Arama

Eğitim Tarihi

Güncelleme: 20 Mart 2009 Gösterim: 16.540 Cevap: 6
TiglonBoYs - avatarı
TiglonBoYs
Ziyaretçi
20 Temmuz 2008       Mesaj #1
TiglonBoYs - avatarı
Ziyaretçi
Eğitim Tarihi
Eğitim tarihi bir dalı olarak , eğitimin dünyada zaman içinde izlediği yolu inceleyen bir bilim dalıdır. eğitim bilimlerinineğitim fakültelerinde araştırılmaktadır. Ancak tüm bilim dalları da kendi akademik geçmişlerini belgelemektedir. Sonuçta her bilim dalının katkıda bulunduğu bir paradigma olarak varlığını sürdürmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Eğitimin tarihini ortaya koyarken hem eğitim bilimlerinin tarihi hem de bir sosyal fenomen olarak eğitimin tarihi kastedilebilir. Dolayısıyla alan çok farklı görüşlerin birlikte varolmasına sahne olmuştur. Öğrenmeyi koşullanma olarak tanımlayan pozitivist eğitim bilimciler hayvanları da öğrenen olarak tanımladıkları için milyonlarca yıllık bir tarih çıkarırken eğitimi sosyal ve kültürel bir fenomen olarak tanımlayan oluşturmacı eğitim bilimciler ilk insanla başlatmayı yeğlemişlerdir. Öte yandan idealist ekol de uygarlık tarihi paralelinde bir tarih çıkarmıştır. Dolayısıyla bağlama ve literatüre göre farklı eğitim tarih paradigmaları ortaya çıkmıştır.
Çok paradigmalı bir bilim dalı olan eğitim tarihinin bu niteliğini pekiştiren diğer bir unsur da değişik ulusların değişik zamanlarda eğitim kurumları tesis etmiş olmaları ve kendi kültürel eğitim sistemlerini farklı şekillerde geliştirmeleridir. Dolayısıyla eğitim tarihini bir bütün olarak görmekle birlikte ulusların veya bölgelerin eğitim tarihlerini gözönünde bulundurmak elzemdir.
Eğitim tarihinin önemli bir özelliği ise tüm uygarlıklarda eğitimin din ile birlikte başlayıp gelişmesidir. Öncelikle ve özellikle dini eğitim için geliştirilen eğitim sistemleri daha sonra diğer bilim dallarında da eğitim vermeye başlamıştır. Bugün dünyada bulunan en eski üniversiteler dini eğitim kurumlarıdır.
Eğitimin tarihini ortaya koyarken hem eğitim bilimlerinin tarihi hem de bir sosyal fenomen olarak eğitimin tarihi kastedilebilir. Dolayısıyla alan çok farklı görüşlerin birlikte varolmasına sahne olmuştur. Öğrenmeyi koşullanma olarak tanımlayan pozitivist eğitim bilimciler hayvanları da öğrenen olarak tanımladıkları için milyonlarca yıllık bir tarih çıkarırken eğitimi sosyal ve kültürel bir fenomen olarak tanımlayan oluşturmacı eğitim bilimciler ilk insanla başlatmayı yeğlemişlerdir. Öte yandan idealist ekol de uygarlık tarihi paralelinde bir tarih çıkarmıştır. Dolayısıyla bağlama ve literatüre göre farklı eğitim tarih paradigmaları ortaya çıkmıştır.
Çok paradigmalı bir bilim dalı olan eğitim tarihinin bu niteliğini pekiştiren diğer bir unsur da değişik ulusların değişik zamanlarda eğitim kurumları tesis etmiş olmaları ve kendi kültürel eğitim sistemlerini farklı şekillerde geliştirmeleridir. Dolayısıyla eğitim tarihini bir bütün olarak görmekle birlikte ulusların veya bölgelerin eğitim tarihlerini gözönünde bulundurmak elzemdir.
Eğitim tarihinin önemli bir özelliği ise tüm uygarlıklarda eğitimin din ile birlikte başlayıp gelişmesidir. Öncelikle ve özellikle dini eğitim için geliştirilen eğitim sistemleri daha sonra diğer bilim dallarında da eğitim vermeye başlamıştır. Bugün dünyada bulunan en eski üniversiteler dini eğitim kurumlarıdır.

Mezopotomya Uygarlıkları
Sümerler, şüphesiz, M.Ö. 3200 yılında tüm insan toplulukları içinde yazıyı ilk geliştiren toplum olarak kurumsal ve sistemli eğitim geleneğini ilk oluşturan ulusturlar. Öyle ki onların oluşturdukları kurumsal yapılar ve süreçler bölgede sonra ortaya çıkan uygarlıkklar tarafından miras alınmıştır. İlk kez yazıyı gelliştirmenin yanında, takvim, ölçüm, matematik, geometri, edebiyat gibi dallarda ilk olarak tarihte yerlerini alırken bu entellektüel bilgi ve becerileri sistemli eğitim kurumları ile nesilden nesile taşımışlardır.
Bölgede daha sonra varlık göstermeye başlayan Akadlar, Yahudiler, Asurlular ve Fenikeliler Sümerler'in kurdukları sistemleri devam ettirmişler, Fenikeliler'den öğrendikleriyle Yunanlar batı eğitim tarihi'ni başlatırken Antik Mısır ve Persler de dünyanın diğer bölgelerine Mezopotamya geleneğini taşımışlardır. Elbette Mezopotamya'dan bağımsız gelişen gelenekler de olmuştur. Bunlara yazıyı Sümerler'den bağımsız olarak keşfeden Amerika ve Çin toplumları örnek gösterilebilir.
Sümerler'in dışında Yahudiler de eğitim tarihinde anlamlı fark yaratmışlardır. Kutsal kitapları olan Tevrat'ta geçen öğrenmek, öğretmek, eğitmek gibi eğitim bilimlerince incelenen fenomenlerin isimleri eğitimin kültürün bir parçası olmasında kaydettiği gelişmeyi göstermektedir. Bununla birlikte Ezra'nın tarihin ilk halka açık kurumsal okullardan birisini Kudüs'te açtığı bilinmektedir.

Hindistan Uygarlıkları
Hindistan bilinen en eski okul sistemlerinden birisi olan Gurukul sistemiyle eğitim tarihinde önemli bir yere sahiptir. Gurukul'lar zengin kastlardan gelen çocukların ücretsiz devam ettiği okullardı. Bu okullarda edebiyat, tarih, tıp, astronomi, felsefe ve kamu yönetimi alanlarında eğitim veriliyordu. Daha sonra ortaya çıkan Budizm ve Janizm dinleri ile birlikte eğitim hızla gelişmiş ve bugün dünyanın en eski üniversiteleri arasında değerlendirilen Nalanda, Takshashila, Ujjain, ve Vikramshila üniversiteleri milattan önce 7. yüzyıldan itibaren kurulmuştur. Hindistan eğitim geleneği daha sonra İslam dünyasında da büyük etki bırakmıştır. Selçuklu veziri Nizam ül Mülk, Nizamiye Medreseleri'ni Hint geleneğinden esinlenerek kurmuştur

Bia - avatarı
Bia
Ziyaretçi
23 Eylül 2008       Mesaj #2
Bia - avatarı
Ziyaretçi
Eski Uygarlıklarda Eğitim

Sponsorlu Bağlantılar
Mezopotamya uygarlığında eğitim alanında etkin olan rahipler bilgili ve aydın kişilerdi. Ço­cuklara ilk aşaması okuma, yazma ve din bilgisi olan, daha ileri yaşlarda ise hukuk, tıp ve astrolojinin öğretildiği bir eğitim verilirdi. Okullara toplumun alt sınıflarından kişilerin çocukları gidemezdi. Okula gidebilen çocuk­lar yazıcı, kütüphaneci ve öğretmen olmak üzere yetiştirilirdi. Ayrıca rahip yetiştirmek için tapınak sayısı kadar çok sayıda okul bulunuyordu.


Eski Mısır'da ise devlet görevlilerinin ve rahiplerin denetiminde iki tür okul vardı. Beş yaşında okula alınan erkek çocuklar önce okuma yazma öğrenir; 13-14 yaşına gelince ileride çalışacakları yerlerde pratik eğitim görür; rahipliğe ayrılanlar ise 17 yaşından sonra özel okullara giderlerdi. Bu okullarda ezbere dayalı bir eğitim, sıkı bir disiplin ve dayak vardı. Arkeologların Mısır'da bulduğu kil bir tablette "Beni dövdün, bilgi kafama girdi" yazılmıştı. Okullarda tıp, matematik ve geometri gibi bilim dallarında eğitim verilirdi. Mimarlık, mühendislik ve heykeltıraşlık ise okul dışında, ustalardan öğrenilirdi.


Bugün Çin'de geçerli harflerin çoğu bun­dan 3.000 yıl önce bulunmuştu. Daha önce söz edilen uygarlıklardan farklı olarak Çin'de ahlaksal duyarlık aşılayan, kişinin başkalarına ve devlete karşı görevlerini öğreten bir eğitim anlayışı vardı. Uygarlığın başlangıcında bile uyumlu insan ilişkilerine, müziğe ve dinsel törenlere verilen önem eğitimde de kendini gösteriyordu.


Amerika'da Kolomb öncesi uygarlıklara ilişkin arkeolojik bulgular pek ipucu vermi­yorsa da Mayalar'ın ve İnkalar'ın çok gelişkin takvimler kullanmış olmaları astronomi ve matematikte çok ileri gittiklerini gösterir. Aztekler'in yapmış oldukları görkemli tapı­naklar ve Mayalar'ın karmaşık yapı sistemi de iyi bir eğitimin kanıtlarıdır. Bu uygarlıklarda eğitimin amacı meslek bilgisi vermek ve kişiliğin gelişmesine yardımcı olmaktı.

En eski uygarlıklardan birinin beşiği olan Hindistan'da birbirinden katı kurallarla ayrı­lan sınıflar vardı (bak. Kast). Bu sınıflardan din adamı Brahmanlar toplumda saygın bir konuma sahipti; çünkü din ahlakı, felsefeyi, hukuku ve yönetimi kapsayıcı bir nitelikteydi. Eğitim de bu nedenle dinden kaynaklanıyor­du. Çocuklar yedi yaşına kadar evde, yediden 16'ya kadar okulda, 16'dan sonra da, ünlü düşünürlerin ve öğretmenlerin ders verdiği
kurumlarda okurlardı. Öğretim kızlara yasak­lanmamıştı, ama kız çocuklar genellikle evde eğitilirdi. Çocukların eğitileceği konular için­de bulundukları kasta göre değişirdi. Ne var ki, hangi kasttan olursa olsun öğrenci­nin sade bir yaşam sürmesi, sert bir yatakta yatması, süsten kaçınması beklenirdi. Hindis­tan'da Budacıhk'la birlikte eğitimde sınıflar arası ayrım kalktı. Manastırlar başlıca eğitim merkezlen durumuna geldi.


Yahudiler'de eğitim aile içinde, annenin çocuklara temel bilgileri öğretmesiyle başlar­dı. Baba ise oğullarını toplumun törelerine uygun biçimde eğitir, onlara din eğitimi verir ve el becerileri öğretirdi. Amacı din bilgisi vermek olan okullarda Tevrat öğretilir, oku­ma, yazma ve matematik dersleri verilirdi. Eğitimin dine dayalı olması İS 7()'te Kudüs' teki tapınak yıkıldıktan ve Yahudiler dağıl­dıktan sonra da ulusal birliğin korunmasına yardımcı oldu.


Eiski Yunanda eğitim jimnastik ve müzik yoluyla insanın çok yönlü gelişimini amaç edinmişti. Sparta'da çocuklar yedi yaşına kadar ailenin yanında kalır, yedi yaşından sonra da devlete ait eğitim kurumlarına gön­derilirlerdi. Bu kurumlarda 30 yaşına kadar okuma, yazma ve matematiğin yanı sıra, savaş ve devlet yönetimi üzerine de eğitim görürlerdi. Atina'da eğitim, Sparta'nın tersi­ne bir devlet işi olarak değil, özel kişilerin işi olarak özgür bırakılmıştı. Bu kişilerin açtığı okullarda müzik, jimnastik dersleriyle birlikte edebiyat, dilbilgisi, matematik ve felsefe gibi dersler de okutuluyordu. Bir okullar kenti olan Atina'da eğitim iki yıllık askerlik döne­mi ile sona ererdi. Yunanlı filozof Platon. Cumhuriyet adlı kitabında devletin görevle­rinden biri olmasını öngördüğü eğitimde erdem ve bilgeliğin öneminden söz eder. Platon ile birlikte öbür Yunan filozoflarının düşünceleri birçok batı ülkesinin eğitimi üze­rinde etkili olmuştur.


Eskiçağın ikinci önemli merkezi olan Ro-ma'da eğitim. Eski Yunan'daki gibi kuramsal olmayıp yaşamın gereklerine yanıt verecek biçimde düzenlenmişti. Roma'da eğitimin amacı iyi yurttaş yetiştirmekti. Bu görevi aile kurumu yüklenmişti. Kız çocuklar evde anne­lerinin yanında ev işlerini öğrenir, erkek çocuklar önce babalarıyla birlikte çalışır, da­ha sonra da bir ustanın yanında meslek öğre nirlerdi.
Öğrencileri sınıflara ayırma yöntemi ilk kez Roma'da uygulanmış, daha sonra da tüm im paratorluğa yayılmıştı. Bu okullarda okuma, yazma, edebiyat, konuşma sanatı ve Latince öğretilmekteydi. Bizans İmparatorluğumda yalnızca varlıklı kesimlerin çocuklarının okula gitme olanağı vardı. Okullarda Homeros'un yapıtları okutu­lur, matematik, dilbilgisi ve din dersleri veri­lirdi. Manastırlar ise başlı başına dinsel eğiti­me ağırlık veriyordu. Konstantinopolis (bu­gün İstanbul), İskenderiye ve Antakya'da üniversiteler vardı. Bu üniversitelerde beşeri bilimler. Yunan klasikleri, konuşma sanatı, dilbilgisi, felsefe, geometri, astronomi, man­tık ve şiir yazma dersleri verilirdi.



İslam dünyasında Abbasi yönetimi sırasın­da bilim ve eğitimin en parlak dönemi yaşan­dı. Platon, Aristo, Hipokrat gibi bilim adamı ve düşünürlerin yapıtları Arapça'ya çevrildi. Dinsel eğitimin yanı sıra, teknik gelişmelerin hızlanmasına yol açan eğitim sürecinde sula­manın, mimarlığın, dokumacılığın, kâğıt üre­timinin ve bakırcılığın geliştirilmesine önem verildi. Ortaçağda Bağdat, Kurtuba, Sevilla üniversiteleri ünlü araştırma merkezleri ko­numundaydı. Bu öğrenim kurumlarında ce­bir, trigonometri, kimya, fizik, astronomi, tıp, mantık, coğrafya, siyaset, hukuk ve din gibi konularda eğitim yapılıyordu. Ne var ki, yaklaşık 350 yıllık bu yaratıcı dönem 11. yüzyılda sona erdi.

Ortaçağ Avrupa'sı

Ortaçağda 768-814 arasında Avrupa'nın bü­yük bir bölümüne egemen olan İmparator Şarlman tarih, felsefe, fen gibi konularda eğitimin yaygınlaştırılmasına çalıştıysa da bu çağda eğitimin temel öğesi din adamı yetişti­ren manastırlardı. Bu manastırlarda okuma, yazma ve aritmetik gibi temel bilgilerle birlik­te Latince dualar, dinsel metinler ve ilahiler öğretilirdi. Böylece Eski Yunan'dan başlaya­rak insanı çok yönlü olarak yetiştirmeyi amaç edinmiş eğitimin yerini, insanı tek boyutlu yetiştirmeyi amaç edinen dinsel bir eğitim aldı.


12. ve 13. yüzyıllara gelindiğinde bazı kentlerde ilk üniversitelerin çekirdeği olan ve bilimsel tartışmaya ağırlık veren kuruluşlar ortaya çıktı. Bunlar arasında İtalya'da Bolog-na, Fransa'da Paris, İngiltere'de Oxford veCambridge sayılabilir. O dönemde bu üniver­siteler kadınlara kapalıydı.

Rönesans ve Reform
Avrupa'da 14. yüzyılın ikinci yarısında başla­yan Rönesans (bak. RÖNESANS) insanı temel alan görüşün yeniden önem kazanmaya başla­dığı bir dönemdir. Eğitimin amacı her yönüy­le gelişmiş insanın yetiştirilmesiydi. Bu dö­nemdeki Hümanizm Akımı da eğitimin mer­kezine, Tanrı ya da kilise öğretileri yerine, insanı koymuştur (bak. HÜMANİZM). Ortaçağın geleneksel, baskıcı eğitim yapısı Rönesans'la birlikte yerini giderek liberal bir eğitime bıraktı. Okullarda Yunan klasikleri yeniden okutulmaya başlandı. Yeni keşiflerle bilim dünyası zenginleşti. Ama gene de kurumsal eğitimin içeriği ortaçağ eğitimine benziyordu. Dilbilgisi, konuşma sanatı, mantık, geometri, aritmetik, müzik ve astronomi derslerine ek olarak tarih, beden eğitimi dersleri verilmeye başlandı. Yoksul kesimler bu dönemde de eğitimden yararlanamıyordu.


Avrupa'da 16. yüzyılda başlayan Protestan reformunun (bak. REFORM) eğitim üzerinde kalıcı bir etkisi oldu. Protestanlar her ülkenin kendi inancını seçme hakkı olduğunu savunu­yorlardı. Ulusçuluk düşüncesinin güçlenmesi­ne yol açan bu akımın etkisiyle Protestanlık'ı benimseyen ülkelerde okullar giderek ulusal birlik sürecinde önemli işlevler yüklendi. Ay­rıca eğitiminin yaygınlaşmasına önem veren Protestanlar pek çok ülkede, yoksul kesim­den çocukların eğitimi için yeni okullar açtı­lar. Katoliklik inancına bağlı kalan ülkelerde ise Katolik Kilisesi eğitimin denetimini elinde tuttu.

Kaynak: MsXLabs.org &Temel Britannica

Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Eğitimin tarihsel değişimi

Vikipedi, özgür ansiklopedi



Eflatun'un kurduğu "Akademia" (Akademi) bilinen ilk uzman yetiştirme kurumudur. Günümüzde Akademia yeryüzündeki ilk üniversite olarak kabul görür. Eflatun'un öğrencisi, ve uzmanlık eğitimi öncesindeki baz eğitimin yetersiz olduğunu öngören Aristoteles ise bir dönem sonra Eflatun ile yollarını ayırarak "Lyceum" (Lise) 'yi kurar. Lise eğitimin o dönemdeki başlıca amacı, o dönemde öğrenilmiş olması varsayılmasına rağmen baz eğitimi tekrar sunmak ve hatırlatmak ; uzmanlık öncesinde genel kültür dersleri vermektir. Bu vesile ile, Aristo Politika da başta olmak üzere birçok konuda konuya düz mantık ile bakarak açıklamış, ve halen uzmanlık adayları için müthiş bir eğitim kaynağı olmuştur. Geleneksel eğitim sırasıyla ;
  • Anaokulu
  • İlkokul
  • Ortaokul
  • Lise
  • Üniversite 'de verilmektedir.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #4
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
İSLAMİYETTEN SONRAKİ TÜRK EĞİTİM TARİHİ

3.1. Medreseler öncesinde ve dışındaki İslâmî eğitim kurumları

3.1.1. Câmi ve mescitler

Câmi ve mescitler İslâmiyetten önce de var olan ve içinde Allah'a ibadet edilen yapılardır, İslâmiyetten sonra değişik boyutlarda binlerce yeni câmi ve mescit yapıldığı gibi eskiden kalma çeşitli yapılar ve ibadethaneler de câmi ve mescitlere çevrilmişlerdir. Câmi ve mescitlerde ibadetin yanı sıra toplantı, mahkeme, ziyafet ve hattâ pazar gibi çeşitli işler de yapılıyordu, ama bunların arasında ibadetten sonra en çok yapılan iş, eğitim ve öğretimdi. İbadetten önce ve sonra Kur'an ve ilâhiler okunur, vaaz ve hutbeler verilirdi. Câmilerde dinî ve ahlâkî hikâyeler anlatarak kıssadan hisse çıkaran "kussas"lar da bir zamanlar önemli bir rol oynamışlardı.
İslâmî ilimlerin kaynakları Kur'an-ı Kerim ve hadisler idi. Halk çeşitli problemlerini ibadetten önce ve sonra câmide bulunan din adamlarına ve âlimlere sorar, onlar da problemin İslâmî kurallar çerçevesinde çözümünü anlatırlardı. Zamanla bu açıklamalar o kadar dikkati çekti ki, problemi olmayan insan da bu âlimlerin çevresinde "halka"lanarak onları dinlemeye başladılar ve bu bir gelenek haline geldi. Artık günün belli saatlerinde âlimler câminin bir köşesine oturuyor, dinleyiciler etrafında halka şeklinde oturuyor ve sorulara bağlı olmayan hadis ve fıkıh (İslâm Hukuku) dersleri veriliyordu. Zamanla dersler iyice düzenli bir hale gelmeye, âlimler "müderris" olmaya ve dinleyicilerin sürekli olanları da "talebe" olmaya başlamışlardı. İslâmiyetin daha birinci yüzyılından itibaren gerek İslâm ilkelerini gerekse ibadet kurallarını öğreten birçok "halka sahibi" ve "kürsü sahibi" müderrisler vardı.
Giderek bu öğretim halkaları belli ders konularına göre ayrıldığı gibi, câmiye gelen sünnî mezheplerin görüşlerini anlatan "halkalar" da birbirinden ayrı olarak fakat aynı câmilerin içinde kurulmaya başlamıştır. Özellikle Arap ülkelerinde, Tunus'ta Zeytuna Câmiinde, Bağdad'ta Ulu Câmide, el Mansur Câmiinde, Şam'daki Emeviye Câmiinde, Mısır'daki Amr, Tulun, el-Hakîm, el-Ezher gibi câmilerde öğretim neredeyse ibadetten daha fazla yer almaya başlamıştı.
Câmilerde kurulan öğretim halkalarının öğrenci sayısı beş-altı öğrenciden yüzlerce öğrenciye kadar çıkıyordu. İsteyen istediği müderrisin halkasına katılabiliyordu. Müderrisler, bu öğretim halkalarından yeni müderrisler yetiştirdikleri gibi, yaptıkları öğretim karşılığında zamanlar vakıflardan veya zenginlerden belli bir ücret almaya da başlamışlardı.
Gene zamanla bu öğretim câmilerinin içinde ve dış taraflarında öğrenci ve müderrisler için "maksura" veya "zaviye" denen küçük odacıklar ve dershaneler de yapılmaya başlandı. Bugünkü el-Ezher Üniversitesi'nin temellerini oluşturan el-Ezher câmiinin öğretim yeri olma özelliği bu şekildeki genişletmelerle sağlanmıştı.
Câmi ve mescitlerde ibadetle öğretim her zaman iç-içe olmuştur.
3.1.2. Hankâh, Ribat, Tekye ve Zaviyeler

"Hahkâh"lar, İran'dan kaynaklanan Doğu eğilimli tasavvuf tekkeleri idiler. Selahattin Eyyubî zamanında Filistin ve Mısır'a kadar yaygınlaştırılmışlardır. "Zaviye" ise "köşe" anlamındadır ve genellikle Batı ve Kuzey Afrika'da yer alan küçük tasavvuf tekkeleri idi. "Ribat"lar ise sınırlarda cihat edenlerin oturdukları bir nevi sınır karakolları durumunda idiler; kendi tarikatlarını ve tasavvufî görüşlerini sınır bölgelerinde yaymak isteyen şeyhlerin ve dervişlerin kaldıkları yerlerdi. "Tekye" (tekke) ise bunların genel adı veya daha belirgin şekliyle, bizim kültür çevremizde bunlara verilen bir isim idi. Yukarıda sayılan kurumlarda genellikle tasavvuf eğitimi ve bunun uygulaması sayılabilecek "murakebeye dalma" ve "çileye girme" işleri yapılırdı.
Tasavvuf, bütün dinlerde var olan, genelde Allah'a aşk ve sevgi yoluyla ulaşmayı amaçlayan, kendinden geçmeyi ve bu dünyada iken kendi isteği ile Allah ile bütünleşmeyi amaçlayan bir dinî görüş idi. Normal insanların kullandıkları dinî bilimleri genelde kabul etmezler, bunların, insanın Allah'a ulaşmasını engelleyeceğini savunurlardı.
Bu kurumlarda yer alan dervişlerin ve sufilerin bilimleri "yokluk bilimi" veya "gerçeklik bilimi" idi. Gerçeği perdeli olarak değil de apaçık bilmeyi amaçlıyorlar, bu nedenle akıl yolunu pek kullanmıyorlardı. Bu dünyanın renklerinden, şekillerinden, tat ve nimetlerinden kaçarak gerçek evrene ulaşmak isterler, Bu da oldukça uzun bir çabayı gerektirirdi.
Tasavvufa yeni başlayanlara "fakir", biraz ilerlemiş olanlara "zâhid", "ârif","şeyh" veya "mürşit" denirdi.
Tekkelerde şeyhler ile müritleri arasında esası saygıya ve sohbete dayanan, şeyh sohbetlerini dinlemek şeklinde gelişen bir eğitim vardı. Bu şekilde tasavvuf üzerine oldukça bilgi sahibi olan öğrenciler "halvethane" veya "çilehane" denen özel hücrelerde genelde 40 gün süren çilelere girerlerdi. Bir nevi staj mahiyetinde olan bu kendi kendine düşünme, bütün dünyadan, zaman ve mekândan soyutlanarak kendi üzerine dönmüş düşünmeyi (teemmül, refleksiyon) gerçekleştiren ve bu arada yüzlerinde ve davranışlarında bunun etkilerî gözüken dervişler başarılı bir şekilde değerlendirilir ve eğer isterse veya şeyhi uygun görürse, şeyhten alacağı postu başka topraklarda sererek şeyhin görüşlerini orada yayarlardı.
Tekkelerdeki eğitimde halvete veya çileye çekilmenin yanı sıra zikir âyinlerine katılmak, semaa oturmak ve başka şekillerde, kişileri vecd haline getirecek törenler düzenlenirdi. Bu şekilde teorik eğitim ile uygulamanın en yoğun ve en ciddî olarak yapıldığı eğitim merkezlerinin başında tekkeler geliyordu, Pratik eğitimde başarılı olamayanların teorik bilgisine çok fazla güvenilmiyor; gerekirse defalarca çileye sokuluyor, çilede kalınan günler normaldeki kırk günü çoğu kere aşıyordu.
Tekkelerde yapılan eğitim, İslâm dininin yayılmasında ve alınan yeni toprakların arkadan gelen müslüman Türklerin yerleşebieceği bir ortam haline getirilmesinde büyük rol oynamıştır.
3.1.3. Kütüphaneler

