Arama

Ortadoğu Dinleri - Musevilik - Sayfa 6

Güncelleme: 12 Ekim 2014 Gösterim: 47.112 Cevap: 62
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
27 Ekim 2007       Mesaj #51
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

Sponsorlu Bağlantılar
BATI AVRUPA 1800'LER

AMERİKA'DA YAHUDİ YAŞAMI

Amerika Yahudilerini en son 19. yüzyılın başında bırakmıştık. O zaman sayıları yalnızca 6.000 civarındaydı. Amerika’da “fazla Yahudi” olmadığınız sürece özgürlük olduğu düşüncesi Yahudilerin çoğunu oradan uzak tutmuştu. Bu durum 1830’larda Alman Yahudileri gelmeye başlayınca değişti. Alman Yahudileri “fazla Yahudi” değildi. Ya geleneksel Yahudiliğin temel ilkelerini bırakmış Reformcu Yahudilerden, ya da Yahudiliği bütünüyle bırakmış “aydınlanmış” laik Yahudilerden oluşuyorlardı. 1850’de Amerika’da yaşayan 17.000 kadar Yahudi vardı. 1880 yılına geldiğimizde ise 270.000. Bu Yahudilerin çoğu, o zaman Yahudi nüfusu 180.000 olan New York bölgesine yerleşmişti. Bu rakam kısa zamanda 1.8 milyona çıkacaktı. New York City’deki Yahudi mahallesi Manhattan’ın Doğu Yakası idi. Kısa zamanda başarıya ulaşanlar Yukarı Doğu Yakası’na taşındı. Bu Yahudiler Yeni Dünya’da dikkat çekici bir şekilde başarılı oldu. Hızla zengin olanlar arasında bazı ünlü isimler: • Marcus Goldman, Golman, Sacsh & Co.’nun kurucusu • Charles Bloomingdale, Bloomingdale mağazalarının kurucusu • Henry, Emanuel ve Mayer Lehman, Lehman Brothers’ın kurucuları • Abraham Kuhn ve Solomon Loev, Kugn, Loev ve Co. bankacılık şirketinin kurucuları • Jacob Schiff, Loeb’in damadı ve önde gelen Amerikalı finansmancı • Joseph Seligman, seyyar satıcı olarak başladı sonra Amerika’nın en önemli bankerlerinden biri oldu. Bunlar ünlü isimlerden sadece birkaçı. Daha birçok başkası vardı. AMERİKAN REFORM HAREKETİ New York’un Alman Yahudileri dünyanın en büyük Reform sinagogunu kurdu: Yukarı Doğu Yakası’ndaki Temple Emanuel ve birçok başkası. 1880 yılına geldiğimizde Amerika’da 200 kadar sinagog vardı. Bunların çoğunluğu (%90) Reform sinagogdu çünkü Amerika’ya gelen Yahudiler öyleydi. Bu göçle Reform Hareketi’nin odağı Almanya’dan Birleşik Devletler’e taşındı. Amerika’da Reform Hareketi, Alman kökeninin geleneğine göre sürdü ve ideolojisini 1885 yılında bir Pittsburgh konvansiyonunda hazırlanan ve benimsenen ünlü “Pittsburgh Platform”unda belirtti: • “Moşe kanunlarını Yahudilerin Filistin’deki milli yaşamı sırasındaki misyonu için bir eğitim sistemi olarak görüyor, bugün yalnızca ahlak kurallarını bağlayıcı olarak kabul ediyor, sadece yaşamlarımızı yücelten ve kutsayan törenleri muhafaza ediyor, çağdaş medeniyetin görüş ve alışkanlıklarına uygun olmayanları reddediyoruz... • “Perhiz, dini saflık ve kıyafet gibi Moşe ve rabinik kanunlarının tümünü şimdiki zihinsel ve tinsel durumumuza tamamıyla yabancı fikirlerden doğmuş olarak görüyoruz... • “Kendimizi artık bir ulus olarak değil, dini bir cemaat olarak görüyor, dolayısıyla ne Filistin’e geri dönmeyi, ne Aaron oğulları olarak kurbansal bir ibadeti, ne de Yahudi devleti ile ilgili kanunların herhangi birinin yeniden eski konumuna gelmesini bekliyoruz... Amerikan Reform Hareketi’ni Yahudilerin 2.000 yıllık Yisrael toprağına geri dönüş özleminden ayıran (Alman Reform Hareketi tarafından benimsenen ideolojiyi taklit eden) bu son beyan, ilk Amerikan Reform Yahudilerinin neden Siyonist Hareketi ve İsrail Devleti’nin kuruluşunu desteklemediğini açıklar. HEBREW UNION COLLEGE Amerikan Reform Hareketi’nin kurucu babası Isaac Meyer Wise (1819-1900) idi. Wise,1875 yılında Cincinnati, Ohio’da açılan Hebrew Union College’in (İbrani Birliği Koleji) kurucusu ve ilk başkanı olan Alman Yahudisi bir göçmendi. Bu okul ilk Amerikan rabinik fakültesi olup alışılmamış liberal standartlara sahipti. Joseph Telushkin Jewish Literacy (Yahudi Okur Yazarlığı) adlı eserinde şöyle yazar (sh.393): “Reform hahamlığını ayrı kılan bir nokta... rabi’lerine herhangi bir dini standart dayatmayı reddetmesidir. Bu birçok bakımdan Reform’un özgür araştırmaya olan tarihi bağlılığının bir devamıdır. Bugün bir kadın veya erkek rabi’nin, Reform rabi’lerinin resmi organı olan Central Conference of American Rabbis’den atılmasına neden olacak hiçbir dini eylem yoktur.” 1883 yılında Hebrew Union College’in ilk mezunları diplomalarını almaya hazırlanırken fakülte büyük bir ziyafet düzenledi. Katılanlar arasında daha gelenekçi olanlar birbiri ardına sunulan trefa yiyecekler karşısında dehşete düştü: istiridye, yengeç, karides, kurbağa bacağı ve et tabağının ardından gelen dondurma. Bu “trefa ziyafet” Reform’un fazla ileri gittiğini düşünen ama Ortodoks olmak istemeyen daha geleneksel Yahudilerin başka bir alternatif aramaya itti ve Yahudiliğin içerisinde başka bir hareketin kurulmasına yok açtı. MUHAFAZAKAR HAREKET Reform Hareketi’nin ideolojisini beğenmeyen gelenekçi Yahudiler 1887 yılında Hebrew Union College’e bir alternatif kurdu. Adı Jewish Theological Seminary (Yahudi Teoloji Fakültesi) idi ve yeni, öz-Amerikan, Muhafazakar Hareket’in kalesi haline geldi. Jewish Theological Seminary’nin başı, Solomon Schechter (1850-1915) adlı Cambridge, İngiltere’den saygın bir Yahudi bilgindi. Yeni hareketin ideolojisinin şekillenmesine yardım etti. Solomon Schechter “The Catholic Israel” adlı eserinde ideolojiyi şöyle açıkladı. (Eseri için kötü bir isim seçmişti. “Katolik” ile kastettiği “everensel” idi.) “Yahudi için ilksel öneme sahip olan sadece açıklanan Tora değil, tarihte tekrarlandığı şekliyle Tora’dır. Başka bir deyişle, gelenek tarafından yorumlandığı şekliyle. Bu gelenek kavramının başka bir sonucu, uygulamanın gerçek kuralını oluşturan kutsal yazılar ya da ilkel Yahudilik değil, genel gelenektir. Mevcut kurumlarla uyum halinde değişiklik ve yenilik yapma özgürlüğü, her nesilde büyük öğretmenlere verilmiştir. Dolayısıyla Moşe kanunlarına dönüş yasa dışı, zararlı ve imkansız olacaktır.” Muhafazakar Hareket, Reform Hareketi’nin Yahudileri uygulama ve geleneklerden ayrıma politikasıyla aynı fikirde olmamakla birlikte, Schechter’in sözleri ve Muhafazakar Hareket’in felsefesi, Ortodoksların Yahudi kanununun yorumlanmasına ve uygulanmasına yönelik geleneksel tutumundan radikal bir şekilde ayrılıyordu. Yahudi inancının geleneksel sütunlarından biri, Sinay Dağı’ndaki ulusal vahye daha yakın zamanda yaşamış olan rabi’lerin Yahudi kanunu ve uygulamalarını daha açık ve daha iyi bir şekilde anladığı idi. Daha sonraki nesillerin rabi’leri büyük bilginler oldukları halde bu ilk bilginler kadar açıklığa, dolayısıyla Yahudi kanununu yorumlama ve uygulamada aynı otoriteye sahip değil değildi. Daha basit bir şekilde anlatmak gerekirse, modern rabi’ler, Talmud zamanlarında yaşamış olan rabi’lerin kararlarını bozamaz ya da bir kenara atamaz. Muhafazakar Hareket bu prensibi bir yana attı ve Yahudi kanunu modernliğe aykırıymış gibi hareket etti. Çağdaş rabi’ler zamanın ruhuna uyarak bir kanunu kaldırabilir ya da değiştirebilirdi. Felsefedeki bu değişim kulağa küçük gelse bile, sonuçları önemli oldu. Modern Muhafazakar (Masirati) Hareket’in resmi politikası emirlere uymayı savunuyordu ama muhafazakarların çoğunluğu kaşerut kuralları ve Şabat’a uymak gibi en temel emirlere bile itaat etmiyordu. Başka bir deyişle Muhafazakar Hareket’in ideolojisi Tora’yı Tanrı’nın sözü olarak kabul ediyor ama Tanrı’nın sözünün yorumlanmasını Moşe’den bu yana geldiği şekliyle kabul etmiyordu. BÜYÜK GÖÇLER Yüzyılın sonuna doğru Doğu Avrupa’dan büyük göçler başladığında Amerikan Yahudiliğinin çoğunluğunun tinsel durumu buydu, yani 1830’larda göç etmiş olan Alman Yahudilerinin tanımladığı gibi. Amerika’da bu zaman döneminde kaç Yahudi geldi? Daha önceki bölümde belirttiğimiz gibi 1881 ile 1914 yılları arasında, her yıl 50.000 kadar, toplamda da 2.5 milyon Yahudi Doğru Avrupa’yı terk etti ve bunların çoğu Amerika’ya gitti. Bu Yahudiler yoksulların en yoksullarıydı. Amerika’ya gitmekle kaybedecekleri bir şey yoktu (Yahudilikleri hariç). Ne yazık ki olan buydu. Aralarında büyük rabi’ler göç etmemişti. Amerikanlaşmış Alman Yahudilerinin baskısına karşı koyabilecek öğretmenleri ve dini liderleri olmayan bu zavallı Doğu Avrupa Yahudileri hızla asimile oldu. Sofu, yeşiva eğitimi almış Yahudiler bu büyük göçlerle gelmedi. Rabi’lerin çoğu, Amerika’nın Altın Ekonomik Fırsatlar Ülkesi maskesi altında Altın Asimilasyon Ülkesi olduğundan korkarak göçe karşı vaazlarda bulundu. Arthur Hertzberg The Jews of Amerika (Amerika Yahudileri) adlı eserinde şöyle yazar (sh.157): “1893 yılında Avrupa rabi’leri arasında en saygın olanı Israel Meir Ha-Kohen (daha çok Hafets Hayim olarak bilinir) vaazdan da öteye gitti; Amerika’ya kitle göçüne karşı çıktı. Bu göçün artık durdurulamayacağını biliyordu ama Birleşik Devletler’de ekonomik başarıya Rusya’da zulmü tercih eden rabi’lerin görüşlerine kulak asanlara yöneldi... “Bu görüşler öylesine sabitleşti ki, Avrupa’da durumun her ekonomik sınıftan bütün Yahudiler için kötüye gittiği savaşlar arası dönemde bile, Avrupa’nın Ortodoks liderleri fikir değiştirmedi.” YORGUN VE YOKSUL Alman Yahudilerinin büyük kısmı Amerika’da kolayca başarıya ulaştığı halde büyük göçlerle gelen Doğu Avrupa Yahudileri için hayat çok daha zordu. Örneğin 1900’lerde Manhattan’ın Aşağı Doğu Yakası’nda 6.000 ucuz apartman dairesinde 64.000 ailenin yaşadığını görürüz. Bu yoksul, Yidiş konuşan, dindar Yahudiler, onlardan önce gelen ve artık Amerikanlaşmış olan Alman Yahudilerinin gözüne fena batıyordu. Dolayısıyla Alman Yahudileri, Rus Yahudilerinin kültürlerini en kısa zamanda bozmaya girişti ve bu davaya büyük yatırımlar yaptı. Asıl korkuları Antisemitizm idi. Bu korku gerçekti çünkü Amerika’daki dini hoşgörüye karşın Antisemitizm Yeni Dünya’da canlı ve başarılıydı. Pogromlar yoktu ama sosyal tecrit ve başta türde ayrımcılık vardı. Örneğin 1843 yılında bir düzine kadar genç adam Old Fellows Lodge’a üyelik için başvurdu ama Yahudi oldukları için reddedildiler. (Kendi kulüplerini kurdular ve adına Bene Berit Bağımsız Teşkilatı dediler.) Başka bir örnek: Tanınmış bir banker olan Joseph Seligman’ın 1869 yılında Saragosa Springs, New York’ta varlıklı kişilerin kaldığı yazlık bir otelde kalmak üzere yaptığı talep reddedilir: ne kadar ünlü ve zengin de olsa, Yahudi’dir. Başarılı bir Yahudi, Yahudi olmayan Amerikalılarla haşır neşir olacak kadar iyi bulunmuyorsa, yıkanamayan göçmen kitlelerine ne gözle bakıldığını hayal edebilirsiniz. Henry Adams (John Quincy Adams’ın soyundan gelen) 1894 yılında Amerika’ya “sağlıksız unsurların” kabulünü kısıtlamak üzere Göç Kısıtlama Cemiyeti’ni kurdu. Yahudiler bu unsurlar arasında en başta geliyordu. Ünlü kitabı The Education of Henry Adams’da (Henry Adams’ın Eğitimi) Amerika’dan uzak tutmaya çalıştıkları hakkında yazdı. “Gümrük memurlarına acayip bir Yidiş hırlayan, Varşova veya Krakova’dan yeni gelmiş bir Polonya Yahudisi, hâlâ getto kokan sinsi bir Yaakov veya Yitshak değil...” Davası çok sayıda destekçi buldu ama kazanmadı. Aksine, 1906 yılında Theodore Roosewelt A.B. bakanlar kurulunda ticaret ve çalışma sekreteri olarak görev görecek (sorumluluk alanı göç idi) ilk Yahudi olarak Oscar Straus’u atadığında, kaybettiği bile söylenebilir. Ancak 20. yüzyılda Antisemitizm’in çirkin yüzünü ortaya çıkaran faktörleri incelediğimizde göreceğimiz gibi, Antisemitler kolay vazgeçmedi.



kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
29 Ekim 2007       Mesaj #52
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

Sponsorlu Bağlantılar
ANTİSEMİTİZMİN YÜKSELİŞİ(19.-20. Y.Y.)

