Arama

Arthur Schopenhauer

Güncelleme: 10 Aralık 2015 Gösterim: 12.345 Cevap: 4
arwen - avatarı
arwen
Ziyaretçi
17 Nisan 2006       Mesaj #1
arwen - avatarı
Ziyaretçi
Hayatı

Sponsorlu Bağlantılar
22 Şubat1788
’de Danzig'de doğdu. Babası yetenekli bir tüccar olan Heinrich Floris Schopenhauer, annesi ise özgürlüğüne düşkün genç bir kadın olan Johanna idi. Heinrich Schopenhauer'un en büyük arzusu oğlu Arthur'un kendisi gibi büyük bir tüccar olmasıydı. Schopenhauer ailesi bir çocuğun düşlediği ideal aileden çok uzaktı, Heinrich fazlasıyla kıskanç, Johanna ise fazlasıyla bencil ve özgürlüğüne düşkündü. Bu yüzden ailedeki çekişmeler Heinrich Schopenhauer ölene kadar hiç dinmeyecekti. Arthur Schopenhauer ise annesine karşı olumsuz hislerle dolu bir biçimde yetişecek ve ilerdeki kadınlar üzerine kuracağı olumsuz düşüncelerinin çoğunun temelinde hoşlanmadığı annesi olacaktı. Arthur henüz bir çocukken, Prusya Danzig'i yönetimi altına alınca aile Hamburg'a taşındı. Aile Hamburg'a taşındıktan sonra, Arthur'un küçük kız kardeşi Adele dünyaya geldi. 1793'ten 1797'ye kadar ailesiyle Hamburg'ta yaşadı. Sonra, daha dokuz yaşındayken babası tarafından toplumsal zarafet öğrenmesi için Paris'e, bir aile dostlarının yanına gönderildi ve iki yıl Paris'te yaşadı. Onbeş yaşına geldiğinde Arthur'un hayalleri hiç de tüccar olmak yönünde gelişmemişti. Daha onbeş yaşında olmasına rağmen edebiyata ve felsefeye doymak bilmez bir ilgi duyuyordu. Yine de babasının girişimleri sonuca istemeyerek de olsa 1804'te Hamburglu ünlü tüccar Senatör Jenisch'in yanında çıraklığa başladı. 1805 yılının Nisan ayında, Arthur Schopenhauer'in hayatını ve düşüncelerini değiştirecek önemli bir olay gerçekleşti; babası Heinrich Hamburg'daki depolarının üst katından Hamburg Kanalı'na atlayarak intihar etti. Arthur duygusal anlamda çökmüştü, babasının ölümü ardından tüccar çıraklığına bir süre daha devam etti. Schopenhauer derin bir depresif hâl içinde babasının yasını tutarken, annesi Johanna bir kaç aylık yasdan sonra aile işleri tasfiye ederek Hamburg'dan dönemin entelektüel camiasının ve sosyetesinin başkenti olan Weimar'a taşındı. Weimar'da kurduğu salon kısa zamanda ünlendi ve dönemin bir çok önemli sanatçısıyla arkadaş oldu. Zamanla tanınmış bir yazar oldu ve bir çok roman, makale ve biyografi yazdı. Yazdığı romanlar genellikle basit kurgular üzerinde biçimlenmiş feministik yaklaşımlar içeren ortalama çalışmalardı. Arthur Schopenhauer 1809'da Göttingen Üniversitesi'ne girdi. Kant ve Platon'dan etkilendi. İki yıl sonra Berlin'e gitti ve Berlin Üniversitesi'ne girdi. 1813’te Jena’da “Über die vierfache Wurzel des Satzes vom Zureichender Grunde” (Yeterli Nedenin Dörtlü Kökü) adlı bir tez savundu, bu tezle Jena Üniversitesi'nden doktorasını aldı. Bu tezi gelecekte ortaya koyacağı felsefi sistemini ve düşünce yapısına dair büyük bir ipucuydu, gelecekteki düşüncelerinin temellerini atmış ve habercisi olmuştur. Bu sıralarda annesiyle ciddi bir şekilde kavga etmişti ve annesi ölene kadar da hiç görüşmediler.
1818’de büyük eseri Die Welt als Wille und Vorstellung`u (İstenç ve Tasarım Olarak Dünya) yayımladı. İlerde çok satılacak ve bugün felsefi bir klasik olacak eser, ne yazık ki o dönemlerde hiç satmadı. Arthur Schopenhauer daha sonra Berlin Üniversitesi’nde doçent oldu (1820). Berlin Üniversitesi'nde ders vermeye başladığında, ders saatini dönemin ünlü filozofu Hegel'inki ile aynı saate ayarlamıştı, bu yüzden çoğunlukla hiç kimse onu dinlemeye gelmezdi. 1831’de öğretim üyeliğinden ayrılarak Frankfurt’ta münzevi bir yaşam sürmeye başladı. 1844'te İstenç ve Tasarım Olarak Dünya (Die Welt als Wille und Vorstellung) adlı eserinin ikinci tamamlayıcı cildi yayımlandı. Hayatının son yılları dışında hakettiğine inandığı üne kavuşamadı. Oysa belki de ün dünyada istediği en çok istediği şeydi. Uzun züre boyunca kazanamadığı ün üzerine çok söz söylemiştir, içindeki tanınma özlemini fazlasıyla belirtmiştir. 1850'de yayınladığı Parerga et Paralipenoma (Yunancadan "geride kalan ve tamamlayıcı çalışma") adlı eseri beklemediği biçimde çok sattı ve son yıllarında meşhur oldu. Parerga et Paralipenoma, Schopenhauer'in felsefi makalelerinden ve aforizmalarından oluşan iki ciltlik bir eserdi.
21 Eylül1860
’da Frankfurt am Main’de yemek sırasında, karaciğer konjeksiyonundan ölmüştür.
Schopenhauer daha çok Hegel’in iyimser felsefesine karşı geliştirdiği kötümser felsefesiyle tanınır. Platon, Kant ve doğu felsefesini, özellikle Budizmi kendisine özgü bir şekilde kaynaştırdığı felsefesi Tolstoy, Mann, Wagner, Freud, Nietzsche ve Wittgenstein gibi önemli isimleri derinden etkilemiştir.