İslâm dininin İran'daki yayalması sırasında eski İran dini inançlarıyla karşı karşıya gelmesi, Orta Asya'da Türk Budizmi ve Hint Budizmi ile, Anadolu'da başta Hıristiyanlık olmak üzere çeşitli inançlarla karşılaşılması çeşitli mezheplerin ve tarikatların çıkmasına yol açtığı gibi; gerek İslamî gerekse dağılma alanlarındaki değerli kitapların Arapçaya çevrilerek mevcut bilginin "islâmileştirilmesi çalışmaları" bir çok özel ve yarı-resmî kütüphaneleri doğurdu. Bu kütüphanelerden "Beytü'l-Hikme"ler, Emeviler zamanından itibaren kurulmaya başlayan ve Abbasiler zamanında da devam eden büyük tercüme, araştırma ve inceleme merkezleri idiler. Başta Circis bin Cibril olmak üzere çeşitli tercümanlar Yunanca, Latince, Pehlevice, Farsça ve Süryanice'den bir çok eserleri Arapçaya çevirmişler; bu çeviriler kütüphanelerde okunmaya, araştırılmaya ve çoğaltılmaya başlanmıştı. Özellikle Harun er-Reşit ve el-Me'mun zamanında kitap çevirme ve çoğalma çalışmaları altın devirlerinden birini yaşamıştır.
Bu kütüphsnelerde aynı zamanda bilimsel toplantılar da düzenleniyor ve meşhur tartışmalar yapılıyordu. Bu tartışmalara hadisçiler, fakihler, "mutezile" denen raayonel akımın temsilcileri de katılıyorlardı. Abbasi halifeleri Bağdad'tan Samarra'ya geçince ve medreseler öğretim faaliyetinin büyük kısmını üzerlerine alınca yavaş yavaş etkinliklerini kaybetmeye başladılar.
Beytü'l-Hikmelerin devamı olarak ortaya çıkan "Hizanat el-Hikme"ler ise gene sultanlar ve zenginler tarafından, araştırmacılara açık olarak kurulmuş kütüphanelerdi.
Bu iki tip kütüphaneden değişik karakterde olan "Dârü'l-İlim"ler ise daha ziyade şî'i kütüphaneleri ve eğitim kurumları olarak gelişti. Özellikle Mısır'daki el-Hakim Dârü'l-İlimi, şi'i İsmailiye mezhebinin propagandasını yapacak "dâî"ler yetiştiriyordu. Bu kütüphanelerdeki tartışmaları İsmaili âlimleri yönetiyorlar, buralara topladıkları gençleri uzun ve yoğun bir eğitim sürecinde istedikleri biçimde eğittikten sonra propaganda için Suriye, Irak ve İran'a gönderiyorlardı. Kur'an'ın şii görüşlere göre tefsirinin yapıldığı, hadiçlerin gene bu anlamda seçilip yorumlandığı bu merkezlerde çalışan öğretmen ve öğrencilere, vakıflar tarafından belli ölçülerde burs ve başka yardımlar da yapılıyordu.
Dârü'l-İlimler daha sonra Suriye ve Irak'a da yayıldı. Bu ülkelerde açılmış olan bu kütüphanelerin ortak özellikleri olarak şunlar tespit edilmiştir: Buradaki çalışmalar vakıf düzenine göre yapılıyordu, özel bir bina içinde idiler, genel kütüphane hizmeti görüyorlardı, şi'î propagandası yapıyorlardı, âlimler ve öğrenciler burada kalabiliyordu ve düzenli bir öğretim yapılıyordu.
Dârü'l-İlimler, Irak, Suriye ve Mısır'da bulunan müslümanlar arasında şia görüşlerini yayacak adamlar yetiştirirken uyguladıkları eğitim sistemi ile hem medreselerin kurulma sebeplerinden birini yaratmışlar hem de düzenli öğretim, öğrencilere yatacak yer, malî yardımlar gibi yönlerden onlara örneklik de etmişlerdir. Bunun yanı sıra medreselerle zıt bir öğretim içinde bulunduklarından, bir yerde birisi kurulurken diğeri yıkılma durumuna gelmiştir.
3.l.4. Küttablar ve mektepler

İslâmiyetin doğuşu sırasında Arap harflerinin şekilleri iyice belirlenmiş ve kıvrak denecek bir yazma işlemini de yapabiliyordu. Bu harflerle yazılmış yazıları okuyabilen oldukça fazla adam da bulunuyordu. Zaten Kur'an'ın hemen en doğru şekliyle kaydedilmiş olması, hadislerden hiç birisiyle karışmamış olması da bu yazı ve okuma-yazma bilenler sayesinde mümkün olmuştur. Bu nedenle İslâmiyetin doğuşundan itibaren okuma yazmanın önemi anlaşılmış, okur-yazar sayısını arttırmak için birçok tedbirler alınmıştır. "Küttab" veya "mekteb" denilen yerlerin esas amacı yazı yazmayı ve okumayı öğretmekti. Zaman içinde okuma-yazmanın yanı sıra Kur'anı okuma, basit dinî bilgiler ve ibadet şekilleri, hattâ zamanla basit hesaplama yolları da öğretilmeye başlandı ve bu eğitim kurumları çeşitli yönleriyle bir eğitim kurumu haline geldi.
Bu şekilde ortaya çıkan mektepler kısa zamanda İslâmiyetin yayıldığı her yere yayıldı. Burada ders veren öğretmenlerin vergiden ve askerlikten muaf olmaları, yaptıkları eğitim-öğretim karşılığında ailelerden belli bir ücret ("hak") almaları bu okulların hızla yayılmalarına neden oldu. Burada ders veren öğretmenlere "kâtib", "fakih", "muallim" gibi adlar verilmiştir ve bizim kültür çevrelerimizde "muallim" ismi yaygın kabul görmüştür. Burada ders veren öğretmenlerin yardımcılarına "kalfa" (halife) dendiği gibi, bu okullar Anadolu'da "mekteb-i sebil", "sıbyan mektebi" gibi adlar da almışlardır.
3.2. Medreseler

3.2.1. Medreselerin doğuşu

Medreselerin ne zaman, nerede, hangi faktörlerin etkisiyle doğduğu konusunda araştırmacılarca henüz bir görüş birliğine ulaşılamamıştır. Bu konudaki görüşler kısaca şöyle gruplandırılabilir: a) Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri var olan câmi okullarının bir devamıdır. Bu görüş özellikle İslâm Ansiklopedisi'nin "Mescid" maddesini yazan Paderson'un görüşüdür. Paderson, İslâmdaki bütün eğitim çalışmalarını "mescid" maddesi içinde anlatmış, medreseleri de buradaki faaliyetlerin bir devamı gibi görerek bu madde içinde anlatmıştır.
Özellikle Mısır, Suriye ve Kuzey Afrika'daki câmiler yoğun bir eğitim-öğretim faaliyeti içinde idiler. Irak, Suriye, Anadolu, İran ve Türkistan yöresinde medreseler yapıldıktan sonra eğitim-öğretim çalışmaları bu kurumlara devredilmiştir. Hattâ uzun zaman medrese ve câmilerin görevleri birbiriyle içiçe girmiş; câmiler eğitime devam etmeye, medreseler de eğitim faaliyetinin yanı sıra ibadet görevlerini de yerine getirmeye başlamıştır. Anadolu medreseleri içinde bir çok minareli medrese bulunması da bunu açık olarak göstermektedir.
Ancak bu gerçek, medreselerin câmilerden doğmuş olduğunu göstermez. Câmilerdeki öğretim ile medreselerdekinin karakteristik bazı farklılıkları vardı. Câmilerde her yaş ve meslekten adam öğrenci yerinde otururken medreselerde belli yaşlarda örgün bir öğrenci grubu vardı. Câmilerde halka şeklinde olan ders düzeni medreselerde normal sınıf düzeyinde idi.
Câmiler medreselere kaynaklık etmemişler, yalnız medreselerin Suriye'de yayılmaları sırasında karşılıklı etkileşime gitmişlerdir. Ancak, sabahları medreselerde yapılan örgiin eğitimin, öğleden sonra o yerleşim yerinin büyük câmilerinden birinde örgün-yaygın karışımı genel bir derse ("ders-i âm") dönüştüğü ve karşılıklı dayanışmanın sonuna kadar devam ettiği de unutulmamalıdır,
b) Medreseler, şi'î Dârü'l-İlimlerinin kazandığı başarı üzerine, bunların sünniler tarafından kopye edilmiş şekilleridir. Bu görüşü ortaya çıkaran, medreseler ile Dârü'l-İlimler arasındaki bir çok fonksiyon benzerlikleri idi. Her ikisi de birbirine zıt bir dini görüşün propagandasını yapıyorlar, vakıf olarak kuruluş biçimleri, öğrencilere ve âlimlere karşı verdikleri bazı haklar, kütüphanelerle içiçe olmaları v.s. gibi durumlar, medreselerin Dârü'l-İlimlerin üzerine, onların yerine kuruldukları görünümünü veriyor.
Gerçekten de medreselerin Suriye ve Mısır'da yayılmaları sırasında Dârü'l-İlimlerin bir çok prensipleri alınmış, hattâ bir çok yerde ya Dârü'l-İlim kapatılıp medrese açılmış veya o yıkılarak yerine medrese kurulmuştur. Her iki kurum da kendi dinî gürüşlerini yayacak propagandacı ve ona göre icraat yapacak memur ve diğer görevlileri yetiştiriyorlardı.
Ancak medreseler ortadoğuda doğmadıkları için Dârü'l-İlimlerin bu öğretim kurumlarının doğuşuna kaynaklık etmeleri mümkün görülmemektedir. Çünkü bu kütüphaneler genellikle Mısır, Suriye ve biraz da Irak'da yayılmışlar idi.
c) "Medrese" kelimesi ilk defa 10. yüzyılda Horasan-Çayardı (Maveraü'n-nehir) yöresinde kullanılmıştır. Bu kullanım, genel olarak ders verilen yer, okul anlamındadır. Ancak 11. yüzyıldan itibaren "medrese" kelimesi yüksekokul anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Mısır ve Suriye'de şiîliğe karçı yenik düşen sünni mezhepler kendilerini doğuda güçlendirmek için bu yörelerde özel evlerinde küçük medreseler kuruyorlar veya ileri gelenler tarafından sünnî âlimler için dikkati çekmeyecek küçük okullar kuruluyordu. 1000'li yılların başlarında Merv, Amul, Tabaran, Gazne, Nişabur, Buhara gibi şehirlerde değişik boyutlarda bu tip medreseler kurulmuştu. İbn Battuta'nın ifadelerine göre, Lur ve Kuzistan halkı, buralardaki zaviyelere bile "medrese" diyordu.
Ancak ad benzerliği olan bu iki kurumun organizasyon ve amaçları bakımından önemli farkları da vardı. Bu küçük okullar daha sonraki medreselerin ortaya çıkmasında önemli bir esin kaynağı olmuşlardır ama "Irak'tan batıya doğru ortaya çıkan büyük devlet medreselerinin tam kaynağını oluşturmuşlardır" demek biraz hatalı olacaktır.
d) Medreseler, Karmati manastır okullarının bir değimiş şeklidir. Karmati manastırları İran ve Türkistan'da, Arap âleminde Dârü'l-İlimlerin yaptığı işi yapıyorlardı. Bunların manastır okullarından yetişen propagandacılar o kadar etkili oluyorlardı ki, sünnî mezhepler buna karşı kendi silahı ile mücâdele etmek gereği duydular ve medreseleri kurdular. Gerçekten de 10. yüzyıl sonlarına doğru Fergana, Horasan, Cürcan, Taberistan, Gazne, Çayardı ve Hindistan yörelerinde Karmatiler önemli bir güç haline gelmişlerdi. Bu yörelerdeki sünniler Karmati manastırlarını kendileri için bir tehlike olarak görüyorlardı. Maturudî; Semerkant'ta 17 Karmati ve Mutezile "medresesi"nden söz etmektedir. Tarihte karmatilere karşı en büyük harekatı düzenleyen Gaznelî Mahmut, bu görüşü terkedenleri öğretim görevinde bıraktığı gibi, onların kurdukları medreseleri de sünnî medreseleri olarak devam ettirdi, denmektedir.
e) Bazı Avrupalı araçtırmacıların, Yakındoğu'daki Hırıstiyan okullarının medreselerin kökeni olduğunu iddia etmeleriyle karşılaşıyoruz. Bizans'ın üniversitelerine baktığımızda 344 yılında Kostantin'in kurduğu üniversitenin öğretime başladığını görüyoruz. 425 yılında da içinde 31 kürsü bulunan büyük bir oditoryum açılmıştı. İskenderiye Müze Akademisi'nde 4. ve 5, yüzyıllarda birçok tanınmış kişi çeşitli alanlarda ders veriyordu. Beyrut Üniversitesi (Oditoria) 3-5. yüzyıllar arasında yaşamıştı. Atina Üniversitesi 529'da kapatılmıştı. II. Teodor Üniversitesi profesörleri ve kitapları ile birlikte yakılmıştı. İstanbul'daki Bardas Üniversitesi, Kostantin Monomaque Üniversitesi gerçi 11. yüzyılın ortalarına kadar yaşamıştı ama buralardaki eğitimin ve öğretim organizasyonunun yapısı medreseleri etkileyecek düzeyde değildi. Medreseler ortaya çıkmaya başladığı dönemde Bizans yükseköğretim kurumları ortadan kaybolmaya başlamıştı. Kaldı ki, medreselerin doğuş yeri Suriye ve Filistin değil, Horasan-Çayardı yöresidir.
f) Medreselerin doğuşunda, hattâ Türk medrese-mescit sisteminin doğuşunda Budist "Buyan" veya "Vihara"larının (manastırlarının) büyük etkisi vardır. Budist külliyeleri M.Ö. 3. yüzyıldan beri gelen bir geleneğe sahipti ve vakıf sistemi yoluyla yaşıyorlardı.
Bu külliyelerin amacı bir taraftan budist rahipleri ("toyın") yetiştirmek, gezici Budist rahiplere bir barınak olmaktı. Bu külliyelerde iki türlü öğrenci vardı: "Mahava" denilen, İslâmiyetteki sufilere benzer, inzivaya çekilen din adamları ve "Brahmakarin" denilen dünyevi hayatı seçen din adamları.
Türkler arasında da 4, yüzyıldan itibaren yayılmaya başlayan Budizm, 9 ve 10. yüzyıllarda bu geleneğe iyice sahip çıkmışlardı. Vihara yaptırmak, Türkler arasında yapılacak hayırların en değerlilerinden olduğu için bütün ileri gelenler bu kurumları yaptırıyorlar ve vakıflar bağlıyorlardı. Bu külliyelerde toyınlar, avlunun etrafına dizilmiş hücrelerde yaşıyorlardı.
Barthold ve E. Esin'in kanaatlerine göre külliye kavramını Türkler Budizmden İslâmiyete getirmişlerdir. Bu görüş Diez, Godard, Creswell, Erdman ve Litvinski tarafından da destekenmiştir.
İslâm orduları 633 yılında Belh şehrine geldiklerinde bile, burada 100'ü aşkın Türk-Budist külliyesi ("Nevbahar") vardı. 710 yılında Buhara şehri alındığında da buradaki Budist külliyeleri islâmileştirilmişti. Müslüman din adamları veya Budist iken müslüman olmuş entellektüeller, daha önce verimli çalışmalarını gördükleri bu kurumları terketmemiş ve "islâmileştirmişlerdi". Orta Asya'da İslâmiyet yabancı dinlere (Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık) ve rafızî mezheplere karşı mücâdele ederken Budist viharaları islâmileştirerek medreseleri kurmuşlardır.
Doğuş kaynakları hakkındaki görüşler bu şekilde sıralanan medreseler Karahanlılar, Gazneliler ve Samanoğlulları zamanında bu devletler tarafından desteklenerek, bu devletlerin hükümran oldukları topraklarda sağlam bir yer tutmaya başlamışlardı. Gazneli Mahmut, kardeşleri ve emirleri Gazne, Nişabur, Belh, Huttalan gibi yerlerde övgüye değer medreseler kurmuşlardı, Karahanlılar kurulan çeşitli medreseleri, daha doğrusu bu medreselerin vakıflarını resmen tanımışlar ve kendileri devlet eliyle medreseler kurmaya da başlamışlardı. Dolayısıyla Gazneli ve Karahanlılar zamanında devletlerin medrese ile ilgili sürekli bir politikaları olduğu gibi, buralara devlet yardımı da yapılıyordu.
3.2.2. Nizamiye Medreseleri

Arap milliyetçiliği yapan Emevi yönetiminden rahatsız olan arap-olmayan müslümanların da desteği ile Emeviler yıkılıp yerine Abbasiler geçince, sünnî Abbas oğulları ile şiilerin devleti veya hilefeti, sıra ile yönetmeli anlaşmasına uyulmadı. Abbasiler bunun yerine İranlı vezirler seçme yolunu (Bermekiler) tuttular. Abbasi halifeliği içindeki Emin ile Me'mun arasındaki mücâdelede şiiler tekrar devreye girdi ve hilafeti sıra ile yönetme anlaçması gene yapıldı ve Me'mun iktidarı kazandı. Ancak Me'mun'dan sonra hilafeti alan Mu'tasım anlaşmaya uymadığı gibi, İranlı vezirleri uzaklaştırdı ve devlet sisteminde İranlıların yerini Türkler almaya başladılar. Bu durumda İranlı şiiler Tahiriye, Safariye, Samaniye, Saciye, Zayyariye gibi küçük şii İran devletleri kurdular. O sırada İran içlerine doğru ilerlemekte olan Türkler, halifenin de çağrısıyla daha da yayılmaya başladılar. İran'da bu tür devletler kurulurken Mısır'daki sünni Türk Tolonoğulları devletini yıkan Fatımiler, burada da bir şii devlet kurdular. Türkler Ortadoğuya iyice girmek istediklerinde, bu kez karşılarına Araplar değil şii İranlılar çıktı. Biraz da bu nedenden, yeni kurulan Türk devletleri sünniliğin savunucusu durumuna geçtiler. Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti'nin yardımına çağrıldılar. Gerek İranda gerekse Suriye'de İran kökenli bu devletleri uzun mücâdelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya'da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.
Nizamü'l-Mülk, Selçukluların İranlı bir sünni vezirleri idi. Sultan Alpaslan'ın veziri olarak ilk önce İmam Cuveynî için Nişapur Nizamiyesini, 1067 yılında Ebu İshak Şirazî için Bağdad Nizamiyesini, daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Rey, Buçenc Nizamiyelerini yaptırmıştır. Bu medreselerin hemen hepsi o zamanın meşhur âlimleri için yapılmıştır. Ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış, müderrislerinve özellikle öğrencilerin devlete ve sünnî görüçlere iyice bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıgtir. Nizamü'l-mülk'ün yaptırdığı medreselerin sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor. Vezirin bir taraftan böyle medreseler yaptırması, vakıflar bağlaması bir taraftan da müderrisleri ve öğrencileri çeşitli şekillerde desteklemesi her yıl devlet hazinesine aşağı yukarı 600.000 dinara mal oluyordu. Vezirin bu harcamalarını ve başarılarını çekemeyenler onu Sultan'a şikayet ettiler ve harcanan bu paralarla mükemmel bir ordu kurulabileceğini ve İstanbul'un bile alınabileceğini söylediler. Sultan Melikşah "Ey Baba .." diyerek Vezirinden kibarca hesap sordu. Nizamü'l-mülk ise, ağlayarak, kendisinin bir gece ordusu, sürekli bir ordu kurduğunu, Sultanın ordusunun ülkeler fethedebileceğini, fakat iyi idare edilip korunamadıktan sonra fetihlerin bir işe yaramayacağını, kendi yetiştirdiği ordunun gece-gündüz ülkenin her yerinde Sultanın saltanatını, inançlarını yayacağını, onun için dua edeceğini bildirerek yaptığı işin önemini kabul ettirdi.
Nizamülmülk bu medreseleri birinci planda devletin sünnî olmayan görüşlere karşı savunulması ve menfaatlerinin gözetilmesi amacıyla kuruyordu. Selçuklu Devleti'nin şiilere kargı savaşında ve bu savaşın kazanılmasında medreselrin rolü inkâr edilemez. Aynı zamanda bu medreselerde ders veren müderrisler, bu medresenin çeşitli imkânlarından yararlanarak bir meslek sahibi olan yoksul öğrenciler çeşitli görevler için dağıldıkları çeşitli yerlerde Selçuklu Devletine bağlılığı propaganda etmişlerdir. Nişapur medresesi kurulurken Sultanın izni alınmış ve bu izinle ülkenin her tarafına medreseler kurulmuştur. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. "Nizamiye medreseleri" adı genelde bu medreseleri anlatan bir ortak isim; ama medreselerin geçek isimleri "Nizamiye" değil. Vezirin sağlığında iken, kendinin kurdurduğu medreselerin hepsi ona bağlı idi (kendisinin ölümünden sonra Sultana ve Halifeye bağlanmıştı); bu durum Nizamü'l-mülk'ün hem bir başbakan hem de Eğitim Bakanı gibi çalıştığını gösteriyor.
Nizamiye medreseleri, tarihte "eğitimde şans ve fırsat eşitliği" sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri "yatılı ve burslu" bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat egitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamü'l-mülk'ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.
Bu denli yaygın Nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı, Büveyhoğullarının yıkılmaları üzerine onların topraklarında kurulan yeni devletin idarî kadrolarında ihtiyaç duyulan devlet memurlarını yetiştirmek olmalıdır. Ebu İshak Şirazî İran'da dolaşırken, çeşitli yerlerde eski öğrencilerini müderris, kadı, vaiz, kâtip v.s. olarak görmüştü. Bir de Nizamiye medreseleri artık ordulardan ve elçilerden oluşan eski devlet sisteminin değiştiğinin, bunun yerine egemen olduğu bütün topraklarda çeşitli işleri devletin yönetim felsefesi içinde yapacak kadrolara ihtiyaç duyulduğunun ve bunları yetiştirmenin de devletin esas görevlerinden biri olduğunun göstergesi gibi gelmektedir.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler getirmişti: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Gerçi Selçuklu medreseleri müslüman halkı rafızî mezheplerin propagandalarından korumak için açılmıştı, ama gene de medreselerde Aş'arilerle Hanbelilerin çatışmalarına şahit olunuyordu. Bu olayların iyice tırmandığı bir sırada Nizamülmülk, medresenin baş müderrisine bir mektup göndererek "medreselerin amacının mezhep çatışmalarını kışkırtmak ve körüklemek değil, ilmin korunması ve yayılması olduğunu" ihtar etmişti.
3.2.3. Nizamiye medreseleri çağında başka medreseler

Nizamülmülk sağlam esaslar üzerinde bir "Nizamiye geleneği" başlattıktan ve bunun başarısını gösterdikten sonra, Selçuklu ülkesinin çeşitli şehirlerinde yaygın bir medrese kurma faaliyeti başladı. Kirman Selçukluları, Kirmanda İsmetiye ve Kuba-i Sebs medreseleri, Azerbaycan'da Yağı-Sıyan oğlu Mehmet'in yaptırdığı bir çok medreseler, Bağdad'da Nizamülmülk'ün rakibi Tâcelmülk'ün kurduğu Tâciye Medresesi başta olmak üzere bir çok medreseler kurulmuştu. İbn Cubayr, 1184 yılında Bağdad'ı ziyaret ettiğinde, bu şehirde 30'a yakın medrese saydığını yazmıştı. Hafız Ebru adlı bir başka yazar da Nişapur'da 8, genel olarak İran'da Şafi'î fıkhı okutan 17 medrese bulunduğunu yazar. Bağdad'da 1234 yılında Halife Mustansır tarafından yaptırılan Mustansıriye Medresesi bir taraftan Nizamiye medreselerine rakip olarak, onların gücünü kırmak için açılmıştı, bir taraftan da değişik unsurlar içeriyordu. Bu medresede, İslâmî ilimlerin yanı sıra tıp, matematik ve astronomi("Hey'et") öğretimi de yapılıyordu. Selçuklu geleneğinde ise tıp öğretimi "Dârüşşifa" veya "Bimaristan"larda, astronomi öğretimi de Rasathanelerde yapılıyordu. Çok büyük bir kütüphanesi olan Mustansıriye medresesinde her sünni mezhebin 75'er öğrencisi vardı.
Medreseler her ne kadar sünnilikle şiilik arasındaki propaganda savaışı ortamında sünnilerin bir eğitim kurumu olarak doğup gelişmişse de -fazla olmamakla beraber- şi'î medreselerine de rastlamaktaydı. Başlangıçtaki yoğun propaganda savaşı yavaşlayınca, bazı emirler kendi yönetimlerindeki şi'î halk için de medreseler yaptırmışlardı. Hattâ ılımlı şiilerin kendilerinin bile medreseler yaptırdıklarını görüyoruz. İbn Battuta, 1328 yılında Meşhed Ali'de bir şi'i medresesine rastlamıştı. İsfahan'da 1325 yılında yapılan İmamî Medresesi de iç duvarlarında hem dört halifenin hem de 12 imamın adlarını bulundurması dolayısıyla bir sünnî-şi'î medresesi olma özelliğini gösteriyordu.
3.2.4. Arap ülkelerinde medreselerin yayılma derecesi

Bilindiği gibi Horasan'da kurulan Büyük Selçuklu Devletinden başka, Kirman Selçukluları, Suriye Selçukluları, Irak Selçukuları ve Anadolu Selçuklu devletlerine rastlıyoruz. Selçuklu devletlerinin ortadan kalkmasından sonra Şam, Erbil, Azerbaycan, Fars Atabeglerinin kurdukları devletleri görüyoruz. Bu devletlerin hepsi, egemen oldukları yörelerde selçuklu medrese geleneğini devam ettirmişlerdir. Suriye Selçukluları; Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan'da hem şiilerle hem de haçlılarla mücâdele ediyorlar, bu arada bir çok Türkmen oymağını bu topraklara yerleştiriyorlardı. Hem yer altında hem de yer üstünde şiilerle yoğun bir mücâdele sürerken, haçlılarla da raund raund acımasız bir döğüş, Türklerin bu topraklarda etken olmasını güçleştiriyordu.
Selçuklulardan sonra bu mücâdeleye Atabeg Nureddin Zengi, Artukoğulları ve Sultan Selâhattin Eyyubî de devam etmiştir ve sonunda Suriye, Filistin ve Mısır'a medreseler iyice yerleşmiştir.
Bu yörelerde tespit edebildiğimiz medreseleri, çeşitli özellikleri aynı anda gösteren bir tablo halinde vermeyi daha uygun gördük.