ANTİSEMİTİZMİN YÜZÜ

Bu bölümde 18. yüzyıldaki “aydınlanma” ile “uygar” toplumun cilası altına gizlenen, ancak Holokost sırasında çirkin yüzünü ortaya çıkaracak olan Antisemitizmi kısaca inceleyeceğiz. Rusya ve Doğu Avrupa’da Antisemitizm hiç yeraltına inmedi ama batı dünyasında durum farklıydı. Almanya’da Nazilerin yükselişinden önce Antisemitizmin en berbat vakalarından bazıları, ülkeleri Aydınlanma’nın doğum yeri olan Fransızlar tarafından başlatıldı. Örneğin 1840 yılında Şam’da bir Kapüsen keşişi ortadan kaybolunca, Yahudilere kan iftirası atanın Fransız konsolos Ratti-Menton olduğunu öğrenmek şoke edicidir. Suçlamalarına cevap olarak Suriye yetkilileri altmıştan fazla Yahudi çocuğu, ebeveynlerini itiraf etmeye zorlamak için tuttu. Birçok Yahudi tutuklandı ve işkence gördü. İkisi işkence altında öldü, birçoğu kalıcı bir şekilde sakatlandı; bir tanesi “itiraf etti”. Yahudi dünyası tepki göstermeseydi, Suriyeliler Fransız otoritelerinin baskısıyla bu Yahudileri asılsız suçlamalarla yargılayacaktı. Yahudi örgütleri İngiliz ve Amerikan liderler (Başkan Martin Van Buren dahil) aracılığı ile bir protesto başlattı, bu da Suriye’nin suçlamaları geri çekmesine yol açtı. (Kendilerini diğer Yahudilerle özdeşleştirmekten kaçınan Almanya’nın Reform Yahudileri protestoya katılmadı.) Fransız Antisemitizmi devam etti. 1886 yılında zehir saçan bir Antisemit kitap, La France Juive (Yahudi Fransa), Fransa’da en çok okunan kitap haline geldi. Arkasından Antisemit günlük gazete La Libre Parole geldi. Berel Wein Triumph of Survival adlı eserinde şöyle yazar (sh.233): “La Libre Parole en çok Fransız ordusunun subayları arasında popülerdi... Solun anarşistlerinin ve barışçılarının vurduğu, 1870 yılının Fransa-Prusya savaşının topyekun yenilgisinin küçük düşürdüğü Fransız ordusu asabi, kötü niyetli ve paranoyaktı. Başlıca düşmanlarından biri Fransız yaşamındaki “Yahudi etkisi” idi. Bu, askeriyeyi Antisemit bir olayın mantıklı adayı haline getiriyordu. Ortaya çıkması uzun zaman almayacaktı.” DREYFUS DAVASI Fransa’da “L’Affaire” (Dava) olarak bilinen Antisemit olay, 1894 yılında asılsızca casuslukla suçlanan ve Fransız Ordusu’nda bir yüzbaşı olan, ünlü Alfred Dreyfus’un vakasıdır. Gerçek casus Yahudi değildi (Esterhazy adlı bir albay) ama bu kısa zamanda ortaya çıkarıldığı halde, Fransız ordusu suçlamalarını Antisemit nedenlerden ötürü geri çekmeyecekti. “Gizli” belgeler üretildi, Dreyfus askeri bir mahkeme önünde kapalı oturumla ihanetten yargılandı ve hüküm giydi. Rütbesi söküldü ve Şeytan Adası’nda ömür boyu hapse mahkum edildi. 3 Ocak 1895’te Paris sokaklarında teşhir edildi ve kalabalık “Yahudilere ölüm” diye bağırdı. (Bu fiyaskoyu izleyenlerden biri Avusturyalı Yahudi bir gazeteci olan Theodor Herzl idi. Yahudi nefretinin “uygar” Fransızlarda böylesine yerleşmiş olması onu derinden sarsmıştı. Laik ve oldukça asimile olan Herzl işte o zaman ve orada, Yahudiler için tek güvenli yerin kendi toprakları –Yisrael Ülkesi- olduğunu anladı. Bu olay Herzl’i 1897 yılında Basel, İsviçre’de İlk Siyonist Kongre’yi toplamaya sevk etti ve kongre sırasında Dünya Siyonist Örgütü kuruldu.) Bu arada Dreyfus davasının haksızlığı bir tartışma yarattı. Fransa’nın en büyük yazarı Emile Zola, hükümeti adaleti saptırmakla suçlayan, J’Accuse (İtham Ediyorum) başlıklı, şaşırtıcı bir gazete makalesi yayımladı. Zola (Yahudi değildi) bu yüzden iftiradan hüküm giydi ve İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Dreyfus, yeniden mahkum olduğu başka bir adli haksızlığı takiben sonunda affedildi ve eski askeri rütbesine kavuştu. (Tam olarak temize çıkması 1906 yılını buldu!) I. DÜNYA SAVAŞI 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Francis Ferdinand Saraybosna’da Sırp bir milliyetçi tarafından katledildi. Bir ay sonra, aşağılayıcı taleplerinin reddi üzerine Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti. Kısa zamanda başka savaş ilanları izledi ve Avrupa’daki bütün önemli güçler savaşa girdi. Bir yanda İttifak Kuvvetleri, yani Fransa, Britanya, Rusya ve A.B.D.; diğer yanda ise İtilaf Kuvvetleri, Avusturya-Macaristan, Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu vardı. Üç yıl süren I. Dünya Savaşı, 10 milyon insanın öldüğü, 20 milyon insanın yaralandığı inanılmaz derecede yıkıcı bir savaş oldu. Bunun başlıca nedeni savaşın patladığı sırada çok sayıda insan öldürebilen silahların geliştirilmiş olmasıydı. Askerlerin öldürmek için artık karşı karşıya gelmesi gerekmiyordu. Bu işi makineli tüfekler bir ağır toplar yapıyordu. Sonuç mahvediciydi. Yahudilere gelince, Avusturya ordusunda, Alman ordusunda, Rus ordusunda, Fransız ordusunda olmak üzere toplam 1.5 milyon Yahudi I. Dünya Savaşı’nda çarpıştı. Ait oldukları ülkelerin ordularında Yahudi Yahudi’ye karşı vuruştu ve 140.000 Yahudi öldü. İlginç olanı şudur ki, hiç kuşkusuz Holokost’u hazırlamış olan I. Dünya Savaşı 1 Ağustos 1914’te başladı, bu tarih de İbrani Av ayının 9’una tekabül ediyordu: Yahudi tarihindeki en kötü gün olan Tişa Be Av. Birinci ve ikinci Bet Amikdaş bu günde yıkılmış, daha önce de gördüğümüz gibi Yahudi halkının başına korkunç şeyler gelmişti. I. Dünya Savaşı Yahudiler için felaket niteliğinde olan bir tepki zincirini tetikledi. Tepki zincirinin iki önemli halkası Rus Devrimi ve Almanya’da Nazi Partisi’nin yükselişi oldu. Almanya I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramasaydı Hitler asla iktidara gelemezdi. Yenilginin, Almanya’yı dizlerinin üstüne çökerten Versay Antlaşması ve savaşı izleyen dünya çapındaki buhran sonucunda Almanya ekonomik kaosa düştü. Peki, “aydınlanmış” Almanlar ekonominin kötü olmasından ötürü kimi suçladı? Yahudileri tabii ki. I. Dünya Savaşı’ndan yalnızca 22 yıl sonra çıkan II. Dünya Savaşı, daha sonra göreceğimiz gibi, birçok yönden aynı çatışmanın devamıydı. RUS DEVRİMİ Çarcı hükümet başta I. Dünya Savaşı’nda başarılıydı. Ancak savaş sürdükçe ölü sayısı ve askeri terslikler Rusya’nın başa çıkabileceğinden fazlasını oluşturdu. Çarcı hükümetin yıllar süren yoldan çıkmışlığı, Rusya’yı 1905 yılında başarısız bir devrime götürmüştü. Devrim 1917 yılında başarıya ulaştı (ama çarpışmalar 1921 yılına kadar devam etti). Çar azledildi ve 1990 yılına kadar iktidarda kalacak olan komünist rejim geldi. Rusya’nın en çok zulüm gören halkları arasında olan ve “dünyayı değiştirecek” hareketleri her zaman çeken Yahudiler, Rus Devrimi’ne etkin bir şekilde katıldı. (Daha önce komünist ideolojinin kurucusunun, Hıristiyanlığı seçen sonra da dini terk eden bir Yahudi olan Karl Marx olduğunu görmüştük.) Komünist Parti’nin sloganı “yeteneğine göre her birinden, ihtiyacına göre her birine” Yahudiliğin sosyal sorumluluk ve sosyal adalet öğretilerine mükemmel bir şekilde uyuyordu. Komünist Parti’ye katılan Yahudiler dindar değildi ama tikun olam’a (“dünyayı onarmak”) doğru dürtüleri ölmemişti. Dini ifade yokluğunda bu dürtü (Yahudilikte Mesihsel ütopya olarak tanımlanana doğru) Yahudi ruhlarına hakim olmuştu. Laik Yahudiler Rusya Devrimi’ne katıldı diye, shtetl’lerdeki dindar Yahudiler karmaşadan esirgendi anlamına gelmiyor tabii. Rus Devrimi sırasında çok sayıda Yahudi öldürüldü. Yine de Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeliyiz. Rus Devrimi’nin lideri Nikolai Lenin (1870-1924) Antisemitizmin kökünü kazımaya çalıştı. Çarcı hükümette böyle bir politika olduğu için şiddetle ona karşı çıktı. Dahası, Lenin Yahudiler olmasaydı Rus Devrimi’nin muhtemelen gerçekleşemeyeceğini gayet iyi biliyordu. Ne yazık ki Yahudi komünistler Marx’ın “din kitlelerin uyuşturucusudur” sloganını izledi ve Yahudiliği Rusya’da silmek için ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Burada Yevsektsiya’nın (Sovyet hükümetinin Yahudilerle ilgilenen özel departmanı) Ekim 1918 tarihinde yayımlanan “Burjuva Kurumların Likidasyonu” adlı propagandasından bir alıntı bulacaksınız: “Yahudi cemaati şimdiye kadar kitleleri, onlara İbrani kültürünü dayatarak bilgisiz tutmayı isteyen mülk sahipleri sınıfının hakimiyeti altındaydı. Üst sınıflar çocuklarını devlet okullarına yolladığı halde, proletaryanın çocukları için sadece saçmalıkların öğretildiği karanlık ilkokullar ve sinagoglar sağlamıştır. Yetkili Yahudi cemaatine karşı mücadelede burjuvazi ile hiçbir uzlaşma yapılamaz.” Böylece Rusya’nın komünist hükümeti, Rusya’nın çarcı hükümeti gibi Yahudileri zorla laikleştirme politikasına girişti. (Adil olmak gerekirse, aynı şeyi Rus Ortodoks Kilisesi’ne da yaptılar.) Böylece Rusya Yahudileri miraslarından mahrum bırakıldı, bunun sonucunda da Yahudilik hakkında hiçbir şey bilmeyen muazzam bir Yahudi nüfusu ortaya çıktı. Bu insanlık tarihinde benzersiz bir olaydır: bir cemaatin bu kadar uzun bir süre boyunca bu kadar geniş çapta zorla din dışı bırakılması. (Sovyetler Birliği’ne özgü idi, daha sonra başka komünist rejimler tarafından, özellikle Çin, taklit edildi.) STALIN VE TROTSKY Lenin 1924 yılında ölünce iktidarı Joseph Stalin (1879-1953) eline geçirdi. 1935 yılında Rusya’yı harap eden bir dizi temizlik hareketi başlattı. Bu temizlik hareketleri öldürülmesini emrettiği insan sayısını ve çalışma kamplarında ölüme gönderdiklerini göz önüne alırsak, Stalin’i 20. yüzyılın ikinci büyük kitle katili haline getirdi (Mao Tze-tung’dan sonra). Stalin’in 25 milyon insanın ölümünden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir (Hitler’in iki misli ama Mao’nun yarısı kadar). Holokost’tan sonra bile birinci sınıf Antisemit unvanına layık olarak, öldürülmeleri için 2-3 milyon Yahudi’yi Sibirya’ya sürmeyi planlıyordu. Ancak planını gerçekleştiremeden esrarengiz koşullar altında öldü. Ne var ki Rusya’nın komünist hükümetindeki bütün Yahudileri dışarı atmayı başardı. Bunların en ünlüsü Leon Trotsky (1879-1940) idi. Rus Devrimi’ndeki en önemli Yahudi olan Trotsky (gerçek adı Lev Davidovitch Bronstein) Kızıl Ordu’nun önde gelen örgütleyicilerinden biriydi. 1917 yılında Lenin ile birlikte Bolşeviklerin iktidarı ele geçirişini tasarladı. Lenin ölünce yerine geçme konusunda, o ve Stalin rakipti. Stalin kazandı ve Trotsky’yi önce savaş komiseri olarak devreden çıkardı, sonra partiden kovdu ve 1929 yılında Rusya’dan sürdürdü. Trotsky sürgünde 10 yıldan uzun bir süre boyunca yaşamayı başardı; 1940’ta Stalin’in emriyle Mexico City’de katledildi. AMERİKAN ANTİSEMİTİZMİ Şimdiye kadar Rusların öldürücü, açık Antisemitizmini ve Fransızların sinsi “entelektüel” Antisemitizmini ele aldık. Ya tolerans ülkesi Amerika’daki? 1913 yılında Atlanda, Georgia’da Leo Frank adlı bir Yahudi 13 yaşındaki Hıristiyan bir kızı öldürmekle asılsız olarak suçlandı. Amerika’nın güneyinde Antisemitizm o kadar kuvvetliydi ki bir zencinin bir beyaza karşı tanıklığı –bu ırkçı bölgede benzersiz bir olay- kabul edildi. Ama bu beyaz adam bir Yahudi idi tabii. Tuhaf olan şu ki katil zenci “tanıktı” ve bunu kendi avukatına itiraf etti ama gizli tutuldu. Gerçek bir tanık da vardı ama ancak çok yıl sonra ortaya çıktı. Frank suçlu bulundu ve ölüme mahkum edildi ama Frank’ın masumiyetinden emin olan Georgia Valisi John Slaton cezasını hafifletti. Derken korkunç bir şey oldu. Ayaktakımı Frank’ı hapisten kaçırdı ve linç etti. Linç sahnesinin fotoğrafı çekildi, kartpostallara dönüştürüldü ve çok sayıda sattı. Frank ancak 1986 yılında –73 sene sonra!- Georgia eyaletinin affına uğradı. Frank davası Bene Berit’in “Anti-Defamation League”i (iftiraya karşı cemiyet) kurmasına yol açtı. Cemiyet, Amerika’da Antisemitizme karşı mücadele eden önde gelen Yahudi grup haline geldi. Yapacak çok işi vardı, özellikle I. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra borsanın çöktüğü ve Amerika’daki durumun Yahudiler için alevlendiği 1918 yılında... Sion Yaşlılarının Protokolleri’nde belirttiğimiz gibi Amerika’da Antisemitizmin büyük kışkırtıcılarından biri, Protokolleri İngilizce’ye tercüme ettirmek ve Amerika’da mümkün olduğunca büyük sayıda dağıtmak için çok para harcayan Henry Ford idi. Protokoller A.B.D.de 1920 ve 1930’larda en çok satan ikinci kitap haline geldi (İncil’den sonra). Dearborn, Michigan’daki Ford Motor Company’nin fabrikasının otoparkında asılı bir afiş vardı: “YAHUDİLER AMERİKA’NIN HAİNLERİDİR. YAHUDİ OLMAYANLAR ONLARA GÜVENMEMELİDİR. YAHUDİLER KOMÜNİZMİ ÖĞRETİR, YAHUDİLER ATEİZMİ ÖĞRETİR, YAHUDİLER HIRİSTİYANLIĞI YIKAR, YAHUDİLER BASINI KONTROL EDER, YAHUDİLER PİS FİLMLER YAPAR, YAHUDİLER PARAYI KONTROL EDER.” Henry Ford tek başına değildi. Başkaları da vardı. Son derece Antisemit olan birçok muhafazakar Hıristiyan siyasi parti vardı. Örneğin William Pelley’in “Silver Shirts”ü. Gerald B. Winrod’un Antisemit gazetesi The Defender’ın 110.000 abonesi vardı. Bu Amerikan Antisemitler acemi faşistlerdi. Milliyetçilik maskesi altında, Amerika’nın ekonomik felaketlerinin arkasındaki nedenin Yahudiler olduğu fikrini savunuyorlardı: borsanın 1918’de çöküşünde olduğu gibi, çünkü ticareti ve bankacılığı kontrol edenler Yahudiler idi. Bu tür Antisemitizm aynı dönemde Avrupa’da hüküm sürenle rekabet halindeydi ama hiçbir zaman Avrupa’daki ölümcül sonuçları vermedi. Ancak bütün bu Yahudi nefreti, Hitler’in Almanya’da gücü eline geçirmesi için sahneyi hazırladı. Holokosttan kaçmaya başladıklarında Amerika’nın Yahudileri kurtarmak için bir şey yapmamasının başlıca nedenlerinden biri de budur.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
29 Ekim 2007       Mesaj #53
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

ANTİSEMİTİZMİN YÜKSELİŞİ (19.-20. Y.Y.)

