Arama

İbni Haldun

Güncelleme: 5 Temmuz 2017 Gösterim: 93.943 Cevap: 8
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
16 Mayıs 2006       Mesaj #1
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  ibni haldun.jpg
Gösterim: 4179
Boyut:  41.2 KB

İbni Haldun


Özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset, felsefecisi ve toplumbilimci olan İbni Haldun, tarihsel olayları toplumsal, etnik, kültürel, siyasal, ekonomik, hatta coğrafi ve biyolojik koşullarla bağlantıları içinde değerlendiren ilk düşünürdür.
Sponsorlu Bağlantılar

Birçok bilim adamı, tarih felsefesinin ve sosyolojinin çağdaş anlamda birer bilim olarak ortaya çıkmasını İbni Haldun’la başlatmışlardır. İbni Haldun’un başka bir özelliği de İslam dünyasında bilimsel ve düşünsel durgunluğun yaşandığı bir dönemde gözlemci ve eleştirici bir düşünür olmasıdır.

Bilim ve siyaset yolunda bir yaşam.
1 ramazan 732’de (27 mayıs 1332) Tunus’ta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla İbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistan’ın Hadramut yöresinden, önce İspanya’ya, oradan da Kuzey Afrika’ya göçerek Tunus’a yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. İlk öğreniminden sonra aydın bir kişi olan babasının yakın ilgisi sayesinde seçkin hocalardan fıkıh, hadis, tefsir, akaid, mantık, felsefe, matematik, tabiat bilimleri, dil bilimleri, şiir, edebiyat gibi dinsel ve din dışı alanlarda çok iyi bir öğrenim gördü. 1348’de çıkan bir veba salgınında anne ve babasıyla hocalarından çoğunu kaybetti.

Yirmi yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak’ın kâtipliğine getirilmesiyle İbni Haldun’un çalkantılı siyasal yaşamı başlamış oldu. Bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izledi. Bir ara Fas Emin Ebu İnan onu bilim meclisine kabul etti. Bu görevdeyken siyasal bir nedenle hapsedildi. İki yıl sonra yönetime getirilen Ebu Salim onu önce sırkatibi, ardından da «mezalim» dairesi başkanı yaptı. 1362’de İspanya’ya geçerek eski bir dostu olan Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girdi. Bir yıl sonra emir onu Castilla Kralı Zalim Pedro nezdinde elçi olarak görevlendirdi. Bir süre sonra Gırnata emirinden izin alarak Kuzey Afrika’ya dönen İbni Haldun, Bicaye’de, çok istediği haciplik (başvezirlik) makamına kavuştu; bu arada bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürdü.

1366’daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başladı; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını inceledi. Bu arada, zaman zaman siyasal nedenlerle güçlükler yaşadı ve sonunda İspanya’ya dönmek zorunda kaldı (1374). Sürtüşmelerle dolu siyasal geçmişi nedeniyle İspanya’dan da çıkarıldı. Yeniden Kuzey Afrika’ya döndüğünde çaresizlik içindeyken, geçmişte araları pek de iyi gitmeyen Tlemsen Sultanı Ebu Hammu’nun önerisini kabul ederek kabileler arasında onun propagandasını yapmak zorunda kaldı.

Siyasal çalkantılardan bıkan İbni Haldun, Ebu Hammu’nun iznini alarak İbni Selame denilen bir kaleye yerleşti ve kendisini tümüyle bilimsel çalışmalara verdi. Ünlü eseri Mukaddime ’yi 1374’te burada tamamladı. Ardından, dört yıl içinde el- İber adlı yedi ciltlik tarih kitabının müsveddesini hazırladı. Bu son çalışmanın, eskiden incelediği kaynaklarını bir kez daha gözden geçirmek düşüncesiyle 1378’de Tunus’a gitti. Buradaki çalışmaları sırasında dersler de verdi.

Siyasal geçmişi Tunus’ta da kendisini rahat bırakmayınca 1382’de Mısır’a gitmek zorunda kaldı. Kahire’de, başta Sultan Berkuk olmak üzere, ileri gelenlerin geniş ilgisini gördü. Kahire medresesine müderris olarak atandı. Burada verdiği ilk dersiyle, devlet adamlarının da içinde bulunduğu izleyicilerini adeta büyüledi. Kadılık görevine getirildi ve bu görevdeki adaleti, yansızlığı ve yürekli tutumu nedeniyle beş kez görevden alındı ve yeniden atandı. Bu arada Hicaz, Kudüs ve Suriye’ye gitti. Bu son gezisi sırasında, Suriye’yi ele geçiren Timur’la görüştü. lbni Haldun’dan çok etkilenen Timur onu yanında alıkoymak istediyse de, İbni Haldun bu isteği reddederek çok sevdiği ve hayatının en huzurlu günlerini geçirdiği Kahire’ye döndü. Bilim ve siyasetin verdiği iki kat yorgunlukla geçen hayatı 303/1406’da Kahire’de sona erdi.

Tarih felsefesi

İbni Haldun’un tarihçiliğinin iki temel yönü vardır:
Bir yönüyle, tarihin kaynaklarını, tarihsel verilen, yazılı belgeleri, nakil ve rivayetleri eleştiri süzgecinden geçirir; tarihsel olaylarını mantıksal bir kadro içinde düşünür. Böylece, onda tarih, geçmişte anlaşıldığının tersine, olguların yalnızca anlatımı değil, aynı zamanda anlatılanların doğruluk derecelerini saptama yöntemi haline gelir. İbni Haldun, «hikmet ölçüsü» diye adlandırdığı bu yönteme göre yanlışlığını saptadığı eski tarihlerden örnekler de vermiştir. Sözgelimi, Mes’udi adlı Arap tarihçisi İsrailoğullarının bir savaşta 600 000 asker topladıklarını yazar. Oysa İsrailoğullarının toplam nüfus sayısının azlığı, ülkelerinin dar oluşu, savaşın yapıldığı alanın kapsayabileceği insan sayısının sınırlı oluşu vb ölçüler dikkate alındığında Mes’udi’nin kaydettiği bu rakamın oldukça abartmalı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Kaldı ki, Müslümanlara karşı Kadisiye’de ölüm kalım savaşı veren İran gibi o dönemin oldukça büyük bir ülkesi bile ancak 120 000 asker donatabilmiş, 200 000 de yedek toplayabilmiştir.

İbni Haldun tarihsel olaylarla ilgili nedensellik ilkesi üzerinde de önemle durur; bu olayların hangi tarihsel yasalar çerçevesinde geliştiğini araştırır. Bu bakımdan tarihi, bir olaylar yığını değil, olaylar düzeni olarak algılar ve böylece bu bilimi, geçmiş olayların kuru öyküsü olmaktan kurtarıp bir «ilim» düzeyine çıkarır. Ayrıca nedensellik ilkesi tarihçiyi, geçmişteki olayların toplumsal, siyasal, coğrafi, etnik, kültürel vb etkenlerini de inceleme ye götürür. Bizzat İbni Haldun, tarih biliminden bunu anlamış ve dev yapıtı Mukaddime’de başarıyla uygulamıştır. Sıradan olayların anlatımından öre «tarih fenni» veya bilimi, olayların «dış»ıyla (zahir) yerinmez; «iç» yüzüne (bütın) de bakar, Böylece «siya serin temelleri, uygarlığın (ümran) doğası, insani topluluğun türlü durumları,tarih incelemelerinde vazgeçilmez birer öğe olarak büyük önem kazanır. İbni Haldun, tarihçiliği eski dönemlerin felsefe tanımıyla« eşyanın gerçeklerini bilme, kavrama» olarak anlar. Kendisinden önceki tarihçileri, tarihin bu «bâtın» yanını görememiş olmakla suçlar ve onların hangi noktalarda yanlışlar yaptıklarını örnekleriyle anlatır.

Bilginimiz, ilk kez kendisinin «çok soylu ve çok değerli» bir tarih bilimi başlattığını söyleyerek övünmüş ve bunun kendisine bir Tanrı vergisi olduğunu ima etmiştir. Ancak, yeri geldikçe yetersizliğini belirterek okuyucusunun kendisini eleştirmesini, verdiği yanlış bilgiler varsa bunları düzeltmesini isteme erdemini de göstermiştir. Yer yer eski tarihçileri suçlarken, bazen de «eski kültür çağlarından bize ulaşmayan eserler ulaşanlardan daha çok olduğuna ve insan yetiştirdiği düşünürlerin sayısı oldukça kabarık bulunduğuna göre» bu konuda «geçmişi suçlamanın doğru olmayacağını» belirtmiştir.