Burada sayılan Şam medreselerinden başka gene bu şehirde 3 tane tıp medresesi (Dahvaziye, Donaysıriye ve Lâbudiyetü'n-Necmiye medreseleri) ve 18 adet de Dârülhadîs bulunuyordu. Şam'ın yanı sıra Suriye'nin önemli medrese şehirlerinden biri de Halep idi. Halep'te -tespit edebildiğimiz- 30 Şafi'î, 30 Hanefi ve az sayıda da Maliki ve Hanbelî medresesi vardı. Bu iki büyük şehirin yanı sıra Hama, Hums ve Baalbek'te de bir çok Şafi'î ve Hanefi medresesi vardı. Musul ve Trablus, da gene 10'un üzerinde medrese sahibi olan önemli kentler idi.
Filistin'de de Sultan Selahattin Eyyubî ve emirleri tarafından birçok medreseler (başta Kudüs olmak üzere) yaptırılmıştı. Mısır'da da Sultan Selahattin dönemine kadar câmiler içindeki yoğu öğretime karşılık, bundan sonra yoğun bir medrese yapımına baglandığı görülmektedir. Sultan Selahattin Mısır'a (Kahire) 5 medrese kurmuştu, kendisinden sonra gelenler, Memluklular zamanına kadar 26 medrese daha kurmuşlardı. Memluklular zamanında ise Kahire medreselerinin sayısı 115'i aşıyordu. el-Makrizî'nin verdiği 73 medreselik listenin özelliklere göre dökümü ise şöyle idi: Mezhep Sayı Mezhep Sayı Şafi'î medreseleri 14 Malikî-Hanefî medreseleri 1 Hanefî medreseleri 10 Dört mezhebe ait 4 Malikî medreseleri 4 Mezhebi bilinmeyen 25 Şafi'î-Maliki medreseleri 3 Yarı medrese 4 Şafi'î-Hanefi medreseleri 6 Dârülhadîs 2 Medreselerin Hicaz ve Kuzey Afrika ülkelerine yayılmaları da Sultan Selahattin-i Eyyubî zamanından sonra başlamıştır. Ancak buradarda hiç birbir zaman Irak, Suriye, Mısır ve Anadolu'daki yoğunluğuna ulaşamımıştır.
3.2.5. Medreselerin Anadolu'da yayılmaları

Malazgirt Savaşından önce de Anadolu'ya defalarca girip çıkan Türkler, bu savaştan sonra büyük gruplar halinde bu topraklara gelip yerleşmeye başladılar. Selçuklu sülalesinden Süleyman Şah 1075 yılında İznik'i alarak burayı başkent yapan bir devlet kurdu. İstanbul'u tehdit eden bu hareket, Avrupa'da bir çok haçlı ordularının hazırlanmasına neden oldu. Gerek Avrupa'dan arkası arkasına gelen haçlı orduları gerekse Büyük Selçuklularla rekabet bu iktidarı yıprattı ve geri Anadolu'nun içlerine çekilerek Konya'yı başkent yaptılar. Bu arada Anadolu'ya artık iyice yerleşmiş olan Türkler, Selçukluların yanısıra Dânişmendliler, Mengücekoğulları, Artuklular, Saltuklular gibi birçok küçük direniş devletleri kurmuşlardı. Haçlı tehlikeleri geçtikten sonra Selçuklular Anadolu Türk birliğini tekrar sağladılar. Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kuruldu. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemini de Beylikler dönemi içine katarak, Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Anadolu'da kurulan medreseleri şöyle sıralayabiliriz.
Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar Anadolu medreseleri

Medresenin adı Şehir Kurucusu Eminüddin Mardin Artukoğlu Eminüddin
Necmettin İlgazi " Artukoğlu Necmettin İlgazi
Hüsamiye " Artukoğlu Hüsamettin Timurtaş
Külük Kayseri -
Yağı Basan I Niksar Danişmendli Nizamettin Yağıbasan
Yağı Basan II Tokat " " "
Gecek Sivrihisar Umur Beg
Hatuniye Mardin Artukoğullarından Sitti Radviye
Şifahane Silvan " " "
Eyyubi Urfa -
Hoca Hasan Kayseri -
İplikçi Konya Atabey Şemsettin Altunba
Zinciriye Diyarbakır Melik Salih Necmettin
Mesudiye " Melik II. Sökmen
Soğa Bey Sivrihisar Emir Soğa Beg
Seyfuddin Diyarbakır Seyfuddin Amudî
Ali Gav Konya -
Marufiye Mardin -
Çifte medrese Kayseri Gevher Nesibe Sultan
Ümmühan Hatun Seyitgazi Ümmühan Hatun
Şücaiye Diyarbakır Şeyh Şüca (Çeyh Çoban)
Halifet Gazi Amasya Halifet Alp İbn Tuli
Boyalıköy Afyon-Sincanlı Kureyş b. İlyas b. Oğuz
Harzem Mardin-Harzem Tacettin Mesut
Hatuniye Konya Devlet Hatun
I.Keykavus Sivas I.Keykavus (Şifahane)
Pamukçular Konya I.Keykavus (Pembe Furuşan med.)
Ertokuş Isparta-Atabay Emir Mübarezittin Ertokuş
Tuğrakiye Amasya Av Emiri Hacı Tuğrak
Gûhertaş Konya Lala Gühertaş
Nizamiye " Nizamettin Ebu Hasan (Nalıncı med.)
Huand Hatun Kayseri Mahperi Huand Hatun
Seracettin " Emir Seracettin Bedri
Atabey Armağan Antalya Mübarezittin Atabey Armağan
Taculvezir Konya III.Keyhusrev
Şeref Mesut " Şerefşah oğlu Mesut
Seyfiye " Emir Seyfettin Karasungur
İmaret Antalya -
Afganu Kayseri -
Kalehisar Çorum-Alaca -
Sırçalı Konya Lala Bedrettin Muslih
Melik Gazi Kırşehir Mengücekoğlu Mehmet Şah
Kemaliye Konya Kemalettin Turumtaş
Hacı Kılıç Kayseri Ebul Kasım İbn Ali et-Tusî
Taşmedrese Akşehir Fahrettin Ali (Halkalı med.)
Karatay Med. Konya Celalettin Karatay
" " Antalya " "
Şehidiye Mardin Melik Nasrettin Artuk Arslan
Hüsamiye Aksaray Emir Hüsamettin Çoban
Zencirli Karaman Mehmet oğlu Hüsamettin (Eskici med.)
Atabekiyye Konya Atabey Arslandoğmuş İbn Sevinç
İnce Minareli " Fahrettin Ali Sahip Ata
Alaattin Sinop Muinüddin Süleyman Pervane
Sahibiye Kayseri Sahibata Fahrettin Ali
Gökmedrese Sivas " " "
Buruciye " Muzafferüddin Burucidî
Çifte Minareli " Vezir (İlhanlı) Şemsettin Cüveynî
Nurettin Caca Bey Kırşehir Nurettin Cibril b. Caca Bey
Molla Cedid Konya -
Atabey Kastamonu Çobanoğulları
Gökmedrese Tokat Muinüddin Pervane (Pervane med.)
Çay Afyon-Çay Yusuf b. Yakup Bey
Taciye Aksaray Taceddin Mutez (İlhanlı)
Lala Ruzbe Konya Lala Ruzbe (Selçuklu)
Emineddin Sivrihisar Emineddin Mikail
Hatuniye Erzurum Padişah Hatun (İlhanlı)(Çifte Minareli)
Hisarardı Afyon - (Kale med.)
Muzafferiye Mardin Melik Muzaffer Karaarslan (Artuklu)
Nasrettin Hoca Akşehir -
Kadı İzzettin " Kadı İzzettin
Kadı Kalemşah Konya Sultanel-kudat Tâcettin Kalemşah
Melik Mansur (Haliliye ) Mardin Artukoğlu Melik Mansur
Hatuniye (Zeynep Hatun) Diyarbakır Sencer Şah annesi Zeynep Hatun
Sultaniye (Ahmediye) Erzurum Olcayto Hüdabende (?) Alaattin Keykubat
Seyyi Nurettin Sivrihisar Seyyi Nurettin
Dündar Bey (Taşmedrese) Eğridir Hamitoğlu Dündar Bey
Hocaenti Muş Horasanlı Hocaenti
Altunboğa Mardin Emir Altunboğa (Artuklu)
Yakutiye Erzurum Olcayto Hüdabende (?)
Mahmudiye Bayburt Fahrettin Emir Mehmet
Museviye " " " "
Bimarhane (Şifahane) Amasya İlhanlı Kölesi Anber b.Abdullah
Vacidiye Kütahya Germiyanoğlu Umur b. Savcı
Aydınoğlu Mehmet Bey Birgi Aydınoğlu Mehmet Bey
Gazi Süleyman Paşa Safranbolu Candaroğlu Süleyman Bey
Beramunîye Aksaray Baranbay (İlhanlı)
Emir Sinaneddin Korkuteli Hamitoğlu Sinaneddin
Alemşâh Sivrihisar -
Yavlak Arslan Taşköprü Muzafferiddin Yavlak Arslan
Orhan Gazi İznik Orhan Gazi
Süleyman Paşa Yenişehir Süleyman Paşa
Zinciriye (Akmedrese) Aksaray Karamanoğlu Yahşı Bey
Manastır Bursa Sultan Orhan
Tolmedrese Ermenek Emir Musa
Orhan Gazi II Bursa Orhan Gazi
Orhan Gazi III Adapazarı " "
Yelli Medrese (Kepez) Peçin Menteşeoğlu Orhan Bey
Feriştehoğlu Tire Aydınoğlu Süleyman Bey
İbn Melek " İbn Melek
Emir Musa Karaman Karamanoğlu Emir Musa
Ali Han (Ortamedrese) Aydın Ali Han
Şahabiyeyi Sugra Eskimalatya Emir Şahabettin Hızır
Lala Şahin Paşa (Hisar) Bursa Lala Şahin Paşa
Lala Şahin Paşa II Kirmastı Lala Şahin Paşa
Hüdavendigar Bursa Murad Han Gazi
Kaplıca Bursa Murad Han Gazi
İsmail Aka (Taşmedrese) Beyşehir İlhanlı İsmail Aka
Obaköy Alanya-Obaköy Karamanoğlu Bedrettin Mehmet
Ahmet Gazi Milas-Peçin Menteşeoğlu Ahmet Bey
Şahabiyeyi Kübra Eskimalatya Emir Şahabettin Hızır
İshak Bey (Fethiye) Manisa Saruhanoğlu İshak Han
Hatuniye Karaman Nefise Sultan
Sultan İsa Mardin Artukoğlu Sultan İsa
Tursunoğlu Konya Tursunoğlu Mehmet Bey
Kara Paşa (İlyas Bey) Milas-Peçin Menteşeoğlu İlyas Bey
Taşmedrese Maraş Dulkadıroğlu Alauddevle Bey
Şah Sultan Mardin Akkoyunlu Sultan Hatun
Bayezıt Bursa Yıldırım Bayezıt
Bayezıt Edirne Yıldırım Bayezıt
Akmedrese Niğde Karamanoğlu Ali Bey
Çelebi Mehmet Merzifon Çelebi Mehmet
Yeşil medrese Bursa Çelebi Mehmet
Bayezıt Paşa " Birinci Mehmet
Yahşı Bey Tire Yahşı Bey
Hatuniye Kayseri Melik Nasır Muhammet
İbrahim Bey İmaret Karaman Karamanoğlu İbrahim Bey
II. Murat Bursa II.Murat
II. Murat Edirne II.Murat
3.2.6. Fâtih Medreseleri

Fatih Sultan Mehmet, meşhur külliyesini yaptırmadan önce Ayasofya Camiine ve Zeyrek mahallesine birer medrese kurmuştu. Ayasofya medresesi Molla Husrev ile Ali Kuşçu'nun ders verdiği medrese idi. Fatih'in "Semaniye" medreseleri yapılınca ortadan kalkmıştır. Zeyrek medresesi de bir manastırda açılmıştır. Buranın ilk müderrisi Molla Zeyrek olduğundan, medrese ve etrafındaki mahalle bu âlimin adını almıştır. Gene bu medresede Ali Tûsî de ders vermişti ve aynı medresenin müderrislerinden Hocazâde ile "tehafütü'1-felsefe" üzerine meşhur tartışmaları yapmışlardı. Fatih'in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı.
Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek, İstanbul'un muhteşem tepelerinden birinin üzerine yaptırılmıştı. Külliyenin yapımı 1462'den 1470 yılına kadar sürdü. Külliyede bir câmi, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Dârüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), bâlâhaneler (misafir odaları), 4 tane muvakkıthane (zaman ölçme yerleri) ve bir de mekteb-i şerif (ilkokul) vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul'un Fatih semti tam bir yükseköğretim semtiolmuştur (Bu durum 1918 yangınına kadar devam etmiştir).
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine "Musıla-ı sahn" da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adları da "suhte" (daha sonra "softa" olmuştur) idi. Sahn medreselerinin tam arkasına rastlayan bu medreselerin yapı planları da onlara benzemiyordu. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım "baş" ve "ayak" tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler "mukaddimat-ı ulûm"u okuduktan sonra "mülazım" olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek "dânişmend" olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini "muid"lerden ve "müsteiddin" öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine "Kurşunlu medreseler" de denir. Bunlar öğrencilerini "Hâriç"ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her dânişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri naklî ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. "Sahn" sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı.
Külliye hakkındaki bilgileri elimizdeki çeşitli vakfiyelerinden elde ediyoruz. Buna göre, külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hattâ bunun "Kânûnnâme" şeklinde yapıldığı da biliniyor, ama bugüne kadar ele geçirilememiştir. Kanunî devrinde bu medreseler şer'î ilimler ihtisası yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.

Fatih medreselerinin ve Külliyenin yerleşim biçimi

(Karadeniz tarafı) (Akdeniz tarafı) 3.2.7. Osmanlılarda medrese derecelenmesi

İstanbul'da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilâta tabi tutuldu. Buna göre, medreseler açağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı: Hâşiye-i Tecrid: Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akça idi. Burada okutulan ana kitap "Hâşiye-i Tecrit" olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksût, Avâmil, İzhar, Kâfiye, Şerh-i Tevalî, Şerh-i Feraîz, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
Miftah medreseleri: Hâşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıkları ve okutulan ana kitabın "Şerh-i Miftah" olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da Hâşiye-i Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesâbih gibi kitaplar okutuluyordu.
Kırklı medreseler ve Hâriç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akça alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelâm) ve yüksek sınıflarında da Hidâye (Fıkıh) okutuluyordu.
Dâhil elli medreseleri: Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseleri bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavî tefsirlerinden birini okuyorlardı.
Musıla-ı Sahn: Derece olarak Dâhil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, "Sahn medreselerine götüren" anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dâhil elli medreselerinde okutulan darsler idi.
Sahn-ı Semân medreseleri: Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreseler idiler. Müderrisleri 60 akça alan Mûusılâ-ı Sahn müderrislerinden daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken, gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medresele derslerine devam ederken, aşağıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlandığını, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğunu görüyoruz.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına "İbtida-i Altmışlı" ve "Hareket-i Altmışlı" kademeleri ile Mûsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Dârü'l-hadis medreseleri kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı.
3.2.8. Süleymaniye Külliyesi

Süleymaniye Külliyesi, 16. yüzyılın ortalarına doğru Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan'dır. Eski Saray mevkiinde, İstanbul'un meşhur yedi tepesinden biri olan Süleymaniye tepesi üzerindedir. Külliyenin öğretim elemanları, câmi merkeze alınmak sûretiyle kuzey tarafta Medrese-i Evvel ve Medrese-i Sâni, güney tarafta Medrese-i Sâlis ve Medrese-i Râbi, kıble tarafında Dârülhadis, güney batısında Tıp medresesi vardır. Bunların dışında Külliyede mektep, kütüphane, hamam, Tabhane, İmaret ve Dârüşşifa da bulunmaktadır.
Buradan da şunu çıkartabmliyoruz: Süleymaniye Külliyesinde 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye ve dinî, hukukî ve edebî bilimlerin öğretimi yapılıyordu. Süleymaniye külliyesinin yapımı oldukça uzun sürmüş, Câmi 1556'da bitmiş olmasına karşın kuzeydeki medreseler câmiden daha önce (1552), Dârül-hadis 1557, batıdaki medreseler ise 1559 yılında bitmiştir.
Medreselerin müderrislerinin yevmiyeleri 60'ar akçe idi. Dârülhadis müderrisinin yevmiyesi ise 100 akçe idi. Bu medreselerde, zamanın en meşhur müderrisleri ders vermişlerdir. Tıp medresesinde de ders verecek tabibin hekimbaşılığa aday olabilecek kadar uzman olması istenmişti.
Öğrenciler medresenin "hücre"lerinde yatıp kalkıyorlar, günde iki defa "me'kel" denilen yemekhanede yemek yiyorlardı. Haftada dört gün ders yapılıyordu. Dâhil medreselerini bitiren öğrenciler ya Sahn-ı Seman (Fatih Külliyesinde) ya da Sahn-ı Süleymaniyeye giriyorlardı.
Süleymaniye medreseleri yapılınca, Fatih zamanında kurulmuş olan medrese ve müderris derecelenmesi yeniden değişti.
1. İbtida-i Hâriç
2. Hareket-i Hâriç
3. İbtida-i Dâhil
4. Hareket-i Dâhil
5. Musıla-ı Sahn (Bir çok müderris burada yığılıp kaldığı için "yatak" adını almıştı.)
6. Sahn-ı Seman
7. İbtida-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 48 müderris vardı.)
8. Hareket-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 32 müderris vardı.)
9. Musıla-ı Süleymaniye
10. Hâmise-i Süleymaniye
11. Süleymaniye Kibar-ı müderrisîn
12. Dârülhadis

Dârülhadis müderrisleri, isterlerse, "mahreç mevleviyeti" denilen bazı şehirlerin kadılıklarına geçebiliyorlardı. Her kademede kaç müderrisin bulunabileceğine dâir çeşitli nizamlar konulmuş, ancak müderris sayısı arttıkça kadrolar kabarmış, hattâ ek kademeler konulmutur.

Süleymaniye Külliyesinin yerleşim biçimi

3.2.9. İstanbul ve Rumeli medreseleri

Osmanlı medreselerinin Balkanlarda da yayılmalarını sağladığı aşağı yukarı 1660 yıllarında, İstanbul ve Rumeli'deki medreselerin yerlerine ve derecelerine bakmak da yararlı olacaktır. O tarihlerdeki bir durumu bildiren Rumeli Kazaskerliğine bağlı medreselerin Rûznamesi (medreselerin, müderrislerin ve kadıların yerleri, dereceleri, atama ve azil kararnameleri v.s.) o zamanki medreseler sınıflamasını şu şekilde vermektedir: 1. Onlu medreseler
2. Onbeşli medreseler
3. Onsekizli medreseler
4. Yirmili medreseler
5. Yirmibeşli medreseler
6. Otuzlu medreseler
7. Kırklı medreseler
8. Ellili medreseler
9. Altmışlı medreseler
Bu sıralamadaki küçük yevmiyeli medreseler pek çok yerlere yayılmış olduğundan, bu düzeylerde belli bir eğitim eşitliği sağlanmıştı.


3.2.10. Medreselerin bozulması

Osmanli medreselerinini bozulması, ilk defa belirgin olarak bazı müderrislerin terfileri normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanunî zamanında başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ise, bozulma yayılarak ve çeşitlenerek büyümüştür. Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu" gibi rosmî destekler sağlanmıştır.
Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok "mevali gözdeler" soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır.
Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde müderrislikler, Müftüzadelere "Hariç", Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı", İstanbul kadılarının oğullarına da "yirmibeşli", "otuzlu" medreseler verilmesi âdet olmuştu.
Ağaların, paşaların oğulları ne okumuş ne yazmış, ne de bilim öğrenmeye heveskâr olmuşlardır. Ama bir yolunu bularak medrese mezunu sayılmışlardır.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Her mevki, akçesi olanların eline geçmiştir.
İsmi var cismi yok medreselere müderrisler atanmış, "akçesi var dersi yok" olan bu müderrisler "dânişmendsüzlük ayubtur" diye pek çok cahil kişiyi öğrenci olarak etrafına toplamıştır.
Medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; XVI. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüş, kuşa çevrilmiştir.
Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş, Fatih zamanında "kânün üzre şugl oluna" diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar ("Şerh-i Mevâkıf", "Haşiye-i Tecrîd"), "bu dersler felsefiyattır" denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir.
Ayrıca büyük bir yersiz-yurtsuz insanlar topluluğu, vakıfların yatacak yer ve yemek sağlama maddelerinden dolayı medrese, imaret ve tekkelerde toplanmışlardır. Bu şekilde medreselerde toplanan insanlar, medreselerin barındırma, beslenme giderinin çok üstüne çıkmışlar, Devletin içinde bulunduğu tarım ve para bunalımlarla da Türk halkı arasında yaygın bir sosyal gerginlik doğmuşur.
Bu durum karşısında önce Selânik, Üsküp, Sofya, Filibe, Silistre gibi Balkanlardaki büyük yerleşim merkezlerini medrese öğrencileri kentlerde "cerr", "kurban", "salma" gibi adlarla halktan para toplamakta, bu arada yer yer ahlâka uymayan hareketler yapmaktaydılar. İlk önce medrese öğrecileri arasında başlayan kavgalar ve cinayetler, daha sonra halka ve hükümet kuvvetlerine karşı irili-ufaklı gruplar halinde şekil almaya başlamıştır.
Önce Rumeli'de başlayan medrese öğrencilerinin isyanları, kısa zamanda Anadolu'ya da yayılmıştır.
Anadolu'da Celâlî ayaklanmalarının en kızışkın zamanında ortaya çıkan bu olaylarda halk ve leventlerden bazıları da medrese öğrencisi kılığında bu ayaklanmalara katılıyordu. Bazı yerlerde medrese öğrencileri sarp dağ eteklerinde "medrese" denilen binalar yapıyorlar; kışın burda kalıyorlar, bahar ve yaz aylarında bu üslerden eşkiyalığa çıkıyorlardı. Rumeli'de yalnız kentlerin içinde ve birbirinden kopuk olan medrese öğrencilerinin isyanı, Gümüşhane'den İzmit'e, tüm Batı Anadolu, Akdeniz ve Orta Anadolu bölgesine -şehir-köy demeden- yayılmıştır. (Bakınız bu sitedeki ek okuma parçaları)
Kanuni zamanında, 1550'de başlayan medreseli isyanlarına karşı, devlet politikası yalnız ceza vermek ve cezayı şidetlendirmek mevkinde kalmıştır. Ancak bu politika II. Selim zamanında da devam ettiğinden, 30-40 kişilik öğrenci isyan grupları daha da örgütlenmiş; 100'lü, 200'lü gruplar ve bölge isyanları ortaya çıkmıştır. Medrese öğrencilerinin isyan hareketlerine bir takım zengin ve nüfüzlu kimseler, hükümet adamları ve hattâ müderrisler yataklık ve önderlik ediyordu. Bu arada ordu ve donanmanın Kıbrıs, Tunus gibi uzak yerlere sefere gönderilerek Anadolu'dan uzaklaştırılması, halkın ve devlet adamlarının sahipsiz kalmalarına, "Suhte" adlı medrese öğrencilerinin isyan gruplarının daha da büyümesine, soygun ve ahlâksızlıklarının daha da âdileşmesine yol açmıştır.
Anadolu ve Rumeli'den gelen binlerce sızlama ve yardım yazımına karşı, merkez hükümeti sadece isyanı önlemekle görevli kişileri teşvik, isyancılara "korku belâsına" yardım ve yataklık eden kişileri ve halkı tehdit etmekle yetinmiştir. Medrese öğrencilerinin isyanlarının yanı sıra 16. Yüzyıl ortalarından itibaren Kanuni'nin, oğulları Şehzade Mustafa ve Bayezıt'a karşı savaşları ve onların etrafına toplanmış Anadolu halkının ve sipahilerin devlet sistemi dışına çıkarılması, mansıp ve tımarların para ile satılması, Amerika'dan gelen altınların Osmanlı devletine kadar gelerek Osmanlı parasının değerini düşürmesi gibi faktörler, Devletin "adalet ve ahlâk" örneği olması gereken en önemli kurumlarını bile bozmuştur. Bütün bu bozukluklar karşısında İmparatorluğun birçok yerlerinde "Celâlî isyanları" denilen ayaklanmalar çıkmış, medreseli isyanları da bunlar içinde, bunlarla bütünleşmiştir.
Osmanlı medreseleri program açısından başlangıçtan gelen geleneği sürdürmüşlerdir. Bu şekilde medreselerde matematik, coğrafya ve tıp gibi bilimler okutuluyordu. Bazı medreselerda heyet (astronomi) de okutuluyordu.
XV ve XVI. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; XVII. Yüzyıl başlarından itibaren Türkiye'de müsbet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi'nin "Keşfü'z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. XVII. Yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95'i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; ancak %5'i müsbet bilimlere aittir. XVI. Yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rümî'lerle ve Takiyeddin Efendilerle az çok Batı düzeyinde bir bilgi varolmuştur. Ancak XVII. yüzyılda böle bir şey yoktur. Coğrafya alanında da XV ve XVII. Yüzyıllarda denizciler dolayısıyla çağdaş bir bilgi görülür. Ancak XVII. yüzyıllarda bu bilimin de yüzüstü bırakıldığı ortaya çıkar. Bu gerileme bütün alanlarda görülür. Öyle ki, XVII. yüzyılda mimarî bile yabancıların eline geçer.
XVII. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. XVI. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de "mubah" ve "merdûd" (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur.
Birgivî'nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #5
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
ASKERİ EĞİTİM VE ASKERİ EĞİTİMİN BATILILAŞMASI

Osmanlı Devletinin kuruluşundan XIX. yüzyıla kadar savaş zamanı toplanan eyalat askerlerinin dışında, merkezde sürekli askerlik yapan yalnız "Yeniçeri" ordusu vardı. Savaşlar sırasındaki bu Osmanlı ordusunun geri kalan kısmı, yalnızca bu sırada toplanan ve sonra dağılan, esas görevi askerlik olmayan milis kuvetlerdir. Yeniçeri ordusu 515 yıl Osmanlı Devletinin kaderi üzerinde olumlu veya olumsuz egemen olmuştur. 277 yıl bir düzen içinde yürüyen bu askerî örgüt, geri kalan 257 yılını hep isyanlar, kazan kaldırmalar, Devlet işlerine karışmalar ve şunu bunu "istemezük" gibi bağırıp çağırmalarla geçmiştir.
Bu durum karşısında, padişahlar bu askerî örgütü dağıtarak yeni bir askerî örgüt kurmak için -bazıları başarısızlıkla da sonuçlanan- bazı girişimlerde bulunmuşlardır. I. Mahmut döneminden itibaren yapılan çalışmalar, aşağıda kısaca verilecektir. Osmanlı askerî eğitiminin Batılılaşmasında tek etken, Yeniçeri düzeninin bozulması, onların çıkardıkları huzursuzluklar değildir. Bunun yanı sıra başka nedenler de vardır ki, bunlar şöyle sıralanbilir:
Savaştaki yenilgiler: Osmanlı Devleti askerî yönden, cephede Avrupa ülkeleri ile sürekli yüz yüze idi. XVIII. Yüzyıl Avrupasında artık savaş teknik ve sanatına uygun subaylar yetişiyor ve savaş alanlarında da bunlar egemen oluyordu. Osmanlı orduları artık yalnız Avrupa orduları karşısında değil, Avrupalı uzmanlardan yararlanan Rus ve Mısır kuvvetleri karşısında bile yeniliyorlardı. Bu da Batı tekniğine göre askerî okullar kurulmasını zorunlu kılıyordu.
Yabancı uzmanların etkisi: Orduların yenilgileri karşısında Devlet ileri gelenleri yabancı askerî uzmanlara müracaat ettiler. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen uzmanlar, askerî eğitimin Batılılaşması için önerilerde bulunmuşlar ve bilfiil de çalışmışlardır.
Sivil hayatta medrese düzeninin ve fikirlerinin çok egemen olması, Batılılaşmanın ancak askerî alanda ve askerî kurumlar aracılığıyla olabileceği fikrini yaymıştır.