HOLOKOST

Yahudi halkı ile ilgili en acı verici konulardan birini tartışmaya başlıyoruz. Lütfen bunun geniş bir konu olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Halen neden ve nasıl olduğunu ve aradaki tüm ayrıntıları inceleyen 1.200 kadar basılı kitap var. Holokost hakkında bilgi veren klasik eserlerden bazıları: • Holocaust, Martin Gilbert • The War Against the Jews (Yahudilere Karşı Savaş), Lucy S. Dawidowicz • Night (Gece), Nobel ödüllü yazar Elie Wiesel • The Dairy of A Young Girl (Genç Bir Kızın Günlüğü), Anne Frank • Hitler’s Willing Executioners (Hitler’in Gönüllü Cellatları), Daniel Jonah Goldhagen • Destruction of European Jews (Avrupalı Yahudilerin Yok Edilmesi), Raul Hilberg Ziyaret edebileceğiniz müzeler: • Kudüs’te Yad Vashem • Washington, D.C.de The Holocaust Museum • Los Angeles’te The Museum of Tolerance Web’de ise: • Holocaust Studies at Aish.com - A complete resource Yahudi tarihine hızlı bir bakış, bir ulusun (Nazi Almanyası) bir halkı (Yahudiler) hedef alarak sistematik ve nefes kesen bir acımasızlıkla 6 milyon kişiyi öldürdüğü bu dehşet verici olayı bütün ayrıntıları ile ele alamaz. Bu olayı tanımlamak için “genocide-soykırım” sözcüğü icat edildi. Bu sözcük İngiliz dilinde daha önce yoktu. Sadece Nazi Almanyası Yahudileri yeryüzünden silmeye girişmekle kalmadı, dünyada neredeyse hiçbir ülke onları durdurmak için parmağını kaldırmadı. Yahudi olmayan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş bireysel kahramanlık öyküleri mevcuttur tabii ama tarih bunun önemsiz bir çaba olduğu konusunda sessizce tanıklık etmektedir. Yahudiler ölürken çoğunluk hiçbir şey yapmadı. Holokost tüm insanlığın yüzüne karşı bir soru vurmaktadır: uygar insanlar bunun yapılmasına nasıl izin verebildi? Bu sorunun yanıtı hakkında Adolf Hitler’in kendisinden bir ipucu elde ediyoruz: “Evet, biz barbarız! Barbar olmak istiyoruz! Bu onurlu bir unvandır... Kader insanlığın en büyük kurtarıcısı olmamı emretti. İnsanları... ‘vicdan’ ve ‘ahlak’ denen sahte bir vizyonun kirinden ve alçaltıcı utancından kurtarıyorum.” (Herman Rauschning’in kitaplarına bkz: Hitler Speaks (Hitler Konuşuyor) ve Voice of Destruction (Yıkımın Sesi.) ADOLF HİTLER En başta Hitler hakkında bazı önemli mitleri incelemeliyiz. 1889 yılında Braunau, Avusturya’da doğan Adolf Hitler, eylemlerini eski bir öce dayandırmaya çalışan popüler inancın aksine, çocukluk ve gençliğinde Yahudilerle olumlu ilişkilere sahipti. Gençliğinde çabalayan bir sanatçı iken onu destekleyenlerin çoğu Yahudi idi. Dahası, hayatındaki bazı önemli kişiler Yahudi idi: aile doktoru ve onu I. Dünya Savaşı’nda Demir Haç nişanına aday gösteren komutanı gibi. Yine de, bu olumlu deneyimlere karşın, Hitler Yahudilere karşı derin bir nefret hissediyordu. Yahudi tarihinde aynı hastalıklı nefrete sahip olanlar, Amalek ulusuydu. (16. Bölümde ele aldığımız Amalekler Yahudi halkının tarihteki en büyük düşmanıydı. Amalekler’in başlıca hırsı dünyayı Yahudilerden ve ahlaki etkilerinden kurtarmak, gezegeni putperestliğe, pagancılığa ve barbarlığa geri döndürmekti.) Hitler’in Yahudi nefreti Amalekler’in Yahudi nefreti gibi, mantıksız değildi. Buna rasyonel bile diyebiliriz çünkü çok iyi anladığı bir nedeni vardı. Hitler deli değildi. Nevrozları vardı ama çılgın değildi. Aslında parlak bir siyasi manipülatördü. Hakkında kuşkusuz birçok korkunç şey söyleyebiliriz ama Hitler insanlık tarihindeki en büyük konuşmacılardan biriydi. Almanca bilseydiniz konuşmalarının yer aldığı filmleri izlerken, o mavi gözlü, sarışın Almanların, görüntüsü bile vaaz ettiği her şeyle çelişen o adamı neden öylesine coşku ile alkışladığını anlardınız. Siyah saçları ve kahverengi gözleriyle, dünyayı doldurmak istediği üstün ırk Aryanlar’dan olabildiğince farklıydı. Yine de ona sadakatlerini veriyor, onun için canlarından vazgeçiyorlardı. Hitler göreve 1932 yılında demokratik bir seçimle geldi, bir yıl sonra da Almanya Şansölyesi oldu. İktidara geldikten hemen sonra, ileride olacağı gibi Yahudiler için bir toplama kampı olarak değil de, siyasi karşıtlarını koyacağı bir yer olarak Dachau’yu kurdu. Wiemar Alman Cumhuriyeti’nin çok sofistike demokratik sistemini aldı ve yavaş yavaş totaliter bir devlete dönüştürdü. Diktatörlüğünü oturttu ve Avrupa’nın büyük kısmını ele geçirmek için zorbalık politikasına girişti. Başta Avrupa ve hiç kuşkusuz Birleşik Devletler hiçbir şey yapmadı. Hitler 1938 yılında karşılıklı anlaşma ile Avusturya’yı Almanya’nın içine aldı. Ardından Çeklerin onayı olmadan ama başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupalı güçlerin kutsamasıyla Çekoslovakya’nın büyük kısmını, Sudetenland adlı bir bölgeyi aldı. O zamanın İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain konuşmasında, İngiltere’nin Doğu Avrupa’nın sorunlarıyla ne kadar az ilgilendiğini göstermektedir: “Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz halklar arasında, uzak bir ülkede yer almakta olan bir kavga yüzünden burada siperler kazmamız ve gaz maskeleri takmamız ne kadar korkunç, acayip ve inanılmaz olur.” İngiltere ile Fransa 29 Ekim 1938 tarihinde Hitler ile Münih’te bir pakt yaparak, göz yummaya söz verdiler. Avrupa’nın Hitler’den korunacağından tatmin olan Chamberlain, anlaşmadan sonra şöyle dedi: “Zamanımızda barış olduğuna inanıyorum... onurlu bir barış.” Bu talihsiz beyandan bir yıl sonra II. Dünya Savaşı patladı: 50 milyon kişinin öleceği ve barışın, kötülüğü yatıştırarak kazanılabileceğini sanan bir liderin ne kadar saf olduğunu gösteren bir savaş... YAHUDİLERE KARŞI SALDIRI Hitler Avrupa’ya karşı hamle yapmadan üç yıl kadar önce Yahudilerden kurtulmak için bir program hazırlıyordu bile. 1935 yılında Nürnberg Kanunları ile başladı. Bu kanunlar Yahudilerin “aydınlanma” sonrasında kazandığı tüm hakları iptal ediyordu. “Aydınlanma” öncesinde uzun yıllar boyunca Yahudiler farklı oldukları ve asimile olmayı reddettikleri için onlardan nefret ediliyordu. Yahudilerin en kolay asimile olduğu ülkede ise fazla iyi bütünleştikleri için onlardan nefret ediliyordu. Hitler’in en büyük kâbusu Yahudilerin Almanlarla evlenmesi ve ari ırkın genlerini zehirlemesiydi. Bu yüzden “Alman kanının saflığını” korumak için aşağıdakiler gibi kanunlar çıkarıldı: o Yahudiler ile Alman veya akraba kanlı uyruklular arasında evlilik yasaklanmıştır.” o Yahudiler ile Alman veya akraba kanlı uyruklar arasında evlilik dışı ilişkiler yasaklanmıştır. o Ancak Alman kanlı bir Alman olan ve davranışlarıyla Alman halkına ve Reich’a hizmet etmeye istekli ve uygun olduğunu gösteren bir devlet üyesi Reich vatandaşı olabilir. Reich vatandaşı siyasi hakların tek sahibidir. o Bir Yahudi Reich vatandaşı olamaz. Oy kullanamaz. Kamu görevinde bulunamaz. o Yahudilerin Reich’in milli bayrağını asması veya milli renklerini sergilemesi yasaktır. Yahudiler sistematik olarak vatandaşlıklarını, siyasi haklarını ve ekonomik haklarını kaybetti. Arkasından şiddet başladı. KAPALI KAPILAR Nazi şiddetinin Yahudilere karşı ilk önemli patlaması Kristallnacht “kırık cam gecesi” oldu. 9 Kasım 1938 tarihinde meydana geldi. O gece 191 sinagog yıkıldı, 91 Yahudi öldürüldü, birçoğu da öldüresiye dövüldü. Daha sonra 30.000 kadar Yahudi tutuklandı ve Almanlar tarafından verilen zararlar için bir milyar Mark (yaklaşık 400 milyon Dolar) cezaya çarptırıldı. Bu sırada çok sayıda Yahudi Almanya’dan kaçmaya çalıştı. Ne yazık ki dünyada pek az yer onları kabul ediyordu. Örneğin Kanada Dışişleri Bakanı’na Kanada’nın kaç Yahudi alabileceği sorulduğunda yanıtı “Hiç bile çok fazladır” oldu. Amerika geçen bölümde tartıştığımız Antisemitizm yüzünden ancak 200.000 Yahudi aldı. Almanların Yahudilere zulmettiği açıkça ortaya çıktığı zaman bile Amerikan Devlet Departmanı’nın Yahudi kabul kriteri öylesine sertti ki, Amerikan kanunu tarafından teknik olarak Yahudilere ayrılan kontenjanın %75’i boş kaldı. Kuramsal olarak Amerika’ya gidebilecek çok sayıda Yahudi koşulları karşılayamadı. Toplamda 800.000 kadar Yahudi dünyanın çeşitli yerlerine sığındı ama çoğunluk kaçamadı. II. DÜNYA SAVAŞI II. Dünya Savaşı 1 Eylül 1939 tarihinde Almanya’nın Polonya’yı istila etmesiyle başladı. İngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı savaşa girdi. Fransa 22 Haziran 1940 tarihinde Almanya’ya teslim olarak İngiltere’yi tek başına bıraktı. A.B.D. ise Japonya’nın Pearl Harbor’u bombalamasıyla 1941’de savaşa girdi. Artık Avrupa’nın neredeyse tamamı Hitler’in kontrolü altındaydı. Almanlar savaşmada çok usta olduğu için, bu çabuk olmuştu. Hava desteği ile zırhlı saldırı sanatını mükemmelleştirmişlerdi. Buna blitzkrieg, yani “yıldırım savaş” diyorlardı. Durdurulamıyorlardı. Sonunda durduruldular tabii, başta Ruslar ve sonra İngiliz ve Amerikalılar tarafından, ancak yıllar geçtikten ve çok can aldıktan sonra. Çatışmanın başlangıcında Hitler, Stalin ile bir saldırmazlık paktı imzalamıştı ama Haziran 1941’de antlaşmayı ihlal ederek Sovyetler Birliği’ni istila etti. Almanlar burada da başta çok başarılıydı çünkü Stalin bütün ordusunu yetkin generallerinden yoksun bırakmıştı: onların hepsini öldürmüştü. Temelde Almanlar Sovyetler Birliği’nde yürüyebildikleri hızla ilerledi. Orada tabii büyük sayıda Yahudi yaşıyordu. Hitler derhal onları ortadan kaldırma kampanyasını başlattı. Einsatzgruppen, yani özel Alman birimleri halkı sistematik olarak infaz etmeye koyuldu, sadece onlar tarafından 1.5 milyon kadar Yahudi öldürüldü. Genellikle kendileri kazmak zorunda kaldıkları geniş bir çukura dolduruluyor, üzerlerine makineli tüfekle ateş ediliyordu. Hemen ölmeyenler diri diri gömülüyordu. Ukrayna’da Kiev yakınlarındaki Babi Yar ormanında olan budur. Alman “resmi” kayıtlarına göre 1941 Eylül'ünde 33.782 kadın, erkek ve çocuk bir dere boyunda infaz edildi. Ama daha kötüsü gelecekti.

kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
30 Ekim 2007       Mesaj #54
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

ANTİSEMİTİZMİN YÜKSELİŞİ (19.-20. Y.Y.)