Düşünceleri

Schopenhauer'in eserlerinde, özellikle de "İstenç ve Tasarım Olarak Dünya"da ilk göze çarpan detay üslûbudur. Döneminde etkisi tartışmasız büyük olan Kant ve Hegel'in üslûblarına oranla çok daha yalın, çok da açık ve net bir üslûb ile kaleme alınmıştır Schopenhauer'in eser(ler)i. Aynı zamanda üslûbuna aşırıya kaçacak derecede bir "açık sözlülük" damgasını vurmuştur. Bu ilk yayımlandıklarında eserlerin fazla ilgi toplamamasının başlıca nedenlerindendir; Schopenhauer fazlasıyla açık sözlü idi, kesinlikle alçak gönüllü veya mütevazi değildi, düşünceleri devrim niteliğindeydi, ve zamanın belki de felsefi otoritesi olan Hegel için hiç de hoş lafızlarda bulunmuyordu.
Kant'ın "görüngüsel dünya üzerine algıladıklarımızın dışındaki gerçekleri kavrayamadığımız" fikrine katılmakla beraber, vücutlarımızın görüngüsel dünyanın gerçek birer parçası olduğunu ve vücutlarımız yoluyla görüngüsel dünyanın gerçeklerine yaklaşabileceğimizi düşünüyordu. Zaten, vücutlarımıza dair bilgilerimiz algısal olmaktan öte, hislerimizden kaynaklanan, içimizden kendiliğinden gelen bilgilerdir. Schopenhauer'e göre içimizdeki gerçeklik bilincimiz tarafından bastırılır. Fakat, bastırılan bu biliçdışı gerçekler (istenç) özellikle sanat yoluyla kavramsallaştırılmadan, sözcüklerle kısıtlanmadan, yeterli oranda dışa vurulabilir.
Schopenhauer'e göre bilinçdışı gerçekler, yani istenç, bilincin altında bastırılmış bir şekilde mevcuttur. İstem, hayatî bir güçtür; ayak direyen, zorlayan. Her türlü eylemimizin kökü bastırılmaya çalışılan veya dışa vurulmaya çalışılan bir istence dayanır. İstenç, bütün doğada bulunan, doyumsuz hayatî güçtür. Schopenhauer her türlü duygu durumunu istenç kavramıyla açıklayabiliyordu. Acı çekmek, istençin amacına giden yolun engellenmesi iken mutluluk ve sevinç istençin başarıya, yani amacına ulaşmasıdır. Biliçdışılığı, istençi, Schopenhauer'in kendi sözleriyle tanımlarsak: "Biliçdışılık, her şeyin başlangıçtaki ve doğal durumudur, dolayısıyla, aynı zamanda bir temeldir, ki ondan belli varlık türlerinde, en yüksek olgunlaşma olarak bilinç doğar. Bu yüzden bilinçdışılık daima baskın olmaya devam eder."
Açıkça görüldüğü gibi, bugünkü düşünce ve bilim dünyasının temelinde yatan bir çok görüşün temellerini atan ilk kişi Schopenhauer'di. Özellikle, Freud'e ve dolayısıyla, psikoanalize olan katkıları kuşkusuz çok büyüktür.
Schopenhauer'in özellikle hayat ve varolmak üzerine düşünceleri genel karamsarlığından çok daha amansız bir karamsarlığa sahiptir. Bu yüzdendir belki de, hayat üzerine olan karamsar düşünceleriyle çok ünlüdür. Aynı zamanda fazlaca ünlü olduğu bir konuda insansevmezliği idi. İnsanlara "iki ayaklı hayvanlar" diye hitab edişinden insansevmezliği fazlasıyla aşikârdır. Ayrıca, o insansevmezliği ve kişinin kendisini insanlardan izole etmesini, eksiklikten öte bir erdem olarak görmekteydi. Zaten Schopenhauer'e göre, erdemli ve olgun bir insan başkalarından hiçbir şey istemeyecek kadar tamamdır, kendi kendine yeterdir, bu yüzden de insanlarla birlikte olmaya veya onlarla çeşitli ilişkiler kurmaya gerek görmez.
Schopenhauer'in kadın, hayat, ölüm ve cinsellik üzerine bir çok farklı görüşü vardır. Her biri, hem biri önemli ve düşünce serüvenimize damga vurmuş görüşlerdir.
Schopenhauer ve Din