Toplumbilim
İbni Haldun toplumbiliminin yeterince kavranabilmesi ve öz günlüğünün saptanabilmesi için, bu alandaki temel kavramlarından ikisi üzerinde özellikle durulması yeterli olacaktır:

Umran. İbni Haldun «umran» terimine, yerine göre az çok değişik anlamlar yüklemiştir. Bir tanıma göre umran «gereksinimlerin karşılanması ve kaynaşmanın sağlanması amacıyla insanların köylerde ve kentlerde toplanmaları» olgusudur Başka bir deyişle umran, geçinmek için yardımlaşmak zorunda olan insanların bir yerde toplanarak orayı «mamur etmeleri», şenlendirmeleridir. İkinci bir tanımda umran yalnızca «insansal topluluk» (insan? ictima) biçiminde iki kelimeyle açıklanarak yerleşme unsuru tanımın dışında tutulmuştur. Bu tanıma uygun olarak Ibni Haldun, umranı «hazeri umran» (yerleşik uygarlık) ve «bedevi umran» (göçebe uygarlık) diye ikiye ayırmıştır.

lbni Haldun’un «umran ilmi»nin çağdaş sosyolojide hangi te dinle karşılanması gerektiği sorusu yeterince aydınlatılamamış; bu terime sosyoloji, tarih felsefesi, uygarlık bilimi, kültür bilimi gibi değişik karşılıklar önerilmiştir. Öyle görülüyor ki «umran ilmi», yerine göre tüm bu karşılıkları birlikte kapsayacak genişlikte olmakla birlikte, «umran sözcüğünün köküne ve Mukaddime’deki yaygın kullanılış biçimine bakarak bunu «uygarlık bilimi» diye anlamak doğruya en yakın olanıdır.

Uygarlık biliminin konusu temelde «insansal topluluk»tur. Düşünüre göre nasıl ki maddenin kendine özgü bir doğası varsa, insansal topluluğun da ayırıcı ve süreklilik taşıyan bir doğası vardır. Fizik ve kimya gibi bilimlerin maddenin doğasını, onda olup biten olayları ve bu olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini incelemesi gibi uygarlık bilimi de toplumların doğasını, toplumsal olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkilerini araştırır ve yasalarını saptar. İbni Haldun’un, bu görüşleriyle, toplumsal olaylarda tam bir determinist olduğu anlaşılmaktadır.

Asabiyet. Terimin İslam öncesi dönemde taşıdığı «kabilecilik, ırkçılık» anlamı dolayısıyla İslam kültüründe asabiyet sürekli olumsuz ve itici bir kavram olarak görülmüş; özellikle Hz. Muhammed’in, bu anlamdaki asabiyeti kesin bir dille yermesi ve reddetmesi nedeniyle Müslüman bilginler ve daha çok da ahlakçılar asabiyeti bir erdemsizlik olarak değerlendirmişlerdir. İlk kez İbni Haldun, bu sözcüğe olumlu anlamlar yükleyerek ona kendi tarih ve devlet felsefesinde büyük ağırlık vermiştir, Ancak o, asabiyet teriminin kendi felsefesinde içerdiği anlamı açıkça gösteren tam bir tanımını vermemiştir. Bu yüzden çeşitli araştırmacılar, asabiyet teriminin Mukaddime’de dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, toplumsal dayanışma gibi kavramlardan biri ya da birkaçı için kullanıldığını belirtmişlerdir. Bununla birlikte İbni Haldun, asabiyeti, dar anlamda «savunma» (müdafaa) ya da «saldırı» (mutalebe) amacına yönelik mücadele enerjisi sağlayan toplumsal bilinç şeklinde anlamaktaysa da, Mukaddime’nin, bu konuyu işleyen ilk bölümlerinden anlaşıldığına göre asabiyeti, ırksal bağlarıyla da coğrafi, siyasal veya dinsel nedenlerin doğurduğu binlik ve dayanışma ruhu olarak incelemiştir. Bu nedenle asabiyeti şu ya da bu dönemdeki, çevredeki uygulanış seçimine göre değil, doğrudan doğruya insanoğlunun doğal bir özelliği ve en küçük toplumsal birliklerden en büyük devletle- re kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında ro lü bulunan bir kitle enerjisi olarak algılamakta; öfke duygusu, cin sel istekler vb öteki biyolojik ve psikolojik yetiler gibi asabiyet duygusunun da olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurabilecek yönlerinin bulunduğunu söylemektedir.

Düşünüre göre Hz, Muhammed’in yerdiği asabiyet, haksız ve yanlış uygulamalarla ortaya çıkan «cahiliye (İslam öncesi) dönemi asabiyeti»dir. Buna karşılık asabiyetin doğru amaçlara ve Tanrı’nın buyruğunu gerçekleştirmeye hizmet yolunda kullanılması da mümkündür. Aslında devletler gibi «dinler ve şeriatlar» bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten yoksun kalınca da yıkılırlar. Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı doğadan gelen, akraba vb yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecesiyle ilkel (bedevi) topluluklarda bulunan asabiyet toplumların yerleşik ve uygar (hazeri) yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeden Çünkü bu durumda çeşidi nesepler arasında homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir, Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabaya (en-nesebü’l-hassa) arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya (en-nesebü’l-âmme) yayıldıkça asabiyet de zayıflar. İbni Haldun kendi dönemine kadar İslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır.

İbni Haldun’un tarih ve devlet felsefesinin bu şekilde bir asabi yet diyalektiğine dayandığı kesindir. Öyle ki> ona göre, her yeni düşünce ve inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde eyleme dönüşme isti dadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması> öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır. Bu güce duyulan gereksinim bakımından peygamberle dinsel bir mesaj taşımayan başka egemenlikler arasındaki fark yoktur. Nitekim Hz. Muhammed’in «Allah, kavminin himayesinden destek almayan hiçbir peygamber göndermemiştir» anlamındaki sözü de bu gerçeği vurgulamaktadır. Böylece, düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma dinamiği arasındaki etkili ilişkiyi ilk kez gören bilim adamı İbni Haldun olmuştur.
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 15:32
Biyografi Konusu: İbni Haldun nereli hayatı kimdir.
Kral_Aslan - avatarı
Kral_Aslan
VIP MsXTeam
22 Şubat 2007       Mesaj #2
Kral_Aslan - avatarı
VIP MsXTeam

İbni Haldun ( 20.09.1331)- (08.10.1405)



Sponsorlu Bağlantılar
Ünlü İslam Bilgini İbni Haldun, 1332 yılında Tunus'ta doğdu. Geçmişte birçok önemli devlet ve bilim adamı yetiştirmiş bir aileye mensuptu. Babası değerli bir bilim adamıydı. İbni Haldun küçük yaşlarda eğitime başladı ve Kuran-ı Kerim'i ezberledi. 17 yaşında eken babasını kaybetti. İlk bilimsel çalışmalarını hukuk üzerinde yaptı ve bu konuda kendisini iyi yetiştirdi. Daha sonra matematik, edebiyat, mantık, tefsir,hadis ve gramer dallarında öğrenim gördü. Döneminin bilim adamlarından dersler aldı. 20 yaşlarından itibaren devlet idaresinde görevler üstlendi. Tunus emirinin başkatipliğine getirildi. Bu yıllarda, Kuzey Afrika'da bulunan İslam ülkeleri arasında siyasi ve fikri mücadeleler vardı. Nitekim bir süre sonra Tunus Hükümdarı bir savaşta öldürüldü. Onun yerine geçen idareciler ise, İbni Haldun'a karşı cephe aldılar. Bu nedenle İbni Haldun kardeşinin bulunduğu Fas'a geçmek zorunda kaldı. Zamanla burada da siyasi kargaşalar başgösterdi. İbni Haldun bir iddia ile hapse atıldı. Fas Sultanı'nın ölümü üzerine hapisten kurtulan İbni Haldun, bu kez de İspanya'daki Beni Ahmer Devleti'ne geçti. İdarecilerin isteği üzerine, Kastilya Kralı Zalim Pedro'nun yanında elçi olarak görevlendirildi.

Pedro, İbni Haldun'un görüşlerine hayran kalmış ve birçok problemlerin çözümünde Ona danışmıştı. Ülkesinde kalması için büyük vaadlerde bulunuyordu. Buna rağmen İbni Haldun burada da fazla kalmadı, yine Fas'a döndü. Fakat, siyasi kargaşalar sonucu tekrar hapislere düştü. Büyük sıkıntılar çekti. Çeşitli sebeplerle birkaç İslam ülkesini daha gezdi. Bu arada, salgın bir hastalık yüzünden bütün ailesini kaybetmişti. Ayrıca, yerleşme kararı aldığı Mısır'a hanımını, çocuklarını ve mal varlığını getiren gemi batmış, yapayalnız kalmıştı. Bütün bu olaylar hayatının bundan sonraki kısmında İbni Haldun'un yalnızlığa çekilmesine neden oldu. Bir ara Mısır'da hem hakimlik yaptı hem de medresede dersler verdi. Ancak yine Onu kıskananlar ve görüşlerine tahammül edemeyenler ortaya çıktı. Timur ordularının Mısır ordularını yenmesi üzerine İbni Haldun da esir edildi. Bu olay, İbni Haldun'u Timur'un karşısına çıkardı. Timur Onun bilgisine ve zekasına hayran oldu. Onunla sohbetler yaptı. Hatta bu karşılaşmanın Timur'u istila fikrinden vazgeçirdiği söylendi. İbni Haldun, Timur'un parlak vaadlerini bir kenara iterek, tekrar Mısır'a geldi ve tamamen uzlete çekildi.