SON ÇÖZÜM

1942 yılı başlarken Almanlar 9 milyona yakın Yahudi’yi kontrolleri altında tutuyordu (Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde yaşayan toplam Yahudi sayısı 11 milyondu). Planları da tabii hepsini öldürmekti. Einsatzgruppen ölüm ekipleri, geçen bölümde gördüğümüz gibi, zaten 1.5 milyon Yahudi’yi makineli tüfeklerle katletmişti ama bu, daha birçok milyon kişiyi öldürmenin etkin bir yolu değildi: çok fazla kirli, fazla yavaş bir işlemdi ve çok fazla kurşunun boş yere harcanmasına neden oluyordu. Dolayısıyla Almanlar 20 Ocak 1942’de Berlin yakınlarında Wannsee’de bir konferans sırasında kararlaştırılan “Son Çözüm” adı verilen bir politikaya girişti: “Göç yerine, Führer’in onayladığı bir çözüm daha var: Doğu’ya sürgün. Her ne kadar sadece ara bir önlem olarak görülmeli ise de, bize özellikle gelecekteki son çözümle ilgili olarak faydası dokunacak pratik deneyimi kazandıracaktır. Zamanla son çözümün pratik uygulamasında Avrupa, Batı’dan Doğu’ya taranacaktır.” ÖLÜM KAMPLARI Son Çözüm –milyonlarca Yahudi’nin sistematik olarak gaz verilerek öldürülmesi- Gestapo’nun yıldızları Adolph Eichmann ve Reinhardt Heidrich tarafından uygulamaya konuldu. 24 toplama kampı (sayısız çalışma kampının yanı sıra) arasından altı özel ölüm kampı oluşturuldu. Bunlar: • Auschwitz – 2 milyon kişi katledildi • Chelmno – 360.000 kişi katledildi • Treblinka – 840.000 kişi katledildi • Sobibor – 250.000 kişi katledildi • Maidenek – 200.000 kişi katledildi • Belzek – 600.000 kişi katledildi Auschwitz bunların en ünlüsüdür çünkü ölüm makinesi en çok orada etkindi. Auschwitz’te 1941 ve 1944 yılları arasında günde 12.000 Yahudi gazla öldürüldü. Yahudilerin yanı sıra Nazi rejimine tehdit olarak görülen ya da ırkça düşük veya sosyal olarak aykırı addedilen yüz binlerce kişi katledildi. Milyonlarca Yahudi’nin soğukkanlılıkla öldürülmesi yeterli değilmiş gibi, bu son derece acımasız bir şekilde yapılıyordu. Kurbanlar sığır vagonlarına ancak ayakta durabilecekleri şekilde dolduruluyor, yiyeceksiz ve susuz, kışın ısıtmasız bırakılıyordu. Tuvalet ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yer yoktu. Çoğu kamplara sağ varamıyordu. Varabilenlerin kafaları tıraş ediliyor, saçlar şilteleri doldurmak için kullanılıyordu. Tüm giysileri çıkarılıyor, çoğu çıplak halde gaz odalarına gönderiliyordu. Birçok kurban üzerinde garip ve sadistçe “tıbbi deneyler” yapılıyor, anestezi verilmiyordu. Bazı insanlar yapay Siyam ikizleri meydana getirmek üzere birlikte dikiliyordu. Başkaları insan dayanıklılığının sınırlarını test etmek için buz gibi suya daldırılıyordu. Yahudiler ölümde bile küçük düşürülüyordu. Cesetlerin dişlerindeki altın dolgular sökülüyordu. Bazı durumlarda bedenlerinden sabun, derilerinden lamba yapılıyordu. Yeterince güçlü görülenler Nazilerin savaş çalışmaları için köle olarak kullanılıyordu. Çok az yiyecekle, fiziksel dayanma sınırlarına kadar zorlanıyor, sonra da öldürülüyor ya da ölüm kamplarına gönderiliyorlardı. DİRENİŞ ÇABALARI Kaçma veya direniş girişimleri sert bir şekilde cezalandırılıyordu. Örneğin 14 Mart 1942 tarihinde bazı Yahudiler Ukrayna, İlja’daki bir çalışma biriminden kaçtı ve partizanlara katıldı. Öç olarak tüm yaşlı ve hasta Yahudiler sokakta vuruldu ve 900 Yahudi bir binaya doldurularak diri diri yakıldı. Kamionka çalışma kampından sağ kurtulan Sam Halpern şöyle dedi: “Kaçmayı hiçbir zaman düşünmedim. Kararım yüzünden başkalarının öldürülmesine neden olamazdım.” Yine de en az beş kamp ve yirmi gettoda başkaldırılar oldu. En ünlüsü Varşova Gettosu isyanıdır. 19 Nisan 1943’te Naziler gettoyu boşaltmaya başladı, yani Yahudileri Auschwitz’e göndermeye. Silahlı direnişle karşılaştılar. Varşova Gettosu Başkaldırısı’nın 23 yaşındaki lideri Mordehai Anielewicz son mektubunda şöyle yazdı (23 Nisan 1943 tarihli): “Olanlar hayal edebileceğimizin ötesindeydi. Almanlar iki kere gettomuzdan kaçtı. Gruplarımızdan biri kırk dakika boyunca, diğeri altı saatten fazla dayandı... Yahudilerin yaşadığı koşulları tarif edecek sözcük bulamıyorum. Sadece seçilmiş birkaçı dayanacak; diğerleri eninde sonunda can verecek. Ok yaydan çıktı. Arkadaşlarımızın gizlendiği yerlerde havasızlıktan mum yakılamıyor... Aslolan şu: Hayatımın düşü gerçek oldu; Gettoda Yahudi direnişini bütün büyüklüğü ve görkemiyle gördüm.” Ne var ki Yahudiler Almanların toplarına, makineli tüfeklerine ve askerlerine dayanacak güçte değildi. (Almanların 1.358 tüfeğine karşı Yahudilerin 17 tüfeğini düşünün). Sonunda bütün getto yıkıldı ve sığınaklarda saklananlar diri diri yakıldı. BENZERİ GÖRÜLMEMİŞ Nazilerin yeryüzünden bütün bir halkı istemli ve sistematik olarak yok etme girişimi insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir olaydır. Hitler Yahudileri sadece ırksal olmayan spesifik bir nedenden ötürü hedef almıştı. Yahudilerin ortadan kaldırılması Hitler’in mastar planında benzersiz bir “statü”ye sahipti. Milyonlarca başkasını (çingeneler, eşcinseller, vb.) öldürdüğü halde bu gruplar için istisnalar tanımıştı. İstisnanın olmadığı tek grup Yahudilerdi – hepsi ölmeliydi. Lucy Dawidowicz War Against the Jews (Yahudilere Karşı Savaş) adlı eserinde şöyle yazar: “Son çözüm, çağdaş tarihi deneyimin sınırlarını aşıyordu. Modern tarihte daha önce hiçbir halk ideolojisini, soyunu sona erdirmek amacıyla başka bir halkın öldürülmesi üzerine kurmamıştır. Kuşkusuz tarih, bir halkın diğerine karşı giriştiği korkunç katliam ve yıkımları kaydetmiştir. Ancak ne kadar gaddar ve savunulamaz olursa olsun, bütün bunlar etkili bir sonuca ulaşmak için yapılmış olup, sona ulaşmanın yoluydu; sonucun kendisi değil.” Başka bir deyişle Yahudilerin ortadan kaldırılması, ulaşılmak istenen sonuç değildi. Sonuca ulaşmak için yapılması gereken bir şeydi. Hitler için sonucun ne olduğu kendisi tarafından, yazılarında ve söylevlerinde açıklanmıştır. Hitler tektanrıcılık ve Yahudi etik vizyonu ortaya çıkmadan önce, dünyanın doğa ve evrim kanunlarına uygun bir şekilde işlediğini düşünüyordu: güçlü olanın hayatta kalması. Kuvvetli olan yaşıyor, zayıf olan ölüyordu. Ancak ilahi olarak dikte edilmiş etik sistemde –herhangi birinin gücünün değil, Tanrı’nın verdiği standartların geçerli olduğu- zayıfın güçlüden korkmasına gerek yoktu. Hitler’in görüşüne göre güçlü olan kuvvetten düşüyordu, bu yüzden de Yahudileri suçluyordu. Planı bütün dünyayı ele geçirmek ve hakim, barbar bir ırk oluşturmaktı; gerçekleştirmeye çok yaklaştığı bir plan. Ancak bunu yapmak için önce Yahudilerden kurtulması gerekiyordu. Dediği gibi: “On Emir geçerliliğini yitirdi... Vicdan bir Yahudi icadıdır. Bu da sünnet gibi bir kusurdur... Dünyaya hakim olma mücadelesi tamamıyla bizim aramızda, Almanlar ve Yahudiler arasında verilmektedir.” (Bkz Hermann Rauschning, Hitler Speaks (Hitler Konuşuyor), sh.220, 242.) Bu savaş makinesinin her şeyi bu amaca göre ayarlanmıştı. En sonunda, müttefikler Alman ordusunu yok ederken Hitler’i en çok üzen yenilgi değil, Yahudilerin hâlâ hayatta olmasıydı. Savaşı kaybetmekte olduğu Rus cephesine yeni askerler yollamak yerine trenleri daha fazla Yahudi’yi Auschwitz’e göndermek için kullandı. Onun için en büyük düşman Yahudi idi. 30 Nisan 1945 tarihinde sığınağında intihar etmeden önce son söylediği, tüm insanlığın düşmanına karşı savaşın sürdürülmesiydi: Yahudiler. Son mektubunda şöyle yazıyordu: “Her şeyden önce ulusun liderlerine ve onların altında olanlara, ırkçı kanunları tam olarak uygulamalarını ve tüm halkların evrensel zehirleyicileri olan uluslararası Yahudiliğe karşı acımasızca karşı çıkmalarını emrediyorum.” TARİHİ BAĞLAM Burada Nazileri düşünülemeyeni hafife almaya sevk eden Antisemitizmin izole halde yer almadığını belirtmek önemlidir. Bu, Hitler’in kişisel felsefesi bile değildi. “Antisemitizm” terimini icat eden kişinin 19. yüzyılda Almanya’nın en büyük düşünürlerinden biri olan Wilhelm Marr olduğunu hatırlayacaksınız. Böyle yaparak Yahudilerden nefreti, bir dinin üyelerinden (Antiyahudilik) nefret ile bir ırk/ulusun üyeleri (Antisemitizm) olarak nefretten ayırt etmek istiyordu. 1879 yılında The Victory of Judaism over Germandom (Yahudiliğin Almanlığa Karşı Zaferi) adlı çok satan kitabında Marr şöyle bir uyarıda bulundu: “Onları (Yahudileri) durdurmak mümkün değil. Yahudilerin alaca karanlığının çökmekte olduğunun açık işaretleri yok mu? Yok. Yahudiliğin toplum kontrolü ve siyaseti ile dini düşünce olarak hakimiyeti hâlâ gelişmenin doruğunda. Evet, Yahudi ulusu vasıtasıyla Almanya bir dünya gücü, yeni bir batı Filistin haline gelecek. Bu da şiddetli bir devrimle değil, halkın boyun eğmesi ile olacak. Yahudi ulusuna serzenişte bulunmamalıyız. 1.800 yıl boyunca batı dünyasına karşı mücadele etti ve sonunda onu fethetti. Biz yenildik. Yahudiler Almanya’ya saldırmakta geç kaldı ama bir başladıktan sonra onları durdurmak mümkün değildi... “Kalan son gücümü teslim olmayan ve af dilemeyecek biri olarak huzurlu bir şekilde ölmek için kullanıyorum. İsrail’in 19. yüzyılda önde gelen siyasi süper güç olduğu tarihi gerçeği önümüzde duruyor. Aramızda soyut gerçeği birçok farklı şekilde devreye koymayı bilen esnek, inatçı, zeki bir yabancı kavim var. Dünyayı yenen bireysel Yahudiler değil, Yahudi ruhu ve Yahudi bilinci. Bütün bunlar, kendi tarzında benzersiz olan kültürel bir tarihin sonucu. Öyle büyük ki günlük polemikler ona karşı bir şey yapamıyor. Gururlu Roma İmparatorluğu ordularının bütün gücüyle bile, Semitizmin Batı’da ve özellikle Almanya’da başardığını başaramadı.” Marr bu kelimeleri yazdığında İsrail Devleti’nin daha ortada olmadığını ve yakında olacağını gösteren hiçbir jeopolitik durum ipucunun bile var olmadığını belirtmek gerekir. Marr Yahudi ulusal tehdidinden söz ederken, Yahudiliğin dünya görüşünün paganlığa karşı büyük ideolojik mücadelesinden söz etmektedir. Bunu Yunanlılar ile Yahudiler (27. bölüm) ve Romalılar ile Yahudiler (33. bölüm) arasında gördük. Hitler, Almanlar ve Yahudiler arasında da devam ettiğini düşünüyordu. ULUSLAR ÜZERİNDE BİR IŞIK Hitler’in Yahudilerin dünyadaki rolü konusundaki görüşü çarpık değildi. Bu aslında geleneksel Yahudi anlayışı idi. Yahudiler Sinay Dağı’nda Tora’yı kabul ettiğinde, rolü ve sorumluluğu dünyaya Tanrı tarafından verilmiş bir ahlak kodu getirmek olan, seçilmiş bir halk haline geldiler. Peygamber Yeşaya’nın sözlerine göre, “ulusların üzerine ışık” getireceklerdi. Hitler’in sona erdirmeyi istediği buydu çünkü dünyada birkaç Yahudi kaldığında bile Tanrı’nın verdiği bu misyonu sürdüreceklerdi: “Eğer bir ülke bile, herhangi bir nedenden ötürü, bir Yahudi aileye göz yumarsa, o aile yeni bir fesadın tohumu haline gelecek. Eğer küçük bir Yahudi oğlan çocuğu, Yahudi eğitimi, sinagog ve İbrani okulu olmadan hayatta kalırsa bile bu (Yahudilik) onun ruhundadır. Sinagog, Yahudi okulu veya Eski Ahit hiç olmasaydı bile Yahudi ruhu hâlâ var olacak ve etkisini uygulayacaktı. Yahudi ruhu başlangıçtan beri burada oldu. Bu ruhu temsil etmeyen tek bir Yahudi bile yoktur.” (Hitler’s Apocalypse (Hitler’in Vahyi), Robert Wistrich, sh.122.) Bu açıdan baktığımızda Holokost’un ne olduğu hakkında tamamıyla farklı bir görüşe sahip oluyoruz. Geleneksel Yahudilik bunun iyi ile kötü arasında zamanın başlangıcından beri süregiden mücadelenin parçası olduğunu söyler. KURTULUŞ Sonunda Hitler Yahudileri tamamıyla ortadan kaldırma planını gerçekleştirmeyi başaramadı. Ancak dünyanın Yahudi nüfusunun üçte birini katletmeyi ve dünyaya kötülüğün anlamını öğretmeyi başardı. Müttefik orduları (doğudan Ruslar ve batıdan Amerikalılar ve İngilizler) savaşın sonunda kampları kurtardığında dehşet sahneleri ile karşılaştı. Müttefik güçleri tarafından kamplara girerken çekilen filmler öyle korkunçtu ki halka yıllar boyunca gösterilmediler. Kurtuluş Yahudilerin ölümüne son vermedi. Müttefiklerin onları kurtarma çabalarına rağmen kurtuluştan sonra çok sayıda kurban zafiyet ve hastalıktan can verdi. Belson kampında 13.000 kişi İngiliz kurtarıcıların gelişinden sonra öldü. Hayatta kalan bazıları kamplardan ayrıldıktan sonra Yahudi olmayan partizan veya köylülerin elinde hayatını kaybetti. Bazıları eski evlerine ulaşmaya çalışma ama ya geride bir şey kalmamıştı ya da esas sahiplerin geri dönüşüne son derece karşı olan yeni kiracılarla karşılaştı. Toplam ölü sayısı hayal edilemez boyuttaydı. Sir Martin Gilbert(The Holocaust adlı eserinde) kasıtlı olarak minimum rakamları ve olası düşük tahminleri kullanarak 1938 ile 1945 yılları arasında en az 5.950.000 Yahudi’nin katledildiğini bulmaktadır. Bu rakam Avrupa’daki tüm Yahudi nüfusunun neredeyse yarısını temsil etmektedir. Batı Avrupa Yahudiliği hemen hemen tamamıyla ortadan kaldırılmıştır. Ancak Holokost Doğu Avrupa Yahudi cemaatinin sonunu getirdiyse de, dolaylı olarak İsrail Devleti’nin 2.000 yıldan sonra ilk Yahudi devleti olan yeniden doğuşuna yol açtı. Buranın modern çağda Yahudiler için nasıl büyük bir sığınak olduğunu gelecek bölümlerdi göreceğiz.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
31 Ekim 2007       Mesaj #55
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

İSRAEL TOPRAKLARINA DÖNÜŞ (20. Y.Y.)

HERZL VE MODERN SİYONİZM (1894-1917)

