuriyet adlı yapıtında kentlerin nüfusunun 5.040 yurttaşla sınırlandırılmasını ve bu sınırın doğum kontrolüyle denetlenmesini önermişti. Eski Roma'da ise nüfus artışı özendirilmiş, evlilik ve doğurganlık ödüllendirilmişti.
14. yüzyılda Asya'dan gelerek Avrupa'yı saran veba salgını 25 milyon kişinin ölümüne neden oldu. Kara Ölüm olarak adlandırılan bu salgın Avrupa nüfusunda önemli bir azalmaya yol açınca, bu dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına damgasını vuran serflik kurumu ve feodalizm de sarsılmıştır. Feodal beyler sertlerin ölümüyle boş kalan topraklarını ekebilmek için çalışanlara ücret ödemek zorunda kaldılar. Böylece, tarımda feodal yapıya tümüyle aykırı düşen ücretli emek ortaya çıktı. Bu olgu Avrupa'da feodalizmin yıkılışını ve kapitalizme geçişi hızlandıran önemli etkenlerden biridir.
16.-18. yüzyıllar arasında Avrupa'nın birçok ülkesinde egemen olan ve devletin gücüyle zenginliğini ticaret yoluyla artırmayı hedefleyen merkantilizm döneminde, nüfus artışına büyük önem verildi. Merkantilistler ve döne-' min mutlak kralları nüfusu devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördüler. Nüfus ne kadar fazlaysa ülke de o ölçüde zengindi. Kalabalık bir ülke daha fazla işgücü, daha büyük bir pazar ve daha güçlü bir ordu demekti. Ayrıca, işgücünün bolluğu ücretlerin yüksel- meşini önler, bu da yöneticilerin daha da zenginleşmesini sağlardı.
18. yüzyılda gelişen kapitalizmle birlikte nüfusa ilişkin görüşler de farklılaşmaya başladı. Sanayi Devrimi'nin sonucu olarak işgücünün yerini makinelerin almasıyla çalışan kesimler arasında işsizlik arttı, yoksulluk ve sefalet yaygınlaştı. Bu yüzyılda işsizlik ve yoksulluğun nüfus fazlalığından ileri geldiği düşünülmeye başladı. Francois Quesnay gibi düşünürler, nüfus artışının genel bir yoksullaşmaya neden olacak boyutlara ulaşmaması gerektiğini savundular. Zenginliğin asıl kaynağını toprak olarak gören bu düşünürler, nüfus artışının zenginleşmeye neden olamayacağını ileri sürdüler.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus ünlü nüfus kuramını geliştirdi. Malthus'a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artmaktaydı. Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Ama nüfus, kendiliğinden ortaya çıkan ve Malthus'un olumlu olarak nitelediği kıtlık, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi bazı gelişmelerle denetleniyordu. Ayrıca toplumda evliliklerin azaltılmasını ve geç evlenmeyi öneren Malthus, ahlaksal gerekçeyle doğum kontrolüne karşı çıktı.
Karl Marx ise Malthus'u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu söyledi . Marx, üretimi yapanların yarattıkları değerin bir bölümüne kapitalistlerin el koyduğunu, böylece yoksulluğun bu sistemin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Marx'a göre, işsizlik de kapitalist sistemin düzgün işleyebilmesi için gerekliydi. Çünkü, "işsizler ordusu"nun varlığı ücretlerin yükselmesine engel oluyor ve kapitalistler düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde edebiliyorlardı. Toplumsal sistemin değiştirilerek sosyalizmin kurulmasıyla işsizlik sorunu ortadan kalkacak ve yaratılan değerler gene onu yaratanlara geri dönecek ve fazla nüfus sorun olmaktan çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde, Avrupa'da doğurganlık oranında görülen azalmayı sanayileşmeye, kentleşmeye, eğitim düzeyindeki yükselmeye ve bebek ölümlerin-deki düşmeye bağlayan yeni bir kuram ortaya çıktı. Bu kuramı savunanlar, azgelişmiş ülkelerde görülen hızlı nüfus artışının bu ülkeler sanayileştikçe düşeceğini ve dengeleneceğini ileri sürdüler.