İbni Haldun, Mısır'da kaldığı bu dönem içerisinde ünlü eseri Mukaddime'yi kaleme aldı. O güne kadar edindiği fikri, siyasi ve ilmi tecrübesiyle adeta muhteşem denilebilecek bir eser vücuda getirdi. Bu eserinin birinci cildinde; önce tarihi olayları yani geçmişi gözler önüne serdi. İkinci cildinde; sosyal olayları tahlil etti ve İslam toplumunun güncel problemlerini ortaya koydu. Üçüncü cildinde ise; geleceğe ışık tutacak önemli tespitlerde bulundu ve metodlar belirledi. Eserinde daima objektif, realist ve tecrübeci bir hareket tarzını benimsedi. Coğrafi şartlarla sosyal hayatın ilişkisini, cemiyet şekillerini, Din ve Devlet hayatının sınırlarını, şehir ve köy ilişkisini, iktisadi hayatı, bilgi nazariyesini, ilimlerin tasnifini ve edebiyat meselelerini ele aldı.

Genel Dünya tarihine yer verirken, özellikle Türk tarihine geniş bir bölüm ayırdı. Bu bölümde : "Bu Türklerin dünyadaki milletlerin en büyüğü olduğunu ve beşer cinsleri arasından onlardan başka ayrıca büyük bir cinsin bulunmadığını bil" diyerek okuyucunun dikkatini çekiyordu.
İslam bilimlerinin bütün dallarından, tabii ve sosyal bilimlere kadar, çağına ulaşan her konuda önemli tahlillerde bulunmuştu. Bu nedenle, Tarih Felsefesi'nin ve İktisat Bilimi'nin kurucusu olarak kabul edildi. Ayrıca insanlık tarihinin ilk toplum bilimcisi ve sosyoloğu olma özelliğini kazandı. Sosyoloji ilminin birçok temel prensiplerini Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce ortaya koydu. Tarih, siyaset teorisi ve sosyal psikoloji alanlarında İtalyan Makyavelli'ye; Sosyal düzenin genel esaslarında Montesqu'ya; Tarih Felsefesi sahasında Rosseu ve Ouguste Comte'ye; Devletlerin çöküşü ilkesinde İngiliz Tarihçisi Gibban'a; Pedagoji dalında ise William James ve Spencer'e ışık tutan metodlar belirledi.

İbni Haldun, devlet hayatıyla dini hayatın sınırlarını ortaya koyarken, bir çeşit Laik Devlet sistemini savunmuştu. 1406 yılında ölen İbni Haldun'un temel gayesi; İslam Medeniyetinin tarihi ve sosyolojik problemlerine ışık tutmak ve İslam kültürüne yeni bir canlılık kazandırmaktı.

İBN HALDUN'A GÖRE DEVLETLERİN YIKILIŞ SEBEPLERİ

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; İbni Haldun'un bu alanda kullandığı temel kavram olan Umran terimi, çeşitli Batılı kaynaklarda bazen Medeniyet bazen de Kültür olarak geçmektedir. Kavram kargaşasına yol açmamak için önce bu kavramı izah etmek gerekir. İbni Haldun Umran terimini, toplumsal hayat ve örgütlenmenin iki aşaması olarak gördüğü Kırsal ve Kentsel hayat için genel olarak kullandığı zaman Kültür, Kent Ümranı şeklinde kullandığında ise Medeniyet anlamı taşımaktadır.

Bütün insan toplulukları Kırsal kültürden Kent kültürüne doğru bir gelişme gösterirler. Kırsal Kültür, kendi içinde 3 alt aşamada oluşur. İlk aşama, insani toplumsal hayat ve örgütlenmenin en ilkel biçimidir, göçebelik ve hayvancılığa dayanır. İkinci aşama, hayvancılık alanının çeşitlendiği yine göçebelik toplumudur. Üçüncü son aşama ise, küçük yerleşim birimlerinde (köy veya kasaba) sebze ve tahıl tarımının yapıldığı yerleşik hayatın oluştuğu dönemdir.

İbni Haldun'a göre; daha kalabalık halk topluluklarını bir arada toplayan Kent hayatı medeniyetin ilk aşamasıdır. Burada hayvancılık ve tarımın yerini Sanayi ve Ticaret almıştır. Esasen, Kırsal alandaki üretim artışı, yeni ihtiyaçların belirmesine ve üretimin pazarlanması ihtiyacına yol açtığı için Kent hayatını ortaya çıkarmıştır. Kent hayatının sürekliliği ve varlığı için, insanların bir araya gelip üretim ve pazarlamada işbirliği yapmaya karar vermesi yeterli değildir. Bunları bir arada tutacak, birbirlerine zarar vermelerini önleyecek bir Egemenlik ve Siyasi Varlık yani Devlet olmak zorundadır. İbni Haldun'a göre; şehirleşme devleti değil, devlet şehirleşmeyi yaratır. Devlet olmadığı sürece Kentleşme de olmaz. Devletin varlığı ile Kent hayatı özdeşleşir. Kent hayatında ekonomik faaliyetlerin bozulması ile devletin çözülmesi birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Her türlü ekonomik faaliyetin hedefi kazanç elde etmektir. Devletin ekonomik hayata adaletsiz müdahalesi, yüksek vergilerle kazancını artırmaya çalışması, mal ve paraya istediği gibi egemen olması, ekonomik hayatı felce uğratır.

İbni Haldun, siyasi bir egemenliğin oluşması, gelişmesi ve çözülmesi sürecinde Siyasi Lider veya liderlerden ziyade grubunun önemli olduğuna inanır. Siyasi bir liderin kişisel özellikleri ne kadar gelişmiş olursa olsun ekibini oluşturamadığı sürece kesin olarak başarıya ulaşamaz. Aynı şekilde, devletlerin çözülme sebeplerini Yönetenlerin kişisel kusurlarında aramak da yanlıştır. Bu görüşüyle İbni Haldun'a göre Devlet -siyasi- bir Hanedan niteliğindedir. Bir devletin ortaya çıkması, gelişmesi ve en yüksek noktaya ulaştıktan sonra çözülmesiyle bir siyasi hanedanın ortaya çıkması, gelişmesi, yükselmesi ve çözülmesi arasında sıkı bir paralellik kurar. Her devlete ortalama olarak 120 - 130 yıllık bir ömür tanır. Her devlet genel olarak 5 temel aşamadan geçer.
Kuruluş Devresi: Her türlü karşı koymanın bastırıldığı, daha önce onu elinde tutan hanedandan zorla alınması devresidir. Ele geçiren grupta canlılık ve etkinlik en üst düzeydedir. Henüz geleneksel alışkanlıklarını yitirmemiş, mütevazi ve kanaatkardır. Siyasi lider henüz kendisini vatandaşlarından ayrı tutmaz.

Otorite Devresi: İktidarı elinde tutan lider kendi grubu üzerinde otoritesini tesis eder, mülkü ve nimetlerini kendisi için istemeye başlar. Grupta rakip olacak ileri gelenler yönetimden uzaklaştırılır, kendine bağlı itaatkar kişiler yönetime gelir.
Rahatlık Devresi: İktidarın meyveleri toplanır, servet genişletilir, şan ve şöhret ön plana geçer, kendini ölümsüzleştirecek eserler meydana getirilir. Siyasi liderin hem kendi grubunu hem de diğer grupları tam egemenlik altına aldığı dönemdir. Güçlü ordu, iyi çalışan sivil bürokrasi ve düzenli toplanan vergiler vardır.

Taklit Devresi: Siyasi iktidar, atalarının bıraktıklarını yeterli görmeye başlar. En doğru yolun kendisine miras bırakılan yolu takip etmek olduğuna inanır. Taklitçilik ve gelenekçilik, yenileşmenin önünü tıkar.

Savurganlık Devresi: Siyasi iktidar, atalarından kalan mirası arzu ve hevesine göre israf etmeye ve savurganlık yapmaya başlar. Devlet yönetimine ehliyetsiz kişiler geçirilir. Devletin çözülme ve yıkılma süreci başlar. Ordusunu, memurunu besleyemez ve giderlerini karşılayamaz hale gelir ve yıkılır.

İbni Haldun, devletin çözülmesinde dış faktörlerden ziyade iç etkenlerin öncelik taşıdığını kabul eder. Bununla birlikte devletin tümüyle ortadan kalkışı bir dış saldırıyla gerçekleşir. Devletin yıkılışındaki en temel sebepleri; Lider, Ekonomi ve Ahlak olmak üzere 3 temel başlık altında ifade eder.