Theodor Benyamin Ze’ev Herzl’i (1860-1904) incelemeden, modern Siyonizm’i incelememiz mümkün değildir. 59. bölümde gördüğümüz gibi, Alfred Dreyfus davasında muhabir olan Herzl, uygar Fransızların “Yahudilere ölüm!” diye bağırmasıyla sarsılmıştı. Antisemitizm’in çözümünün Yahudi milli devletinin kurulması olduğuna o an ve orada karar verdi. Bu konuda, Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adında bir kitap yazarak, Yahudi anayurdu konusundaki vizyonunu tarif etti. Siyonizm kendi icadı olmadığı halde, Herzl hareketin itici gücü oldu. Onu ideal lider yapan birçok unsur vardı: • Daha aydınlanmış olarak kabul edilen Batı Avrupa’dandı (Doğu Avrupa’ya kıyasla); • Çok iyi eğitim görmüştü; • İyi yazabiliyor, iyi konuşabiliyordu; • Karizmatik bir kişiliği, vakur bir duruşu vardı: bir lider gibi hareket ediyordu. 29 Ağustos 1897 tarihinde Basel, İsviçre’de İlk Siyonist Konferansı topladı. Konferansa başlangıç aşamasındaki Siyonist politikayı oluşturan 16 ülkeden 197 delege katılmıştı. Bu toplantı modern İsrail Devleti’nin kuruluşunda önemli bir aşama oldu. Daha sonra Herzl günlüğünde şöyle yazdı: “Basel Kongresi’ni kamuoyu önünde telaffuz etmekten kaçınacağım bir kelime ile özetleyecek olursam: Basel’de Yahudi Devleti’ni kurdum. Belki beş yıl içinde ama muhakkak 50 yıl içinde herkes bunu bilecek.” (Bkz The Siege (Kuşatma), Connor Cruise O’Brian.) Gerçekten de İsrail Devleti 14 Mayıs 1948 tarihinde, 50 yıl ve 9 ay sonra ilan edildi. Ne yazık ki Herzl bunu göremedi. 44 yaşında iken, Yahudi halkının yurdunu Uganda’da kurması önerisinin fırtınalı bir şekilde tartışılmasını takiben bir kalp krizi sonucunda öldü. Geçici olarak bu fikri desteklemiş olan Herzl, Yahudilerin İsrail toprağında yerleşmesi fikrine sadık kaldığını gösterdi ve aleyhinde olanları ikna ederek çekişmeyi sona erdirdi. Herzl’in öyküsü trajiktir. Davası uğruna yaşamını verdi; bütün parasını bu dava için harcadığından öldüğünde iflas etmişti. Belki de en acıklısı, arkasından davasını sürdürecek kimse bırakmamış olmasıdır. Yahudi olmayan karısı Julia görevi devralmaya çalıştı ama 35 yaşında öldü. Üç çocuğu –Pauline, Hans ve Trude- trajik bir şekilde can verdi. Pauline uyuşturucu bağımlısı oldu ve Fransa’da öldü. Hans Katolik olduktan sonra, Pauline’in cenaze töreni günü kendini vurdu. Trude Margarethe, Theresienstadt’da Nazilerin elinde hayatını kaybetti. Herzl’in tek torunu Stephen Theodor (Trude’nin oğlu) ismini Norman olarak değiştirdi ve Amerika’da bir köprüden nehre atlayarak intihar etti. Herzl Avrupa’da gömülmüştü ama İsrail devleti kurulduktan sonra bedeni mezarından çıkarılarak İsrail’e götürüldü. Yeruşalayim’de, birçok devlet başının ve askeri kahramanın da gömülmüş olduğu ve Herzl Tepesi olarak bilinen bir mezarlıkta toprağa verildi. ÖNEMLİ KİŞİLİKLER Bu devrin önemli kişilikleri arasından üçünden söz etmeliyiz: • Chaim Weizmann (1874 – 1952) • David Ben-Gurion (1886 – 1973) • Asher Hersh Ginsberg (1856 – 1927) Weizmann ilk gençliğinde Hovevei Zion (Sion Aşıkları) olarak bilinen bir gruba katılmış olan, Rusya doğumlu bir kimyagerdi. Herzl’in 1904 yılında ölmesinden sonra Siyonist Hareket’in lideri oldu. İlginç olanı Weizmann, 1915 yılında I. Dünya Savaşı’nın ortasında, barutun başlıca bileşeni olan yapay asetonu icat etti. İcadı Britanyalıların savaş için seri halde barut üretmesine olanak tanıdı. Bu sebeple İngiltere hariciye sekreteri Arthur Balfour ile dost oldu. 1917 yılında Yahudilerin Filistin’de milli bir yurt kurması için Britanya’nın desteğini söz veren Balfour, asetonun kendisine Siyonizm’i kabul ettirdiğini söyledi. (Balfour Deklarasyonu’nu gelecek bölümde tartışacağız.) David Ben-Gurion Polonya, Plonks’ta David Gruen olarak doğmuştu. Ufak tefek yapılı ama çok güçlü, son derece önemli bir kişilikti. Ateşli Siyonist olan dindar bir aileden geldiği halde, erken dönemde dini köklerini terk etti. Ben-Gurion İsrail’e 1906 yılında, 20 yaşında iken gitti. İlk yerleşim birimlerinin portakal bahçelerinde ve şarap mahzenlerinde çalıştı. Po’alei Zion’da (Sion Çalışanları) aktifti ama partisinde bazı karşıt konumlar aldı. Örneğin göçmenlerin ve yerleşimcilerin kendi işlerini Diaspora’nın müdahalesi olmadan yürütme hakkı; İsrail’e göç etmenin her parti üyesinin zorunluluğu olduğu; ve İbranice’nin partisinin tek dili olması gerektiği gibi. O zamanlar İsrail toprağı hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altındaydı ve İstanbul’da bir süre hukuk okumuş olan Ben-Gurion Türkiye’ye sadakatten ve Yahudiler için Osmanlı vatandaşlığının benimsenmesinden yana idi. Ancak I. Dünya Savaşı patlayıp da Türkler Siyonistlere karşı çıkmaya başlayınca Ben-Gurion’un başı mercilerle belaya girdi ve sürgün edildi. New York’a giderek Ahdut ha-Avoda’yı (Birleşik Çalışma Partisi) kurdu. (Ben-Gurion’un öyküsündeki ikinci bölüm: İsrail’e geri döndüğünde 1935 yılında Yahudi Ajansı’nın başı, 1948 yılında ise İsrail’in ilk başbakanı oldu – bunları gelecek bölümde ele alacağız.) Üçüncü önemli kişilik, takma adı Ahad HaAm olan Asher Hersh Ginsberg idi. Aslında Doğu Avrupa toplumundaki Yahudileri kültürlerinden arındırma planları düş kırıklığına uğrayan Maskilim’den biri idi. İlk Siyonist hareketin büyük entelektüel lideri oldu. Yahudi devleti vizyonu, dünyanın zulüm gören Yahudileri için bir sığınak değil, modern Yahudi’nin yeni çağdaş Yahudi kültürünün merkezi olabilecek “aydınlanmış”, ileri ve laik bir devlet kurabileceği bir yerdi. 1897’de The Jewish State and The Jewish (Yahudi Devleti ve Yahudiler) adlı eserinde şöyle yazdı: “Aşamalı olarak büyüyecek olan Yahudi yerleşimi zamanla ulusun merkezi haline gelecek. Orada ruhu tam bir ifade bulacak ve her yönüyle, muktedir olduğu en yüksek mükemmellik derecesine ulaşacak. Sonra bu Yahudilik ruhu, merkezinden daha geniş bir çembere, Diaspora’daki bütün toplumlara yayılacak, onlara yeni bir hayat ilham edecek ve halkımızın birliğini koruyacak. Filistin’deki milli kültürümüz bu seviyeye ulaştığında, o toprağın kendinde, uygun zamanda bir devlet kurabilecek yetenekte insanlar yetiştireceğine emin olabiliriz: sadece Yahudilerin Devleti değil, gerçekten bir Yahudi Devleti olacak olan bir devlet.” Ginsberg Siyonist harekette hakim unsuru temsil ediyordu: Yahudilere asimile olmaya yardım ederek Antisemitizm sorununu çözmek isteyen aydınlanmış Yahudiler. Ancak daha sonra çabalarının boşuna olduğunu anladılar. Yahudiler diğerleri ile karışmaya ne kadar çalışırsa çalışsın, gördükleri korkunç zulüm karşısında, bir Yahudi anayurdu için çalışmaya koyuldular. Dünya görüşlerini şekillendiren başlıca unsur yalnızca fiziksel bir Yahudi anayurdu kurmayı temel alan bir milliyetçilik değildi. Anayurdunu kuracak ve koruyacak yeni türde bir Yahudi de yaratmaktı. Bu ilk Siyonist düşünürlerin çoğu, asırlar süren gettolaşma ve zulmün Yahudileri gurur ve güçlerinden yoksun bıraktığını hissediyordu. Bir anayurt kurmak onurlu, kendine yeten bir Yahudi gerektiriyordu; çiftçilik yapabilen, kendini koruyabilen ve ülkeyi inşa edebilecek bir Yahudi. Omuzları çökmüş, her zaman zalimlerin merhametine sığınmış, acınacak bir manzara arz eden dindar, zavallı ve gettolaşmış Yahudi artık ortadan kalkmalıydı. Bir devlet kurmak tamamıyla farklı bir şey gerektiriyordu: bir “İbrani”. İlk Siyonistler kendilerini Yahudi değil, “İbrani” diye adlandırıyor, Alman, Rus ya da Yidiş isimlerini daha İbranice ve milli çağrışımlar yapacak şekilde değiştiriyorlardı (örneğin David Gruen, David Ben-Gurion oldu). Bu ilk Siyonist liderler dinin, Avrupa’nın getto ve shtetl’lerinde Yahudi kimliğini muhafaza ettiğini tabii ki biliyordu ama modern Yahudi devletine artık buna ihtiyaç olmayacağını düşünüyorlardı. SİYONİZME TEPKİ Bu tutum birçok rabinik liderin Siyonizm’e karşı olmasının kısmen nedenidir. İlk laik Siyonistlerin dine karşı gelmesine ve dini değerlerden yoksun bir devlet fikrine tepki gösteriyorlardı. Lubin Tsadik’i olarak da bilinen Rabbi Tsadik Hacohen Rabinowitz (1824-1900) görüşünü şöyle dile getirir: “Kuşkusuz biliyoruz ki eğer inansaydık, Tanrı’nın bizi kurtaracağına gerçekten güvenseydik, Tanrı’nın emirlerine uysaydık, bugün bile Kutsal Topraklarda yaşıyor olurduk. Neden Toprak kaybedildi? ‘Çünkü onların önüne koyduğum Kanunlarımı terk ettiler.’ Siyonistlerin emirleri reddettiği ve her türden kötülüğe bağlandığı açıkça belirtildi. Siyonistler hakimiyeti ele geçirirse, Yisrael’in kalplerinden Tanrı inancını ve Tora gerçeğini çıkarmaya çalışacakları anlaşılıyor. Asimilasyon giysilerini yırttılar ve Yahudiliğe hevesli görünmek için bir heves pelerinine büründüler. Aslında inancımızın altında bir kuyu kazıyor ve Yisrael’i Şehina’nın (İlahi Varlığın) kanatlarının altından çıkarmaya çalışıyorlar. “ Bütün Ortodoks Yahudiler bu görüşü paylaşmıyordu. Ülkeye geri dönmek için en tutkulu savaşçılar olan çok sayıda dindar Siyonist vardı. Geçen bölümde gördüğümüz gibi Rabbi Shmuel Mohilever, Baron de Rothscild’in ilk yerleşimcileri desteklemesi için çok etkileyen ilk dindar Polonya Siyonistlerinden idi. Bir başka önemli kişi, laik Siyonistlerin attığı temellerde Tanrı’nın elini gören ve onlarla çalışmaya karar veren Kabalacı Rabbi Abraham İsaac Kook idi. Yeni doğan milliyetçiliğin kutsallığı hakkında ünlü Orot’u (Işıklar) yazdı. 1921 yılında Filistin’in baş rabbi’si oldu. Amerika ve Almanya’daki Reform Yahudiler Siyonizm’e çok karşıydı. Alman Reform Yahudiler şöyle dedi: “Milli dönüş (İsrail’e) umudu, baba yurdumuza (Almanya) karşı duygularımızla çatışmaktadır.” Amerikan Reform Yahudileri ise şöyle dedi: “Kendimizi artık bir ulus değil, dini bir cemaat olarak görüyoruz. dolayısıyla ne Filistin’e geri dönmeyi, ne de Yahudi devleti ile ilgili herhangi bir kanunun yeniden yerine konmasını bekliyoruz...” İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ ALİYA Yahudi aleminin genelde tepkisi ne olursa olsun, Yahudiler İsrail’e geri dönmeye devam etti. Son bölümde 1882 ile 1891 yılları arasında İsrail’e 30.000 Yahudi’yi götüren ilk aliya’yı –ülkeye çıkış- ele almıştık. 1903 yılı paskalyasındaki Kishinev Pogromunu ve 1905 yılındaki ilk başarısız Rus devrimini takip eden ikinci aliya, 1904 ile 1914 yılları arasında 40.000 başka Yahudi’yi İsrail’e götürdü. I. Dünya Savaşı ile Rus Devrimi’nin ardından üçünü aliya 1919 ile 1923 yılları arasında 35.000 kişiyi daha götürdü. Bir Yahudi anayurdu rüyası artık yalnızca bir rüya değildi. Muzaffer müttefik güçleri I. Dünya Savaşı sırasında kaybeden tarafı tutan Osmanlı İmparatorluğu’nu fetheder ve Britanyalılar Ortadoğu’nun kontrolünü eline geçirirken rüya gerçeğe dönüşmekteydi.



kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
5 Kasım 2007       Mesaj #56
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

İSRAEL TOPRAKLARINA DÖNÜŞ (20. Y.Y.)