Bu görüşe göre, bir ülkedeki doğurganlık oranı o ülkenin kültürel yapısı ve ekonomik gereksinmeleriyle de doğrudan ilgilidir. Tarımsal üretimin ağırlıklı olduğu ülkelerde, çocuk sayısının fazla olması, çocukların ailenin işgücüne yaptığı katkı nedeniyle istenmektedir. Öbür yandan, hızlı nüfus artışının bu ülkelerin gelişmesine engel olduğu, kaynakları tüketerek sanayileşmeyi önlediği de ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlar azgelişmiş ülkelerde sıkı bir doğum kontrolünü önermektedir. Karşı görüştekiler ise, dünyada kaynakların büyük oranda sanayileşmiş ülkelerce tüketildiğini, doğal kaynaklardan da en çok sanayileşmiş ülkelerin yararlandığını ileri sürmektedir. Buna göre, dünyada nüfus artışının yarattığı sorunların çözümü için ülkelerin dengeli kalkınmalarının sağlanması gereklidir.
1974'te Birleşmiş Milletler'ce düzenlenen nüfus konferansında yayımlanan ortak bildiride bu farklı görüşler dengelenmiş ve ülkelerin kalkınmasında nüfusun önemi vurgulanmıştır. Bildiride doğum kontrolünün gerekliliği üzerinde durulmuş, ama bu önlemin yeterli olmadığı, toplumların nüfusla ilgili sorunlarının çözümünde toplumsal refahın yükseltilmesinin de gerektiği belirtilmiştir.
Eskiçağlarda insan topluluklarının varlığını sürdürebilmesi nüfus artışının yüksek olmasına bağlıydı. Bu nedenle çok sayıda çocuk sahibi olmak özendirilir ve kısırlık aşağılanırdı. Bu düşünce dinsel gelenekler ve mitolojik metinlerde işlenirdi.
Sponsorlu Bağlantılar
14. yüzyılda Asya'dan gelerek Avrupa'yı saran veba salgını 25 milyon kişinin ölümüne neden oldu. Kara Ölüm olarak adlandırılan bu salgın Avrupa nüfusunda önemli bir azalmaya yol açınca, bu dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına damgasını vuran serflik kurumu ve feodalizm de sarsılmıştır. Feodal beyler sertlerin ölümüyle boş kalan topraklarını ekebilmek için çalışanlara ücret ödemek zorunda kaldılar. Böylece, tarımda feodal yapıya tümüyle aykırı düşen ücretli emek ortaya çıktı. Bu olgu Avrupa'da feodalizmin yıkılışını ve kapitalizme geçişi hızlandıran önemli etkenlerden biridir.
16.-18. yüzyıllar arasında Avrupa'nın birçok ülkesinde egemen olan ve devletin gücüyle zenginliğini ticaret yoluyla artırmayı hedefleyen merkantilizm döneminde, nüfus artışına büyük önem verildi. Merkantilistler ve döne-' min mutlak kralları nüfusu devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördüler. Nüfus ne kadar fazlaysa ülke de o ölçüde zengindi. Kalabalık bir ülke daha fazla işgücü, daha büyük bir pazar ve daha güçlü bir ordu demekti. Ayrıca, işgücünün bolluğu ücretlerin yüksel- meşini önler, bu da yöneticilerin daha da zenginleşmesini sağlardı.