4.1. Humbarahane

I. Mahmut döneminde Rusya ve Avurturyalılarla Osmanlıların ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemde, Sadrazam Topal Osman Paşa, Bosna'dan Kont de Bonnuval'ı çağırdı. Bu zat, Fransa'nın ileri gelen asilzâdelerinden ve Fransız ordusunun değerli subaylarından biri idi. XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusyurya'ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve Osmanlıya karşı savaşmış; sonra da Bosna'ya yerleşmişti. Topal Osman Paşa'nın çağrısını kabul eden Kont de Bonnuval, İatanbul'da humbaracı sınıfının komutanlığına getiridi. Humbara (Hum-i pâre = Kumbara), el bombalarına benzer küçük el toplarıydı ve o zaman, kılıç ve tüfeğe karşı Avrupa ordularında etken olarak kullanılıyordu.
Kont de Bonnuval, humbara yapımı ve atımının yanı sıra askerî yürüyüş ve talimlerde de Batı örneğini yerleştirmek istemiştir. Bu arada din değiştirerek "Ahmet Paşa" adını almıştı. Onun bu şöhreti Fransa'da kısa zamanda yayıldı ve Papas Makarni Daglis, Kont Ramsey, Marki Dornev ve Dervi gibi Fransızlar da gelerek onun 300 kişilik humbaracı alayında subay oldular. Ahmet Paşa'nın oğlu Kont Latur da din değiştirerek "Süleyman Paşa" adını aldı.
Humbaracı Ahmet Paşa'nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı'nda "Humbarahane ve Hendesehane" adlı bir askerî okul açıldı. Haseki ve Bostancılardan zeki kişileri buraya öğrenci yazıldılar, ancak yeniçeriler bunu haber alıp kuşkulandıklarından 1736'da okul tatil edildi.
1759'da Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrenciler ve onların çocuklarının yeniden toplanmasıyla, Haliç-Karaağaç'ta tekrar açılan okul, III. Selim zamanına kadar sönük bir biçimde devam etti. III. Selim 1790 yılında İsveç ve Fransa'dan uzman ve subaylar getirerek bu Okulu genişletti. 1792'de Halıcıoğlu'na bir kışla yaptırarak lağımcı (istihkam) ve humbaracıları burada eğitmeye başladı. 1795'te Okul lağvedilerek, öğrencileri Mühendishane'ye aktarıldı.

4.2. Tophane

Osmanlı Ordusunun ilk dönemlerinde topçuluk gayet iyi durumdaydı. Bu dönemde top döküm tekniği, zamanına göre çok yüksek bir düzeydeydi. Ancak Avrupa ordularındaki gelişmeler karşısında Osmanlı topçuluğ, kale yıkma topçuluğu idi. Oysa Avrupa orduları sahra topçuluğu ve küçük çaplı sür'at topçuluğunu geliştirmişti. O sırada İstanbul'da Fransız elçiliğinde görevli olan Baron de Tott, Osmanlı donanmasının Çeşme'de yakılmasından sonra Çanakkale boğazının tahkiminde görevlendirilmişti. Burada topçuları yetiştirme ve yerleştirme bakımından üsttin başarı gösterdiğinden, İstanbul'a dönüşte de topçuları yetiştirmek ve yeni topları dökmekle görevlendirildi. Burada askere hem top dökümünü hem de nişacılık eğitimlerini yaptırdı ve gösteriler düzenledi.
1795 tarihinde Mühendishane adıyla bir topçu okulu açıldı. O sırada topçu okulları subaylarına "Mühendis" deniliyordu. Bu okulda Avrupa'dan birçok kitaplar getirildi. Avrupaî talimler yapıldı.
O sırada III. Selim, yeniçeri ordusunun dışında "Nizam-ı Cedîd" adlı askerî birlikler kurmaya, bunlara ayrı gelir kaynakları yaratmaya çalışmıştır. "Yeni düzen" askerleri Suriye'de Napolyon askerlerine ve Edirne'de iç asilere karşı başarı gösterince, İstanbul'da yeniçeriler Kabakçı Mustafa'nın önderliğinde Sarayı bastılar, her şeyi mahvetiler. Bunun üzerine Rusçuk'tan Alemdar Mustafa Paşa komutasında "I. Hareket Ordusu" denilen birlik İstanbul'a geldi. Hapisteki III. Selim'i kurtaramadı ama asilerin başa getirdiği IV. Mustafa'yı tahttan indirerek II. Mahmut'u işbaşına getirdi.
Kendisi de Sadrazam olan Alemdar Mustafa, "sekban" adlı yeni bir tipte askerleri Levent çiftliğinde yetiştirmeye başladı, Bunların da Mora İsyanında önemli başarıları görüldü. Yeniçeriler tekrar isyan ettiler ve Alemdar Mustafa'yı konağı ile beraber havaya uçurdular. Bundan sonra II. Mahmut yeniçeriler arasından seçtiği kişilelerle "Eşkinci" adlı yeni bir askerî birlik meydana getirdi. Ancak bir süre sonra bunlar "Frenk icadı talim"i istemedikleri bahanesiyle isyan edince, sekban askerleri halk ve ulema işbirliği ile yeniçeleri ortadan kaldırdılar. Sekbanlar da ortadan kaldırılarak, orduyu yeniden kurma çalışmalarına başvuruldu.
"Asakir-i Mansûre-i Muhammediye" adıyla kurulan yeni orduda "Nizamiye" adli muvazzaf kuvvetlerle "Redif" ve "Müstehfaz" adlı ihtiyat kuvvetleri vardı. Böylece kuruluşundan beri çeşitli cins askerlerden yararlanma yoluna giden Osmanlı Devletinin, savaşta ve barışta tek bir ordusu bulunuyordu.
Osmanlı kara ordusunun kuruluıgurıda özellikle Prusya Ordu düzeninin büyük etkisi olmuştur. II. Mahmut döneminde Almanların Moltke başkanlığında gönderdikleri Singe, Mühlback, Fischer gibi topçu subayları, aynı zamanda kara ordusunun kurulmasında da çalıştılar. Gene aynı dönemde İstanbul'da askerî incelemeler yapan Prinz August von Preussen, Almanyanın yetenekli topçularından Yüzbaşı Kotschkovski (Muhlis Paşa) ve teğmenler Went (Nadir Paşa), Lohling (Mahir Bey) Schwenzfeier (Rami Paşa) ve Wiesental'ı İstanbul'a gönderdi. Bu subaylar Türk topçuluğuunu Humbaracılık halinden çıkakmak için çok uğraştılar. Bunlara Napolyon ordusunda topçuluk yapmış olan Pietru adlı bir İtalyan da öğretmen olarak yardım etti.
Kırım savaşı sırasında Rusların Almanya'ya baskı yapmaları üzerine Alman subaylar ülkelirine dönmemek için Türk tabiyetine girerek Müslüman oldular. Daha sonra Topçuluk Mektebi, Harbiye'nin içinde bir bölüm halinde yer aldı. Topçuluk eğitiminde gene Alman subaylar öğretmen olarak çalıştılar. II. Abdülhamit döneminde üçüncü grup Alman subayları topluluğu (Grünwald-İskender Paşa, Lehmann, Schmidt, Willganski, Maltkovski ve Stermecker-Raşit Paşa), dördüncü grup (Risto, Steifin, Gromieko Paşalar) geldiler. Ordu seri ateşli toplarla (Dağ, Piyade, Sahra ve Hafif ve Ağır Obüs) donatıldı. Almanya'ya gönderilen subaylar ve oradan getirilen ustalarla bu topların imalatı bile yapıldı. Gene Abdülhamit döneminde Almanya'dan Von Anderten, Von Kres ve Benhold adlı subaylar da getirildi ve eğitim-öğretim çalışmalarında bulundular.
4.3. Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn

Anadolu'daki Türk denizciliği XI. yüzyılda gerek Çaka Bey gerekse Sinop ve Antalya tersaneleri ile önemli bir gelişme gösterdi. Osmanlılar zamannda de Akdeniz tamamen Türklerin denetimine girdi. Hatta bir ara Osmanlı deniz kuvvetleri Hint Okyanusuna bile açıldılar. Osmanlı Devleti'in yükselme devrinde Türk denizcileri açık denizde korsanlık usullerine göre yetişiyorlardı. Ancak XVII. yüzyılın sonlarına doğru korsanlık ortadan kaldırıldı. "Kürekli" donanma yerini yelkenli kalyonlara bıraktı. Ancak Osmanlılar Batıdaki denizcilik gelişmelerine yetişemediler. Osmanlı donanmasının XVIII. yüzyılda seri yenilgiler alması üserine ve özellikle Çeşme'de Osmanlı donanmasının Rus donanması tarafından yakılması üzerine, Cezayirli Hasan Paşa'nın önerisi üzerine, Tersane-i Amire'de bir askerî okul açıldı. Okulun açılmasında Baron de Tott'un tavsiyelerinin de önemli payı olmuştur.
Okulun açılış tarihi üzerine, konuyla ilgilenenler iki tarih verirler: 1773 ve 1776. Esasen okulun ilk isimleri de karışıktır. "Hendesehane" "Humbarahane", "Mühendishene" gibi adlar hep aynı kuruma verilmektedir. Aslında çeşitli adlar alan bu okullarda, askerî öğrenciler karışık olarak okumaktaydı. Kırım meselesinden dolayı Osmanlı-Rus ilişkilerinini sıkıştığı bir dönemde, Türk ordusunda kale ve istihkam öğretmeni olarak çalışmak üzere gelen öğretmenler de bu okulda öğretim yapamaya başladılar (1784). Ancak dört yıl sonra, Rus ve Avusturya baskısı karşısında Fransa öğretmenlerini çekince, Okulda Türk öğretmenler görev aldılar. 1790-1800 arasında Tersane çevresinde askerî okullar yapılmaya başlandığı görülmektedir.
Daha sonra, o sırada yeni açılan Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn'un ders araçları daha mükemmel olduğundan, Deniz Okulu öğrencileri haftada iki kere bu okulda teorik öğretimi kara öğrencileri ile ortak görmüşlerdir.
Ancak bir süre sonra, III. Selim zamanında Okul tekrar ayrıldı ve gemi yapımı mühendisleri yetiştirmeye ağırlık verildi. Okul, seyr-i sefain ve gemi inşaiye şubeleri olarak teşkilâtlandırıldı.
Deniz okulu II. Mahmut döneminde bazı isim değişikleriyle devam etmiştir. Bu arada binalarında da bazı değişiklikler oldu. Heybeliada'ya gidip geldi. 1838 yılından itibaren okulda mecburî yabancı dil Fransızca yerine İngilizce oldu. Okulda, ingilizler öğretmenlik yapamaya başladılar.
Deniz okuluna bir ara lise sınıfları da eklenerek öğretim süresi sekiz yıla çıkarıldı. Daha sonra ortaokul (rüşdiye) sınıfları da Heybeliada'da kuruldu. Zaten Okul, 1851 yılında toptan Heybeliada'ya taşınmıştır.
Güverte, makina ve inşaiye zabitleri yetiştiren Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi) 19l0 yılında İngiliz Deniz Okulu sistemine göre yeni bir düzenlemeye sokuldu ve başına İngiltere'den Mister Holand getirildi. Zaten daha önoe de Okul, Amiral Williams'ın elinde idi. Son ıslah çalışmaları içinde İngiltere'den iki öğretmen getirilmişti.
Dünya Savaşı yıllarında Deniz Okulu'nda çeşitli değişiklikler oldu; Bahriye rüştiyesi, idadisi, Çarkçı ve Güverte okulları, Kâtip mektebi vs gibi çeşitli yandaş okullarla kâh birleşti, kâh ayrıldı.
Cumhuriyetten sonra bir süre Deniz Lisesi Heybeli'de, Harp Okulu Kasımpaşa'da bulundu. Sonra tümden Heybeliada'ya taşındı (1929). 1940-46 yıllarında Mersin'de, sonra tekrar Heybeliada'da öğretim yaptı.
4.4. Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn

Osmanlı Devletinin kuruluş yllarından itibaren sürekli kara ordusu olan Yeniçeriler, tarihçilerce "Acemi Oğlanlar Mektebi" denilen kurumsal yapı içinde eğitiliyorlardı. Yeniçeriler iki kaynaktan sağlanıyordu. 1. "Pencik oğlanı" denilen ve savaşlarda elde edilen esirlerin 1/5'inden oluşan Hıristiyan çocukları.
2. Devşirme yasasına göre, İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan ailelerden alınan çocuklar. Bunlara "Acemi oğlan" deniliyordu. Bunlar Anadolu'da Türk ailelerin yanına verilir; orada Türkçe, gelenekler, dinî bilgi ve davranışlar öğrendikten sonra İstanbul'da askerî eğitime alınırlar ve yeniçeri olurlardı.
Acemî oğlanlar arasında gerek beden ve gerekse zekâ açısından yetenekli olanlar, İstanbul ve Edirne'deki bazı saraylarda ön eğitime elınırlar ve buralardan yetişenler Enderun Mektebi'nde üst yönetim ve saray hizmetleri için yetiştirilirlerdi.
XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Yeniçeri ordusunun artık iyice bozulduğu görülünce, 1730'lardan itibaren -yabancı uzmanların da tesiriyle- özellikle topçuluk alanında bazı yenileşme çalışmaları yapılmıştı.
Ancak okur-yazar matematikçi topcu subaylarını tam yetiştimmek için 1791'de "Mühendishane-i Sultanî", 1795'de de "Mühendishane-i Berrî-i Hümayûn" kuruldu. Buraya Humbarahane ve Mühendishane mensuplarının çocuklarıyla Enderun'dan bazı gençler alındı.
Okul, Fransız askerî okullarının programını esas olarak kabul etti. Tüm askerî öğrencilere kara ve denizle ilgili geometri, hesap ve coğrafya alanlarında gerekli savaş bilgi ve eğitimi vermek isteniyordu. Bu nedenle bir ara Deniz okulu Öğrencileri de bu Okluda ders görmüşlerdir.
Mühendishane-i Berrî, genellikle topçu subayları yetiştirirdi. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasında ve bazı kalelerin savunmasında büyük hizmetleri olmuştur.
Daha sonra Kara ordusunun kurmayları da bu okuldan çıkmıştı. 1834 yılında Harbiye Mektebi açıldıktan sonra, Mühendishane-i Berrî, topcu ve istihkamat okulu haline geldi. 1845'te Avrupa'ya öğrenci gönderildi. Daha sonraki yıllarda da subaylar gönderildi.
O zaman "Topçu Harbiyesi" adını alan bu Okul, bir ara 1871-1878 yılları arasında Harp okulu ile birleştirildi. Sonra tekrar ayrılarak "Erkân-ı Harp" ve "Mümtaz" (Yüzbaşı çıkaran) sınıflar eklendi.
Bu arada XIX. yüzyılın ikinci yarısında birçok sivil mühendislik dalları da bu Okulun içinde açıldı. Bu şekliyle Teknik Üniversite'ye de kaynaklık ettiler.
Okul, Balkan Savaşına kadar istihkam, ağır ve sahra topçu subayları yetiştirmeye devam etti. 1912'de kapatıldı. Savaş yıllarında Topçu Atış Okulunda kısa devreli subay yetiştimeye gidildi. 1919-20 arasında İstanbul'un çeşitli semtlerine taşınarak tekrar açıldı. Bu arada Konya'da da bir Topçu talimgâhı açılmıştı.
Cumhuriyet döneminde topçu subayları da Harpokulu'nda yetiştirilmeye başlandı. Bu arada İstanbul'da Topçu Atış ve Topçu ve Nakliye okulları da açıldı. 1941'den itibaren ise, Polatlı'da ayrı bir Topçu (ve Topçu Atış) Okulu biçiminde kuruldu.
4.5. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye

Tıp eğitim ve öğretimi, insanlığın her aşamasında ve her toplumda devamlı gereksinme duyulan bir alan olmuştur. Ortaçağ Türkiyesinde de Hint ve Yunan tıbbını temele alan İslâm tabiblerinin bilgi ve deneyimleri medreselerde ve Dârüşşifa, Dârüssıhha, Bimaristan, Bimarhane, Tımarhane, Dârüttıp gibi çeşitli adlar alan hastahanelerde öğretiliyordu. Ancak XIX. Yüzyıl -her alanda olduğu gibi- tıp alanında da çok önemli değişmelerin olduğu bir yüzyıl idi. Avrupa tıbbı zaten Rönesanstan itibaren çok önemli gelişmeler yaparak Doğu tıbbını geri bırakmıştır.
Türkiye'de Batı örneğine göre bir Tıbbiye kurma girişimi 1826 yılanda hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin girişimleri ile başladı. Yeni kurulan ordunun hasta ve yaralı erlerine bakılmak için açılan Okulun orijinal adı, "Tıbhane-i Amire ve Cerrahane-i Mamure" idi. İlk kuruluşunda tamamen Doğu gelenekleri egemen olan Okulda, 1831'den itibaren Topkapı Sarayı içinde Sade de Calère'in yönetiminden Fransızca öğretim yapılımaya başlandı. Daha sonra l838 de Viyana'dan Doktor Bernard getirildi, Galatasaray binasına taşınarak önemli ıslahat yapıldı. 1845'ten itibaren Tıbbiye'ye bir de lise sınıfları açıldı.
Daha sonra Türkçe tıp öğretimi yapmak üzere, sivil Tıbbiye kuruldu (1866). Ama ancak 1870 yılından itibaren Tıbbıye'deki öğretim dili Türkçe olabildi. Gene aynı yıl öğrencilerin uygulama yapmaları için Haydarpaşa Askerî Hastanesi, "Ameliyat ve Tatbikat Mektebi" haline getirildi. Ancak burası bir depo hizmeti görmekten başka işe yaramadı. 1898 yılında Almanya'dan Doktor Rieder ve Doktor Deycke getirildi. Bunlar "Gülhane Tebabet-i Askeriye Tatbikat-ı Mektep ve Serriyatı"nı kurdular ve geliştirdiler. Daha sonra Wieting, Selling, Bruning adlı Alman doktorlarla birçok Alman hemşire burada çalışarak hizmet etti. 1941 yılından sonra ise Gülhane Ankara'ya taşındı.
Tıbbiye Mektebi de 1909 yılında sivil tıbbiye ile birleştirildi. Üniversite'nin Tıb Fakültesi içinde askerî öğrenci olarak okumaya başladılar.
4.6. Harp Okulu (Mekteb-i Harbiye)

Osmanlı Devletinde III. Mustafa döneminde "Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn" kurularak Osmanlı deniz kuvvetlerinin hem gemi hem de subay ve asker kadrosu yeniden kurulmaya başlamıştır. İstihkam ve topçuluk alanındaki çalışmalar ise ta I. Mahmut zamanından beri -yabancı uzmanların da yardımıyla- hızla devam ediyordu. Sonunda III. Selim devrinde "Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn" açılarak bu alandaki çalışmalar sürekli bir kuruma kavuşturulmuştu. Bu hareketler, şekil olarak Yeniceri ordusunun ana görevi dışında olduğu için, bu gruptan direk ve çok yıkıcı eleştiriler gelmiyordu. Yeniçerilerin ordudaki alt sınıfı piyade idi. Diğer bir etkili ordu birliği olan "sipahi"lerin sınıfı ise süvari idi.
II. Mahmut 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kaldırıp yerine "Asker-i Mansûre-i Muhammediye" adlı yeni bir kara ordusu kurunca, bu ordu için gerekli piyade ve süvari subaylarının yetiştirilmesi için bir askerî okula ihtiaç vardı. II. Mahmut'u yeni bir askerî okul kurmaya yönelten nedenlerden birisi de, Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'da sağladığı gelişmelerdi. Napolyon Ordusu Mısır'a gelip gittikten sonra ve Süveyş Kanalı'nın Fransızlar tarafından açılmasından sonra, bazı Fransızların Mısır'da kalmaları ve Mehmet Ali Paşa'nın da gerek bunlardan çok iyi yararlanarak, gerekse bunların da tavsiyeleriyle Fransa'ya çok sayıda öğrenci göndererek, Mısır'da sivil ve asker çok sayıda okul kurarak sağladığı başarı, II. Mahmut'un çok dikkatini çekmişti.
Özellikle Mısır ordusunun Kütahya'ya kadar ilerleyerek Osmanlı hükümdarının Rusya'dan somut yardım getirmsi, artık Mısır gerçeğini çok iyi değerlendirmek gereğini ortaya koyuyordu. Üstelik Mehmet Ali Paşa, Padişahın, birkaç yetişkin subayı öğretmen olarak gönderme isteğini de red etmiştir.
Bu durum karşısında 1834 yılında Maçka Kışlasında bir "Mekteb-i Harbiye" kuruldu. Okula ilk alınnan öğrenciler okuma-yazma bilmez ama yetenekli erler idi. Bunlar çeşitli aşamalardan geçirilerek subay yetiştirilirdi. Esasen, o zaman var olan diğer askerî okullar da aynı yolu izliyorlardı.
Harbiye'deki ilk önemli ıslahat 1837'de Mehmet Ali Paşa'nın yanından gelen bir subay tarafından yapıldı. Bu ıslahatla, kuruluş biraz okul biçimine girdi. Öğretmenler arasında biraz İspanyol Şiranz (Resim), Fransız Mavoni (Piyade talimi) gibi yabancılardan da vardı. Daha sonra 1834-38 yılları arasında Avrupa ülkelerine 26 öğrenci gönderilmiş, Arapça ve Farsçanın yanısıra Fransızca da yabancı dil olarak programa konmuştur. Çeşitli Avrupa ülkelerinden mühendis ve öğretmenler olarak çeşitli uzmanlar getirtilmiştir. 1834'te ilkokul düzeyinde bir eğitim ile işe başlayan Okul, 14 yıl sonra ilk subaylarını çıkardı. Daha sonra Okul 1843'te idadi ve yüksek kısım olarak ikiye ayrıldı.
Ayrıca daha sonda gerçekleştirilecek pek çok yenilikler de, 1845 sıralarında belirlendi. Prusya ve Fransa'dan öğretmenler getirildi. Avrupa'ya gönderilen öğrenciler öğretmen olarak döndüler.
1848 yılında bir yıl öğretim süreli Erkân-ı Harbiye Mektebi açıldı. Daha sonra askerî okulların rüşdiye kısımları da açıldı (1875). Harbiye'deki esas yenilikler 1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra olmuştur. O zamana kadar Fransa Harp Okulu örneğine göre öğretim yapan okul, Alman subayı Von der Goltz tarafından Alman sistemine göre kurulmuştur (1884).
İçerde askerî ıslahat yapılırken, II. Abdülhamit devri olmasına rağmen, 1883 ve 1887 tarihlerinde Avrupa'ya iki gurup askerî öğrenci gönderildi. 1905 yılında Edirne, Manastır, Erzincan, Şam ve Bağdat gibi ordu merkezlerinde de birer Harp Okulu açıldı. Ama 1908 yılında bunlar kapatıldı. 1913 ve 1914'te Okulda Alman Uzman Heyeti önemli değişiklikler yaptı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Alman Albayı Berek von Erlich, Askerî Okullar Genel Müdürü olarak çalıştı.
Esasen Harbiye 1914-1920 arasında kapalı kaldı. 1920'de de ancak üç ay kadar açık kaldı. Bu sırasa Türk Ordusunun yönetim merkezi İstanbul'dan Ankara'ya kaymıştı. Ankara'da 1920'de kurulan Zabit Namzetleri Talimgâhı, 1923 yılında Harp Okulu "ilk adım" olarak İstanbul'a taşındı, 1936 da ise yeniden Ankara'ya döndü.
Burada sayılan ana askerî okullar dışında çeşitli adlarla kurulmuş ve çeşitli hizmetler için eğitilmiş kişiler yetiştiren pek çok askerî okullar vardı. Askerî Baytar Mektebi, Piyade ve Topçu Endaht Okulları, Küçük Zabit (Astsubay) Okulları, Piyade İhtiyat Zabitanı Okulu, Jandarma Okulları, Nalbant, Levazım, Nakliye, Süvari Tatbikat, Tayyare Talimgah Okulları vs.



kaynak
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #6
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
SİVİL EĞİTİM VE SİVİL EĞİTİMİN BATILILAŞMASI