Lider; devletin kurulma saflasında grubuyla ahlaki bir otorite ilişkisi içindedir. Zamanla otoritesini paylaşmak istemez. Liderin kibir, bencillik ve başkalarına hakim olma duygusu öne geçer. Ona göre siyasetin kendisi de Tek Bir Hakim olmayı gerektirir.
Ekonomi; güç olarak iki temele dayanır : Asker ve Para. Devletin kuruluş safhasında fazla paraya ihtiyaç olmaz. Devlet büyüyüp geliştikçe yeni ihtiyaçlar paraya olan ihtiyacı da ortaya çıkarır. Koruyucu sınıfı ile yönetim arasında ücretlerin ve ihtiyaçların karşılanmasına paralel bir hoşnutluk ilkesi vardır. Yönetimin tek para kaynagı vergilerdir. Vergilerin akması içinse sağlam ve gelişen bir ekonomik yapı gerekir. İbni Haldun, ekonominin kendine has kanunları olduğunu belirtir ve herhangi bir zorlama ekonomik hayatı alt-üst eder. Ekonomik gelişmenin bir üst sınırı vardır ve ondan sonra duraklama ve gerileme başlar. Tahrik edilen insani ihtiyaçların artma hızı, bunları karşılayacak kazanç ve gelirlerin artış hızından fazla olduğu için bir noktada yetersizlik başlar.

Bu noktada Devlet, ya giderlerini kısmak ya da gelirlerini artırmak şeklinde iki yoldan birini kullanmak durumundadır. Ne yazık ki bu noktadan sonra bu iki yol da başarıya ulaşamaz. Rahatlığa alışmış olanlar kemer sıkamazlar. Devlet gelirleri artırmak için ya varolan vergileri artırır ya da yeni vergiler koymak isteyebilir. Oysa Vergi ile Kazanç arasında tecavüz edilmemesi gereken sınır aşılırsa teşebbüs arzusu zayıflar. Vergide de gelir sağlayamayan Devlet, bu defa ekonomik hayata girmek ister. Üreticilerden mallarını değerlerinin altında almaya, tüketiciye fahiş karla satmaya çalışır. Bunun sonucu üretici üretimden, tüccar ticaretten vazgeçer. Tüketiciler şehirden kaçış yolları arar. Devlet bunun da fayda etmediğini görünce, önce yakınındaki varlıklı kişilerden başlayarak herkesin malına ve mülküne el koyar. Bu da vatandaşların yönetimden yüz çevirmesine, dış güçlerle ittifak yapılmasına, ekonomik hayatın durmasına ve devletin ortadan kalkmasına yol açar.

Ahlak; ilkesinin uygarlığın ilimlerin, sanatların, şehir hayatının, zenginliğin, konforun, ince alışkanlıkların gelişmesine paralel olarak bozulup bozulmadığı tarih boyunca tartışma konusu olmuştur. Eski Atina'dan başlayarak Rönesans'a kadar pek çok düşünür, ahlaki yozlaşmanın bir devletin çöküşünde önemli bir etken olduğunu savunur. Berkeley; "Büyük Britanya'nın çöküşünü önlemek üzerine yazdığı düşüncelerinde, İngiliz halkının madddi heveslerinin artışından ve ahlaki niteliklerini kaybedişinden önemle bahseder. Kurtulmak için Hristiyan ahlakının ilkelerinin yeniden saygınlığa kavuşturulması gerektiğini belirtir.

" Aynı şekilde Fransa'da J.J. Rousseau; "Uygarlığın gelişmesinin ahlakın bozulmasına yol açtığını" savunur. Spengler; "Batının çöküşünü konu ettiği eserinde gelişmeyle birlikte ahlaki değer ve kurumların yozlaşmasından" söz eder. Örneğin; Yürek dili yerine, ilmi dinsizlik; Saygı ve gelenek yerine, soğuk olgusallık; Halk yerine, kitlesellik; Gerçek ve canlı değerler yerine, para ve soyut değerler; Devlet ve Toplum yerine, milletlerarası toplum değerleri hakim olur.

İnsanlar; kanaatkar, dayanıklı, kendine güvenen, cesur, yardımserver, namuslu, dindar olmak yerine, haris, mağrur, korkak, tembel, bencil, müsrif, rahatına düşkün, dini değerlere lakayt hale gelirler. Doymak bilmeyen ihtiyaçlarını meşru yollardan tatmin edemeyenler, gayrı meşru yolları zorlar ve ahlaki değerleri yıkarlar.

Çözülme sürecinde
Devlet bütün vatandaşlarına karşı adil değildir. Halk bireyselleşmiş, gayrı meşru ilişkiler yaygınlaşmış, din ve ahlak duyguları zayıflamıştır

Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 12:36
Hayatın ne anlamı var.. Yanımda sen olmayınca....
HayLaZ61 - avatarı
HayLaZ61
VIP BuGS_BuNNY
22 Şubat 2007       Mesaj #3
HayLaZ61 - avatarı
VIP BuGS_BuNNY

İbni Haldun (1333 -1406)


İslâm-Yahudi felsefesinin yine Batı bölümünden olan bir başka düşünür İbni Haldun'dur. İbni Haldun'un kişiliğinde, ilk kez gerçek bir "tarih filozofu" ile karşılaşıyoruz. İlkçağda tarih felsefesi, hemen hemen, yok gibidir.

Antik dönemin filozofları daha çok doğa ile ilgilenmişler, tarihe fazlaca ilgi duymamışlardır. Ortaçağın başlarında bu durum tümüyle değişti. Tarih felsefesinin Augustinus'un sisteminde ne kadar geniş yer aldığını hatırlayacağız.

Ancak Augustinus'un tarih felsefesi, tümüyle dini temellerden çıkarılmış olan bir tarih yapısalcılığıdır. Oysa İbni Haldun'un, tarih felsefesi karşısındaki tutumu tamamen farklıdır. O tarih felsefesini "empirik" bir temel üzerine kurmaya çalışır.

Birçok tarihi incelemeler yapmış olan ve özellikle İslâm devletlerinin tarihini çok iyi bilen İbni Haldun'un araştırmalarında şu durum dikkatini çekmiştir: İslâm devletleri kuruluyor, belli bir gelişme dönemi yaşıyor, sonra da yıkılıyor. İbni Haldun'a göre tüm devlet kuruluşlarının kaçınılmaz sonu budur. Acaba bunun nedeni ne olabilir?

Devletlerin önce yavaş yavaş yükselip sonra da gerilemesi neden kaynaklanıyor? İbni Haldun bu sorundan önce bir başka konuyu ele alıyor: İnsanları bir devlet halinde birleştiren sebep nedir? Bu soruya verdiği yanıtta İbni Haldun, "dayanışma" kelimesiyle karşılayabileceğimiz bir kavramı, açıklamaları içine alıyor.

Tarih felsefesini, ilk olarak, tarihi olaylara dayandıran İbni Haldun, İslâm felsefesinin en dikkat çekici isimlerinden biridir. İbni Haldun öncelikle şu soruyu soruyor: Bir devlet olarak yanyana yaşayan insanların bu birliktelikleri neye dayanır? Bu soruyu İbni Haldun, "dayanışma" kavramı ile yanıtlıyor.

Ona göre toplum yaşamında ancak "dayanışma bilinci"nin bulunduğu yerde, yani bireylerin birbirini karşılıklı olarak destekledikleri yerde dayanışma olanağı vardır. Acaba dayanışma duygusu neye dayanır? Bu duygu çeşitli etkilere, söz gelişi ortaklaşa ırk birliğine, din birliğine, tarihi kader birliğine dayanabilir.

İbni Haldun için önemli olan nokta, tüm bu temellerden "önce" insanda bir topluluk bilincinin var olması gerekir. Yani insan öteki insanlarla akraba olduğu için değil, akrabalık "bilincini" duyduğu için dayanışma duygusu taşır. Ya da insan aynı dine bağlı olduğu için değil de, böyle bir bağın bilincine sahip olduğu için kendisini ötekiler ile dayanışma içinde duyar.
O halde bir bağın var olduğuna ait olan bilinç, bağlılığın kendisinden daha önemlidir. Çünkü söz gelişi aynı kandan gelindiğine dayanan bir dayanışma bilinci, bu ortak biyolojik birlik, yalnızca bir yanılgı olsa bile, yine de, gelişme olanağı bulur. Bir başka deyişle diyebiliriz ki: Devlet biyolojik bir birlik olmayıp "ruhsal" bir birliktir. Devleti ayakta tutan "bilinç"tir. Bu bilincin dışında kalan bağların gerçekten var olup olmadığı konusu, ikinci derecede önem taşır.
İbni Haldun'a göre her devlet, belli bir şablona göre "gelişir". Her devlet başlangıçta, köylü sınıfına dayanan "tarım" devletidir. Nüfusun artması ile devlet şekli değişme gösterir. Devlet köyden "kent"t bir gelişme içindedir.