18. yüzyılda gelişen kapitalizmle birlikte nüfusa ilişkin görüşler de farklılaşmaya başladı. Sanayi Devrimi'nin sonucu olarak işgücünün yerini makinelerin almasıyla çalışan kesimler arasında işsizlik arttı, yoksulluk ve sefalet yaygınlaştı. Bu yüzyılda işsizlik ve yoksulluğun nüfus fazlalığından ileri geldiği düşünülmeye başladı. Francois Quesnay gibi düşünürler, nüfus artışının genel bir yoksullaşmaya neden olacak boyutlara ulaşmaması gerektiğini savundular. Zenginliğin asıl kaynağını toprak olarak gören bu düşünürler, nüfus artışının zenginleşmeye neden olamayacağını ileri sürdüler.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus ünlü nüfus kuramını geliştirdi. Malthus'a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretiminden daha hızla artmaktaydı. Eğer bu hızlı artış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerinde yaşayanları besleyemez olacaktı. Ama nüfus, kendiliğinden ortaya çıkan ve Malthus'un olumlu olarak nitelediği kıtlık, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi bazı gelişmelerle denetleniyordu. Ayrıca toplumda evliliklerin azaltılmasını ve geç evlenmeyi öneren Malthus, ahlaksal gerekçeyle doğum kontrolüne karşı çıktı.
Karl Marx ise Malthus'u eleştirerek, iyi örgütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının sorun olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun temel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi olduğunu söyledi . Marx, üretimi yapanların yarattıkları değerin bir bölümüne kapitalistlerin el koyduğunu, böylece yoksulluğun bu sistemin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Marx'a göre, işsizlik de kapitalist sistemin düzgün işleyebilmesi için gerekliydi. Çünkü, "işsizler ordusu"nun varlığı ücretlerin yükselmesine engel oluyor ve kapitalistler düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde edebiliyorlardı. Toplumsal sistemin değiştirilerek sosyalizmin kurulmasıyla işsizlik sorunu ortadan kalkacak ve yaratılan değerler gene onu yaratanlara geri dönecek ve fazla nüfus sorun olmaktan çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde, Avrupa'da doğurganlık oranında görülen azalmayı sanayileşmeye, kentleşmeye, eğitim düzeyindeki yükselmeye ve bebek ölümlerin-deki düşmeye bağlayan yeni bir kuram ortaya çıktı. Bu kuramı savunanlar, azgelişmiş ülkelerde görülen hızlı nüfus artışının bu ülkeler sanayileştikçe düşeceğini ve dengeleneceğini ileri sürdüler.
Bu görüşe göre, bir ülkedeki doğurganlık oranı o ülkenin kültürel yapısı ve ekonomik gereksinmeleriyle de doğrudan ilgilidir. Tarımsal üretimin ağırlıklı olduğu ülkelerde, çocuk sayısının fazla olması, çocukların ailenin işgücüne yaptığı katkı nedeniyle istenmektedir. Öbür yandan, hızlı nüfus artışının bu ülkelerin gelişmesine engel olduğu, kaynakları tüketerek sanayileşmeyi önlediği de ileri sürülmektedir. Bu görüşte olanlar azgelişmiş ülkelerde sıkı bir doğum kontrolünü önermektedir. Karşı görüştekiler ise, dünyada kaynakların büyük oranda sanayileşmiş ülkelerce tüketildiğini, doğal kaynaklardan da en çok sanayileşmiş ülkelerin yararlandığını ileri sürmektedir. Buna göre, dünyada nüfus artışının yarattığı sorunların çözümü için ülkelerin dengeli kalkınmalarının sağlanması gereklidir.
1974'te Birleşmiş Milletler'ce düzenlenen nüfus konferansında yayımlanan ortak bildiride bu farklı görüşler dengelenmiş ve ülkelerin kalkınmasında nüfusun önemi vurgulanmıştır. Bildiride doğum kontrolünün gerekliliği üzerinde durulmuş, ama bu önlemin yeterli olmadığı, toplumların nüfusla ilgili sorunlarının çözümünde toplumsal refahın yükseltilmesinin de gerektiği belirtilmiştir.
MsxLabs & TemelBritannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....