BRİTANYA MANDASI

I. Dünya Savaşı dünyanın haritasını değiştirdi. Dört yıl süren bu muazzam mücadele ittifak kuvvetleri (başlıca olarak Fransa, Britanya, Rusya ve A.B.D.9 ve itilaf kuvvetlerini (Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu) birbirine düşürdü. Çekişmelerinin sonucu son derece dramatik oldu: • Çarlık Rusyası ortadan kayboldu. Rus Devrimi savaşın ortasında, kısmen de savaş sayesinde başarılı oldu ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği olarak bilinen komünist devletini ortaya çıkardı. • Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Doğu Avrupa üzerindeki hakimiyeti sona erdi. Rusya ile Prusya ile Avusturya-Macaristan arasında paylaşılan ve yüz yıldan uzun bir süredir artık olmayan Polonya yeniden yaratıldı. • Osmanlı İmparatorluğu’nun parçası olan bütün Ortadoğu iki büyük parçaya bölündü. Bir yarısı Fransa’nın (Fransız Mandası), diğer yarısı da İngiltere’nin (Britanya Mandası) kontrolü altındaydı. BALFOUR DEKLARASYONU Fransız Mandası Osmanlı İmparatorluğu’nun kuzey kısmını içeriyordu. Britanya Mandası ise Osmanlı İmparatorluğu’nun güney ve doğu kısımlarını içeriyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun 400 yıl kadar, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Ortadoğu’yu kontrol ettiğini hatırlamakta yarar vardır. Bu süre zarfında Suriye, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan, vb. ülkeler ortada yoktu. Bu alanlarda yaşayanlar, gevşek şekilde organize edilmiş kavimsel cemaatler halinde yaşayan, Osmanlı İmparatorluğu’nun tebaaları olan Araplardı. Britanya Mandası Şeria Nehri’nin batı kıyısından Akdeniz’e kadar olan kısım ile Şeria Nehri’nin doğu kıyısında Mevera-ı Ürdün olarak bilinen kısmı içeriyordu. Britanyalılar bu devasa alana “Filistin” adını verdi. (38. bölümden hatırlayacağınız gibi, Yisrael toprağı için Filistin adı, Aelia Capitolina diye yeniden adlandırdıkları Yeruşalayim’in yıkılışından sonra Romalılar tarafından icat edilmişti.) Britanyalılar Yisrael toprağını ele geçirdiğinde, Yahudiler için anayurt rüyası tutkulu bir umut olmaktan çıkarak gerçek bir olasılık haline dönüştü. Artık Yisrael toprağında yaşayan 600.000 nüfusa karşı 85.000 ile 100.000 kadar Yahudi vardı. (Bkz. History of the Jews –Yahudilerin Tarihi-, Paul Johnson, sh.430.) Orada yaşayan Arapların çoğu, inşaat ve çiftçilik yapan Yahudilerin yarattığı iş olanaklarının çekiciliği ile son otuz yıl zarfında göç eden kişilerdi. (1882 yılında Yahudiler büyük sayılarda Filistin’e göç etmeye başladığında, orada 250.000’den az Arap yaşıyordu. Bkz From Time Immemorial – Çok Eski Zamandan Beri – Joan Peters, sh.244). Bir Yahudi anayurdu için büyük destek, o zamanlar Dış İşler Sekreteri olan ve 1917 yılında dava için Britanya desteği sözü veren Earl Arthur Balfour’dan (1848-1930) geldi. Önceki bölümden hatırlayabileceğiniz gibi Balfour bir yerde, Chaim Wiezmann’ın Britanyalıların savaş için kitle halinde barut üretmesine olanak tanıyan yapay aseton icadı sayesinde Yahudi davasının dostu olmuştu. Balfour asetonun kendisine Siyonizm’i kabul ettirdiğini söylemişti. Balfour ile Weizmann arasında 1906 yılında geçen büyüleyici bir konuşma vardır. Balfour Yahudilerin Yisrael yerine Uganda’yı seçmeleri için üç yıl kadar önce Britanya’nın yaptığı teklifi göz önüne almaları gerektiğini savunuyordu. Buna tepki olarak Weizmann Balfour’a şöyle dedi: “Londra yerine Paris’i alır mıydınız?” Balfour cevap verdi: “Ama Londra zaten bizim.” (Yahudilerin elde edebileceklerini almaları gerektiğini kastediyordu tabii; dilenciler seçici olamaz.) Weizmann : “Mr. Balfour, Londra daha bir bataklıkken Yahudiler Yeruşalayim’e sahipti.” Balfour durakladı: “Sizin gibi düşünen çok Yahudi var mı?” “Hiçbir zaman görmeyeceğiniz ve kendi adlarına konuşamayan ama geldiğim ülkenin sokaklarını kaplayabileceğim milyonlarca Yahudi’nin fikrini söylediğime inanıyorum.” diye cevap verdi Weizmann. “Öyle ise bir gün bir güç haline geleceksiniz” Belfour’un Yahudi anayurdu için desteği, Lord Rotchschild’e 2 Kasım 1917’de yazılan bir mektup halinde yayımlanan Balfour Deklarasyonu olarak tarihte tanındı. Şöyle diyordu: “Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı içi milli bir anayurdun kurulmasına olumlu bakmaktadır.” Ama konuşmak kolaydır. Böyle bir devletin kurulma gerçekliğine gelince, Britanyalıların, göreceğimiz gibi, göz önüne alacağı birçok başka konu ve çıkar vardı. TUTULMAYAN SÖZLER Bazı Britanyalı siyasi kişiliklerin desteğine karşın Britanya Dışişleri Bakanlığı ve diğerleri genellikle çok daha Arap taraftarıydı ve Britanya hükümeti Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarında Arap ülkeleri oluşturmakla meşgul oldu. Çabaları sayesinde 1921’de Irak yaratıldı. Kralı Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal İbn Hüseyin olan bir monarşi idi. Kısa zaman sonra Irak petrolü batıya akmaya başladı. Irak dünyadaki ikinci büyük petrol rezervlerine sahiptir (Suudi Arabistan’dan sonra). Britanyalıların bu ülke ve diğer petrol zengini Arap devleriyle ilişkisinin olmasına çalışması, şaşılacak bir şey değildir. Britanyalılar tarafından yaratılan bir başka ülke Ürdün’dür. 1927 yılında Britanyalılar Mekke Şerifi’nin bir başka oğlu Abdullah İbn Hüseyin’i, Mevera-ı Ürdün ve daha sonra Ürdün olarak adlandırılacak yeni ülkenin emiri olarak seçti. Ürdün Şeria Nehri’nin doğu kıyısı ile sınırlı olup batı kıyısının hiçbir kısmını içermiyordu. Neden Mekke Şerifi’nin oğulları bu ülkelerin hükümdarlığına getirilmişti? Britanyalılar tüm Arap krallıkları ile ittifaklar kurmak istiyordu. Türklere karşı onların yanında çarpışan, Suudi Arabistan yarımadasından İbn Saud’u desteklemişlerdi. İbn Saud Suudi Arabistan’a sahip oldu. Ancak bu olurken, Britanyalılar İslam kutsal şehirlerinden sorumlu olan Mekke Şerifi Hüseyin’e borçlarını ödemek mecburiyetindeydi. (Hüseyin ailesi, İslam’ın kurucusu olan Hazreti Muhammed’in kabilesi Haşimiler’dendir. Haşimiler geleneksel olarak Mekke kutsal şehrinin muhafızlarıydı.) Ona ve oğullarına birtakım topraklar vermek zorundaydılar. Dolayısıyla onlara Irak ve Mavera-ı Ürdün’ü, Şeria Nehri’nin batı kıyısındaki toprağı verdiler. İSRAİL YOK Bütün yaratılan bu ülkelere ve Balfour Deklarasyonu’na karşın, Britanyalılar İsrail adlı bir ülkenin oluşturulmasına fırsat bulamıyordu. Neden? Britanya hükümeti tarafından 1920’ler ve 1930’larda çıkarılan Beyaz Kâğıtlar dizisini inceleyen herkes için aşikar olduğu gibi, Britanyalıların Yahudilere karşı açık bir önyargısı vardı. Bu önyargının nedenleri: • Britanyalılar Filistin’den geri kalan kısımda yaşayan Arap çoğunluk konusu ile ilgilenmek zorundaydı. Araplar tarafından geri çevrilen türlü bölüştürme planları önermişlerdi. (Bu arada tüm Araplar buna karşı değildi; Irak Kralı Faysal, Chaim Weizmann ile bir barış ve işbirliği antlaşması imzalamıştı.) • Britanya hükümetinin ve ordusunun birçok üyesi açıkça Antisemit idi. Araplara karşı romantik/sahiplenici bir tutumları vardı. • Arapların petrolü vardı ve İngiltere’nin petrole ihtiyacı vardı. Son analizde Britanyalıların çıkarlarına en uygun olanı düşünmesi gerekiyordu. Onların gözünde stratejik çıkarlarını kollamak ve on milyonlarca Arap’ı yatıştırmak, birkaç yüz bin Yahudi’yi kurtarmaktan daha önemliydi. Bu, 1920 yılında kendilerine verilen mandanın koşullarına karşı olsa bile... Bu arada Britanyalıların sözlerinden dönmekte olduğunu bilmeyen zavallı Yahudiler ülkeye göç etmeyi sürdürdü. Üçüncü göç veya aliya (1919 ile 1923 arasında) ülkeye 35.000 Yahudi getirdi. Dördüncü aliya (1924 ile 1928 arasında) ülkeye 80.000 Yahudi getirdi. Beşinci aliya (Hitler Almanya’da iktidara çıkarken, 1929 ile 1939 yılları arasında) ülkeye 250.000 Yahudi getirdi. ARAP AYAKLANMALARI Araplar bir Yahudi devleti kurulurken yerlerinde oturmayacaklarını açıkça gösterdi. Ağustos 1929’da camilerdeki vaizlerin kışkırtmasıyla bir dizi ayaklanma gerçekleşti ve birçok Yahudi katledildi. New York Times gazetesi İsrail tarihi dizisinde (Israel: from Ancient Times to the Modern Nation –İsrail: Eski Zamanlardan Modern Ulusa-, sh.38-39) bu dönem hakkında şöyle yazar: “Ağustos 1929 ayaklanmaları Kudüs’te, Yahudilerin üçüncü en kutsal mabedi El Aksa Camii’ni yıkacağı söylentisinin Arap liderler tarafından yayılması üzerine başladı. Çarpışma kısa zamanda bütün Filistin’e yayıldı. En berbat katliamlar, hem Yahudiler, hem de Müslümanlar için kutsal olan Hebron’da gerçekleşti; 67 Ortodoks Yahudi –erkek, kadın ve çocuk- Araplar tarafından öldürüldü, 50 kadarı da yaralandı. Bir muhabir olan Pierre van Paassen, Hebron’da bir Yahudi okulunda, lamba ışığında tanık olduğu dehşeti tarif etti: ‘Katledilen öğrenciler avluda, ölü erkekler sinagogdaydı: boğazlanmış, bedenleri delik deşik.’ Düzen yeniden sağlanıncaya kadar 133 Yahudi öldürülmüş, 399 tanesi yaralanmıştı.” !930’larda özellikle Yaffa’da ve yeniden Hebron’da yeni ayaklanmalar ve katliamlar meydana geldi. Buna karşılık Britanyalılar, Filistin’de, Şeria Nehri’nin her iki yakasında bir Yahudi anayurdu sözü veren Balfour Deklarasyonu’nu nerdeyse tamamıyla ortadan kaldıran Peel Komisyonu’nu topladı. Temmuz 1937’de Peel Komisyonu, tüm Yahudilerin kuzeyde Kineret Gölü’nün (Galile Denizi) batı kıyısına uzanan ve Akdeniz kıyısı boyunca ince bir toprak parçasını içeren minik bir devlete hapsedilmesi gerektiğini belirten bir rapor çıkardı. Araplar, Peel Komisyonu’nun önerisini 1939 yılında kadar süren bir isyanla karşıladı. Arap İsyanı, Britanyalılar tarafından Kudüs müftüsü olarak atanan Hacı Emin Hüseyni tarafından yönetiliyordu. Araplar tarafından öldürülen yüzlerce Yahudi’nin yanı sıra, 3.000 kadar Arap’ın bu isyan sırasında diğer Araplar ve Britanyalılar tarafından öldürüldüğünü belirtmekte yarar vardır. Britanyalılar bugün İsrail’i eleştirmelerine karşın, o zamanlar ayaklanmaları bastırma çabalarında hiç de çekingen davranmıyorlardı. Konut yıkma politikasını getirdiler ve isyancı kasabaları dövmek için toplar kullandılar. İsyan sonunda bastırıldı, müftü önce Beyrut’a sonra Avrupa’ya kaçtı ve orada Adolf Hitler’in müttefiki olarak Balkanlar’daki Yahudileri öldürmek için Bosna S.S.lerini örgütledi. Savaştan sonra yakalandı ama yine kaçtı. Daha sonra Ürdün Kralı Abdullah’ın 1951 yılında katledilmesi dahil, şiddet eylemlerini kışkırttı. En son, Suudi Arabistan’da konuk olarak yaşadığı duyuldu. (FKÖ’nün Kudüs’teki temsilcisi olan ve yakın zamanda kalp krizinden ölen Faysal Hüseyni onun akrabasıydı.) ÖLÜM CEZASI Britanyalılar ne Balfour Deklarasyonu’nda verilen sözü tuttu, ne de Peel Komisyonu raporunda verilen sözü. Peel Komisyonu raporunun bir yönünü uyguladılar: ülkeye Yahudi göçünü, gelecek beş yıl (1939-1943) süresince yılda sadece 12.000 kişi gelecek şekilde kısıtlamak. Britanyalılar böyle yaparak Nazilerin kontrolü altındaki Yahudileri mahkum etti – artık anayurtlarına sığınamayacaklardı. Bunu, Almanların Yahudilere ne yaptığını gayet iyi bildikleri halde yaptılar – Nürnberg Kanunları’ndan ve Kristallnacht’tan sonra. Buna rağmen Britanyalılar milyonlarca Yahudi’nin hayatını kurtarabilecek bir kaçış yolunu kapadı. Yahudiler umutsuzdu, yasadışı yollardan gelmeye çalıştılar. Karşılık olarak Britanyalılar onlara engel olacak bir ablukayı başlattı. Birçok Yahudi ablukayı yarmayı başardı. 115.000 kadar Yahudi’nin geçmeyi başardığı tahmin ediliyor. Ancak 115.000, Holokost’ta ölen ve İsrail toprağına sığınamayan 6 milyon Yahudi ile karşılaştırıldığında çok küçük bir rakamdır. YAHUDİ DİRENİŞİ Bu arada İsrail toprağında ana görüşten olan Siyonist hareketi, David Ben Gurion’un başkanlığındaki Yahudi Ajansı altında birleşti. Britanyalılar tarafından resmi olarak Yahudi gayelerini temsil ettiği kabul edilen Yahudi ajansı, Britanyalılara açık olarak karşı çıkmamaya çalıştı. Yahudi Ajansı’nın Hagana adlı, Yahudi yerleşimlerini Araplardan korumaya çalışan (çünkü Britanyalılar bu konuda hiçbir şey yapmıyordu) askeri bir yeraltı örgütü vardı. Yahudi Ajansı’na bağlı olmayan ve Yahudi Ajansı’nı Britanyalılara karşı fazla yatıştırıcı bulan başka Siyonistler vardı. Onlara göre Britanyalılar Yahudilere verdikleri sözleri art arda bozmuş, açıkça Arapların yanında yer alıyordu. Dolayısıyla Yahudilerin çok daha proaktif olması gerekiyordu. En saldırgan tutuma sahip olanlardan biri Vladimir Jabotinsky (1880-1940) idi. Jabotinsky Odessa doğumluydu. Ana görüşlü Siyonist hareketten koptu ve 1925 yılında Dünya Siyonist Revizyoncuları Birliği’ni kurdu. Bu örgüt 1936 yılından itibaren Doğu Avrupa Yahudilerinin Filistin’e tahliyesi için ısrar etti. Britanyalılar ricalarına kulak asmış olsaydı, çok sayıda Yahudi Holokost’tan kurtarılabilirdi. Bu arada Jabotinsky, 1937 yılında kurulan Irgun Tzevai Leumi adlı –Irgun olarak bilinir- Yahudi yeraltı hareketinin başı oldu. Daha sonra İsrail’in Başbakanı olacak olan Menahem Begin 1941 yılında Rusya’dan geldi ve Britanyalılara karşı çıkma konusunda radikal bir tutum benimseyen ve Yahudilerin ölümünden sorumlu olan Araplara saldıran Irgun’un liderliğine geçti. Daha da radikal bir grup, Lehi olarak bilinen ve Britanyalılar tarafından kurucusu Avraham Stern’in (1907-1942) adından esinlenerek “Stern Çetesi” diye çağırılan Lochamei Cherut Yisrael idi. İsrail’in gelecekteki Başbakanı Yitshak Shamir, Lehi’nin kilit liderlerinden biriydi. Yahudilerin Britanyalılara karşı sabrı Holokost’un yıkımından sonra tükendi ve bu daha radikal gruplar Britanyalılara karşı şiddetli bir direnişe başladı. Örneğin İrgun o zamanlar Britanya otoritelerinin Filistin’deki merkezi olan Kudüs’teki King David otelinin bir kanadını 1946 yılında havaya uçurdu. İlk uyarıları görünürde alınmış ve kulak arkası edilmişti. Menahem Begin binayı boşaltmayı reddettiği ileri sürülen Britanya yetkilisinin şöyle dediğini söyler: “Yahudilerden emir almayız.” Bunun sonucunda 91 kişi öldü, 45 kişi yaralandı. Bunların arasında 15 Yahudi vardı. Irgun üyelerini astıkları için iki Britanya subayını astılar ve Britanyalıların faal olarak direnen çok sayıda Yahudi’yi tuttuğu Akkâ (Acco) hapishanesinden cüretli bir firar düzenlediler. Yüksek rütbeli bir Britanya subayı Yahudi direniş gruplarının etkilerini şöyle özetledi: “Britanya Ordusu trafik kazalarında, (Yahudi) yeraltı operasyonlarının toplamından daha fazla kayıp verdi. Ama imparatorluğun gurur ve prestijine vurulan darbeler hazmedilemezdi. Akkâ Hapishanesi firarı ve iki çavuşun asılması gururumuza vurulan darbelerdi. Hapishaneden firar Bastil’in düşüşü gibi simgesel bir anlam kazandı.” (To the Promised Land – Vaat Edilen Toprağa – Uri Dan, sh.120). Ne var ki Britanyalılar boyun eğmedi.


kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
16 Kasım 2007       Mesaj #57
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

İSRAEL TOPRAKLARINA DÖNÜŞ (20. Y.Y.)

BALFUR DEKLARASYONU (1917)


Bu dizi Yahudi tarihinin 4000 yılına temel bir bakış oluşturmak üzere tasarlanmıştır.

Genellikle “tarih” lafı edildiğinde insanların çoğu soğuk soğuk terlemeye başlar.

Orta öğrenim yıllarını hatırlarlar ve tarihi, sadece sınavlar için gerekli olan ve ardından hemen unutan adlar, tarihler,


yerler ve olaylar ezberi ile özdeşleştirirler.Herhalde de bu yüzden Mark Twain “Okul öğrenimimin eğitimimle karışmasına hiçbir zaman izin vermem” dedi.

Dolayısıyla Yahudi tarihinden bahsetmeye başlamadan önce neden tarih öğrenmemiz gerektiğini biraz konuşalım. Tarih nedir, ne değildir? Tarih öğrenmek ne işe yarar?

Tarih her şeyden önce fikirlerin sınandığı alandır. Fikirlerden kuramsal olarak söz edebiliriz ama hangi fikirlerin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu açıkça gösteren, geçen zamandır. Örneğin yüz yıl kadar önce bir komünistle bir kapitalist hangi sistemin dünyaya hakim olacağını tartışabilirdi ama yakın tarih bize komünizmin yıkıldığını ve kapitalizmin yoluna devam ettiğini gösterdi.

Tarihten alınabilecek çok sayıda ders vardır. Hispano-Amerikan felsefeci George Santayana’nın dediği gibi “Geçmişi hatırlayamayanlar onu tekrarlamaya mahkumdur.”

Tarih öğrenmenin temel nedeni insanların genellikle aşağı yukarı aynı olduğudur. Teknoloji değişebilir, dünyanın jeopolitik gerçekleri değişebilir ama insanlar aynı saçmalıkları tekrar tekrar yapma eğilimindedir. Geçmişten öğrenmediğimiz ve hatırlamadığımız ve bu dersleri geleceğe uygulamadığımız takdirde aynı yerlerde takılmaya ve aynı hataları defalarca tekrarlamaya mahkumuz.

ÖZEL TEMA
Yahudi tarihinde tema, hiç kuşkusuz budur. Tora’nın Devarim Kitabı’nda öğrettiği gibi:

Dünya tarihini hatırla; nesilsel çağları öğren. Babana sor, sana aktaracaktır, büyüklerine sor, sana söyleyeceklerdir. (Devarim 32:7)
Ancak Yahudilik bu sözcüklerin kastettiğinden daha fazlasını yapar. Yahudilik insanlık tarihine her yönden -ama özellikle ahlak ve kuşkusuz tarih yönünden- inanılmaz derecede devrimci olan bir fikri, tarihte eylem yapan bir Tanrı fikrini getirir. Bu hem devrimci bir fikir, hem de Yahudiliğin temel inançlarından biridir.
Yaratıcı, Destekleyici ve Gözetmen bir Tanrı’ya inanıyoruz, yani dünyayı yaratıp Miami’ye (veya Bodrum’a) giden bir Tanrı değil, yaradılışa aktif olarak katılan Sonsuz bir Varlık.


Evrendeki her şey Tanrı’nın kontrolündedir. Dolayısıyla tarih, bir varış yerine götüren kontrollü bir prosestir.

Bunun anlamı; tarihi, sadece geçmişte yaptığımız hataları tekrarlamamak için, gitmemiz gereken bir yer olduğu için öğrenmek istiyoruz. Bir hedefimiz var. Bu, insanlık tarihinde inanılmaz derecede güç verici bir fikirdir, bir yere gidiyoruz, bir varış yerimiz var, bir bitiş çizgisi var.

Aynı hataları tekrarlamamamız için bir başka neden var: bu varış yerine en kıza zamanda ve mümkün olduğunca kolay bir şekilde gitmek istiyoruz. Tarih, bizi oraya götürecek olan haritadır.

Dolayısıyla bu dizide adlara, tarihlere, yerlere değil -bunları bilmek çok önemli olduğu halde- şekillere odaklanacağız.

Okulda öğrendiğimiz tarih, gücün tarihidir. Büyük savaşlar, büyük imparatorluklar... Burada ortaya çıkan, gürültü yapanların dikkat çektiğidir. Ama Yahudi tarihi gücün tarihi değildir. Fikirlerin tarihidir. Yüzeyin altındaki, olayların arkasındaki anlamlı, derin tarihtir.

Dolayısıyla tarihe fikirlerin bakış açısından baktığımızda olayları tamamıyla farklı bir şekilde görürüz. Bu olayları değil, sadece olayları nasıl anladığımızı değiştirir. Dizi boyunca bunu akılda tutmak çok önemlidir. Aslında sözünü ettiğimiz, sahnelerin arkasındaki son sebep-sonuç senaryosudur.

YAHUDİ TAKVİMİ
Yahudi takvimi, dünyanın yaratılışı açısından fiziksel ve tinsel doruk olarak görülen Adam’ın yaratılışı ile başlar.

Yaradılış (Bereşit) Kitabı’nın anlattığı gibi Adam yaradılış sürecinin altıncı gününde, ya da 5.760 yıl önce yaratıldı. (Saymaya İsa’dan itibaren başlayan Gregoryen takviminde 2000 yılı, Adam’dan itibaren saymaya başlayan İbrani takviminde 5760 yılıdır.) Yahudi takviminin o zaman başladığını söylerken, Adam’dan önceki yaradılış günlerinin 15 milyar boyunca yıl sürdüğünü belirtmekte bir mahsur görmüyoruz.

Evren kavramının son derece eski olması Yahudiliğin Tora’yı anlama şeklinde bir sorun oluşturmaz. Bunun nedeni Tora’nın, dünyanın nasıl yaratıldığını tartışırken ilerleyen bir evrim sürecini açıkça gösterdiğidir: hiçbir şeyden bir şeye, enerjiden maddeye, fiziksel maddeye, sudaki hayata, balıklara, kuşlara, vb. Bu basitten karmaşığa ve en karmaşığa doğru -insana- giden bir evrim sürecidir.

Darvin’in evrim teorisiyle sorunumuz rastlantı fikrinden kaynaklanır. Yahudilik dünyanın evrim gösterdiğine inanır ama bu, güdümlü bir evrimdir. Rastlantı, Yahudiliğin dünyanın nasıl işlediği kavramının etiğine aykırıdır. Yahudiliğin tarih kavramına aykırı bir şekilde işlediği de öyle.

Tüm evrenin evrimi olsun, dünya gezegeninin tüm işleri olsun, hiçbir şey rastlantı eseri meydana gelmiyor. Ne denli önemsiz de olsak, rehberli bir yolculuk ediyoruz.

Yahudilik Yahudi takviminin Adam’la başladığını söylese de Yahudi bakış açısından Adam’dan önce gelenlerin olduğunu söylemekte bir sorun yoktur: fiziksel olarak insanlara benzeyen hominid’ler, Cro-Magnon adamı, Neandertal, vb. Cro-Magnon’un kafatası Homo-sapiens’inkinden (yani Adam’ın torunları) daha büyüktü ama Cro-Magnon çok uzun bir süre boyunca pek fazla bir şey yapmadı.