Başlangıçta devleti sırtlayan sınıf köylülerdi. Yavaş yavaş devleti kent halkı taşıyacak duruma geldi. Ancak devletin köyden kente geçişi, köylülerden kentlilerin eline geçişi, kaderci (fatal) bir yapıya sahiptir. Çünkü bu gelişme, zorunlulukla, bireyciliğe yol açar.
Bir başka deyişle: Devletin köyden kente geçmesi, devletin asıl temeli olan dayanışma duygusunun "gevşemesine", zayıflamasına neden olur. Kent yaşamı bireyleri birbiriyle yarışmaya ve mücadeleye sürükler, bireyler zengin olmaya eğilimlidirler. Böylece bu gelişim devletin şeklini zorunlu olarak değiştirir.

Her devlette, devletin bir "yönetici" sının vardır. Köy devletinde yönetici sınıf köylünün "güvenine" sahiptir. Yönetici sınıf ile devleti sırtlayan sınıf arasında bir güvenin bulunması, köy devletlerinin karakteristik özelliğini oluşturur. Fakat devlet köyden kente geçtikçe, halkın devlete ve onun yöneticilerine olan güveni kaybolmaya başlar ve bu gibi devletler daha çok "dikta"ya yönelir. Ancak; bu durum ile devletin göçmesine doğru bir adım atılmış olur.
Tarihî araştırmalardan İbni Haldun, bir devletin ancak "dört kuşak" yaşayabildiği sonucunu çıkarır. Devletlerin kurulmaları, bir yükselme dönemi yaşamaları ve sonunda batmaları, "genel bir yasa "dır. Bu yasa, devletin bir organizma olduğu anlamına gelmez. Aksine devletlerin gelişimi "psikolojik" bir temele dayanır. Böylece İbni Haldun, tarih felsefesini temelinde psikoloji bulunan ve gözlemlerinin ürünü olan bir sosyolojiye dayandırmış oluyor.

İbni Haldun'un yaşadığı dönem (1300 - 1400 araları), aynı zamanda Batıda da tarih felsefesinin konu edilmeye başlandığı bir zamana rastlar. Nitekim İbni Haldun'dan biraz sonra, Batıda "Makyavelli" yetişmiştir.

Bundan önce de değindiğimiz gibi, özünde doğayla ilgilenen Antik dönem, tarih felsefesiyle ilgili konulara oldukça yabancıdır. Ortaçağ ile bu konu değişti. Söz gelişi Augustinus'un felsefesinde doğa konularından çok tarih konuları ön plândadır.

Ancak Augustinus'un tarih felsefesi din kitaplarından yararlanmış tarih bağlantılarıdır. Augustinus tarih felsefesini, daha çok, pek yakın olduğuna inandığı kıyameti anlatmak için yazmıştır. Gerçekten deneye dayanan bir tarih felsefesini ise, ancak Ortaçağın sonlarında buluruz.
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 12:38
Pirana Kovalayan Çılgın Hamsi...
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
1 Kasım 2008       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Ad:  İbni Haldun.jpg
Gösterim: 4856
Boyut:  42.1 KB

İbn Haldun (1332-1406)


İbn Haldun, özellikle tarih ve toplumla ilgili görüşleri sonraki yüzyıllarda daha çok ilgi çeken büyük bir Arap düşünü­rüdür.

Asıl adı Veliyyüddin Ebu Zeyd Abdurrahman olan İbn Haldun Tunus'taki Tunus kentin­de doğdu. Ailesi 9. yüzyılda Arabistan Ya­rımadasının güneyindeki Hadramut'tan İs­panya'ya göç etmişti. Ama Endülüs Emevile-ri'nin yıkılışından sonra Hıristiyanların gittik­çe artan baskıları karşısında 13. yüzyılda Tunus'a yerleşmek zorunda kalmıştı. İbn Haldun Tunus'ta geleneksel medrese öğreni­mi görerek yetişti. Bir süre Fas Merini emirle­ri Ebu İnan (1348-59) ile Ebu Salim'in (1359-61) yanında çeşitli görevlerde bulundu. 1363'te İspanya'ya giderek Beni Ahmer Hükümdarı V. Muhammed'in sarayında görev aldı. Kastilya elçisi oldu. 1364'te Cezayir'e dönmek zorunda kaldı. Tlemsen, Bicaye ve Biskra'da bulundu. 1374'te İspanya'ya gittiy­se de ertesi yıl gene Cezayir'e döndü. Bundan sonra herhangi bir görev kabul etmeyerek Sahra Çölü'nün ortasındaki İbn Selame Kale-si'ne yerleşti ve büyük yapıtı el-İbef yazmaya koyuldu. 1378'de kitabını bitirerek Tunus'a gitti. Burada dersler verdi. 1382'de hac yolcu­luğu sırasında uğradığı Kahire'de Memlûk Hükümdarı Berkuk'tan büyük saygı görünce hac dönüşü Kahire'ye yerleşti. Burada mü­derrislik yaptı, çeşitli devlet görevlerinde bulundu, başkadılığa getirildi.

İbn Haldun'a ün sağlayan çalışması, tarih yapıtı el-İber'e başlangıç olarak kaleme aldığı Mukaddime'dir (Giriş). İbn Haldun bu çalış­masında tarihsel olaylara, toplum yapılarına nasıl baktığını anlatmış, tarihin ve toplumsal evrimin yasalarına ilişkin düşüncelerini açık­lamıştır. İbn Haldun'a göre tarihsel olgular incelendiğinde birçoğunun arasında benzer neden-sonuç ilişkileri vardır. Tarihçinin asıl görevi de bunları ortaya çıkarmak ve yorum­lamaktır. İbn Haldun'a göre insanlar toplum halinde yaşamak zorundadır. Bu zorunluluk­tan da yetke ve devlet doğmuştur. İnsanlar da çeşitli yaşam biçimleri ya da içinde yaşadıkları toplumun koşullan yüzünden farklı nitelikler kazanırlar. Örneğin, göçebe bir yaşam süren insanlar ile yerleşik yaşam içindeki insanların yapıları, ilişkileri, düşünceleri farklıdır.

İbn Haldun'a göre tarihteki toplumların hepsi beş aşamalı bir evrim çizgisi izlemiştir. Bu çizgi göçebelikten yerleşikliğe doğru uza­nır. Göçebeler önce bir ülkeyi istila ederek yerleşirler. İkinci aşamada egemenliklerini kurarlar, üçüncü aşamada tarım ve ticareti geliştirirler, dördüncü aşamada belli bir refah düzeyine ulaşınca buıjıu korumak için barışçı bir siyaset izlerler, son aşamada ise bu refah ortamında lükse ve eğlenceye kapılarak den­gelerini yitirir ve başka bir göçebe kavime boyun eğmek durumunda kalırlar.

İbn Haldun'un görüşleri yaşadığı dönemde fazla etkili olmamış,, değeri daha çok 19. yüzyılda özellikle de batıda anlaşılmış; ortaya koyduğu düşünceleriyle genç bir bilim olan sosyolojinin öncüsü sayılmıştır.

MsxLabs & TemelBritannica
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 15:38
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Nisan 2010       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

İbn Haldun

'a ün sağlayan çalışması, tarih yapıtı el-İber'e başlangıç olarak kaleme aldığı Mukaddime'dir.

İbn Haldun bu çalış­masında tarihsel olaylara, toplum yapılarına nasıl baktığını anlatmış, tarihin ve toplumsal evrimin yasalarına ilişkin düşüncelerini açık­lamıştır. İbn Haldun'a göre tarihsel olgular incelendiğinde birçoğunun arasında benzer neden-sonuç ilişkileri vardır. Tarihçinin asıl görevi de bunları ortaya çıkarmak ve yorum­lamaktır. İbn Haldun'a göre insanlar toplum halinde yaşamak zorundadır. Bu zorunluluk­tan da yetke ve devlet doğmuştur. İnsanlar da çeşitli yaşam biçimleri ya da içinde yaşadıkları toplumun koşullan yüzünden farklı nitelikler kazanırlar. Örneğin, göçebe bir yaşam süren insanlar ile yerleşik yaşam içindeki insanların yapıları, ilişkileri, düşünceleri farklıdır.

İbn Haldun'a göre tarihteki toplumların hepsi beş aşamalı bir evrim çizgisi izlemiştir. Bu çizgi göçebelikten yerleşikliğe doğru uza­nır. Göçebeler önce bir ülkeyi istila ederek yerleşirler. İkinci aşamada egemenliklerini kurarlar, üçüncü aşamada tarım ve ticareti geliştirirler, dördüncü aşamada belli bir refah düzeyine ulaşınca bunu korumak için barışçı bir siyaset izlerler, son aşamada ise bu refah ortamında lükse ve eğlenceye kapılarak den­gelerini yitirir ve başka bir göçebe kavime boyun eğmek durumunda kalırlar.