5.1. Okul Öncesi Eğitimi

Türk eğitim tarihinde XX. Yüzyıla gelinceye değin okul öncesi eğitim kurumlarına rastlanılmamaktadır. Çünkü okul öncesi eğitim, geleneksel aile düzeninin yıkılıp, ekonomik ve sosyal zorunluluklarla aile düzeninin değişmesi, ekonomik ve sosyal zorunluluklarla annenin aile dışına çıkmasından ve çekirdek ailede küçük çocuklarla meşgul olacak kimsenin kalmamasından kaynaklanan bir eğitim kademesidir. XX. yüzyıl öncesi Türk-İslâm toplumlarında ise, henüz aile yapısını bozacak sosyal ve ekonomik gelişmeler ortaya çıkmamıştı. Büyük aile içinde küçük çocuklara bakacak yaşlı aile üyeleri vardı. Herkes dışarda çalışmak zorunda değildi. Ayrıca işe yarayacak ve henüz okul çağına gelmemiş çocuklara bakacak yaşlı aile üyeleri vardı. Henüz okul çağına gelmemiş çacuklar da ailenin çeşitli işlerinde kullanılıyordu. Bütün bunların da en önemlisi, zorunlu bir ilköğretim yoktu. Eğitim ana-babaların isteğine bırakılmıştı. Var olan ilköğretim de bir okul öncesi eğitimini gerektirmiyordu.
Bugün okul öncesi eğitim kurumlarında ve sınıflarındaki eğitim konuları da, XX. yüzzyıl öncesi Türk toplumunda eğitim dışı ve hattâ engellenilmeye çalışılan konulardı.
XX. yüzyıl başlarında, okul öncesi eğitim kurumlarının Türkiye'ye girişi de bir takım ekonomik ve sosyal zorunluluklardan çok, Avrupa'ya özenti biçiminde olmuştur. İlk önce Avrupa'dan gelmiş bazı kadınlar Selânik, İzmir, Beyrut gibi ülkenin büyük ve kozmopolit kentlerinde ana okulları açmışlar ve bu okullar başlangıçta hıristiyan toplumlar arasında yayılmıştır.
Türkiye'de okul öncesi eğitim kurumlarının müslüman toplumlar arasında yayılmaya başlaması, 1910 yıllarından sonra olmuştur. Bunlar, genellikle özel kurum ve okullar bünyelerinde açılmış "Çocuk Bahçesi", "Kindergarten", "Valide Mektebi" gibi adlar almış kurumlardı. Öğretim malzemeleri Avrupa'dan getiriliyordu. 4-6 yaş arasındaki çocukların devam ettiği bu okulların öğretim süresi iki yıl idi.
Okul öncesi eğitim konusundaki resmî girişimler de bu zamanlarda başladı. 1911 yılında Bakanlık Avrupaya altı gayrimüslim kadın gönderdi. 1913 yılında ise okul öncesi eğitim kurumlarını açma hazırlıklarıyla İsmail Mahir Efendi görevlendirildi. Avrupanın her tarafından yünetmelik ve programlar getirildi, çevirileri yapıldı, öğretim araç ve gereçleri getirildi. Sonunda 1914 yılı başlarında Türkiy'de ilk resmî okul öncesi eğitim kurumları açıldı ve kısa zamanda çok hızlı bir şekilde gelişti. Gene aynı yıl, ana okulu öğretmenlerini yetiştirmek için "Ana Muallime Mektebi" adlı bir okul açıldı. Avrupa'daki ana okulu kitapları bile Türkçeye çevrildi.
Türkiye'deki okul öncesi eğitim kurumları, genellikle İsviçre ekolünün etkisinde gelişmiştir. Ama uygulanan öğretim metodları Avrupa'nın çoktan terkettiği "zararlı" öğretim metodları idi. Üstelik tüm ana okulu öğretmenlikleri Ermeni ve Yahudilerin ellerindeydi. Allience İsraelite Ana Okulu yahudi öğretmenler, Darülmuallimat'taki ana okulu da Ermeni öğretmenler yetiştiriyordu.
Bütün bu olumsuz yönlerine rağmen, 1910-14 arasında Türkiye ana okulları hususunda çok önemli bir temel atmıştır.
5.2. İlköğretim

Türk toplumunda ilköğretim kuruluşlarının ortaya çıkması, İslâm dini içindeki gelişim sırasında olmuştur. Bu nedenle, konuyu bu çerçeve içinde ele almak gerekir. İslâmdaki ilköğretim kurumlarına "Küttab" veya "Mekteb" deniliyordu. Bu da "yazı öğretilen yer" anlamına geliyordu. Gerçekten de, başlangıçta bu kurumlarda "rabbanî" adlı gayrimüslim öğretmenler okuma-yazma öğretiyorlardı. Ancak daha sonra öğretim; Kur'ân, dinî bilgiler, basit matematik ve şiir vs. ile genişletildi. "Küttab" genellikle yazı öğretilen yer, "mektep" de diğer dinî bilgilerin verildiği ilköğretim kurumları olarak belirdiler. Bu kurumların ayrı bir binaları yoktu. Genellikle mescid ve camilerin boş zamanlarında o binalar kullanılıyordu.
İlkokul öğretmenleri askerlikten muaf tutulduğu için, bu okullar İslâm dünyasının her tarafına yayıldı. "Muallim" adı verilen bu öğretmenler İslâm dünyasının hemen her yerinde önemli bir saygınlık kazanamadılar. Çünkü devlet tarafından maaş verilen kişiler değildi. Bunlar, öğretimin çeşitli kademesinde öğrencilerden ve ebeveynlerinden hediyelar alıyorlardı.
Çeşitli İslâm devletlerinin çok ilgilenmelerine rağmen bir türlü denetim altına almadılar. Bu ilköğretim kurumlarına başlama yaşı 7 idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında büluğ veya rüşt çağında olurdu. Yoksul ve öksüz çocuklar için yönetimin üst kademelerindeki kişiler ve zenginler "küttâb-ı sebîl" adlı, bu çocukların parasız okuduğu, yiyip, giyindidiği, yattığı ilköğretim kurumları vardı. İslâm dünyasında özel ilköğretim kurumlara vardı.
İslâm dünyasında özel ilköğretim kurumları yoktu. Ancak gücü yeten kişiler, çocuklar için "müeddib" adlı özel öğretmenler tutuyorlandı. Maddî durumları gayet iyi olan bu öğretmenler, bazen efendilerinin isteklerine göre bazen de kendi uzmanlıklarına göre bir öğretim programı uyguluyorlardı.
Osmanlı yönetiminden önce, doğu Akdeniz bölgesindeki ilköğretim olgusuna bir göz atıldığında, hemen hemen bir çok ortak özellikler görülür.
Eğitimin amacı, yaşı, yeri, kadınların eğitimi, öğretim araç ve gereçleri, öğretmenler, öğretim programları, metot, değerlendirme vs. yönlerden Bizans ve İslam dünyasındaki ilköğretim olgusu karşılaştırıldığında "aynılığa" varan bir benzerlik görülür. Hatta Türk eğitim tarihinde cezalandırmanın sombolü haline gelen "falaka"'nın bile Yunanlılardan gelme ihtimali çok fazladır.
Osmanlılar döneminde ilköğretim kuruluşlarının adı, giderek "Sıbyan Mektebi" olmuştur. Sıbyan, küçük erkek çocuk anlamına gelen "sabi"nin çoğuldur. Ama sıbyan mekteplerinde kız çocuklar da bulunurdu.
Osmanlı döneminde genel olarak "sıbyan mektebi" adını alan ilköğretim kurumlarına "Darü't-Talim", "Muallimhane", "Mahalle mektebi" veya "Taş mektep" de deniliyordu. "Medrese" adlı eğitim kurumları genellikle dinî yapılara bağlı kuruluşlar olmalarına rağmen, ilköğretim kuruluşları, İslâm dünyasının hemen her yerinde dinî yapılardan genellikle ayrı idi. Gerçi ilköğretim kuruluşlarında Kur'ân ve ibadet biçimleri de öğretiliyor ama çocuklar rüşd çağına gelmeden dinî sorumlulukları yüklenmeyebiliyorlardı. Bunun yanında, ta baştan beri küçük çocukların ibadet yerlerine sokulmaması hakkında bir eğilim vardı. Bu nedenle sıbyan mekteplerini dini yapı bütününden ayrılarak şehrin çeşitli yerlerine, özellikle sokak üzerlerine ve köşe başlarına taş yapılar halinde dağıtmışlardı. Hemen yanlarında bir de çeşmesi olan bu yapılar iki katlı oluyordu ve alt katları dükkan olarak kullanılıyordu.
Sıbyan okulları tek dersaneli ve tek öğretmenleri idiler. Öğretmenlerin yardımcısı bir de "kalfa" ("halife")lar vardı. Bu, öğretmenin çeşitli konularındaki yardımcısı idi.
Tek derslik ve tek öğretmen sisteminin bazı kötü yönlerine rağmen, olumlu yönleri de vardı. Bir aile yaşantısını, bir samimiyet havasını veriyordu.
Derslikler aşağı yukarı 30 kişilikti. Bu, küçük çocukların kavrayabilecekleri ölçüler içinde olması ve öğretim faaliyetinin verimli bir şekilde geçmesi için ideal bir salon va sayı idi.
Sıbyan okullarının harcamaları vakıflar tarafından karşılanıyordu. Öğretmen ve diğer görevlilerin maaşlarının yanı sıra öğrencilere de bazı yardımlar yapılıyordu. Bunun yanında öğretmenler de vakıf gelirlerinden başka öğrenci ebeveynlerinden "hediyeler" alıyordu.
Sıbyan okullarına törenle başlanırdı. Bu merasimin belli bir zamanı yoktu. Aile istediği zaman çocuğunu okula başlatabilirdi. Yoksul çocukların okula başlayışı, öğretmenin elini öpmesiyle olurdu, Orta halli kişiler çocuklarını giydirir, başını süsler, boynunda cüz kesesi, akrabalarıyla beraber okula giderler, hocaya ve oradaki çocuklara az miktarda bahşişler verirlerdi. Zengin ve kibar çocuklar ise, çok büyük olaylarla ilkokula başlarlardı.
Osmanlı sıbyan okullarında özellikle Kurân'ı okutmak eğitimin esas amaıcı olmakta devam ediyordu. Bu amaca oldukça iyi bir şekilde ulaşılıyor; hattâ kutsal kitabın belli bir bölümü de ezberletiliyordu. Bunun yanında namaz biçimlerini ve namazda okunacak âyet ve duaları okumak ve öğretmek de eğitimde önemli bir yer tutuyordu. Bir de yazı yazmayı öğretmek, "mürekkeb yalatmak" esas amaçlarındandı. Bunun dışındaki hesap, tarih, coğrafya, Türkçe gibi dersler öğretmenlerin isteğine bırakılmıştı.
I. Abdülhamit döneminde, 1781 yılında bazı sıbyan okulu programlarına Arapça ve Farsça'nın da girdiği görüldü. Ama bu, başarısız olacağı daha başlangıçta belirli bir girişimdi.
Türk ilköğretim sistemi XIX. yüzyılda büyük değişmelere uğradı. 1824'te II. Mahmut'un "ilköğretim mecburiyeti" diye yorumlanan fermanı İstanbul sınırları dışına çıkmadı ve İstanbul'da da pek önemli bir başarı kazansmadı. 1850'lerden itibaren devlet ilköğretim kademesini denetim altına almak için pek çok girişimlerde bulundu. Reform yanlılarını tuttu. Buna rağmen ilköğretim kademesinin tam denetim altına alınması ancak Cumhuriyet döneminde mümkün olabildi.
Sıbyan mekteplerinde reform yapmak çok zor oluyordu. Malî yönden bu okullar genellikle vakıflara ait olduğu için, kendiliğinden bir özerklik içinde bulunuyordu. Mualimler ve çevresindeki bağnazlar da devletin buralarda yapacağı değişikliklere karşı çıkıyorlardı.
Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul'daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik numune iptidaileri kuruldu. Selânikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir "Elifba" ıslahatı haline dönüştürdü. "Hakiki"siyle, "Tecrübî"siyle binlerce Kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanılan harf ve yazı meselesi ancak 1928'de çözümlenebildi.
Devlet, 1869'dan itibaren ilkokul programlarını bir resmî düzen içine almaya çalıştı. 1876, 1882, 1891, 1904, 1911, 1914 yıllarında ilkokul programları üzerinde yeni düzenlemelere gidildi.
XIX. yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başlandı. "Sıbyan mektebi" terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında "iptidai mektep"ler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokulardı. Ayrıca gene bu dönemde köy ve kent iptidaileri de öğretim süresi bakımından ayrılmaya, dersane ve öğretmen sayısı bakımından çeşitlenmeye başlamıştır.
II. Abdülhamit döneminden itibaren Oamanlı ilkokullarında bir "Usul-ü Cedide" tartışması başladı. Eski ve yeni usul ve öğretim medodu karşısında ilkokul öğretmenleri arasında fiilî tecavüzlere varan sert çekişmeler oldu. Yönetim yeni usul taraftarlarını tuttu. Eski usul taraftarları da vakıflara sığındılar. O zaman Rusya yönetimindeki Türk topraklarında yankılanan hattâ esas gelişimini, mücâdelesini orada sürdüren ilköğretimdeki bu usul-ü cedîd, o zaman bize göre yeni, ama Avrupa'nın çoktan terkettiği bir eski metot idi. Bu hareketin ana esaları şunlar idi:
İlkokul medreseden ayrılacaktı.
İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak, mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktır.
Öğretmen sadece "hediye" değil "aylık" (maaş) alacaktı.
Okuma-yazma öğretiminde "heceleme" usulü terk edilecek ve "usul-ü saftiye" veya "meddiye" denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.
Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu.
Öğretim bu programa göre yapılacak ve her yaşa göre ders kitapları yazılacaktı. Bu konu da, eski ve yeni usul taraftarları arasında çok sert tartışmalara neden oldu.
İlköğretimin zorunluluğu hususunda XIX. yüzyıl ortalarından beri bazı çalışmalar ve girişimler vardı, ancak ilköğretim paralı olmakta devam ediyordu.
II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim politikası etkinleşmeye başladı. Malî yardımlar, öğretmen meselesi, okul yapımlarına ve öğretim araç ve gereçlerine katılmalar şeklinde Devlet ülkedeki ilköğretimi kontrol altına almaya çalıştı. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İköğretim müfettişleri getirildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.
Osmanlı ilköğretim sistemi son şeklini Birinci Dünya Savaşının patlayacağı yıllarda oluşturdu. Öğretim süresi altı yıl olarak belirlenmişti. 1913-14 öğretim yılında Osmanlı yönemiminin 4.194 ilkokul, 15.110 ilkokul öğretmeni ve 568.777 de ilkokul öğrencisi vardı. Bu oranlara vurulduğunda ise Avrupa ülkelerine göre gülünç denilebilecek bir durum ortaya çıkıyordu.
Cumhuriyet döneminde ise ilköğretim süresi 5 yıla indirilerek devam etmiş, 1935-50 araında öğretmen meselesi çözümlenmeye çalışılmıştı. Son yıllarda ise ilköğretimin 8 yıla çıkarılması konusunda çalışmalar yapılmaktadır.
5.3. Ortaöğretim

5.3.1. Rüşdiyeler

"Rüşdiye" diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de "yüksek ilkokul" denilebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılında ilkokulların içinde erimiştir. Ülkede çok uzun zamandan beri açılmış bulunan askerî okullar, kendisine iki şekilde öğrenci hazırladığından başarılı bir çalışma yapamıyorlardı. 1838 yılında Mühendishane, Harbiye, Tıbbiye gibi askerî okullara öğrenci hazırlamak için sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiştir. Hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına "sınıf-ı evvel" denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da "sınıf-ı sânî" denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara "rüşdiye" denilmesini istemişti. Çocuklar "rüşt çağı" olan 14-15 yaşına kadar bu okullarında kalacaklar, ondan sonra yüksek askerî okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Gene tasarıya göre bu okullarındaki öğrenciler sıralara oturacaklar, evkafdan aylık alacaklardı. Hattâ bunun için 1838'de "Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti" adlı bir de idarî birim kurulamuştur.
Ancak çeşitli nedenlerle "Rüşdiye" adlı okulların açılmaları 1847 yılına kadar gerçekleşememiştir.
Burada bir noktaya dokunmak gerekiyor. Türk eğitim tarihi alanında araştırma yapanlardan çoğu, 1838 yılında açılan iki sivil memur yetiştirme okulunu da "rüşdiye" sayarlar. Onun için bunlar üzerinde kısaca durulmalıdır.
Mekteb-i Maarif-i Adliye

1838'de hükûmet dairelerine girmiş olan genç memurları ve memuriyete girmek için başvuranları okutmak ve yetiştirmek amacıyla Sultan Ahmet Külliyesinde açılmıştır. Buradaki "adliye" kelimesinin adelet ile ilgisi yoktur. Padişahın mahlası "adlî" olduğundan dolayı bu adı almıştır. Yatılı ve gündüzlü öğrenciler alacak olan okul, askerî bir düzen içide olacaktı. Öğrencilerin resmî kıyafeti olacaktı. Masraflar devlete ait olacaktı. İç yönetmelik bakımından askerî okullardan etkilenmiş olan bu okul, sınıf düzeni bakımından Enderun okullarından yararlanmıştır. Dersaneler "yeşil oda", "sarı oda" ve "mavi oda" olarak adlandırılıyordu.
Gariptir ki, okulun öğretim programı da medreselerden etkilenmiştir. Medrese dersleri programın esasını oluşturuyordu. Okulun imtihanları Batı düzenine göre ilk bürokrasinin kurulma heyecanlarıyla büyük törenler düzenlenerek yapılıyordu. Zaten öğrenciler de paşazade ve beyzade çocukları idi. Okul çeşitli binalar ve programlar değiştirerek 1862 yılına kadar sürdü. 10 yıl sonra "Mahrec-i Aklam" adlı okul açılınca fonksiyonunun ona bırakarak, kapandı.
Mektebi Ulûm-u Edebiyye

Bu ismin, "Mekteb-i Maarif-i Adliye" adlı okulla Sülaymaniye'de açılan benzeri okulun ortak adı mı olduğu, yoksa yalnızca ikincisine mi ad olarak verildiği tartışmalıdır. Bu okul Süleymaniye Külliyesindeki mektepte açılmıştır. Amaç olarak devlet dairelerine güzel, anlaşılır, doğru yazı yazmayı bilen kâtipler yetiştirmeyi almıştır. Kalıp olarak yeni bir görünüm getirmesine rağmen, medrese zihniyetiyle öğretim ve imtihan biçimlerinin egemen olduğu bu okulda 1838'deki Rüştiye Nezareti görevlerini yerine getirmediği için, 1847'de yeni bir örgütlenmeye gidilir. "Mekâtib-i Umumiye Nezareti" kurulunca, ilk olarak açılacak rüştiyelere öğretmen yetiştirmek üzere 1848'de bir "Dârülmualimin-i Rüşdiye"yi kurulmuştur. Aynı yıl İstanbul'un çeşitli yerlerinde 5 tane rüşdiye okulu aşılmıştır. Daha sonra 1853 yılında öğretmen okulu mezun verince, ülkenin 25 büyük yerleşim merkezine de rüşdiyelerin kurulmasına girişilmiştir.
Rüştiye okulları bu ilk çıktığı dönemde orta öğretim düzeyinin tek okulu idi. Çünkü ülkede eğitim planlamasını yapmakla görevlendirilmiş bulunan Geçici Eğitim Kurulu (Meclis-i Maarif-i Muvakkat), Batıdan esinlenerek bu ülke eğitimini üç kademede kurmayı düşünüyordu: İlk kademede vakıflara bağlı sıbyan okulları vardı. Bunun için kurul orta ve yüksek öğretimi kurmayı düşünüyordu. Ortaöğretim kuruluşu olarak "rüşdiye"lerin yaygınlaştırılması ve daha sonra da üniversite olarak "Dârülfünun"un kurulması planlanıyordu.
İşte, lise ayarındaki idadi ve sultaniler kuruluncaya kadar rüşdiyeler, tüm ortaöğretim kademesini temsil eden bir okul olarak kalmışlardır. Hattâ Bezm-i Alem Valide Sultan'ın 1850'de büyük törenlerle kurduğu "Dârülmaarif" adlı okul, Batıdaki liseler düzeyinde bulunmasına rağmen, eğitim tarihçileri tarafından gene de rüşdiyeler arasında sayılır.
Rüştiyelerin öğretim süresi ilk açıldıklarında iki yıl idi, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren de altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Ders programı da öğretim süresinin artıp eksilmesine göre sürekli değişmiştir. Öğretim süresindeki düşüşte en büyük etken şüphesiz idadilerin açılmasıdıki sivil erkek rüşdiyeleri 19. yüzyılın ikinci yarısında normal gelişimlerini sürdürürken, aynı öğretim düzeyinde iki rüşdiye tipi daha ortaya çıktı.
Bunlardan birisi kız rüşdiyeleri idi. İlk defa 1859 yılında aşılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 1870 yılında da kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan "Dârülmualimat" açılmıştır. 19. Yüzyıldaki eğitim gelişmemizde askerî eğitim, tâ orta dereceli öğretimin başlarından itibaren sivil okullardan ayrı olan gelişimini sürdürmüştür. 1875 tarihinden itibaren İstanbul il merkezinde ve askerî garnizon merkezlerinde askerî rüşdiyeler açılmaya başlandı.
Rüştiye okulları II. Abdülhamit döneminde yalnız yerel hükümet dairelarine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. Öğretmenlerinin maaşlarının düşürülmesi karşısında da öğretim düzeyi tamamen düşmüştür.
II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur. Bu dönemde rüşdiye, ilkokul çıkışlıların bilgilerini tamamlayan ve onları orta öğretime hazırlayan bir yüksek ilkokul durumuna getirildi. Bu öğretim kurumu önce ıslah edilmek istendi. "Numune Rüşdiyeleri" adı altında örnek kurumlar kuruldu. Fransızca, Türkçe ve pratik derslere ağırlık vermeyi amaçlayan bu kurum, tüm Osmanlı unsurlarını bünyesinde toplamayı amaçlıyordu. Hattâ 1908'de kapatılan "Darülmuallimîn-i Rüşdiye"ler bile yeniden açıldı. Ama bu arada rüşdiyelerin ilkokullarla birleştirme çalışmalarına da devam ediliyordu. Bir taraftan da Boşo Efendi'nin başlattığı bir kampanya ile askerî rüşdiyelerin Maarif Nezaretine bağlanması hususunda çalışmalar yoğunlaşıyordu. 1913 yılı "rüşdiye" adlı öğretim kurumlarının sonu oldu. Önce 29 Askerî rüşdiye Maarife devredildi. Ancak bu çok karışık oldu. Askerler, devir sırasında öğretim ve araç gereçleri ile askerî öğretmenlerin çoğunu kendi bünyesinden ayırmadı. Bu okullar bir keşmekeş içinde kaldılar. Ancak tam bu sırada "Tedrisat-ı İbtidaiye Kanun-u Muvakatı" yayınlandı ve rüşdiyeler, ibtidailer içinde eritildi. 1910 yılında 458 erkek, 80 de kız rüşdiyesi vardı.
5.3.2. İdadiler

"İdad" hazırlamak demektir. "İdadi" de genel olarak kendisinden üstün bulunan bir okula öğrenci hazırlayan okul demektir. Öğrencileri bir yere hazırlayan öğretim kurumlarına ad olarak daha sonra "Mahrec", "İzharî" "İhtiyat" gibi adlar kullanılmıştır. Hazırlama okulları olduklları için idadilerin eğitim tarihindeki rolleri sürekli olarak değişmiştir. Sıbyan mektebilerine bile bir zaman "idadi" denmiştir. Sıbyan okulları, rüşdiyelere "idadi" olarak verilmişti. "İdadi" adlı ilk okullar, yüksek askerî okullara öğrenci hazırlayan ön-sınıflar olarak, ilk defa 1845 yılında ordu merkezleriyle Bosna'da açıldı. Harp okullarına ve Askerî Tıbbiye'ye girmek isteyen 11-14 yaş arasındaki gençlerin eksikliklerini tamamlayan ve onları yüksek okul derslerini izleyebilir bir düzeye getirmek isteyen kuruluşlar olarak ortaya çıktı. Yaş bakımından olduğu gibi, program bakımından da orta öğretimin birinci basamağı düzeyinde idiler.
"İdadi" adı gerçek hüviyetini 1969 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'nde buldu. Bu Yönetmeliğe göre, müslüman olan ve olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirlerine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içinde yetiştirmek düşüncesiyle Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık idadiler kurulacaktı.
Bu, kağıt üzerindeki maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. Ancak 1873'de "Darülmaarif" adlı okul mülkî idadi şekline dönüştürüldü. İki yıl sonra da Mora-Yenişehir'de bir idadi okul daha açıldı. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşmaları II. Abdülhamit döneminde olmuştur. 1881 yılından itibaren il merkezlerinden yedi yıllık, ilçe merkezlerinde de beş yıllık idadiler açılmaya başlanılmıştır. Böylece 19. yüzyıl sonlarında ülke, ortaöğretim bakımından oldukça sıkı örgülü bir örgün yapıya sahip olmuştur.
Aslında bu yedi yıllık ve beş yıllık idadilerin ilk üç sınıfları rüşdiye sınıfları idi. Bu nedenle bunlar aslında iki ve dörder yıllık idadilerdi. Bu okullar arasındaki bir diğer farklılık, ilçe idadilerinin gündüzlü (neharî), illerdeki yedi yıllık idadilerin de yatılı (leylî) olmaları idi.
İdadilerin ilk uyguladıkları program ele geçememiş, ancak 20 yıldan fazla uygulanan 1892 programı elimizdedir. Ancak bu program ülke ihtiyaçlarına yetmediğinden, 1902-1906 arasında yeni bir porgram girişiminde bulunuldu. Yedi yıllık idadiler, ziraat, ticaret ve sanayi ile çeşitli amaçlı üç dala ayrıldı. Ziraat şubesi altı, diğer şubeler sekiz yıl oldu. Ancak bu şubelerdeki dersleri okutacak yetenekte öğretmenler bulunamadığından, tamamen vazgeçildi. Beş yıllık idadilerin amacı, üniversite ve yüksek okullara öğrenci hazırlamak değildi. Bunlar, bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak adamlar yetiştirmeye yönelmişlerdi.
Bu okullara başlangıçta yalnız ilkokul mezunları alınırken, 1913'de girişilen bir düzenleme ile rüşdiye mezunları da alınmaya başlandı ve program bakımından da 1902 girişimi gibi yeni bir denemeye geçildi. Bu okullar yüksek öğretimı devam etmeyecek olan öğrencileri genel, ziraat, ticaret ve sanayi dallarında eğitmeye yöneldi. Programları bu amaca göre düzenlendi. Sürekli savaşlar dolayısıyla pek uygulanmayan bu programlarla, rüşdiyelerin ortadan kaldırılması ile beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde "Ortaokul"a dönüştüler.
Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık idadiler de 1910-1913 arasında önce "sultani"ye, daha sonda da "lise"ye çevrilerek tarihe karıştılar. Bu çevirmelerden amaç, bütün Osmanlı vatandaşlarına hiç olmazsa bu düzeyde ortak bir eğitim vermek ve iyi bir yabacı dil öğretmek idi. Bu isim değişiklileri sırasında yönetmelik, proğram, öğretmen maaşları, öğrenci diplomaları vs. yönünden pek çok karışıklıklar ve polemikler oldu. Ama Meşrutiyet döneminden sonra eski idadiler tartışmasız liseye dönüştürüldü.
1914 yılı başlarında ülkede 59 idadi 6970 öğrenci ve 629 öğretmen vardı.
5.3.3. Sultaniler

XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilk öğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Eğitim Bakanlığı ile bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışırken; müslüman ve hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına örtaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim vermek istiyordu. Rusya'ya karşı Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumak isteyen bazı Avrupa Devletleri, Osmanlı Devletine ıslahat notaları veriyorlardı. Bunlardan biri de 1867 tarihinde Fransa tarafından verildi. Fransız elçisinin Osmanlı yöneticileriyle yaptıkları görüşmeler ve Abduaziz'in Avrupa seyahatindeki izlenimleri sonucu öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumu açılması kararlaştırıldı. 1868 yılında çok görkemli törenlerle açılan bu kurum kısaca "Sultani" diye adlandırıldı.
Galatasarayı'nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Hattâ bir ara "Dârülfünun-u Sultani" adıyla yüksek kurumlar da açılarak tam bir külliye haline getirilmişse de, bu uygulamadan çabuk vazgeçilmiştir. Galatasaray Sultanisin bir ortaöğrenim kurumu olmasına rağmen hem dil hem de proğram ve öğretim sistemi bakımından diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstün idi. Daha sonraları "Galatasaray Lisesi" adını alacak olan bu öğretim kurumu, günümüzde de aynı sistemde devam etmektedir.
Galatasaray lisesinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan "Maarif-i Umumiye Nizamnamesi"nde de vilayet merkezlerinde "Mekteb-i sultani" adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Bütün Osmanlı yurttaşlarına açık olacak bu okullar, rüşdiye çıkışlıları alacaktı ve son üç yıllık dönemi "Edebiyat" ve "Ulum" kollarına ayrılacaktı. Yönetmelikte bu okullarda uygulanacak programlar bile belirlenmişti. Ancak bunlar gerçekleşemedi, yanlız bir yerde, o dönemdeki siyasî olaylar nedeniyle büyük önem kazanan Girit'in merkezinde "Mekteb-i Kebir" adlı bir sultani okul kurulmuştu. Bunun dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.
1908-1914 arasında ise "Sultani meselesi" çeşitli alanlarda birden kendini gösterdi. Her zeman her birisi de geniş yankılanmalara ve önemli olaylara neden olan bu hareketler şu şekilde özetlenebilir.
Mekteb-i Sultani meselesi

1910 yılında Tevfik Fikret Bey'in bu Ookuldaki müdürlük görevinden istifasından sonra ortaya çıkmıştır. Gerek Bakanlığın tutumu gerek öğretmen ve öğrencilerin boykot hareketleri, meseleyi çok önemli bir ülke meselesi haline getirdi. Buarada Okulun proramındaki edebiyat ve fen deslerinin ağırlıkları Bakanlık tarafından belirlenmeye kalkılınca, Okulun imtiyazlarının kaldırılıp öteki idadiler düzeyine indirileceği gibi tartışmalar oldu. Ama hiçbir şey olmadı, zaman öfkeleri yatıştırdı. Mekâtib-i Sultaniyeler

Bunların sayıları yetmişi geçmemesine rağmen önemli bir işo yaramayan taşra idadileriydi. Emrullah Efendi'nin Bakanlığı zamanında ıslâh edilmek istenildi. Bakan, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'deki(1869) maddeleri uygulemaya koymak istedi. İlk önce 23 yatılı idadiden 10 tanesini sultani haline çevirdi, ama öğretmenlerin seçimi ve maaşlarında, öğrencilerin intibaklarında, ders programlarında vs. o kadar çok karışıklıklar oldu ki, bu hususta Bakan hakkında gensoru önergesi bile verildi. Buna rağmen bazı çevrelerce "kahkaha ve ıslığa lâyık" görülen bu lise veya sultaniye hareketi kör topal yürüdü. 1914 yılında Şükrü Bey'in Bakanlığı sırasında da bütün yedi yıllık idadiler sultaniyeye çevrildi. Daha sonra sultanilerden liseye geçişte de aynı şekilde birçok tartışmalar oldu. 1913-14 öğretim yılında ülkede 721 öğretmen, 9573 öğrencisiyle 36 tane sultani vardı.
İnas Sultanisi (Kız Lisesi)

II. Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar Osmanlı devletinde kızlara orta ve yüksek öğretim veren hiçbir kurum yoktu. Meşrutiyet ilân edilince Meclis başkanı Ahmet Rıza Bey'in önderliğini yaptığı bir kız sultanisi kurma kapmanyası başladı. Çok büyük gürültülerle yürütülen bu kampanya, Balkan Savaşanın başlamasıyla hiçbir sonuca ulaşmadan sona erdi. Özel girişimler bir sonuç vermeyince mesele ile devlet ilgilenmeye başladı. Darülmuallimat binasının yanması üzerine, onun öğretmen ve öğrenci kadrosuyla bir "kız idadisi" açıldı. Bu, daha sonra "inas sultanisi" haline çevrildi ve günümüzde kız lisesi olarak devam etmektedir.
5.3.4. Özel ortaöğretim kurumları

Türk eğitim tarihinde "özel okul" denilince yalnız müslümanların kurduğu özel okullar anlaşılmalıdır. Resmî okulların dışında, yabancı devletlerin, Osmanlı uyruğunda olmayan kişilerin, müslüman olmayan dinî toplumların ve hıristiyan Osmanlıların açtıkları okullar da vardı. Ama bunlar, kendi okullarının "özel okul" statüsüne konulmasına kesinlikle izin vermiyorlardı. Çünkü başka devletlere bağlı çeşitli kişi ve kurumlar tasafından açılan bu okullar, çok geniş ve üstün bazı ayrıcalıklara sahip sahip idilir. Yabancı devletler Osmanlı yönetimi üzerine kurdukları çeşitli baskılarla bu okulları gayet "iyi" koruyorlar; hattâ bu hususta istedikleri her ayrıcalığı alıyorlardı. Osmanlı yönetimi, ülkedeki yabancı ve ezınlık okullarını özel okul statüsüne alabilmek için çok yoğun çabalar harcamış, fakat başaramamıştır. Hıristiyan dinî toplumlar daha önceden aldıkları ayrıcalıkları canla başla savunmuşlar, Osmanlı yönetiminin denetim ve müdahele hakkını bile tam olarak kullandırmamışlardır. Hıristiyan kişilerin açtıkları özel okullar da, kendi dinî toplumlarının sahip olduğu tüm haklardan yararlanmışlardır.
Azınlık ve yabancı okullarının özel okul statüsüne alınmaları ancak Cumhuriyetten hemen sonra mümkün olmuştur.
Cumhuriyet dönemine kadar Maarif Nezaretinin özel okul olarak işlem yaptığı okullar, yalnızca müslüman kişi ve kurumların açtıkları üzel okullar olmuştur.
Türkiye'de özel okulların ortaya çıkışı, XIX. yüzyılın ikinci yarısındadır. O zamanın Osmanlı hükûmetleri çeşitli malî eksiklikler sonucu, ülkenin ihtiyacına yetecek kadar Batılı eğitim-öğretim kurumları kuramıyorlardı. Yönetimin malî kriz içinde bulunduğu, halkın da okula şiddetle ihtiyaç gösterdiği sıralarda özel girişim ve sermayelerle ülkenin büyük şehirlerinde özel okullar açılmaya başlanılmıştır.
Ülkede kurulan ilk özel okulun hangisi olduğu tartışmalıdır. Ama özel okulların 1860'lardan sonra kurulmaya başladıkları bir gerçektir.
Özel okullar genelikle büyük konaklar kiralanarak kuruluyordu. Kendine has binaları olan özel okullar çok azdı. Kiralık konaklardaki eğitim de, gerek okulun sürekliliği gerekse sağlık koşulları bakımından pek verimli olamıyordu. Kişilerin kurdukları özel okullar ticarî amaca yönelik oldağu için, süreklilikleri garanti edilemiyordu. Kişilerin ölmesi, konağın kirasını verememesi, öğretmenlerin başka yerlerde iş bulmaları, özel okulların kısa ömürlü olmalarının önemli faktörlerindendir.
Derneklerin kurdukları özel okullar, şahısların kurduklarından daha uzun süreli ve güvenilir oluyordu. Ama bunların sayısı çok azdı. Özel okulların olumlu ve olumsuz yanları vardı.
Olumlu yanları:
1. Her ne kadar ücretli eğitim yapmakta ise de, bir kısım yoksul öğrencileri parasız okutmuşlardır.
2. Öğrenci çekmede birbirleriyle ve devlet okullarıyla rekabete girdikleri için eğitim ve öğretim alanındeki yenilikleri uygulamada önderlik etmişlerdir.
3. Reklam ve gösteriye ihtiyaçları olduğundan
Devrin tanınmış bilgin ve uzmanlarından öğretmen olnrak yararlanmışlardır.
Çeşitli dil ve bilim dallarına özellikle ağırlık vermişlerdir.
Sınavlar sırasında devrin ileri gelenlerinin de katılmasıyla büyük törenler yaparak halkın ilgisini eğitim olayına çekiyorlardı. Ödül dağıtma, diploma verme törenlerinde özel okul günlerinde gene öyle.
Okul gezileri düzenlemişler, çeçitli oyunlar ve marşlarla hem eğitim hem de halk üzerinde olumlu etkilerde bulunmuşlardır.
Temizlik ve düzeni göstermek için özel öğrenci formaları hazırlamışlar ve giydirmişlerdir.
Devlet okullarındaki gibi "atıl ve batıl" durmayıp sürekli çalışarak verimli bir eğitimi gerçekleştirmişlerdir.
Türkiye'deki özel okulların olumsuz yanları da şunlardır:
1. Pek çok özel okulun esas amacı kâr ve vergiden kaçmak idi. Eski konaklar biraz temizlenerek ve bazı malzemeler bulunarak okul haline getiriliyor, okul oldugıı için binanın vergisini vermekten kurtuluyorlardı.
2. Okul görünümü altında esas amacı ticaret olan bazı okulların öğretmenleri de iyi olmuyordu. Bu yüzden öğretmenler sık sık değiştiriliyor, öğretimde bir süreklilik sağlanamıyordu.
3. Öğretmenler gibi yöneticileri, ders programları, amaçları, öğretim metotları vs. de sık sık değişiyor, çocuklar neye uğradıklarını şaşırıyorlardı.
4. Düzenledikleri piyango, müsamere ve ücretli konferanslarla hanedan ve diğer zenginlerin verdikleri ihsanlarla haksız kazançlar sağlıyorlardı.
Başlangıçta gayet hoşgörülü davranılan, hattâ kurulması teşvik edilen özel okullara karşı, Bakanlık 1912 yılından itibaren sert bir tutum izlemeye başlamııştı. Bazı özel okullar çeşitli yolsuzluklarla adlî koğuşturmaya konu olmuş, şahıslara ait özel okul binalarından vergi alınmaya başlanılmış, aldıkları ücretler ve diğer gelir ve giderlerin defterleri Bakanlık müfettişlerince incelenilmeye başlanılmış, program ve sınavlar üzerinde resmî denetimler kurulmaya çalışılmıştır. Önceleri Bakanlık bünyesinde gündelik emirlere göre yön verilmeye çalışılan özel okullar için, 1915 yılında bir de genel yönetmelik çıkarılmıştır.
Osmanlı Anayasası, öğretim hürriyeti bahsinde özel okullara geniş yer veriyordu. Bu okullar ilk ve ortaöğretim sahasında kurulabiliyorlardı. Yüksek özel okul açılmasına yasalar izin vermiyorlardı. Özel okulların, Bakanlığın ruhsatı ve padişahın "irade-i seniyye"si ile kurulması gerekti. Bu da uzun bürokratik işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle özel okulların çoğu ruhsatsız çalışıyorlardı.
Bakanlık bu okulları genellikle okul binalarının sağlığa, genel ahlâka uygun olması ve askerlik bakımından bir ongel oluşturmaması, okul yönetici ve öğretmenleri icin gerekli ehliyetnameleri bulundurması, okulda yapılan öğretimin din, ahlâk ve adab ile Devlet yasa ve yönetmeliklerine uygun olması yönlerinden denetliyordu. Yoksa programlarına, ders kitaplarına, öğretmenlerin seçilmelerine karışmıyordu.
Özel okulları şahıslar kurabildikleri gibi, dernekler de kurabiliyordu. Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye, İttihat ve Terakki gibi derneklerin çeşitli kentlere dağılmış okulları vardı.
Türkiye'de müslümanlar tarafından kurulan özel okulların en eskisi ve en süreklisi "Darüşşafaka"dır. Yetimler için 1888 yılında kurulan bu okul, ilk ve orta öğretim kurumlarından oluşuyordu. Okulun kendisi, Türkiye'deki diğer özel okullara iyi bir örnek olduğu gibi, mezunları da Türkiye'nin posta işlerinde büyük hizmetler görmüşlerdir. Bu özel okul, 1903 yılında öğrencilerinin açlık ve idaresizlik yüzünden Bâb-ı Ali'ye hücum etmelerinden dolayı, Bakanlığa bağlanarak cezalandırılmış, II. Meşrutiyetin ilânından sonra tekrar bağımsız hale getirilmiştir. Türkiye'de jimnastik ve askerlik derslerini programına ilk alan, ilk defa ders kitapları yazdırtan bu öğretim kurumu, başarılı çalışmalarına hâlâ devam ediyor.
Türk eğitim tarihinde özel okulların kesin istatistikleri tutulmamıştır. Bu bakımdan okullar hakkındaki bilgiler ve sayılar bölük pörçüktür.
5.4. Öğretmen yetiştirme

Türk eğitim tarihinde öğretmen yetiştirme sorunu XIX. yüzyıl ortalarına gelinceye kadar okullaşmamıştır. Bu dönemde medreseler hem adalet mekanizmasını hem din adamlarının ve "sıbyan mektepleri muallimleri"nin ve medrese öğretim elemanlarının yetişmesinde hemen hemen tek kaynak olmuşlardı. Alt düzeydeki medrese çıkışlılardan imam-hatiplik mesleğini seçenler, aynı zamanda bulundukları köy ve mahallenin ilköğretim düzeyindeki öğretmeni de oluyorlardı. Yüksek medrese çıkışlılardan medrese de öğretim üyesi (müdderis) olmak isteyenler ise önce alt seviyedeki küçük medreselerden başlayarak, giderek yüksek düzeydeki büyük medreselerin müdderisliklerine kadar çıkarlardı. Ayrıca -özellikle Selçuklular döneminde- müderrisliğin bir alt kademesi olarak "muidlik" özgün adıyla, yardımcılık fonksiyonunu gören ayrı bir öğretmenlik kademesi vardı. Osmanlılar dbneminde ise bu fonksiyon üst düzeydeki medrese öğrencilerine bırakılmıştır. Medreselerde öğretmenlikle ilgili meslek dersleri yoktu. Sadece dinî bilimler alanında salt bilgiye dayanan bir öğretim uygulanıyordu. Zaten bu dönemdeki öğretim metotları da ezbere, not tutturmaya (imlâ) ve şerhe dayandığından, öğretmenin üzerinde didaktiğe dayalı fazla bir yük yoktu. Tartışmaya dayalı bir öğretim, çok seyrek olarak, kendine güvenen öğretmenler tarafından uygulanırdı.
Türkiye'de öğretmen yetiştirme sorununun okullar aracılığıyla çözümlenmeye çalışılması 19. Yüzyıl ortalarında olmuştur. Batı örneğine göre kurulan ve kurulması palanlanan okullar, öğretmen yetiştirmenin öyle bir çerçeve içinde ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Kuruluş tarihine göre, Türkiye'de öğretmen yetiştiren okullar şöyle gruplandırılabilir.
Orta öğretmen okulları
İlk Öğretmen okulları
Yüksek Öğretmen okulları
Özel ve meslekî öğretmen okulları
Bu okul gruplarından bazılarının bazen tek bir yönetim ve okul altında birleştikleri de görülmüştür.
Orta Öğretmen Okulları

Türkiye'deki ilk öğretmen okulu kuruluşu, 16 Mart 1848'de kurulan "Dârülmualimin-i Rüşdi"dir. O zaman yeni yeni kurulmaya başlayan "Rüşdiye" adlı orta okullara öğretmen yetiştirmek amacını güdüyordu. Öğretim süresi ve ders programı hakkında net bilgilere sahip olmadığımız bu okul mukakkak ki, alt pedagojik bir öğretmen yetiştirme kurumu değildi. Gösterilen dersler, rüşdiye derslerinin biraz daha ayrıntılı şekilleriydi. Hattâ meslekî hiç bir ders olmadığı da söylenmektedir. Bu okul, Cevdet Paşa ve özellikle Ahmet Hilmi Efendi'nin yönetimleri altında, eğitim sorunlarının topluca ele alındığı 1868 yılına kadar devam etti. 1868 yılında ilkokul öğretmenleri yetiştirmek için bir "Dârülmuallimin-i Sıbyan" kurulmuştur. 1869 Genel Eğitim Yönetmeliğ'inde de ("Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi") bir büyük Dârülmuallimin kurulması öngörülüyordu (madde 52). Buna göre bu Okul üç şubeden oluşacaktı: Rüşdiye, İdadiye ve Sultaniye. Bu üç cins okula öğretmen yetiştirecek büyük Dârülmuallimin'in yöneticine Dârülmualimin-i Sıbyan'ın yönetimi de verilmişti (madde 66). Aynı yönetmelik Sıbyan ve Rüşdiye okullarına öğretmen yetiştirecek bir Kız Öğretmen Okulu (Dârülmualimmat) kurulmasını da öngörüyordu (madde 68-78).
Yönetmelik maddelerine göre 1870 yılında açılan Dârüllmuallimat, üç yıl öğretim süreli hem sıbyan okullarına, hem de kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştiren bir kurum olarak devam etti.
Erkek öğretmen yetiştiren orta seviyedeki öğretmen okulları ise çok karmaşık bir yapıda XX. yüzyıla kadar sürmüşlerdir. 1910-1912 srasında rüşdiyelere öğretmen yetiştirmek için açılan okullar, taşrada da birkaç yerde açılmış, fakat 1913 yılında rüşdiyelerin ilkokullar içinde eritilmesinden sonra ortadan kalkmıştır.
Savaş yıllarında İstanbul'daki kız ve erkek Yüksek Öğretmen Okulları içindeki izharî kısımlar da orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştiriyordu.
Cumhuriyet döneminde ise, karmaşık yıllardan sonra 1926 yılında Konya'da açılan, 1930 yılında da Ankara'ya nakledilen Gazi Pedagoji Enstitüsü, 1943 yılında Balıkesir'de açılan Necati Eğitim Enstitisü, 1946'da İstanbul Eğitim ve İzmir Karşıyaka Kız Eğitim Enstitüleri orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştirmişlerdir. 1948'de ortaokul öğretmeni yetiştirme işlevi yalnız Gazi Eğitim Enstitüsü'ne bırakılmış, 1950'den sonra diğer eğitim enstitüleri yeniden açılmıştır. 1975'den sonra ise -temel eğitimin 8 yıla çıkartılmasından sonra- ilköğretmen liselerinden çıkanları ortaokul öğretmeni seviyesinden çıkarmak için çok sayıda Eğitim Enstitüsü açılmıştır.
İlk Öğretmen Okulları

Ülkemizde Batı zihniyetine göre ilköğretim sorunu ortaöğretimden sonra ele alındığı için, bu alandaki öğretmen okulu da -Dârülmuallimin-i Rüşdî'den yirmi yıl sonra -1868 yılında "Dârülmuallimin-i Sıbyan" adı ile kurulmuştur. Öğretim süresi iki yıl olan bu okulun progrımı elimizde yoktur. 1871'de kapanmak zorunda kalan bu okul, bir yıl sonra yeniden açılıyor ve buna, taşradaki öğretmen okullarına da öğretmen yetiştirme fonksiyonu verilmiştir.
1883 yılında da "Dârülameliyat" adı altında bir uygulama ilkokulu hüviyetini kazanmıştır. İki yıl sonra da tekrar eski adı ve hüviyetine kavuşuyor.
İstanbul'daki İlköğretmen okulu 1909 yılındaki Sâtı Bey'in müdürlük dönemine kadar küçük değişikliklerle, önemli bir yenilik olmadan sürdü geldi. Sâtı Bey, Okulun 900 öğrencisini 150'ye indirerek, öğretim heyetinin de %90'ını değiştirdi. Okul öğrencilerinin uygulama yapacakları bir "Tatbikat Mektebi" açtı. Sâtı Bey'in yönetiminde bu Okulun seviyesi hızla yükseldi. Öyle ki 1912 yılında "Dârülmuallimin-i Aliye" adıyla bir yüksek okul düzeyine çıkarıldı.
Ayrıca 1875 yılından itibaren vilayet ve sancak merkezlerinde de bir ve iki yıllık "Dârülmuallimin-i Sıbyan"lar açılmıştı. Bunların sayıları XX. yüzyıl başlarında 16'ya, I. Dünya Savaşı yıllarında da 30'a kadar çıkmıştı. Savaş yıllarında okullar gerek öğretmen gerek öğrenci kadroları açısından kapanma derecesine kadar zayıfladı. Kurtuluş Savaışı sırasında özel idareler tarafından yönetilen bu okulların sayısı 33, Cumhuriyetten sonra da 46 idi. 1924'de bunların sayısı 20'ye indirildi. Öğretim süreleri beş yıla çıkartıldı.
1926-28 yılları arasında köylerdeki ilköğretim sorunu çözümlenmeye çalışıldı. Kayseri ve Denizli'de Köy Öğretmen Okulları kuruldu ve 1933'de kapatıldı. 1927-1932 yılları arasında aynı amaca yönelik ve dört il merkezinde açılan "Pedagoji Sınıfları"nı görmekteyiz. Köy öğretmeni yetiştirme sorunu 1936 yılında Köy eğitmeni yetiştiren kurslar biçiminde, 1937'den itibaren de Köy Öğretmen Okulları biçiminde çözümlenmeye çalışılmıştır.
1940 yılında ilköğretim düzeyindeki okullara öğretmen yetiştiren bütün kurumlar "Köy Enstitüsü" adı altında yeniden kurulmaya başlanmıştır. 1950'ye kadar sayıları 21'e çıkan Köy Enstitülerinin 1947 ve 1952'de programları önemli ölçüde değiştirilmiş,1954 yılından itibaren de adları "İlköğretmen Okulu" biçimine getirilmiştir. Daha sonra sayıları 84'e kadar çıkan öğretmen okulları bugün "Öğretmen Lisesi" haline getirilmiş ve asıl fonksiyonunu Eğitim Fakültelerine devretmiş bir şekle gelmiştir.
Yüksek Öğretmen Okulları

Yüksek Öğretmen Okullarının amacı, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirmektir. Bunun için de üniversite düzeyinde bir eğitim vermiştir. Ülkemizde yüksek öğretmen okulu sayılabilecek ilk tasarı, 1869 Yönetmeliğinin Büyük Dârülmuallimin tasarısı idi. İki yıllık idadi ve 3 yıllık sultani şubeleri, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirecekti. İdadiye Şubesi 1877'de açıldı. 1880'de kapandı. Esas "Dârümuallimin-i Aliye" ise 1891'de kuruldu. Öğretim süresi 2 yıl olan bu okulda rüşdiye üstündeki okulların öğretmenini yetiştiriyordu.
II. Meşrutiyetten sonra bazı derslerini üniversite ile beraber yapan bu Okul, daha sonra lağvedilerek Sâtı Bey yönetimindeki İstanbul Dârülmuallimini'ne bir kısm-ı âli eklendi ve daha sonra da "Dârülmuallimin-i Aliye" adını aldı. Öğretimi kâh Üniversite ile beraber kâh ondan bağımsız olarak Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.
Cumhuriyetten sonra 1924'de Yüksek Öğretmen Okulunun yönetimi bağımsız, öğretimi ise tamamen üniversiteye bağlandı. Bu durum 1948 yılına kadar sürdü. 1950'den sonra ise İstanbul, Ankara ve İzmir'de büyük, yatılı, öğretimi üniversitelere dayalı üç Yüksek Öğretmen Okulu açıldı. İlköğretmen okulunun 5. yılından seçtiği öğrencileri Üniversitede okutarak, lise öğretmeni yetiştiren bu kurumlar da 1975'den sonra oldukça büyük değişikliğe uğrayarak ortadan kalktı.
Özel ve meslekî Öğretmen Okulları

Türkiye'de özel öğretmen okulu kurulması için Osmanlılar döneminde bazı girişimlerde bulunulmuş, ancak başarılı hiçbir uygulamaya geçilememiştir. Meslekî ve teknik öğretim alanında çalışacak öğretmenler ise, Cumhuriyet dönemine kadar ya kendi okullarında ya da yurtdışında yetişmişlerdir. Cumhuriyet döneminde de bu sorun ilk yıllar yurt dışına öğrenci gönderilerek ve yabancı uzman getirilerek çözümlenmeye çalışılmıştır. Daha sonra ise -okulların sayının hızla artması üzerine- 1934-35 öğretim yılında Kız Enstitülerine ve Akşam Kız Sanat okullarına öğretmen yetiştiren "Kız Teknik Öğretmen Okulu", 1937-38 öğretim yılında Erkek Sanat, Akşam Erkek Sanat, Yapı Enstitüsi vs. öğretmenlerini yetiştirmek için "Ticaret Yüksek Öğretmen Okulu" açılmıştır. Ayrıca Kız ve Erkek Sanat okulları çıkışlılardan da öğretmen olarak yararlanılmaktadır.
Öğretmen Okulları ve Eğitim Bilimi