Diğer yandan Homo-sapiens şaşırtıcı oldu. İnsanlığın birkaç bin yıl boyunca neler yaptığını düşünürseniz, basit aletlerden metal kullanımına, uzay gemisine, nükleer güce ve bilgisayarlara, ne kadar hızlı bir şekilde ilerlediğimiz hayret vericidir.

Adam kendisinden önce dünyada yaşayan diğer yaratıklar arasında benzersizdir; sadece öylesine şaşırtıcı şekilde yenilikçi torunların atası olduğundan değil, b’tzellem Elohim, “Tanrı’nın görüntüsünde” yaratıldığı için. Bunun anlamı, bir ruhunun -neşama-, yüksek, tinsel, entelektüel bir özünün bulunduğudur. Bu ilahi kıvılcım, biz insanların hepimizin sahip olduğu tanrısal bir şeydir.

Adam tamamlandıktan sonra Tanrı -lafın gelişi- kozmik saatini alır, Adam’a uzatır ve şöyle der: “Şimdi dünya saatine geçiyoruz.” Bir gün, dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşü; bir yıl, dünyanın güneşin etrafından dönüşü, vb. olur. Tanrı’nın saatini 5760 yıl önce çıkardığını söylüyoruz. Bu, Yahudi kronolojisidir.

Adam’ın ortaya çıkışı aşağı yukarı medeniyetin başlangıcına karşılık gelir . Tarihçiler ve antropologlar medeniyetin yaklaşık 5.500 yıl önce başladığını söyler ki, bu da Yahudiliğin Adam’ın yaratıldığını söylediği zamandır.

Adam ve ondan hemen sonra gelenler -aralarından en önemlisi Avraam’dır- hakkında bildiklerimizi Tora’dan öğreniyoruz. Ancak Tora bir tarih kitabı olarak ne kadar güvenilirdir? Bu konuyu gelecek bölümde ele alacağız.




kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
20 Kasım 2007       Mesaj #58
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

İSRAEL'İN DOĞUŞU (14 MAYIS 1948)


Britanyalılar eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında yeni Arap ülkeleri oluştururken Yahudilere verdikleri sözleri art arda bozdu. Üstelik, Arap isyan ve baskıları yüzünden Holokost’tan kaçan Yahudilerin İsrail toprağına girişini de engellediler.

Holokost’un tam kapsamı ortaya çıktığında ve sağ kalan binlerce kişi sığınmacı kamplarına kapatıldığında bile Britanyalılar boyun eğmeyi reddetti.

Britanyalıların en berbat eylemlerinden biri, Kraliyet Donanması’nın 1947 yılında Akdeniz’de yolunu kestiği 4.500 Yahudi’nin bulunduğu sığınmacı gemisi Exodus ile ilgilidir. Gemi Hayfa limanına Britanya refakati altında getirildi; Holokost’tan sağ kalanlar orada zorla başka bir gemiye aktarıldı ve gemi Fransa üzerinden Almanya’ya geri döndü.

O zamanlar özel bir BM komitesinin –Filistin için özel komite ya da UNSCOP adlı- Yahudi bağlantısı olan Abba Eban, Hayfa’ya giderek Britanyalıların Yahudilere karşı vahşetine tanık olmaları için BM temsilcilerini ikna etti.

Tarihçi Martin Gilbert, Israel: A History (İsrail: Bir Tarih) adlı eserinde orada olanlar konusunda Eban’ın anlatısına yer verir (sh.145).

“(Hayfa’da) dört üye ‘dehşet verici bir operasyonu’ izledi. Yahudi sığınmacılar ‘yasağı uysallıkla kabul etmemeye’ karar vermişti. Churchill’in ‘pis savaş’ ile ne kastettiğini bilmek isteyenler, ölüm kamplarından sağ kalanlara karşı tüfek darbeleri, borular ve gözyaşı gazı kullanan Britanya askerini seyrederken anlardı. Kadın, erkek ve çocuklar zorla hapishane gemilerine bindiriliyor, güverte altındaki kafeslere kapatılıyor ve Filistin sularından çıkarılıyordu.

“UNSCOP’un dört üyesi Kudüs’e geri döndüğünde, Eban şöyle anlatıyor: ‘Şoktan renkleri solmuştu: Sadece bir noktayı düşündüklerini görebiliyordum: Britanya Mandası ancak bu şekilde devam edebilecekse, hiç etmesin daha iyi.”

FİLİSTİN’İN BM TARAFINDAN BÖLÜNMESİ

Britanyalılar da bu sorundan kurtulmak istiyordu. Yaklaşık 600.000 Yahudi ve 1.2 milyon Araplık toplam bir nüfusu kontrol altında tutmaya çalışan 100.000 asker/polisleri vardı. (İlginç olan şu ki, 350 milyon nüfusu aşlın Hindistan’ı kontrol etmek için de aynı büyüklükle güce sahiptiler!)

Böylece Britanyalılar meseleyi BM’e devretti, BM de “Filistin’den” geri kalanlar (Ürdün adlı ülkenin oluşturulmasından sonra) üzerindeki Britanya Mandası’nı sona erdirmeye ve toprağı Araplar ile Yahudiler arasında bölüştürmeye karar verdi. Öneriye göre Yahudiler şunları alacaktı:

Akdeniz kıyısında, Tel Aviv ve Hafya dahil dar bir toprak şeridi

Kineret Gölü’nü (Galile Denizi) çevreleyen, Golan Tepeleri dahil, bir toprak parçası

Güneyde, yaşanamayan Negev Çölü olan geniş bir toprak parçası


Araplar işe şunları alacaktı:

Gazze şeridi

Kuzeyde, Tsfat şehri ve Batı Galile dahil, bir parça

Şeria Nehri’nin bütün batı kıyısı ve Samaria


Kudüs uluslararası kontrol altında olacaktı.

29 Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler bu bölme planı için oy verdi. Oy verenler arasında, 33 ulus, ABD ve SSCB dahil, evet; çoğu Arap 13 ülke hayır; 11 ulus da çekimser oy verdi.

Sonuna kadar katı yürekli olan Britanyalılar evet oyu vermedi. Çekimser kaldılar.

Yahudi devletine ayrılan bölüm konusunda uğradıkları düş kırıklığına rağmen Yahudiler, o kadar bekleyiş ve acıdan sonra bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşünüyordu.

Ancak taleplerinde hep maksimalist olan Araplar BM kararını reddetti. Ertesi gün Arap ayaklanması başladı, iki hafta sonra da çevredeki Arap ülkelerinden askerler Filistin’e gelmeye başladı.

Kurtulmaktan mutlu olan Britanyalılar olup bitene sırt çevirerek gitmeye hazırlanıyordu. David Ben Gurion Israel: A Personal History (İsrail:Kişisel Bir Tarih) adlı eserinde şöyle yazar (sh.65):

“Britanyalılar bu askeri işgali durdurmak için parmaklarını bile kaldırmadı. Genel Kurul’un kararının uygulanmasını denetmekle görevi BM komitesi ile işbirliği yapmayı da reddettiler. Aynı zamanda Yahudi devletinin parçası olacak olan yerlerde yaşayan Araplar, Arap Yüksek Komitesi’nin emriyle evlerini boşaltmaya ve Filistin’e komşu Arap ülkelerine gitmeye başladı.”


Ayaklanma karmaşanın ortasında devam etti, takip eden aylarda 1.000 kadar Yahudi Araplar tarafından öldürüldü.

En kötü olaylardan biri 13 Nisan 1948 tarihinde meydana geldi. Scopus Tepesi’ndeki Hadassah Hastanesi’ne gitmekte olan 70 doktor ve hemşireden oluşan konvoy Araplar tarafından pusuya düşürüldü. Olay Britanya polis karakolunun yaklaşık 200 metre uzağında gerçekleşti. Britanyalıların müdahale etmediği, yedi saat süren ateşin sonucunda tüm doktor ve hemşireler öldürüldü. Araplar sonra cesetlere saldırdı.

KUDÜS KUŞATMA ALTINDA

Bütün bunların yanı sıra Britanyalılar Ürdün Kralı Abdullah’ı, Arap bölümlerini istila etmesi ve krallığına katması için destekledi. Bunlar Abdullah için yeterli değildi. Kudüs’ü de istiyordu.

Böylece Kudüs kuşatıldı.

Nisan ve Mayıs 1948’de mücadelenin odağı, dağlardan geçen Kudüs yolu idi. Yoldaki araçlar, yukarıdaki silahlı kişilere tamamıyla açıktı. Şehirdeki Yahudilere gerekli olan her şey bu yoldan gelmeliydi ama ulaşamıyorlardı.

Açlık hüküm sürüyordu. Eski Şehir’deki Yahudi mahallesinde oturanlar tamamıyla tecrit edilmiş durumdaydı.

Derken, şaşırtıcı bir olay meydana geldi. Nişan alma becerileriyle ünlü olmayan genç bir Yemen Yahudisi, neredeyse kaza ile tepelerdeki üç Arap’ı öldürdü. Bu adamlardan biri Arap lider Abdül Kader el Hüseyni idi. Moralleri bozulan Arap güçleri konumlarını terk ederek cenazeye katılmaya gitti.

Bunun sonucunda yiyecek taşıyan 250 kamyonluk devasa bir konvoy şehre girmeyi başardı. Berel Wein Triumph of Survival (Hayatta Kalmanın Zaferi) adlı eserinde şöyle yazar (sh.397):

“(17 Nisan 1948 Şabat günü) Yahudiler tallet’leri omuzlarında sinagoglardan çıkarak konvoyun boşaltılmasına yardım etti. Kudüs kuşatması bir anlığına yarılmıştı. Ancak Araplar Nisan sonunda güçlü bir karşı saldırıya geçerek Kudüs yolunu bir daha kesti. Yahudi Kudüs’ü sonraki yedi hafta boyunca tecrit edilmiş durumdaydı.”

YENİ BİR DEVLET DOĞUYOR

Birleşmiş Milletler’in bölme kararında iki yeni varlığın kurulması için verdiği resmi tarih 15 Mayıs 1948 idi.

14 Mayıs Britanya Mandası’nın son günüydü. Britanyalılar saat 16:00’da bayraklarını indirdi ve hemen arkasından Yahudiler kendi bayraklarını astı.

Bu, İlk Siyonist Kongre tarafından 1897 yılında tasarlanmış olan bayraktı. Rengi beyazdı (yenilik ve saflığın rengi) ve Yahudi geleneğinin aktarımını simgeleyen tallet’inki gibi iki mavi (gökyüzünün rengi) çizgisi vardı. Ortasında David’in Yıldızı yer alıyordu.

Böylece 14 Mayıs 1948, saat 16:00’da, Hay İyar, 5 İyar günü Yisrael kendini devlet ilan etti.

2.000 yıl sonra Yisrael toprağı bir daha Yahudilerin elindeydi.

David Ben Gurion Bağımsızlık Bildirisi’ni radyodan okudu:

“Yisrael toprağı Yahudi halkının doğduğu yerdi. Tinsel, dini ve ulusal kimlik burada oluşmuştu. Burada bağımsızlığa kavuştular ve ulusal ve evrensel öneme sahip bir kültür oluşturdular. Tora’yı yazdılar ve dünyaya verdiler...

“Filistin’den sürgün edildiğinde Yahudi halkı dağıldığı tüm ülkelerde buraya sadık kaldı, geri dönmek ve ulusal özgürlüğünü yeniden kazanmak için dua ve umut etmeyi hiç bırakmadı.

“Böylece biz, Ulusal Konsey üyeleri bugün toplanarak, Yahudi halkının doğal ve tarihi hakkı uyarınca ve Birleşmiş Milletler’in kararının desteği ile Filistin’de İsrail adlı bir Yahudi devletinin kurulduğunu ilan ediyoruz...

“Tüm komşu ülkelere ve haklarına barış ve dostluk sunuyor, herkesin iyiliği için bağımsız Yahudi ulusuyla işbirliği yapmaya davet ediyoruz...

“Yisrael’in Kayası’na güvenerek, Geçici Devlet Konseyi’nin bu oturumunda, Tel Aviv Şehri’nde Şabat akşamı 5 İyar 5708, 14 Mayıs 1948 tarihinde bu bildiriyi yapıyoruz.”

(İsrail’in Bağımsızlık Bildirisi, Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin aksine, Tanrı’dan söz etmez. Bunun nedeni, Yahudi Ajansı’na hakim olan katı laiklerin karşı çıkmasıdır. “Yisrael’in Kayası” bir uzlaşma olmuştur.)

Herkes sokaklarda dans ediyordu. Ama uzun zaman için değil.

Beş Arap ülkesi neredeyse anında savaş ilan etti ve Mısır Tel Aviv’i bombaladı.



AVŞAR BEYİ - avatarı
AVŞAR BEYİ
Ziyaretçi
23 Kasım 2007       Mesaj #59
AVŞAR BEYİ - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar semaevi din birdir oda islam yahudilik (musevi) hıristiyanlık (isevi)
ALLAHIN GÖNDERDİĞİ PEYGAMBERİN İSMİYLE ANILAN ŞERİATLARDIR ÖZÜ TEMELİ TEVHİD İTİKADIDIR LA İLAHE İLLEALLAH
ALLAHTAN BAŞKA TANRI KABUL ETMEMEK

AMA TOPLUMLAR BENİM PEYGAMBERİM SENİN PEYGAMBERİNDEN ÜSTÜNDÜR DİYE AYRILIĞA DÜŞMÜŞLERDİR.

ALLAHA İNANAN HERKEZ YAHUDİ HIRİSTİYAN SABİ İSLAMDIR MÜSLÜMANDIR

bakara 147.
Gerçek Rabb'indendir, sakın şüphelenenlerden olma.

Bakara-62.
''Şüphesiz inananlar; yahûdiler, hıristiyanlar ve sâbiiler,Allah'a ve âhiret gününe inanan ve iyi iş yapanlara, Rableri katında mükâfât vardır; onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.''
Maide-69
'İnananlar, yahûdiler, sâbiiler ve hıristiyanlar, Allah'a ve âhiret gününe inanan ve iyi işler yapanlara, korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.''
bakara148.
Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her şeye Kadir'dir.

Ali imran 55.
Allah demişti ki: "Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim, seni kendime yükselteceğim, inkar edenlerden seni tertemiz ayıracağım; sana uyanları, kıyamet gününe kadar, inkar edenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz Banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim. İnkar edenleri de dünya ve ahirette şiddetli azaba uğratacağım. Onların hiç yardımcıları olmayacaktır."
Maide 43.
İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken seni nasıl hakem yapıyorlar, sonra arkasından ne diye dönüyorlar? Öylelerin müminlerle alakası yoktur.
Maide 44.
Gerçekten Biz, içinde bir hidayet, bir nur bulunan Tevrat'ı indirdik.Müslüman peygamberler, yahudilere onunla hükmederlerdi. Bir de Allah dostları ve ilim adamları da Allah'ın kitabını muhafaza etmekle görevli olmaları ve üzerine şahit olmaları dolayısıyla onunla hüküm verirlerdi. Artık insanlardan korkmayın, Benden korkun ve Benim ayetlerimi birkaç paraya değişmeyin! Ey hüküm verenler, her kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, onlar hep kafirlerdir.
Maide 45.
Biz, onda onların üzerine şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş, yaralamada ödeşme. Kim de bu hakkını sadakasına sayarsa, o, günahlarının bağışlanmasına vesile olur. Her kim de Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, onlar hep zalimlerdir.
Maide 46.
Arkadan da o peygamberlerin izleri üzerinde
Meryem'in oğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı bir doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona içinde bir hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik.
Maide 47.
İncil'e inananlar da Allah'ın onun içinde indirdiği ile hükmetsin.Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, onlar dinden çıkmış günahkarlardır.
Maide 48.
Sana da önünde bulunan kitapları doğrulayıcı ve onlara bir şahit olmak üzere bu hak kitabı indirdik; onun için sen de aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, sana gelen gerçekten ayrılıp da onların arzuları arkasından gitme! Her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Allah dileseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat sizi, her birinize verdiği şeylerde imtihan edecek. O halde durmayın, hayırlı işlerde yarışın. Nihayet dönüşünüz hep Allah'adır. O zaman O, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.
Nisa 171
Ey ehl-i kitap! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın resulüdür, (o) Allah'ın, Meryem'e ulaştırdığı "kün: Ol" kelimesi(nin eseri)dir, O'ndan bir ruhtur. Şu halde Allah'a ve peygamberlerine iman edin. "üçtür" demeyin, sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin. Allah ancak bir tek Allah'tır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
Ankebut 46.
İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehli kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: "Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur."
Ankebut 47.
İşte sana bu kitabı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Şunlardan da ona iman eden nice kimseler vardır. Ayetlerimizi ancak kâfirler bile bile inkâr eder.

Ankebut 49.
Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin SADRINA YAZDIĞIMIZ apaçık âyetlerdir. Ayetlerimizi ancak ve ancak zalimler bile bile inkâr eder.

Enam s.66.
Gerçekten, senin milletin Kuran'ı yalanladı.
"Cezanızı ben verecek değilim" de.