İbn Haldun'un görüşleri yaşadığı dönemde fazla etkili olmamış,, değeri daha çok 19. yüzyılda özellikle de batıda anlaşılmış; ortaya koyduğu düşünceleriyle genç bir bilim olan sosyolojinin öncüsü sayılmıştır.
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 12:16
Mavi Peri - avatarı
Mavi Peri
Ziyaretçi
6 Temmuz 2012       Mesaj #6
Mavi Peri - avatarı
Ziyaretçi
İbni Haldun
(1332 Tunus - 1406 Kahire), Arap tarihçisi ve bilgini.

Öğrenimini Zeytuniye Medresesi'nde yaptı. Çağının bilimlerini iyi öğrendi ve inceledi. İslâm filozof ve bilginlerinin yapıtlarından başka, eski Yunan-Lâtin felsefesini de inceledi. Yeni sentezlere vardı, alışılmamış görüşler savundu. Bir yandan da siyasete karıştı. Sonradan ailesinin taşındığı Endülüs'te saray kâtipliği yaptı, Şam'da Timur'un yanında bulundu. Tuttuğu Arap emirleri ve karıştığı saray entrikaları yüzünden birçok kez gözden düştü, yeniden yükseldi, kaçmak zorunda kaldı. İspanya, Afrika, Orta Doğu ülkelerinde pek çok yer gördü ve buralardaki bilim adamlarıyla ilişkileri oldu. Son olarak Mısır'da kadılık yaptı. 1384'te ilk kadılığından ölümüne değin ara ara yeni düşünceleri nedeniyle görevden atılıp yeniden getirilerek kadılığı sürdürdü.

Derin bilgisi ve zengin yaşamı sayesinde gezip gördüğü ülke halklarının toplumsal yapılarını, kültür ve geleneklerini, toplumların ayrı ve benzer yanlarını, göçebeliğin somut temellerini saptadı. İnceleme ve araştırmalarında gerçeğe ulaşmanın tek yolunun gözlem ve deney olduğunu uygulayarak gösterdi. İbni Haldun'un tarih, toplum ve toplumsal yaşam, hukuk, felsefe, din, bilim, devlet vb. kurumlarına bakış açısı, çağının Doğu bilginlerinin de çok ilerisindeydi.

Gözlem ve deney yöntemini, tarihî ve toplumsal olaylarda dış görünüşün değil iç etkenlerin önemli olduğunu, insan ve toplumun karşılıklı etkileşimini, yaşamın değişkenliğini açıkladı ve savundu. Bu yaklaşım ve görüşleriyle İbni Haldun, pozitif bilim anlayışının, çağdaş sosyolojinin kurucularından oldu. Bilimini ve görüşlerini topluca yansıtan önemli yapıtı "Mukaddime" (Başlangıç) adlı kitabıdır. Bu kitabı 18.-19. yüzyıl Avrupa bilim dünyasında birçok bilimsel araştırmaya konu ve kaynak oldu, bilimsel gelişmeyi etkiledi.

MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 12:18
bekirr - avatarı
bekirr
VIP VIP Üye
27 Kasım 2012       Mesaj #7
bekirr - avatarı
VIP VIP Üye

İbni Haldun (1332-1406)


îbni Haldun, ilk Müslüman tarih felsefecisi olmakla ifade edilebilecek bir tarihçi, filozof, sosyal bilimci ve fakihtir.

Çalkantılı ve sıkça tehlikeli bir politik kariyere karşın, İslam düşüncesinin en iyi eserlerinden biri olan ve insan doğasıyla toplumun karakteristiği hakkında tarihin ne söyleyebileceğine bakmak yoluyla, salt bir tarihi anlatımın ötesine geçen Tarih'ı ortaya koyabilmiştir. Bu eser, orijinalliği ve anlayışı ancak yakın zamanlarda tanınan abidevi bir eserdir.

Abdurrahman İbni Haldun, 1332'de Tunus'ta kökenleri 8. yyda Güney Arabistan'daki Hadramut'tan İspanyadaki Seville'e göç eden Haldun'a dayanan soylu bir kabilede dünyaya gelmiştir.

Belirlenebildiği kadarıyla İbni Haldun'un Muhammed adlı bir ağabeyi ve Yahya adında bir kardeşi vardır. Anne ve babasını 1347-1348'de Tunus'u kasıp kavuran bir salgında kaybetmiş ve ailenin reisi Muhammed olmuştur. Yahya, başarılı bir tarihçi ve yüksek mertebede bir politikacı olmuştur. İbni Haldun bir komutanın kızıyla evlenmiş ve ondan yedi çocuğu olmuştur. Başka bir eşinin olup olmadığı bilinmemektedir.

İlk eğitimi, sınıfındakilerden farklı değildir. Medreseye gitmeden önce babasından evlerinde ders almış ve sonra çoğunluğu, dostları olan Endülüslü göçmen uzmanlardan ders almıştır. Geleneksel olduğu üzere, genç yaşta Kuranı hıfzetmiş ve Arapça çalışmıştır. İbni Haldun çocukluğunun büyük bölümünü ve delikanlılığını geçirdiği Tunus'ta çalışmış ve eğitimini 1354'de Fez'de tamamlamıştır. Burada, matematik, mantık, kelam, felsefe, hukuk ve fıkıh alanlarında birçok hocadan ders almıştır. Genel olarak ailesinin statüsü ve ilmi bağlantıları nedeniyle iyi bir eğitim alsa da resmi okul eğitimi daha 17 yaşında sona ermiştir.

İbni Haldun döneminde, Kuzey Batı Afrika bölgeleri üç Sultanlığa ayrılmıştır: Meriniler (Benî Merin) Batı Mağrib'i (kabaca günümüz Fas'ı), Abdülvedidler (Benî Abdulved) Merkez Mağribi (yaklaşık olarak günümüz Cezayir'i) ve Hafsidler (Benî Hafs), Doğu Mağrib'i (günümüz Tunus ve Libya civarı) yönetmişlerdir. Bu üç Sultanlık arasındaki sınırlar belirlenmemiş ve her biri gücünü diğerinin bölgesinin içlerine yaymaya çalışmıştır. Bu nedenle bu dönem hanedanlar içi ve hanedanlararası sürekli savaş ve çatışmalarla karakterize edilmiştir. Aynı zamanda hanedanlar, güçlü Berberi (Kuzey Afrika'nın geniş bölgelerinde yaşayan, kimi yerli Arap olmayan halklara ve dillerine verilen isim) kabilelerin desteği için rekabet halindedirler.
Ad:  İBN-İ HALDUN.jpg
Gösterim: 2368
Boyut:  67.2 KB
Yirmi yıldan fazla bir süre, İbni Haldun, tehlikeli siyasi oyunlar oynayıp gerektiğinde müttefiklerini değiştirerek bu devletlerin karmaşık politikalarına etkin bir şekilde katılmıştır. 21 yaşında Hafsi Sarayında "Sultanın Kâtibi" olarak çalışmış ancak 1354'de Tunus'taki geleceğinin kısa olacağına karar vererek o dönemde güçlü bir Sultanlık olan Merini Sultanı Ebu İnanın filozof, kelamcı, müneccim, şair ve müşavir halkasına katılma davetini kabul etmiştir. 1359-1360'da Ebu İnanın halefi, Sul¬tan Ebu Salim'in sırkâtibi olarak tayin edilir. Sultanın 1361'deki ölümü üzerine sarayda bir elçi konumuna getirilir. Ancak 1365'te tekrar Doğu Cezayir'deki zengin Bicaye liman kentine gelir ve Hacip (başvezir) olur. Ancak gözden düşüp 9 yıl boyunca (1365-1374) ilkin Sultan Ebu Ham- mu, Tilemsen emiri Abdülvedid ve sonra Fez'deki Meriniler için kabile desteğini pekiştirip düzenleyerek bağımsız bir "siyasi uzman" görevinde bulunmuştur. İbni Haldun, Tunus'tan Fez'e (1352-1354) yolculuğu es-nasında bu bölgelerde geçirdiği iki yıl süresinde, kabile siyaseti ve çalış¬malarında birinci elden deneyim elde etmiştir.

İbni Haldun'un siyasetteki yıllarının tamamı, prestijli görev ve yüksek düzeydeki siyasi faaliyetler çevresinde geçmemiştir. Sürekli değişi¬me maruz kalmasının yanı sıra şu ya da bu emirin gözünden ne zaman düşse, kendini kimi zamanlar kritik ve tehlikeli konumlarda bulmuştur. 1356'da Sultan Ebu İnan tarafından 21 ay hapsedilmiş (ancak Sultanın ölümüyle serbest kalmıştır); 1369-1370'de Fas Sultanı Abdülaziz tarafından tutuklanmış; 1372-1373'de Buhara'dan Fez'e giderken Sultan Ebu Hammu'nun kışkırtmalarıyla Bedevilerin saldırıları ve yağmalarına maruz kalmış; 1373-1374'de Tunus Sultanı Sultan Ebu'l Abbas'ın veziri tarafından tutuklanmış ve aynı yıl İspanya Sultanı İbnu'l Ahmer tarafından ülkesine iade edilmiştir.