Türkiye'de Batı örneğine göre kurulmuş okullar için açılan öğretmen okullarında maalesef eğitim bilimiyle ilgili dersler uzun süre sonra ve ilkel bir biçimde yer almıştır. Öğretmen okullarında eğitimle ilgili ilk dersler didaktik konusunda olmuş, Cevdet Efendi "Elifba" dersini verirken bunun didaktiğine daha çok önem verir bir tarzda anlatmıştır. 1877-78 yıllarında Usul-ü Tedris (Didaktik) dersinin öğretmen okulları programına konulup konulmaması konusunda bazı çalışmalar oluyor ve sonunda bu ders kesin olarak okul programlarına giriyor. Aynı sıralarda "Dârülameliyat" adıyla daha ziyade uygulamaya yönelik okullar açılıyor. XX. yüzyıla kadar öğretmen okullarındaki eğitim dersleri hemen tamamen "Usul-ü Tedris" ve "Fenn-i Terbiye" adlarıyla genellikle metodik derslerdir.
"İlm-i Ruh" adıyla psikolojinin de programlara girdiği görülmektedir. Giderek bu okullardaki pedagoji ders saatleri artırılmış ve çeşitlendirilmiştir. 1970'lerden sonra ise Türkiye'de öğretmen yetiştirme sorunu gene bir bunalım içine girmiştir.
5.5. Darülfünun

Bazı eğitim tarihçileri, Türkiye'nin Batılı anlamda ilk Üniversitesi olan "İstanbul Dârülfünu"nu Fatih külliyesine bağlamak isterler. İşe medrese açısından bakılırsa 19. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye'de üniversite dediğimiz İstanbul Darülfünunu, medreseden ayrı, Avrupa'nın üniversitelerini taklit etmek amacıyla kurulmuştur. Bu nedenle başlangıcını Fatih dönemine kadar götürmek yanlış olacaktır. 1845'de kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, Fransız eğitim sistemine göre Türk eğitim sistemini üç kademeli olarak kurulması çalışmalarına başladı. Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye'ye sunulan tasarıda, sıbyan okullarına ilköğretim kademesi denilerek, onun üzerine medreselerden ayrı bir orta ve yüksek öğretim kademesi kurulacaktı. Ortaöğretim "rüşdiye" mektepleri kurulup yayılarak meydana getirilecek, yüksek öğretim düzeyinde ise yatılı bir "Dârülfünun" kurulacaktı.
Gerçekten de İtalya'dan Fasoti adında bir mimar ayda 100 altın maaşla getirilmiş ve Sultanahmet'le Ayasofya arasında üç katlı bir bina ancak 19 yılda yaptırılabilmiştir (1845-1864). Bu bina bir ara Kırım Savaşı dolayısıyla askerî hastahane olmuş, Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretleri, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, İstanbul Vilayet binası ve mahkeme olarak kulanılmış ve sonra da yanmıştır (1933).
Ancak bu binanın yapımı daha tamanlanmadan 1863'de binanın tamanlanmış kısımlarında Dârülfünun derslerine başlanılmıştır. Dersler herkese açık konferanslar biçimindeydi. Derviş Paşa Fizik, Hekimbaşı Salih Efendi nebatat, Ahmet Vefik Efendi Tarih, Ahmet Cevdet Efendi Tabii Coğrafya, Müneccimbaşı Osman Saip Efendi de heyet üzerine konferanslar veriyordu. Konferansları sürekli izleyen bir öğrenci zümresi de vardı. Ancak bu olumsuz bir tecrübe oldu. Dinleyicilerin bilgi düzeyleri dersleri anlamaya yeterli değildi. Konferanslar pek ciddiye alınmıyordu. Dinleyicilerin ve ders verenlerin büyük çoğunluğu devlet memuru idiler.
1865 yılında bu konferanslar esas Dârülfünün binasında çıkarılarak (Maliye Nezareti olmuş) Divan yolunda Nuri Efendi Konağı'na taşındı ve oranın da içinde kütüphanesiyle beraber yanması üzerine, yeni bir binada konferanslara devam edilmedi.
Dârülfünun'un ikinci kez gündeme gelmesi, Saffet Paşa'nın hazırlayıp yayınladığı 1869 "Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi" ile olmuştur. Bu yönetmeliğin 79-129. maddeleri İstanbul'da bir Dârülfünun-u Osmanî kurulmasını öngörülüyordu. Bu üniversite "hikmet ve edebiyat", "hukuk", "ulûm-u tabiiye ve riyaziye" diye üç kürsüden oluşacaktı. Öğretim süresi üç yıl olacak şekilde ders programı da hazırlanmıştı. Türkçe ders yapacak "müderrisler" yetişinceye kadar Fransızca da ders yapılabilecekti. Üniversitenin diğer hususlarına dair ayrıntılar da tespit edilmişti.
Bu Dârülfünun ders yapabilmesi için Çemberlitaş'ta bir yeni bina yatırıldı (Uzun süre Maarif Nezareti olararak ve Belediye Fen Heyeti Binası olarak kullanılmıştır). Gazete ilânlarıyle kayıtlar yapıldı. Başvuran 1000 civarında öğrenciden 450'si sınavla seçildi. Ancak seçilenlerin büyük çoğunluğu medrese öğrencisi oldukları ve onlar da 3 aylar cerrine çıktıkları için, açılış Ramazan Bayramı ertesine bırakılmış ve Ramazan süresince Üniversite resmen atanmış öğretmenlerce, halka açık gece dersleri düzenleniyor. Ancak bu dersler (Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır) seviye olarak ilk öğretim düzeyinde diye nitelenmektedir. Ama bu karar daha sonraki duruma bakarak verilmiştir!
Bu ikinci Dârülfünun da 1870'de büyük törenlerle açılmıştır; ancak Yönetmelikte belirlenen bütün dersleri verecak öğretmen ve ders kitabı bulunmadığından haftada 5 gün ve ikişer saat ders yapılabilmiştir.
Ancak bu dersler sırasında bilgisizlik, bu kurum hakkında devamlı sorunlar çıkarmıştır. Burada açılan Arapça dersleri öğrencilerin ilgisizliği yüzünden kapatılmış, Cemalleddin Afgani'nin konferanslarından birinde güya "Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır" demesi büyük tepkilere yol açtı. Bu sözü reddeden kitaplar yazılmıştır. Oysa konuşmadan yukarıdaki gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Ama medrese öğrencilerinin tepkisi üzerine Cemalettin Afganî yurt dışına sürülmüş, Darülfünun'un Müdürü Hoca Tahsin Efendi görevden alınmış, bu kurumu koruyan Sadrazam Ali Paşa'nın da ölmesiyle 1871 yılında kapanmıştır.
Bu Dârülfünun'un softalar baskısıyla dağılması üzerine, Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray Lisesinde bir Üniversite kurulması için Müdür Sava Efendi (Paşa)'yi görevlendirdi. O da bu sırada Gülhane Kışlasında olan Liseyi Beyoğlu'na getirerek orada Edebiyat, Hukuk ve Turuk-u Maabir (yollar - köprüler, Fen) dallarında bir Ünivereite kurdu. "Dârülfünun-u Sultanî" veya "Mekteb-i Aliye-i Sultaniye" adıyla anılan bu üniversiteye de ilânla öğrenci kaydedildi. Öğretmenlerinin çoğu Fransız ve bazıları da Rum idi. Dersler de Türkçe ve Fransızca olarak okutuluyordu. 1874 yılında açılan bu Üniversite daha devamlı olmuş, üç defa mezun vermiş, hattâ doktora tezleri bile yaptırılmıştı. Ancak 1880-81 yıllarından sonra bu okulun bir çok problemleri ortaya çıktığından, fen kısmına öğrenci bulunamadığından Maarif Nezaretince lağv edilmiştir.
Bundan sonra, Sadrazam Sait Paşa'nın II. Abdülhamid'e yaptığı -kabul edilmeyen- birkaç önerinin dışında, 20 yıl kadar yeni bir açma girişiminde bulunulmadığı görülüyor.
Ancak 1900 yalında, Abdülhamid'in tahta çıkışının 25. Yıldönümünde, Mülkiye Mektebi binasında "Dârülfünun-u Şâhâne" adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Bu Üniversitenin bir gösteriş olarak açıldığı, ayrıca gençlerin Üniversite öğretimi görmek için Avrupaya gitmelerini engellemek ve Abdülhamid'in maarif düşmanı olmadığını göstermek için açıldığı da iddia edilmektedir.
Osmanlı eğitim sisteminde Hukuk ve Tıp okulları daha önce açılmış olduğundan ve hâlâ öğretim yapmakta olduklarından, yeni açılan Dârülfünunda bunları tamamlayacak şu üç şube açılmıştı.
Edebiyat
Ulûm-u Riyaziye ve Tabiiye (Fen)
Ulum-u Aliye-i Diniye (İlâhiyat).
Bu şubelere alınacak öğrenci sayısı 25-30 civarında sınırlandırılmış, ayrı bir bina ve yönetime gereksinme duyulmadan, Mülkiye Mektebi binasında ve onun müdürünün hizmetine verilmişti. Öğretim süreleri -birer yılı doktora sınıfları olmak üzere- Fen ve Edebiyat şubelerinde 3, ilâhiyat şubelerinde 4 yıl idi. Ancak öğrenci sayısı çok sınırlı tutuldığından, siyasî, sosyal, felsefî ve tarihî derslere programda yer verilmediğinden ve fen dersleri dahil bütün dersler maarif müfettişleri tarafından kontrol edildiğinden, üniversitedeki dersler pek yavaş geçiyordu.
II. Abdülhamid'in bu Dârülfünun'u 1908 inkılâbına kadar devam etti. 1908'den sonra ise Mülkiye Mektebi'nden çıkarılarak Zeynep Hanım Konağı'na yerleşti. Başına bağıösız bir müdür getirildi. Programlar baştan aşağı değiştirildi. Öğrenci almadaki sınırlama, öğrencilerden ücret alma kaldırıldı.
Bu dönemde Darülfünunda esas değişikliği Emrullah Efendi gerçekleştirmiştir. Emrullah Efendi Maarif Nazırlığı zamanında yeni bir yönetmelik hazırlayarak yayınladı. Bununla Üniversiteye azçok malî ve idarî bir özerklik veriliyor, ayrı bir üniversite polisi kurulması bile öneriliyordu. "İstanbul Dârülfünunu" adını alan bu kurum, Tıp Fakültesini ve Hukuk mektebini de bünyesine alarak beş şubeden oluşan bir üniversite oldu. Ayrıca Bağdat ve Konya Hukuk Mektepleriyle, İstanbul'daki Dişçilik ve Eczacılık Yüksek okulları da Darülfünuna bağlandılar.
1914-1919 yılları arasında ise Almanya'dan 20 kadar profesör, doçent, asistan getirildi. Bunlar bazı enstitüler (Dârülmesai) ve laboratuvarlar kurarak âletler getirmişler, programları kendi bilgilerine göre genişleterek Mütarekeye kadar İstanbul'da öğretim faaliyetinde bnlunmuşlardır. Mütarekeden sonra anlaşmaları feshedilerek Türkiye'den çıkartılmışlardır.
1919'da yeni bir yönetmelik çıkartılarak üniversiteye ilmî muhtariyet verildi. Sınıf usulü yerine sömestir usulü kondu ve fakültelerin adı "medrese" oldu. Bu arada savaş dolayısıyla erkek nüfusun büyük ölçüde silâh altına alındığı dönemlerde Dârülfünun öğrencilerinin yaş ortalaması küçüldü ve Şubat 1914'de başlayan hanımlara Üniversite dersleri verilmesi, 1916 yılında bir bir İnas Dârülfünunu kurulmasyla sonuçlanmıştı. 1917 yılında da Tıbbiye'ye de kız öğrenci alınmaya başlanmış, kızlar çarşafı atamamakla beraber peçeyi kaldırmışlar, 1918 yılında da üniversitede karma konferanslar verilmeye başlanmıştır.
Cumhuriyetten sonra kadınlara mutlak serbesti verilip karma eğitime tam anlamıyla izin verildikten sonra İnas Darülfununu kapatılarak dağıtılmıştır. Üniversite 1923 yılında eski Harbiye Nezareti binasına geçti. 1925 yılında çıkarılan bir yasa ile de tamamen bağımsız oldu. Edebiyat ve İlâhiyat Fakülteleri programlarında önemli değişiklikler yapıldı. Ama Dârülfünun ile Cumhuriyet yönetimleri tam olarak hiç uyuşamadılar. Aralarında her zaman soğuk bir savaş sürdü gitti. Dârülfünün bir türlü kendisinen beklenen hızlı değişme ve yenileşmeleri yapamıyordu. Oradaki "müderris" adlı bir çok öğretmenin ilmî seviyeleri bir üniversite için yeterli değildi. Yayın ve araştırma çalışmaları yoktu. Bu durum karşısında İsviçre'den Prof. Albert Malche getirilerek bu Dârülfünunun durumunu inceletildi. Malche, bir rapor verdi. Cumhuriyet hükümeti bu rapora da dayanarak 1933 tarihinde İstanbul Dârülfünunu'nu ilga ederek yerine İstanbul Üniversitesi'ni kurdu. Dârülfünun'dan 157 kişi kadro dışı bırakıldı. Her şeyi ile ünivereite yeniden kuruldu. Kadro eksikleri o zaman Almanya'dan kaçan Yahudi ve antinazist öğretim üyeleri ile dolduruldu.
Daha sonra Ankara'da ve diğer Anadolu kentlerinde de birçok üniversiteler açıldı. Bunların adları kuruluş yerleri ve yılları şöyledir.
Üniversite Şehir Kuruluş yılı İ.T.Ü. İstanbul 1944 Ankara Üniversitesi Ankara 1946* Ege Üniversitesi İzmir 1955 O.D.T.Ü. Ankara 1957 Atatürk Üniversitesi Erzurum 1958 Karadeniz Teknik Üniv. Trabzon 1963 Hacettepe Üniversitesi Ankara 1963 Çukurova Üniversitesi Adana 1967 Fırat Üniversitesi Elazığ 1967 Diyarbakır Üniversitesi Diyarbakır 1967 Kayseri Üniversitesi Kayseri 1968 Anadolu Üniversitesi Eskişehir 1970 Boğaziçi Üniversitesi İstanbul 1971 * Hukuk Fakültesi 1925, D.T.C. Fakültesi 1935, Fen Fakültesi 1943, Tıp Fakültesi 1945.
Türkiye'de üniversitelerin kuruluşu 1980'li yılardan sonra büyük bir ivme kazandı ve daha da önemlisi, özel üniversitelerin kurulmasına da izin verildi.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Mart 2009       Mesaj #7
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
SİVİL EĞİTİM VE SİVİL EĞİTİMİN BATILILAŞMASI-2


5.6. Mesleki ve Teknik Öğretim

Türk eğitim tarihinde meslekî eğtimi iki aşamada incelemkek lâzımdır. Birinci aşamada, sanayi devrimine kadar -bütün dünyada olduğu gibi- Türk toplumunda da geçerli olan, el sanatlarına ve toplumun genel ihtiyaçlarına ilişkin meslekî eğitim; ikinci aşamada ise sanayi devriminin getirdiği şartlara uygun olarak yapılan teknik eğitim. İlk aşamadaki meslekî ve teknik eğitimin, Türk eğitim tarihinde iki büyük kurumu vardır: Ahi ocakları ve Enderun mektebi.
5.6.1. Ahi Ocakları

Ahiler, "kardeşler" demektir. Avrupa'nın "frere"lerine ve silâhlı bir kuvvetleri olmaları dolayısıyla şövalyelerine de benzerler. Ahiler, "frere"ler gibi, örgün eğitim kurumları kurmuşlardır. O zaman bu fonksiyonu görecek medrese, küttap, dârülhadis, dârülkurra v.s. gibi kurumlar çok yaygın olduğundan, bunlar mesleki eğitim ve yardımlaşma kurumları kumaya yönelmişlerdir. Kurdukları kurumlarda avcılık, kasaplık gibi birkaç sanat hariç, diğer tüm sanatkâr gençleri toplamaya çalışmışlardır.
Ahilik, aslında Sasani ve Arap kaynaklı bir kurumdur. Ama tarihteki yaygın şekliyle Anadolu Türk toplumlalrı içinde yaygın olarak hüküm sürmüştür. Bu ocaklar Anadolu'nun hemen hemen bütün kentlerindeki sanayi erbabını bir birlik ve kardeşlik içinde yönetmiştir. Onları "Gençler", "Ahiler" "ustalar", "Nakibler" ve "Şeyhler" olarak bir düzen içinde yönetmeyi başarmıştır. Hattâ Anadolu Selçuklu yönetiminin yıkıldığı dönemlerde ve Ankara gibi bazı önemli kentlerde, halkın yönetimini de üzerlerine almışlardır. Tanınmış Arap gezgini İbn Batuta'nın Anadolu'yu gezdiği zamanlarda, Anadolu toplumu üzerindeki Ahi yönetimi etkileri, onun Seyahatnamesinde açık olarak görülür.
Ahiler, zaviyeler biçiminde örgütlenmişlerdir. Her zaviyede, seçimle işbaşına gelmiş bir şeyh, çeşitli işleri gören imam, müdderris, hatip, silâh tamircisi, hatat, sakkaş gibi görevliler vardı. Zaviyelerdeki (Ahi Ocağındaki) herkesin bir hiyerarşik yeri vardı. Bunlar 9 kademe halinde dizilirlerdi. İlk kademe, "yiğit"lerdi. Ondan sonra gelen 6 kademe ahilerdi (ilk üçü "ashab-ı tarik", kalan üçü de "nakip"ler). 7. mertebede seccade sahibi olmayan "Halife" bulunurdu. 8. "Şeyh", 9. ise "Şeyhü'l-meşayih" idi. Bu kademeler hep sıra ile geçilirdi.
Esas eğitim ilk yiğitlik kademesindeki çırak gençler arasında oluyordu. Her çırak yiğidin 2 yol arkadaşı, bir yol atası, bir üstadı (Sanat Hocası) ve bir de Pîri (ahlâk mürebisi) var idi.
Ahi ocaklarındaki zihniyet, tasavvuf zihniyetinden oldukça farklı idi. Ahiler tam anlamıyla "bu dünya"da yaşıyorlardı. Sofiler gibi halktan uzaklaşmıyorlar, halk içinde yaşıyorlardı. Sofiler gibi "hırka" değil "şalvar" giyiyorlardı. Sırtlarında arkadan bir elbise ve başlarında beyaz yün külâhlar vardı. İpekten elbise giymeleri yasak idi. Altın, yüzük gibi süs eşyaları; kızıl ve sarı renkler yasaktı. Yeşil, gök, ak ve sarı renkler makbuldü. Kara renk, ahilik payesine ermeyenlere, beyaz renk erbab-ı kalem ve hafızlara yeşil renk de müdderris, kadı ve şeyhlere has idi. Ahi zaviyelerine girebilmek için, temiz ve doğru olduğuna dair bir üstadın (Usta) çırağı hakkında şahitlik etmesi ve hattâ onu önermesi gerekiyordu; ustanın önermediği ve ustası belli olmayanlar Ahi ocağına alınmazdı.
Gençlerin sanat eğitimleri üstadların iş atelyelerinde yapılırdı. Ocaklarında ise daha ziyade duygusal, edebî ve sosyal bir eğitim yapılırdı.
Her ahi ocağında "muallim-i ahi" veya "Pîr" denilen eğiticiler vardı. Orada yapılan eğitim de iki kısma ayrılırdı.
1. Şifahi (sözlü) eğitim: Fütüvvetname, Tilâvet-i Kur'ân, tabahat, raks, teganni ve musiki, tarih ve terâcim-i ahval, tasavuf, Türkçe, Arapça, Farsça, Edebiyat gibi dersler verilirdi.
2. Seyfî Eğitim: Kılıç ve silah eğitimi.
Birinci kısım eğitim, bütün ahiler tarafından, okuyarak, dinleyerek ve muallim ve ahi kardeşlerle yaşayarak yapılmaktaydı. Seyfî eğitimin yapılabilmesi için de üç şart var idi: "Ahi görmek", "Şeyh görmek", "Genç bir adamı talim ve terbiye etmiş olmak".
Ahi mualliminin görevleri şunlardır: Namazı tüm şartları ve ayrıntıları ile öğretmek, insanlık adabını öğretmek.
Ocak eğitimi yalnız kitabî değildi. Medreseden önemli farklarından biri bu idi. Medreseler genellikle aklî ilimlerle uğraştıkları halde, ocaklardaki eğitim inaanlık ve toplum ülkülerine dayanıyordu. Genellikle ahlâkî ilkeler üzerinde duruluyor; rakslarla şarkı ve ilâhilerle bu kuvvetler diriliyordu. Öğretim dışı saatlerde, medreselerdeki gibi müderris ve talebe ilişkileri kesik değildi, sürekli beraber ve ilişki içinde idiler. Bu ilişkiler genellikle sohbet biçiminde sürdürülürdü. Burada ahlâkî ve tasavvufî hikâyeler, lâtifeler, sergüzeştler, hadîsler v.s. anlatılırdı.
Öğrencilerin görevleri:
Fütüvvetnamede okunan maddelerin 124'üne uymak,
Ahisinin tüm sözlerini kabul etmek,
Mal ve canını ahisinin hizmetine vermek,
Hüner ve sanatı olmak,
Her hafta elbisesini yıkamak, temiz çamaşır giymek,
Ahiden çırak almak, ahiye saçını kestirmek, alın yoldurmak,
Ocak namına belini bağlamak,
Güzel ahlâkıyla kendini kent halkına tanıtmak,
Kadı katında er aşkına çırağ yakmak ve ekmek yedirmek.
Ahi gelenekleri arasında "kuşak bağlama" (daha sonra önlük bağlama) çok önemli idi. Bu kuşağın yedi adı, yedi bağlaması, yedi açması, yedi dolaması vs. vardır. Her ocağın, her mesleğin ayrı ayrı kuşak gelenek ve biçimleri vardı. Ayrıca bunun arkasında da bazı ahlâkî ve tasavvufî ilkeler vardı.
Ahilik ilkelerini içeren 740 maddelik Fütüvvetnamenin bir ahi Şeyhi tarafından tam olarak bilinmesi gerekti. Ocağa yeni giren gençlerden, bunların 124 tanesini bilmesi isteniyordu. Kademeler yükseldikçe bu ilkelerin sayısını yükseltmeleri gerekti. Bu ilkeler günlük hayat ve davranışlar konusunda oluyordu. Meselâ sofra adabı konusunda 24 madde vardı, su içmenin 2, söz söylemenin 4, evden sokağa çıkmanın 4, yolda yürümenin 8 vs. Ahi ocaklarında dans ve müzik eğitiminin de önemli bir yeri vardı
"Ahi baba" adlı bir şeyhin yönettiği Ahi zaviyesi, genellikle Fütüvvet erbabının bir klübü, bir toplantı yeri mahiyetindeydi. Ama aynı zamanda garipler için bir misafirhane, iktisadî yönden bir Lonca merkezi, seyfî eğitim de düşünülürse bir spor klübü idi.
Ahi ocaklarına alınmamaları gereken kişi ve gruplar şunlardır: müşrik, kâfir, mümeccim, şarap içen, halkın ayıbını gören tellâk, yalan söyleyen tellâl, kasap, cerrah, avcı, vefarız, zâlim, hırsız, madrabaz vs. Ayrıca şarap içen, zina yapan, yalan söyleyen, kovuculuk ve hile yapan vs. de fütüvvetten düşerdi.
Füttüvvetnamelerde 9 derece olarak geçen ahi ocaklarındaki eğitim, şu şekilde sıralanmaktadır.
1. Nâzil: Ocağa ustalarıyla yeni gelmiş kişi. Henüz erkana girmemiş.
2. Nîm-tarik: Üstadı, pîri (yol atası) ve ikiyol (tarikat)kardeşi olan kişiler.
3. Müfredi veya meyan-beste: Nasibi verilmiş, şedd (kuşak) bağlanmış, helvası pişirilmiş kişiler.
4. Beşariş: Fütüvvet ehlini terbiye edenler.
5. Nakib: Tarikatın ve ocağın iç yöntemini ayarlayan, törenlerde sağa sola koşuşturan.
6. Nakibü'n-Nikâb: Ocağın erkânını iyice bilen, törenleri düzenleyen kişi.
7. Halife: Şeyhin yardımcısı; onun yerine geçecek kişi.
8. Şeyh: Sanat erbabı içinde seccade sahibi. Kendisine has bir tayfası bulunan.
9. Şeyhü'ş-Şüyûh: Bir sanat alanındaki şeyhlerin şeyhi.
Ekonomi tarihimizde rastlanılan esnaf zümrelerinden her biri, kendi mesleklerinde İslâm tarihinin tanınmış ulularından veya uydurma bir kişiyi pîr olarak tanırlardı. Fütüvvetname, onun adına yazılır, ahi ocağındaki törenler, çırak yetiştirme ve dükkan açıp kapamadaki törenler onun adıyla yapılırdı. Evliya Çelebi bu esnaf zümrelerinin sayısını 480'e kadar çıkarmakdadır.
Ahi ocaklarında yapılan törenler de, hemen hemen her yörede ve her meslekte aynı idi. Aradaki farklar çok küçük ve şeklî idi. Bu törenlerin ana durumları şöyle özetlenebilir: Bir sanata giren genç usta ve kalfaların yanında çıraklık ve kalfalık kademelerini başarı ile bitirince ustalığa yükselir ve dükkanı açma hakkı kazanırdı. Ancak bu, büyük törenlerle olurdu. Bu çırak çıkarma törenlerinde, o esnaf zümresinin şeyhi yeni ustaya peştemal kuşatır, kuşak bağlardı. Törene o esnaf zümresinin şeyhi, nakibi, duacısı, yiğit başı vs. ve halkdan büyük bir topluluk katılırdı.
Her esnaf grubunun bir yardımlaşma sandığı olur, olağanüstü zamanlarda bu sandıktan esnafa faizsiz kredi verilirdi.
Gerek bu çırak çıkarma törenlerinde gerekse ahi ocağındaki yükselme törenlerinde şu erkâna uyulurdu:
Şalvar giydirmek, şedd (kuşak) bağlamak. Fütüvvet yoluna girmiş kişi başarı gösterirse önce beline kuşak kuşatılır. Sonraki gelişmeler sonucunda da şalvar giydirilir: Diğer tasavvufî mezheplerde tac, tıraş, hırka gibi alâmetler vardır. Ahiliğin esası iffettir. Ahi törenlerinde şerbet değil, tuzlu su içilirdi. Su temizlik, tuz olgunluk gösterir. Daha sonra sofra kurulur, helva pişirilir. Bu törenler sırasında o kişinin yol atası, yol kardeşleri de belirlenirdi. Ahi ocağına girmiş kişinin giydiği şalvar, yol atasının şalvarıdır ve uçkurunu da atası bağlar. Her meslek grubunun ayrı kuşak bağlama biçimi vardır.
Ahilik örgütü şiî kökenli, alevilik ve bektaşilik esaslarıyla ve inançlarıyla karışmıştır. Ancak Osmanlı-Safavî çatışmalarından sonra çoğu yerlerde inanç yönleri kaybolmuş, yalnız bir esnaf örgütü biçimine gelmiş, bazı yerlerde de sünnî özellikler kazanmıştır.
5.6.2. Meslekî ve Teknik Öğretimde Batılılaşma