Al-i imran 64.
de ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım. O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman: Şahit olun ki biz müslümanlarız! deyiniz.

Al-i İmran 113
Hepsi bir değildir; ehl-i kitap içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.

Al-i imran 193.
"Rabbimiz! Biz, 'Rabbinize iman edin' diye imana çağıran bir davetçi işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, bizleri sana ermiş kullarınla beraber yanına al".

Al-i imran 199.
Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah'a inanırlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a boyun eğerek inanırlar. Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. Onların mükafatı da Allah katındadır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

Kamer 40. Andolsun biz Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?
Kamer 41. Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.
Kamer 42. Lakin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayışla yakaladık. Bu kıssalardan hisseye gelince;

Kamer 43.
Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı?
Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

Yunus 72.
Eğer yüz çevirirseniz çevirin, ben de sizden bir ücret istemedim ya! Benim mükafatımı ancak Allah verir. Ve ben O'nun emrine boyun eğen müslümanlardan olmakla emrolundum.
Yunus 84
''Musa dedi ki: «Ey kavmim, eğer siz Allah'a inanmışsanız, müslümanlarsanız artık yalnızca O'na tevekkül edin.»

Kasas52.
Ondan önce kendilerine kitap verdiklerimiz, ona da iman ederler.
Kasas 53.
Onlara okunduğu zaman "O'na iman ettik. Çünkü o, Rabbimizden gelmiş hakikattir. Esasen biz daha önce de müslüman idik" derler.

Ruma s.30.
Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler..

__________________
kaf_kef - avatarı
kaf_kef
Ziyaretçi
25 Kasım 2007       Mesaj #60
kaf_kef - avatarı
Ziyaretçi
MUSEVİLİK VE YAHUDİ TARİHİ

İSRAEL'İN DOĞUŞU (14 MAYIS 1948)

YEHOVA'NIN TOPRAKLARINDA DİRİLİŞ VE ŞEYTANIN ORDULARIYLA MÜCADELE

ARAP SALDIRILARI

5 İyar 5708 Şabat akşamı, 14 Mayıs 1948 günü Yisrael bir devlet oldu. Ve hemen arkasından beş komşu Arap devletinin saldırmasıyla savaşa girdi. Bu Arap devletleri önceden BM’in Filistin’i bölmesine karşı oy kullanmış, şimdi de bu tarihi ve demokratik oyu tanımayı reddediyorlardı. Hemen hemen hiç ağır topu, tankları, uçakları olmayan minik İsrail kendini Mısır, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Irak’a karşı savunmak zorundaydı! 45 milyon Arap’a karşı 600.000 Yahudi ve Birleşmiş Milletler hiçbir şey yapmadı. Yine de Yahudiler kazandı. Bu, mucizeden farklı bir şey değildi. Ancak zafer buruk bir zaferdi. Eski Yeruşalayim şehri –Yahudi mahallesi ve Kotel’e (Batı –Ağlama- Duvarı) erişim dahil- Ürdünlülerin eline geçti. Yahudiler Eski Şehir’den çıkarıldı, evleri ve sinagogları yağmalandı ve yıkıldı. Ürdünlüler Yahudilerin eski şehrin içindeki kutsal yerlere erişimini engelledi ve dünya bir halkın dini haklarının ihlal edilmesini protesto etmek için parmağını bile kaldırmadı. (Bağımsızlık savaşı hakkında büyüleyici ayrıntılar için bkz. The Pledge –Ant – Leonard Slater.) YENİ SINIRLAR Bağımsızlık Savaşı 13 ay sürdü. 6.000 kadar İsrailli öldü; yani o günkü Yahudi nüfusunun tam olarak %1’i. (Bu Amerika’da olsaydı, orantılı olarak 2.5 milyon insan ölmüş olacaktı. Amerika’nın o kadar canını sıkan Vietnam Savaşı’nda 52.000 asker öldü.) Ulusal mezarlık Herzl Tepesi isimsiz mezarlarla doludur. Bunlar, Holokost’tan sağ kurtulup İsrail’e kadar ulaşan ve Yahudi ulusunun hayatta kalması için eline bir silah verilen kişilerdir. Kimse isimlerini öğrenmeye vakit bulamamıştı. Yosi, Herşel veya Moşe olarak tarihe gömüldüler. Bütün bu mezarların “Plony” (Nazari bir davada davacıyı belirleyen, “filanca” anlamına gelen ismin İbranice versiyonu) işaretli olduğunu görmek çok üzücüdür. Bağımsızlık Savaşı İsrail’in en pahalı savaşı oldu. Savaşın sonu yeni İsrail Devleti’nin sınırlarını radikal olarak yeni bir şekilde belirledi. Bu sınırlar BM’in bölme oyunda belirlediği sınırlar değildi. Sonuçta İsrail daha fazla toprak aldı ama eski Yeruşalayim şehrini kaybetti. BM oyu uyarınca 1948 savaşından sonra İSRAİL Akdeniz boyunca ince bir toprak şeridi (Tel Aviv ve Hayfa) Akdeniz boyunca ince bir toprak şeridi (Tel Aviv ve Hayfa YAHUDİ KONTROLÜ Galile Denizi’ni ve Negev Çölü’nü çevreleyen toprak Galile Denizi’ni ve Negev Çölü’nün çevreleyen toprak Kuzey ve Batı Galile (Tsfat) ARAP KONTROLÜ Şeria Nehri’nin bütün Batı Yakası (Yudea ve Samaria) Gazze şeridi Kuzey ve Batı Galile (Tsfat) Şeria Nahri’nin bütün Batı Yakası (Yudea ve Samaria) Gazze Şeridi YERUŞALAYİM Uluslararası kontrol altında Ürdünlülerin elinde NÜFUS Filistin’in Arap nüfusu, daha BM’in bölme oyu sırasında savaşı öngörerek kaçmaya başlamıştı. İlk gidenler en zengin 30.000 kişiydi. Ocak 1948’de Filistin Arap Yüce Komitesi diğer Arap ülkelerinin sığınmacılara engel olmasını istedi çünkü Filistin’den Arap çıkışı ürkütücüydü. İsrail Devleti’nin ilanı sırasında 472.000 Arap savaş çıkarken kaçtı. Aynı sırada 820.000 Yahudi Suriye, Irak, İran, vb. Arap topraklarından kaçmaya zorlandı. Çoğu varlıklı olan bu Yahudilerin mallarının büyük kısmına el konuldu ve hiçbir zaman iade edilmedi. (Bu Yahudilerin 526.000’i İsrail’e yerleşti.) Savaş bitince nüfus, sadece Arap ülkelerinden değil, diğer ülkelerden de ve daha yakın zamanlarda Etiyopya ve Rusya’dan gelen Yahudi göçmenlerle, sıçramalarla artmaya başladı. • 1948: 600.000 Yahudi • 1956: 1.2 milyon Yahudi • 1973: 1.6 milyon Yahudi • 1999: 4.7 milyon Yahudi İsrail’in nüfusu devletin kuruluşundan itibaren birkaç katına çıktı. Bu artış, bu kadar çok sayıda yeni geleni absorbe etmenin muazzam ekonomik yükü yüzünden özellikle zordu. Ne var ki nüfus artışı yük olmanın yanı sıra, büyük bir kutsama oldu. Göç, ülke için harika şeyler yaptı. İsrail’in yaşam standardı –1948’de vesika ile yemek dağıtılırdı- son yirmi yılda müthiş bir ilerleme kaydetti. Bu bir mucize miydi? Kuşkusuz öyle. Ama aynı zamanda bir kehanetin gerçekleşmediydi de. Ve A.. Tanrınız sizi esaretten döndürecek ve size merhamet edecek. Geri dönecek ve sizleri bütün ülkelerden toplayacak. Ve A.. Tanrınız sizi babalarınızın miras aldığı toprağa geri getirecek. Sizi babalarınızdan daha başarılı ve daha kalabalık kılacak. (Devarim 30:3-5) Çünkü Tanrı şöyle der, Yaakov için sevinç çığlıkları atın, ulusların başında övünün: sesinizi yükseltin, şükredin ve deyin ki: “Ey Tanrı, halkını kurtar, Yisrael’in geri kalanını!” İşte, onları kuzey ülkelerinden geri getiriyorum ve dünyanın uçlarından topluyorum...” (Yeremya 31:6-7) İsrail sadece devasa insan kitlelerini absorbe etmekle kalmadı, sürekli savaş durumunda hayatta kalmakla yetinmedi, ekonomik olarak da büyüdü; Arap ulusları tarafından başlatılan çeşitli ticari boykotlara karşın. (Örneğin Pepsi Cola yıllarca boykot yüzünden İsrail’e satış yapmadı. Yıllar boyunca Subaru oraya satış yapan tek Japon otomobil üreticisiydi.) Bütün bunlar göz önüne alınınca, İsrail’in yapmayı başardıkları kesinlikle mucizevidir. “Çöl çiçek açmakla” kalmadı, bir zamanların çorak toprağı nispeten kısa bir zamanda ihtiyaçtan fazlasını üretti. Bu fazlalık başka, A.B.D. gibi çok daha verimli ülkelere ihraç edildi. Başka bir kehanetin gerçekleşmesi: “Size gelince ey Yisrael dağları, dallarınızı uzatacak, halkım Yisrael için meyveler vereceksiniz çünkü geri dönüşleri yakın. İşte sizinle birlikteyim ve size doğru döneceğim; ve ekilecek, biçileceksiniz. Üzerinize çok sayıda insan koyacağım, Yisrael’in tüm ailesini.” (Ezekiel 26:8-11) 1997 yılında IMF İsrail’i gelişmekte olan ülkeler listesinden çıkardı çünkü artık tam olarak gelişmiş bir ülke durumuna gelmiştir. Dünyada yaşam standardı en yüksek ülkelerin arasında, İngiltere’nin hemen arkasında 19. sırada yer almaktadır. ALTI GÜN SAVAŞI Arap ülkeleri 1948 yılındaki yenilgilerini kolay kabul etmedi. Bütün bu süre zarfında geri dönüş için plan yapıyorlardı. 22 Mayıs 1967’de Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır (1918-1970) Tiran Boğazı’nın –İsrail’in Eilat’a deniz erişimi- tüm İsrail gemilerine ve İsrail’e gitmekte olan tüm diğer gemilere kapalı olduğunu ilan etti. Bu ekonomik boğma girişimi herhangi başka bir ülke için savaş nedeni olurdu ama İsrail başta tepki göstermedi ve siyasi bir çözüm aramaya koyuldu. Nasır bu arada İsrail’e karşı sözlü saldırılarında giderek daha cüretkar hale geldi. 27 Mayıs 1967’de şöyle beyan etti: “Ana hedefimiz İsrail’i yıkmak olacak.” 1 Haziran 1967’de Irak cumhurbaşkanı Abel Rahman Aref şöyle beyan etti: “Amacımız açıktır: İsrail’i haritadan silmek.” Mısır ve Suriye ordularını birleştiren bir pakt yapmıştı bile. Şimdi de Mısır, Ürdün ile benzer bir anlaşma yapıyordu. Savaşın yakın olduğu açıktı. 5 Haziran 1967’de bütün Arap aleminin saldırmak üzere olduğunu fark etti ve önceden saldırdı. Bu, tarihteki en parlak önceden saldırılardan biriydi. İsrail uçakları hâlâ yerde duran Mısır hava kuvvetinin tamamını bir anda bombaladı, ertesi gün aynı şeyi tüm Ürdün hava kuvvetlerine karşı yaptı. Neden Ürdünlüler Mısırlılar bombalandıktan sonra tepki göstermedi? Çünkü Mısırlılar müthiş bir zafer kazandıklarını duyuruyorlardı (tamamıyla ezildikleri halde). Gerçekte ne olduğunu bilmeyen Ürdünlüler propagandaya inandı, bu yüzden de hazırlıksızdı. İsrail sadece altı günde muazzam toprak parçaları ele geçirdi ve genelde tarihteki en büyük askeri zaferlerden biri olarak kabul edilen başarıyı kazandı: • Güneyde Sinay Yarımadası (Mısır’dan) • Kuzeyde Golan Tepeleri (Suriye’den); I. Dünya Savaşı sonrasında Fransız Mandası altında olan Suriye, 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin (Mısır ve Yemen ile birlikte) parçası oldu; 1961 yılında birlikten çekildi ve Golan Tepeleri’ni de içeren kendi sınırlarını belirledi. • Doğuda Şeria Nehri’nin Batı Yakası. Hiçbir zaman Ürdün’e ait olacakları kararlaştırılmadığı halde Ürdün 1948 yılından sonra buraları topraklarına katmıştı. • En önemlisi İsrail, BM planı uyarınca “uluslararası" olması gereken ancak Ürdün’ün tek taraflı olarak el koyduğu ve tüm Yahudileri kovduğu eski Yeruşalayim şehrini yeniden ele geçirdi. BİRŞELEN YERUŞALAYİM 19 yıl boyunca Yahudiler eski şehre girememiş, en kutsal yerlerinde, Mabet Tepesi veya Kotel’de (Batı Duvarı) dua edememişti. Savaşta çarpışan askerlerden çoğu, Yahudi halkı burayı kaybettiğinde daha doğmamıştı. Sadece fotoğraflarını görmüşlerdi. Eski şehre girdiklerinde, nereye gideceklerini bilemediler ve bulduklarında açık açık ağladılar. Eski şehir güçlerine öncülük eden paraşütçü asker telsizde bağırdı: “Har HaBayit b’yadenu – Mabet Tepesi elimizde”. İnsanlar sevinç içindeydi. Mucizenin gerçekleştiğine inanamıyorlardı. Yahudilerin zafer sırasındaki davranışının, 1948 yılında beş düzine sinagogun yağma edilip yıkıldığı Arapların eski şehirdeki zaferiyle taban tabana zıt olduğu vurgulanmalıdır. Yahudi askerler ne Kubbe-t-ül Sahra’yı, ne de eski şehirde başka bir camiyi dinamitledi. Araplar bu mekanlara kesintisiz ulaşabildi. FKÖ Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Ocak 1964’te Ahmed Shukeiry tarafından, 1948 yılı savaşının Arap sığınmacılarının temsilci örgütü tarafından kuruldu ancak hiçbir zaman barışçı bir örgüt olmadı. Shukeiry bir keresinde Arapların İsrail’i yeneceğini söylemiş ve şöyle demişti: Hayatta kalanlar (Yahudiler) Filistin’de kalacak. Hiçbirinin sağ kalmayacağını tahmin ediyorum.” FKÖ’nün ilk ve sürekli hedefi İsrail Devleti’ni yok etmek ve yerine Filistin Devletini kurmaktı. (Tarihte hiçbir zaman bir Filistin Devleti olmadığını belirtmekte yarar vardır. Osmanlı İmparatorluğu sırasında bu topraklarda yaşayan Arap halkı, ulusal kimliği olmayan ve sadece Arap denilen kişilerdi. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Britanya Mandası zamanında hem Yahudiler, hem de Araplar Britanyalılar tarafından “Filistinli” olarak görülüyordu.) Mısır doğumlu Yaser Arafat (1929-) FKÖ’nün terörist grubu El Fetih’in başındaydı. Altı Gün Savaşı’ndan sonra bütün örgütün başına geçti. İlk günlerde Arafat’ın yönetiminde yapılan en hain eylemlerden biri, 1972 Münih Olimpiyatları sırasında 11 İsrailli sporcunun kaçırılması ve öldürülmesi oldu. Dünyanın yine sessiz kaldığını hatırlamakta fayda vardır. Teröristler Yahudi atletleri ellerinde tutarken Olimpiyat oyunları devam etti. İsrailliler müdahale etmek istedi ama Almanlar yardımlarını reddetti. Sonunda Almanlar kurtarma girişimlerini beceriksizce engelledi, bu da rehin tutulan tüm sporcuların ölümüne yol açtı. İsrail daha sonra Munih’te olanlardan sorumlu çok sayıda teröristi avladı ve öldürdü. FKÖ o zamandan beri İsraillilere karşı sayısız terörist eylem yürüttü. Bu eylemlerin listesi kendi başına bir kitap olur. İsrail Devleti’nin en az iki büyük savaşı –1973 Yom Kipur Savaşı ve 1982, Lübnan Savaşı - ve 1991 Körfez Savaşı sırasında Iraklıların saldırılarını içeren son 30 yıllık fırtınalı tarihini ana hatlarıyla çizmeye girişmek, bu dizinin kapsamına sığmaz. Başında Yaser Arafat’ın bulunduğu Filistin yönetimi Eylül 2000’de başlayan terörist bir savaş sürdürmektedir. Arafat’ın ve birçok Arap devletinin İsrail’i yok etme düşlerinden vazgeçmediği gayet açıktır.



Benzer Konular

24 Şubat 2012 / Misafir Din/İlahiyat
23 Ağustos 2016 / Misafir Din/İlahiyat
27 Haziran 2012 / GusinapsE Din/İlahiyat
12 Mayıs 2014 / Mystic@L Din/İlahiyat
18 Ağustos 2013 / Mira Din/İlahiyat