1375'de Mağrib'deki siyasi düşmanları tarafından kuşatılan İbni Haldun, siyasi faaliyet ve maceralarından emekli olmaya karar vermiş ve kendini ilme adamıştır. Bir Arap kabilesi tarafından kendisine himaye sunulduğunda 40 yaşındadır ve ailesiyle birlikte Kalatu'l Beni Seleme olarak bilinen bir sufi hankahına yerleşmiştir. İbni Haldun, burada abidevi dünya tarihi eserine başlamıştır. İlk versiyonu 1377'de tamamlanan Mukaddimesi (Prolegomena) 3 ciltlik tarihindeki ilk kitabıdır ve ona en çok ün kazandıran eser de budur.

Eseri için daha fazla kaynağa başvurması gerektiğini fark ederek Hafsi Emiri Ebu'l Abbasdan izin aldıktan sonra 1378'de memleketi Tunus'a geri döner. Dört yıl Tunus'ta kalıp yazı ve araştırmaları yanında fıkıh dersleri verir. Bununla birlikte burada kalışı, Sultanla olan sıkıntılı ve güvensiz ilişkiye sahip olmanın yanı sıra hem âlimler hem de suç ortağı saray mensuplarıyla olan çekişmeler nedeniyle uzun soluklu olmamıştır. 1382'de hacca gitme izni aldıktan sonra, İbni Haldun Mısır'a gider. Tesadüfen ya da planlı olarak yaşamının geri kalanını (1382-1406) Mısır'da geçirir. Mısır'a gelişinden kısa bir süre sonra İslam dünyasının en eski ve en prestijli üniversitesi olan el-Ezher'de hocalık önerilmiştir. Ancak 1383'de geçmişte birçok defa yaptığı gibi eşi ve ailesini ona katılmaları için çağırmıştır. Ancak eşi ve beş kişi, Tunus'tan Mısır'a giderken bir fırtına gemilerini batırınca kaybolurlar.

İbni Haldun, Mısır'da büyük eserini tamamlar. Tarih adlı eseri tam olarak Tarih'i Kitabü'l iber ve Divanu'l mubtede ve'l haber fi eyyamul arab ve'l acem ve'l berber vemen Asarahum min zavi el Sultanu'l ekber adını taşır. Üç kitaba ayrılan eserin ünlü ilk kitabı yani Mukaddime, insan toplumunun dinamiklerinin yanı sıra onun tarih bakışı ve metodolojisinin ana hatlarını çizer. İkinci kitap Arapların tarihini ele alır ve üçüncüsü Berberiler'in tarihini inceler. Bu bölüm İbni Haldun'un otobiyografisi ve kendi içinde renkli bir okuma olan el-Tarifbi İbni Haldun'la. sona erer. Eğer kendi hatırı sayılır deneyim ve yolculukları olmasa, bu eser ortaya çıkmayacak olsa da, kaynak olarak geniş ölçüde seleflerini kullanmıştır. Tarihin kurgusu hanedanların düşüş ve yükselişlerine odaklanarak siyasi olsa da, siyasetin bize insan doğasına ilişkin neleri anlattığının analizi konusunda daha fazlasını sunar. Ona ün kazandıran Mukaddime altı bölümden oluşur. Eserin başında tarihin diğer beyanlardan nasıl ayrıldığını gösterir:

Yüzeyde, tarih, siyasi olaylar, geçmişteki hanedanlar ve olayların zarif bir şekilde sunulup deyişlerle süslenmiş bilgisinden fazlası değildir. Geniş, kalabalık meclisleri eğlendirmeye hizmet eder ve bize insan ilişkilerinin bir anlayışını ulaştırır... Öte yandan tarihin deruni anlamı spekülasyon ve varolan şeylerin kökenleriyle, nedenlerin ayrıntılı açıklamalarıyla hakikate ulaşma, olayların nasıl ve niçinine ilişkin derin bir bilgiye ulaşma teşebbüsünü içerir. Dolayısıyla tarih ciddi bir biçimde felsefeye dayanır. Felsefenin bir dalı olarak kabul edilmeyi hak eder.
İbni Haldun, felsefe, kelam ve tarih çalışmış olup felsefi kavramların ve aklın, tarihe değil kelama tatbik edildiğini belirtir. Bu nedenle İbni Haldun'a haklı olarak İslam dünyasındaki ilk tarih felsefecisi statüsü verilmiştir.

Mukaddimedeki merkezi tema, onun ilmu'l ümran (medeniyet bilimi) olarak adlandırdığı insan toplumunun sosyolojisidir. Ona göre el-umran, tarihi olayların kaydedilmesinde doğruyu yanlıştan ayırt etmeye yardım eden bir ilimdir. Diğer bir deyişle el-umran ı çalışmak, yeri geldiğinde tarihçinin tarihi kayıtları elemesine ve kurgulardan gerçek oluşturmasına olanak verecek toplum dinamiklerini ortaya çıkaracaktır. Bu nedenle tarihi gerçekler toplumların dinamikleri ve onların evrim kurallarının mantığıyla örtüşecek gerçeklerdir. Sosyal organizasyonun kalbinde, toplumsal bağlılık ve dayanışma (asabiye) yatar.

İbni Haldun'a göre her bir devletin güç temeli, onun genellikle göçebe toplumlar ve "vahşi" uluslararasında bulunan aile bağları ve kökenlere dayalı asabiyelerine ya da grup dayanışmalarına dayanır. îbni Haldun, her bir "asabiye"nin gücünün temelde dört nesle uzandığını öne sürer. Kabile yayılmacılığı ya da dini misyonla şartlanan ilk nesil, yerleşik ulusları fethedip güçlü bir devlet kurar. İkinci nesil, devleti güçlendirip genişletir ve kendi kurumlarını kurarak kabile kültürüyle yakın bağlantısı nedeniyle asabiyesiyle güçlü bağını devam ettirir. Üçüncü nesil, devletin refahını gerçekleştirir ve sanat, bilim ve kültür için destek sağlar. Ancak kentsel yetişmenin bir sonucu olarak asabiyelerine daha az bağlı olmuşlardır. Dördüncü nesil, atalarının başarılarını heba edecek nesildir. Saray entrikaları ve maddi zevklerle meşgul olan bir yaşamla sınırlı olarak bu nesil çoğunlukla gönençleri için para harcamak ve tahtlarının korunması için halk üzerinde vergi yükünün yoğunlaştırılmasına yol açacak para artırmayla meşguldürler. Ortaya çıkacak adaletsizlikler, devletin dağılmasına ve medeniyetinin yok olmasına yol açarak devletin diğer göçebe ya da vahşi gruplarca istila edilmeleri için savunmasız bırakacaktır.

Tarih'in abidevi başarısına karşın, İbni Haldun'un edebi ürünleri, örnekse, İbni Sina ya da el-Kindi'nin ansiklopedik ürünleriyle karşılaştırılamaz. Büyük eserinden başka yalnızca yedi küçük eseri sayılmıştır: Üç tanesi mantık, matematik ve tasavvuf üzerine (sırasıyla) iki şiir yorumu ve iki kelam eseri özeti. Bununla birlikte sadece Tarih'i İbni Haldun'a ün kazandırmıştır. Ancak bir Haldunculuk ekolüne sevk edecek bir Avrupalı çevirmen ya da bir halef sağlamada yanlış yer ve yanlış zamanda geldiği söylenir.

Mukaddime'si Osmanlı Türkçesi'ne ancak 1830'da çevrilmiş ve bu dönemden sonra teorileri popüler hale gelmiştir. Eserin Fransızca çevirisi 19. yy ortalarında gerçekleşmiş ve her ne kadar bu durumda Avrupa'da sosyal bilimler İbni Haldun'un gerçek bir etkisi olamayacak kadar oluşturulmuş olsa da saygı kazanmıştır. Ancak kendi memleketinde 1867'ye kadar kendi tarihinin hiçbir tam Arapça edisyonu yapılmamıştır. Onun üzerine ilk modern Arapça çalışma, İbni Haldun'u bir egoist olarak sunan Taha Huseyn (1939-1973) tarafından yapılmış olup diğer ilim adamları onun bir anti-Müslüman ve anti-Arap olduğunu belirten anti-Halduncu bir çoğunluğa katılmışlardır. Öyle ki 1939'da, Irak eğitim bakanı, türbesinin yıkılıp kitaplarının yakılmasını önerecek kadar ileri gider. Bununla birlikte o dönemden bu yana bir tür ihya olmuş ve tarih felsefesine katkılarıyla birlikte, dikkat çekici yaşamına olan sevgi, gerektiği gibi tanınmaya başlamıştır.