Ahi-esnaf örgütü toplumdaki etkisini zamanla yitirdikten sonra, ülkede meslekî yönden bir karışıklık olmasını önlemek için, 1727'den itibaren "Gedik" usulü uygulanmaya başlanmıştır. Buna göre bir kişi çıraklık- kalfalık kademelerini geçip usta olmadıkça dükkan açamazdı. Ayırca bir yerde ihtiyaçtan fazla dükkan açılmasına, usta olsa bile- izin verilmezdi. Gedik, araç ve gereçleriyle bir dükkan açma hakkı oluyordu. Bir usta öldüğü zaman, dükkanıyla beraber onun "gediği" de satılıyordu. Uzun süre devam eden bu gedik usulünde de meslekî öğretim dereceleri olan çıraklık, kalfalık ve ustalık arasında saygı ve sevgiye dayanan kuvvetli bir disiplin vardı. Kalfalığa ve özellikle ustalığa yükselme sınavları, Ahi örgütünde olduğu gibi, büyük ve görkemli törenlerle yapılırdı. Uzun süre bu şekilde bir örgütle Osmanlı meslekî eğitimi ve düzeni, bir kargaşa içine düşürülmeden sürdürülmeye çalışıldı.
Ama Büyük Fransız Devrimi ile, Avrupa'nın lonca örgütü ve meslekî-ticarî gelenekleri özellikle 1840'lardan sonra hızla yıkılmaya başladı. Tekniğin üretime uygulanması bir sanayi devrimi yarattı. Tüm dünyanın sosyal ve ekonomik hayatını değiştiren bu devrim, Osmanlı Devletini çok kötü bir biçimde etkiledi. Daha önceki dönemlerde ticaret, gümrük vs. alanlarda Avrupalılara verilen kapitulasyonlar, esas etkisini bu dönemde göstermeye başladı. Fabrika ürünü Avrupa malları gümrüksüz olarak Osmanlı pazarlarını doldurunca, ülkede yerli mallar ve el sanatları hızla ölmeye başladı. Devlet gedik ve tekel usulünü kaldırmasına rağmen, yabancı mallara karşı yerli üretim yenik düştü. Ticaretin ana kaynağı Avrupa'ya dayandığından, bu işin Türkiye'deki yöneticileri Avrupalılar ve müslüman olmayan Osmanlı vatandaşları oldu.
Avrupa'daki gelişmelere uyarak, Türkiye'de de bazı sanayileşme çalışmalarına girişilmek istenildi: Dokuma ve gıda alanlarında üretim yapacak bazı fabrikalar kuruldu. Gerek devletin gerekse özel sektörün kurduğu fabrikalar, yabancıların rekabetlerine dayanamayarak iflas ettiler. Ancak ordunun ihtiyaçlarını karşılayan askerî malzeme fabrikaları alanın öneminden ve dış rekabetten uzak olduğu için, iflas etmeden yaşayabildi.
Önceleri bazı el mahareti olan askerleri pratik bir biçimde yetiştirerek yürütülmeye çalışılan askerî fabrikalar için eleman yetiştirmek amacıyla, -daha sonra oldukça örgün bir meslekî eğitim veren- "idadi-i sanayi alayları" kuruldu. İhtiyat sınıfı, idadi sınıfları ve sanayi sınıfları biçimindeki örgütüyle 3+5+5=13 yıllık bir eğitim veren bu kurum, 1907 yılında "İmalat-ı Harbiye Nazari Mektebi", 1921 yılında da "Askerî Fabrikalar Müdür-i Umumiyesi Usta Mektebi" olarak çalışmalarına devam etti.
Bu arada, özellikle Tanzimattan sonra, esnaf örgütünü düzeltmek ve yabancı mallarla rekabet etmek için çeşitli önlemler alındı. 1839-1864 yılları arasında yerli sanayii korumak ve meslekî eğitimi kurmak için "Islâh-ı Sanayi Komisyonu" kuruldu. Çeşitli sergiler açıldı. Ama tehlikeli durumdan kurtaracak somut gelişmeler olmadı.
Bu arada Osmanlı Devleti'nin Niş Valisi olan Mithat Paşa'nın 1861 yılında Niş'teki müslüman ve hıristiyan kimsesiz çocukları toplayarak "Islâhhane" adıyla sanat öğreten bir hayır kurumunu meydana getirdiğini görüyoruz. Mithat Paşa daha sonra aynı tip kurumları başka yerlerde de açtı. Bunun sonucunda özellikle çuha dokuması çok gelişti. Bu örnek girişimler, başka valilerin de dikkatini çekti. Vilayetlerde "Islahhane komisyonları" kuruldu. Halep, Trablusgarp, Diyarbakır, Kastamonu, İzmir, Konya vs. vilayetlerde, valilerin ve hayırsever yurttaşların girişimleriyle Islâhhaneler kuruldu.
Mithat Paşa daha sonra Şûrayı Devlet üyeliğine atanması dolayısıyla İstanbul'a geldiğinde, gene Islahhane tipi okullar kurulması konusunda çalıştı, yönetmelik hazırladı. Gerçekten de, l868 yılında İstanbul Sanayi Mektebi'ni kurdurdu. Islahhanelerin harcamaları vakıfvari çeşitli kaynaklardan karşılanıyordu. Sanayi mektebinin de öyle oldu. Bu okullarda çocuklara terzilik, kunduracılık, debbağlık, mürettiplik, arabacılık, külâhçılık, dokumacılık vs. gibi sanatlarla alfabe, yazı, Kurân, İlmihal, basit hesap ve defter tutma gibi bilgiler de veriliyordu.
Taşradaki Islâhhaneler 1885'ten itibaren "Mekteb-i Sanayi" adını almaya başladılar. Yönetmeliği, öğretim süresi vs. belirlendi. Taşra sanayi okulları bütün vilâyet merkezlerine ve hattâ sancak merkezlerine kadar yayıldı. Yerel yönetimlere bağlı olan bu okullar, verimli bir çalışma yapamadılar. II. Meşrutitten sonra hepten gözden düşüp dağılmaya başladılar. 1911 yılında ticaret ve Nafia Nezareti'ne bağlanarak merkezi bir yönetime kavuşmuşsa da, daha sonraki gelen savaş yılları, bu okulun gelişmesini hepten köstekledi.
İstanbul Sanayi Mektebi ise Orman, Maden, Ziraat Nezaretine bağlı olduğundan biraz daha derli toplu idi. Ancak öğrenciler gerek öğretim sırasında gerekse öğretimiden sonra bu alandan uzaklaşıyorlardı. Bu okulun düzeltilmesi için üst yönetim sırasında birçok çalışmalar yapıldı. Yabancı uzmanlar getirildi, yabancı ülkelerdeki sanat okulları inceletildi. Bu okul, taşra sanayi okullarının bir yüksek kurumu olmaya çalışıyordu. Bu okullardaki öğrencilerin başka okullara geçmelerini önlemek için bazı çekicilikler getirildi. Tesfiye, demir, oyma, torna, marangoz ve döküm bölümleri ile öğretim yapan bu okul, savaş yıllarında da çalışmalarını sürdürdü.
Sanayi okullarının Birinci Dünya Savaşı sırasında çoğu kapandı. Cumhuriyet dönemine kadar ancak Edirne, İstanbul, Adana, Ankara, Bursa, Sivas, Kastamonu, Konya ve Bolu sanayi okulları güçbelâ yaşayabildi. Cumhurietten sonra sanayi okulları sanat okulları haline getirildi.
Eğitim tarihimişde ilk kız sanayi mektebini (Islahhane) kurma şerefi de Mithat Paşa'ya aittir. 1865 yılında Ordunun Rusçuk'ta kurduğu kumaş fabrikasında çalışmaya hazırlamak için öksüz ve yoksul kız çocuklarının toplayarak bir eğitim merkezi kurdu. Daha sonra gene orduya sargı bezi hazırlamak ve çamaşır diktirmek amacıyla İstanbul Yedikule'de ikinci bir kız sanayi mektebi kuruldu (1869). Bu okulların esas gayesinin meslekî eğitim olmadığı açıktı. Bu bakımdan programlı, örgütlü bir okul olup olmadığını da bilmiyoruz. Esasen bunlar ordunun girişimleriyle kurulmuş kurumlardı.
Maarif Nezareti'nin kadınların meslekî eğitimlerine ancak 1879 yılında, İstanbul içinde bazı okullar kurarak başladığı görülüyor. Daha sonra "kız sanayi mektebi" adını alacak bu kurumların öğretim süreleri beş yıl idi. İptidai ve rüşdî öğretim kademelerini içeren okul bir yandan normal okul programlarını uyguluyor; diğer yandan da atelyelere dikiş, örgü, dokuma, işleme, resim, çiçek vs. gibi uygulamalar yapıyorlardı. II. Meşrutiyet sırasında bazı düzeltme çalışmaları dolayısıyla kapatıldı. Daha sonra yeniden kuruldu ve 9 yıl üzerinden öğretim pargramı düzenlendi. Ama savaş yıllarında verimli bir çalışma yapılamadı.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Kız Hayat Mektepleri, Çiçekçilik, Sepetçilik Mektebi vs. gibi bazı denemelerde bulunuldu. 1927 yılından itibaren de kız sanat okulları, kız enstitüleri, kız olgunlaşma enstitüleri ve kız teknik öğretmen okulları gibi kurumlarla çok örgün bir kız eğitimi uygulanmaya başlandı.
Eğitim tarihimizde yabancı ülkeler ve bazı Türk özel dernekleri tarafınden bazı özel kız sanayi okulları da kurulmuştur.
5.6.3. Ticaret okulları

Anadolu toprakları tarihin ilk dönemlerinen beri dünyanın en hareketli ticaret merkezlerinden biri olmuştur. Ancak Osmanlılar Anadoluya egemen olduğunda yapılan çeşitli anlaşmalarla (kapitülasyon), ticarî çalışmaları tamamen yabancı tüccarların elinde verdiler. Kapitalizmin sömürücülük aşamasına gelinceye kadar yavaş yavaş işleyen bu ticari faaliyetlerin pek etkisi görülmedi. Ancak XIX. yüzyılda tarihin akışına tamamen ekonomi ve ticaret egemen olunca, Devlet kendi yuttaşlarından da tüccar olanak faydalanmak istedi. Fakat Türklerin Avrupa dillerini bilmemesi ve ulusların ticarete çok yabancı kalmaları Anadolu'daki Rum ve Ermeni unsurların iç ticareti tamamen ele geçirmelerine neden oldu. Osmanlı yönetiminin, dış borçlar sonucu iyice bunaldığı sıralarda bir ticaret okulu kurulması için çeşitli çalışmalar yapıldı. 1860, 1880, 1881 yıllarında okulun kuruluşunu gerçekleştiremeyen bazı girişilerde bulunuldu; ancak 1881 yılında yapılan girişimde Ticaret Bakanlığına bağlı bir Ticaret Okulu kurulmak istenildi. Fakat gene başarılamadı. En sonunda, 1883 yılında "Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi" adıyla bir ticaret okulu kuruldu. İki yıl öğretim süreli bu okula, aklî bir program yapılamadığından öğretim yürümedi ve okul kapandı. 1894 yılında üç yıllık bir yüksek okul olarak tekrar açıldı. II. Meşrûtiyetten sonra da kadrolu öğretmenleri olan ve tam gün öğretim yapılan bir kurum haline getirildi.
Okul, o zamanki Rum, Ermeni ve İngiltere, İtalya, Rusya ve Avusturya devletlerinin ticaret okullarından çok aşağıda bir öğretim yapıyordu. Yabancı devletler, kendi ticaret okullarından da diploma sağladıkları için, bu çok büyük bir çekicilik kazandırıyordu.
Osmanlılar döneminde başka bir örgüt olan Osmanlı Deniz Ticaretini Genişletme Derneği (Tevsi-i Ticaret-i Bahriye-i Osmaniye Cemiyeti), özel olarak kaptan ve çarkçılar yetiştiren dört yıl öğretim süreli bir "Millî Kaputan ve Çarkçı Mektebi" açmıştı. (1910)
Cumhuriyet döneminin başlarında ise, ticaret öğretimine hemen hemen sıfırdan başlanılmıştır. İlk önce Ankara, Trabzon, Samsun, Adana gibi merkezlerde Ticaret Ortaokulları kurulmuş, daha sonra bu ticaret okullarına lise sınıfları eklenerek "Ticaret Lisesi" oluşturulmuştur. Sayıları 40 civarında olan bu liselerde ticaret bankacılık, sigortacılık, ulaşım vs. gibi alanlarda uzman yetiştirilmektedir. Gene Cumhuriyet döneminde ticari alanda faaliyet gösteren öğretim kurumları olarak Ticaret ve Turizm Yüksek Öğretmen okulları ile İktisadi ve Ticari ilimler Akademileri gösterilebilinir.
5.6.3. Tarım okulları

Türkiye bir tarım ülkesi olmasına rağmen bu alandaki okulların kuruluşları oldukça geç olmuştur. 1886-1889 yılları arasında kurulduğu tahmin edilen İstanbul Halkalı Ziraat Mektebi, genellikle bakanlık mensuplarının ders verdiği bir okuldu ve mezunları da Ziraat Nezaretinin merkez ve taşra örgütündeki çeşitli aşamalarda memurluk yapıyorlardı. Tarım eğitiminin yanı sıra ormancılık ve veteriner sınıfları da olan bu okul, bir ara yüksek okul durumuna getirilmesine rağmen pek verimli bir hizmeti olmadı 5.6.3.1. Ziraat Ameliyat mektepleri

Çiftlik yönetimini bilen çiftçi ve kâhyalar yetiştirmek amacıyla, Ziraat Bakanlığı tarafından kuruluyordu. 15-20 yaşları arasındaki rüşdiye çıkışlı öğrencilere 3 yıllık bir eğitim veriliyordu. XX. yüzyıl başlarında çok şeyler beklenilerek ülkenin 12 yerinde kurulan bu okullar, beklenilen sonucu veremedi. Okullar verimli bir çalışma yapamadığı gibi, beklenilenin dışında buradan mevzun olanlar da memur olmaktan kurtulamadılar. Ziraat Ameliyat mektepleri çıkışlıların girebileceği ve her zirai bölgede bir tane açılması düşünülen Bölge Yüksek Ziraat okullarından (Mıntıka Ticaret Mekteb-i Alisi) yelnızca Selânik'te açılabildi (1911).
Büyük çiftlikleri yönetebilecek tarım ilmini iyi bilen kişiler ve tarım okulları öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan bir yıl öğretim süreli bu Okul, Balkan Savaşı sırasında Selânik'in Yunanlılar eline geçmesi ile kapandı ve Anadoluda da yenisi kurulmadı.
5.6.3.2. Çiftlik mektepleri

Türkçe okuma yazma bilen, yeni tarım usullerini öğrenmiş, kendi tarlasına ekip biçmeye muktedir, çiftçi yazıcı ve subaşı yetiştirmek amacıyla yatılı olarak açılıyordu. Öğretim süresi, yörelere göre iki-üç yıl olarak değişiyordu. Okullardan çıkışta, çıkış belgesinin yanısıra uygulama çiftliklerinde çalışma karşılığı bir miktar sermaye de veriliyordu. 1910 yılından sonra Siroz, Hama, Antalya, Halep vs. yerlerde bazı Çiftlik okulları açılmışıtır. 5.6.2.3. Amele mektepleri

Tarımsal alanda araçların bakımı, bitki ve hayvan hastalıkları ve çareleri konusunda yetişmiş işçi yetiştirmek amacıyla, iki yıl öğretim süreli okullar olarak kuruluyordu. II. Meşrutiyet döneminde bazı yerlerdeki "Numune tarlaları" da amele okulu haline getirilmişti. Çiftlikler içinde genellikle uygulamaya dayalı bir eğitim yapılıyordu. 5.6.2.4. Bahçıvanlık mektepleri

Bahçıvanlığın yanısıra bağılık, meyve ağaçları, şarapçılık, konservecilik alanlarını da içine alan ve değişik adlarla kurulmuş bazı okullar olmuştur. Ancak bunlar verimli bir çalışma yapamamışlardır. 5.6.2.5. Dârülharirler (İpekçilik Okulları)

İpekçiliği fenni bir şekilde öğretmek amacıyla kurulan bu okulların en eskisi, 1887 yılında Bursa'da kurulmuştur. Daha sonra ülkenin 5-6 yerinde açılan bu okullar oldukça başarılı çalışmalar da yapmışlardır. Bunlardan başka Ziraat Nezaretinin kurmayı tasarladığı Tavukçuluk, Aşçılık, Balıkçılık vs. gibi okullar dizisinden ancak sütçülük okulları gerçekleştirilmiştir. Beş merkezde Sütçülük okulları kurulmuş, ayrıca "Seyyar Sütçültik okullları" kurmak için Avusturya'ya öğrenci yollanmış ve âlet ısmarlanmıştır.
5.6.2.6. Ormancılık Okulları

Batılı Devletlerin Osamanlı ormanlarını sömürmeye başlamasından hemen sonra bu durumun önemi anlaşılmış ve ormancılıkla ile ilgili eğitim çalışmaları başlamııştır. İlk önce iki Fransız orman memurunun emrine Bâb-ı Ali Tercüme Odasından bazı kimseleri vererek orman memuru yetiştirilmeye çalışılmıştır. 1868 yılında Ali Paşa'nın Sadraıamlığı sırasında da Osmanlı Devleti, Orman Bakanlığını ve ayrıca bir orman okulunu kurmak için Fransadan uzmanlar istemiştir. Bu isteğe karşı III. Napolyon'un yolladığı altı kişilik bir uzmanlar topluluğu, hem Bakanlığı hem de okulu kurdular. Ancak yetişmiş Türk eleman bulunamadığından okulun öğretmenleri Fransızlar oldu, öğretim dili de Fransızca! Mahmut Nedim Paşa'nın Sadrazamlığı sırasında okuldaki Fransızca öğretim yasaklandı. Fransız uzmanların işlerine de son verildi. Ama bundan sonra okulda normal bir eğitimin yürümesi zor oldu. Ormancılık Okulu 1879'da Maden okulu ile, 1891'de de Halkalı Ziraat Okulu ile birleştirildi. Öyle ki, zamanla Halkalı Ziraat Okulu programı içinde haftada iki saat ormancılık dersi biçimine düştü.
1909 yılında yeni bir Orman okulu kurmak çalışmalara başlanıldı ve bir "Orman Mekteb-i Alisi" kuruldu. İdadi ve dengi okul çıkışlıları yarışma sınavlarıyla alan bu yüksek okul, iki yıl öğretim süreli idi. Okulun öğrenci alınımında ve yönetimindeki çeşitli bozukluklara rağmen az bir öğrenci ile Savaş yıllarına kadar devam ettiği biliniyor.
Ayrıca 1911 yılında orman kurucu ve bekçileri yetiştirmek on ay süreli kurslar biçiminde "Orman Ameliyat Mektepleri" de kuruldu. Buraya 19 yaşını bitirmiş, köylülerin ve orman mülkü olanların çocukları alınıyordu, Eğitim gellikle ormanların korunması ve bakımı üzerine idi. Bunların dışında 1914 ortalarında askeri düzende bir Orman Jandarma Mektebi de açılmıştır. Altı ay süreli bu okul, tamamen orman korucusu yetiştirmeye yönelikti.
5.6.2.7. Veteriner mektepleri

Türkiye'de Askeri Baytar Okulu tâ 1848 de kurulmuş ve normal bir gelişim göstermiştir. Bu okuldan çıkanlar Osmanlı ordusunun süvari birliklerinde uzman kişiler olarak çalışmışlardır. 1895 yılında ise sivil bir Baytar Okulu açılmıştır. O zamana kadar bu alanda ilgili bilgiler Tıbbiyede ve Halkalı Ziraat okulunda dersler bişiminde verilmiştir. 1895 yılında açılan sivil baytar okulu; dört yıl öğretim süreli yatılı bir okuldu. 1910 yılında bir yüksek okul haline getirilmiş ve savaş çıkınca da kapatılmıştır. Ayrıca baytar yardımcısı yetiştirmek amacıyla da 1910 yılında iki yıl öğretim süreli bir okul açılmıştı. Diğer baytarlar tarafından tepkiyle karşılanan bu Okul savaş yıllarına kadar güç te olsa, biraz öğretim yapabilmiştir. 5.6.2.8. Diğer meslek okulları

Şimendifercilik okulları

Osmanlılar döneminde, Hicaz demir yolu hariç, ülkedeki tüm demiryolu işletmeleri yabancıların elinde idi. Burada çalışan personel de yabancı veya gayrimüslim olduğu için onlar eğitimlerini Devletin müdahalesi dışında yapıyorlardı. Devletin denetimindeki ilk demiryolu okulu açma tasarıları Hicaz demiryolunun daha iyi işletilmesini sağlamak üzere 1914 başlarında ortaya çıktı. Uşak'ta açılması plânlanan bu okulun projesi epeyce geliştirilmesine rağmen gerçekleştirilemedi. Ama Birinci Dünya Savaşı çıktıktan sonra Devlet ülkedeki İngiliz ve Fransız demiryollarına el koydu, orada çalışan yabancıları kovdu ve İzmir ve Yeşilköy'de iki "Şimendifer Memurları Mektebi" açtı. Mühendis Mektebi

Türkiye'de ilk askeri okullar "Mühendishane" adıyla açılmıştı. Ancak bunlar "mühendis" değil subay yetiştirmeye yönelik okullardı. Gerçek anlamda kurulan ilk mühendis yetiştirme kurumu ise, 1884'de açılan "Hendese-i Mülkiye Mektebi"dir. Genellikle inşaat mühendisliği üzerinde duran bu okul da askeri bir görünüm arzediyordu. Yönetim bakımından Mühendishane-i Berri-i Hümâyûn'a bağlı idi. Öğretmenlerin çoğu subaylardan oluşuyordu. Öğrencilerin okula alınması, sınavları askeri okullarla beraber yapılıyordu ve yatılılığı askeri bir düzen içinde idi. 1909 yılına kadar askeri okul statüsünde kalan bu okul daha sonra "Mühendis Mektebi" adını alarak sivil bir yönetime kavuştu. "Turuk ve Maabir Şubesi"nin yanına mimari ve makina mühendisliği şubeleri açılmak istendi; birincisi başarıldı, ikincisi başarılamadı.
Öğretim süresi başlangıçta lise sınıflarıyla beraber yedi yıl olarak düşünülen ve uygulanan bu Okulun, daha sonra lise sınıfları kaldırıldı. Bu Okuldan çıkanlar, Hicaz Demiryolunda çalışıyorlardı. Ayrıca Nafia Bakanlığı Fen memurluklarında ve vilayet mühendisliklerinde de istihdam edilmişlerdir. Merkez binasının yeri ve bağlı olacağı Bakanlık yüzünden sürekli tartışmalara neden olan bu Okul, Balkan Savaşı sırasında büyük tartışmalar ve sarsıntılar geçirdi; Birinci Dünya Savaşı içinde de ortadan kayboldu.
Cumhuriyetten sonra mühendis yetiştirme alanında Yüksek Teknik Okulları, Mühendislik-Mimarlık Akademileri, Fen Ziraat Fakülteleri ve Teknik Üniversiteler çalışma yapmaktadırlar.
Posta ve Telgraf Yüksek Okulu

Eğitim tarihimizde posta ve telgraf işlerinde genellikle Dârüşşafaka çıkışlılar çalışıyordu. O Okulun programlarında da bu istihdam alanına göre bazı ders değişiklikleri de yapılmıştı. Ama bunun dışında da salt bu amaca yönelik bazı okulların açıldığı görülmektedir. 1867 yılında açılan 3 yıl öğretim süreli Telgraf Mektebi, 93 Savaşı sırasında öğrencilerin cepheye gitmesi yüzünden kapanmıştı. Savaştan sonra da yeni bir okul açılmamaış, Darüşşafaka öğrencileri ve Paris Yüksek Telgraf Okuluna gönderilen öğrencilerle durum idare edilmeye çalışılmıştır. 1909 yılından sonra Posta ve Telgraf Nezareti tarafından "Posta ve Telgraf Mektebi Alisi" adıyla bir yüksek okulaçılmış, bu okul Cumhuriyet döneminde de yaşamıştır.
Kadastro Yüksek Okulu

Ülkedeki taşınamaz malların ve özellikle de toprakların yazımı ve haritalarının çıkarılmasında, sahiplerinin belirlenmesinde çalışacak memurları yetiştirmek amacıyla 1911 yılında bir yüksek okul olarak kurulmuştur. Ama aslında ilkokul ve 5 yılık idadi çıkışlıları alan orta dereceli bir okuldu. Hukuk ve Fen şubelerinden oluşuyor, 1 ve 2 yılık bir öğretim yapıyordu. I. Dünya Savaşı çıkınca kapandı. Kondüktör Mektebi

Mühendislere yardımcı elemanlar yetiştirmek amacıyla 1911 yılında kuruldu. Orta dereceli bir okuldu, daha sonra yüksek okul seviyesine çıkarıldı. Öğretim süresi 2 yıldı. Savaş yıllarında dahi kapanmamıştı. Bunların dışında değişik adlarda kurulmuş ve mesleki ve teknik öğretim kısmına dahil edilebilecek pek çok okul vardır. Belediye Çavuşanı Mektebi, Aşçı ve Garson Mektebi, Polis Okulları, Maliye Yüksek Okulu vs. gibi.



kaynak
Quo vadis?

Benzer Konular

22 Mart 2010 / Misafir Eğitim Bilimleri
1 Nisan 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
14 Ocak 2014 / Misafir Soru-Cevap