Kaynak: İslamda 50 Önemli İsim
Son düzenleyen perlina; 5 Temmuz 2017 15:42
perlina - avatarı
perlina
Ziyaretçi
5 Temmuz 2017       Mesaj #8
perlina - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  İbn-i-Haldun-Sözleri-2.jpg
Gösterim: 6048
Boyut:  86.9 KB

MUKADDİME’NİN TEMEL KAVRAMLARI

1) ASABİYET
2) BEDEVİLİK-HADARİLİK
3) UMRAN
4) İKTİSAT
ASABİYET
İbn Haldun’un siyaset, mülk ve hatta amme hukukunun aslını asabiyet nazariyesi oluşturur. O, asabiyeti tarif ederken, “Himaye, müdafaa, mutalebe ve ortaklaşa yapılan her türlü içtimai faaliyet ve o sayede husule gelir. Memleketlerin zaptı, istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder” der. Demek ki asabiyet, kollektif his ve şuurdan doğan müşterek hareket etme anlayışı oluyor.

İbn Haldun’a göre iki türlü asabiyet vardır: Nesep ve sebep asabiyeti. Sebep asabiyeti üçe ayrılır:
1- Vela: Köleler ve efendileri arasındaki asabiyet
2- Hilf: Samimi dostluk ve yardımlaşma üzerine asabiyet
3- Istısna: Bir tür devşirme, özel manada kullar, sultanın has dostları ve çevresi
İbn Haldun’a göre asabiyetin gayesi, tek kelime ile mülktür, iktidar olmaktır, hakimiyeti tesis etmek ve devlet kurmaktır.

2) BEDEVİLİK-HADARİLİK
İbn Haldun’a göre aslolan bedevi (ibtidai) hayattır. Fakat bedevi hayat, hadari hayatı meydana getirdikten sonra tamamen ortadan kalkmış değildir.
Bedevi kelimesinin hususi manası, çöl ve sahralarda göçebe olarak yaşayan Araplardır. Umumi manası ise dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, hangi ırka ve kavme mensup olursa olsun, yeryüzünde ilk defa görülen cemiyet şekilleri ve ibtidai kavimlerdir.

İbn Haldun, “Hadaret, önceki devletlerden sonraki devletlere intikal eder”, derken buradaki hadareti, medeniyet ve kültür manasında kullanır.
Bedevi cemiyetler ile hadari cemiyetler arasındaki farkları daha çok iktisadi amiller tayin etmektedir. Lüks, konfor, fantezi, aşırı bolluk ve tüketim, işbölümü hadari toplumların özellikleridir.
Riyaset ve mülk: Bedevi cemiyetlerin sevk ve idaresine riyaset, hadarilerinkine mülk (hükümdarlık, saltanat) denir.
Mülk ve hılafet: Mülk sözünden devlet, melik kelimesinden de hükümdar anlaşılır. O’na göre hilafete dayanan siyaset ve amme idaresi en iyi idaredir. Çünkü bu idare tarzının kanunları Allah-u Teala tarafından konulmuştur. Bundan dolayı O’nun laik bir devletten yana olduğu söylenemez. Fakat içtimai ve siyasi sistemi de hiç öyle değildir. Din tarafından kötülenen mülk sistemini, hukuki ve tabii sayması, O’nun dinden ayrı ve bağımsız bir devlet görüşüne yabancı olmadığını gösterir.
O’na göre hilafet iyidir, faydalıdır, mükemmeldir ama ona vücut veren şartlar geride kalmıştır. Tarihin akışı içinde de geriye dönüş söz konusu değildir. Eskinin iştiyaki içerisinde yaşamanın ise kimseye faydası yoktur. Geriye değil, hale ve istikbale bakmak gerekmektedir.

3- UMRAN

Alemdeki mamurluğa ve medeni faaliyetlere umran (umranu’l-alem) dendiği gibi, bu umranın incelenmesini ve araştırmasını konu eden ilme de (ilmu’l-umran) denir.

Aristo için “felsefe, mantık”, Marks için “iktisat”, ne ise İbn Haldun için de “umran ilmi”, ve onunla aynı manaya gelen tarih odur. Yani umran ilmi, bütün ilim ve sanatların çerçevesi ve temelidir.
• İbn Haldun, içtimai hadiseler arasında sebep-sonuç ve kanuniyet (cebriye, icabiye, determinizm) bağı görmüş ve göstermiştir. Fiziki hadiselerde var olduğu bilinen kanun anlayışını içtimai vakalara da tatbik etmiştir. Umran ilmi işte bu anlayışın ifadesi ve neticesidir. Bu manada sosyoloji ilminin kurucusu olarak İtalyanlar Viko’yu, Belçikalılar Quatelet’i, Fıransızlar ise Comte’u gösterirler. Halbuki bu manada sosyoloji ilminin gerçek kurucusu İbn Haldun’dur.
4- İKTİSAT
  1. •İbn Haldun, her çeşit içtimai hadiseler ve bunların gelişmesi üzerinde iktisadi ve daha umumi bir ifade ile maddi şartların büyük tesiri olduğunu savunur. İktisadi şartların bozuk, ticari hayatın ölçüsüz olduğu cemiyetlerde sağlam bir ahlaki hayatın olmasına imkan yoktur. Aynı şekilde iktisadi faaliyetlerde görülen doğruluk ta ahlakın güzel olmasını temin edecektir. Bu arada ahlakın iktisada tesiri tali derecededir.
  2. • Bu anlamda İbn Haldun Marks’a benzetilebilmektedir. Bunun en önemli sebebi; üretilen mal ve hizmetlerin değerinin, insan emeğinin değerine eşit olduğunu söylemesidir.
  3. •İkinci olarak İbn Haldun, insan cemiyetlerinde ve çeşitli kavimler arasında görülen farklı durumları, geçimlerini temin etmek için tutmuş oldukları yol ve mesleklerle izah eder.
  4. • Üçüncü olarak ta işbölümüne çok büyük ehemmiyet verir.
  5. • Ama yukarıdaki sebeplerden dolayı O’nun inkarcı ve ateist Marks’a benzediği söylenemez. Belki de Marks İbn Haldun’a yaklaşır. Bu İbn Haldun’u sosyalizme ve komünizme kazandırmaya çalışma çabasıdır. Bunun yanında O’nu, liberalizme ve kapitalizme kazandırmaya çalışanlar da vardır.
  6. • İbn Haldun mukaddimede aslında tarih felsefesi yapar. Bunu yaparken hem din sosyolojisini hem de sosyolojiyi kullanır. Asabiyet kavramı üzerinden toplumsal değişimi inceler. Asabiyetten kasıt, toplumsal dayanışmadır. Bunun iki nedeni vardır: 1- sebep 2- nesep
  7. • Asabiyetin sebebi sadece kabilecilik değildir. Diğer unsurlar da vardır ve bunlar asabiyetin nedenidir. Bu nedenler ise toplumsal dayanışmayı sağlayan her şeydir.
İbn Haldun’a göre toplumlar
a) bedevi
b) hadari olmak üzere iki evreden geçerler. Bedevi toplumlarda asabiyet daha fazladır. Çünkü bu toplumlar daha fazla savunma ihtiyacı hissederler. Mesela İsrail’in asabiyesi Mısır’dan daha fazladır. Çünkü kendisine göre her zaman güvenlik sorunları vardır.
• Hadari toplumlarda ise asabiyet daha azdır. Çünkü fazla güvenlik sorunları yoktur. Aynı zamanda ekonomik refahları daha fazladır.

Asabiyet kavramıyla toplumların ortaya çıkması, gelişmesi ve kaybolması arasında nasıl bir bağ vardır?
Asabiyesi çok fazla olan bir bedevi toplum, asabiyesi daha az olan veya olmayan bir hadari topluma galip gelir. Sonra onun yerine yerleşir. Yerleşik hale gelince asabiyesi yavaş yavaş azalmaya başlar. Çünkü artık fazla güvenlik sorunu kalmamış ve refah seviyesi yükselmeye başlamıştır. Aynı zamanda kendi toplumunun bürokratlarını tasfiye ederek hadari toplumun bürokratlarını atamaya başlar. Bunu gerçekleştirdikten sonra lider artık tam bir lider olur. Dolayısıyla asabiye azalır. Çünkü transfer edilmiş bürokratlar ancak paralarını aldıkları sürece sadık kalırlar. Sonra israf dönemi başlar ve çöküş hızlanır. Yani zafer mutlakıyet barış refah israf ve çöküş.
sosyolojisi.com
perlina - avatarı
perlina
Ziyaretçi
5 Temmuz 2017       Mesaj #9
perlina - avatarı
Ziyaretçi

İbn-i Haldun




Benzer Konular

15 Şubat 2017 / KafKasKarTaLi Bilim tr
18 Temmuz 2015 / Kral_Aslan Edebiyat tr
5 Temmuz 2017 / Ziyaretçi Cevaplanmış
29 Haziran 2009 / ıp-HaCkeR-ıp Spor tr
26 Haziran 2011 / virtuecat Tiyatro tr