Her ne kadar Schopenhauer düşüncelerini ateist bir temele oturtmuş olsa (ki bu onun dönemi için büyük bir adımdı) ve dini "yığınların metafiziği" olarak tanımlasa da, özellikle Hristiyanlığa ve Budizme saygı ve yakınlık duyardı. Ona göre Hristiyanlık bir karamsarlık diniydi, bir çok dogma ve ibadet karamsarlık çerçevesi içinde yapılanmıştı ve yaşam açısından faydalı olabilirlerdi. Örnek olarak, Schopenhauer'a göre, "oruç", kişinin bilincine uymasını engelleyen, onu çoğunlukla hayâl kırıklığına uğratan ve yalnızca doymak bilmez bir döngü olan arzularının esaretinden ufak bir ölçüde de olsa korurdu; kişiyi arzularına karşı biraz daha güçlü kılar ve arzuları az da olsa zayıflatırdı. Hristiyanlığın ötesinde, düşüncelerini de fazlasıyla etkilemiş olan Budizme yoğun bir ilgi ve saygısı vardı. Budizm temelinde kişileri acıya ve hayâl kırıklığına sürüklediği için istençlerin yok edilmesini içeriyordu, istençlerin yok edildiği ve kişinin her anlamda kemâle erdiği "nirvana"yı hedefliyordu. Zaten, budizm ve diğer hint kökenli öğretilerin Schopenhauer'ı fazlasıyla etkilediği bilinen bir gerçektir. Gelecek günlerde Hint felsefesinin Avrupa'yı fazlasıyla etkileyeceği, ve Avrupa'da yeni kapılar açacağını düşünüyor; gelecek yüzyıllarda Sanskrit edebiyatının etkisinin, 15. yüzyıldaki Yunan edebiyatının etkisi kadar büyük olacağını söylüyordu. Özellikle ileriki yaşlarında dinsel dogmalara olan saygısı ve onlarda bulduğu garip ama önemli anlamlar arttı. Fakat, belirtmekte yarar var ki, ne felsefesi ne de kendisi ateist temelden ayrılmış sayılmazdı.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 10 Aralık 2015 22:26
Biyografi Konusu: Arthur Schopenhauer nereli hayatı kimdir.
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
29 Nisan 2008       Mesaj #2
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
Arthur Schopenhauer

Sponsorlu Bağlantılar
Arthur Schopenhauer (1788 - 1860), Alman filozof ve düşünür. Felsefe Tarihi'nde irrasyonalist ve karamsar olarak bilinir. En ünlü yapıtı henüz 30 yaşına varmadan yayınladığı İstenç ve Tasarım Olarak Dünya dır.
Schopenhauer, görünen dünyanın ardında yatan esas gerçekliğin İstenç (irade) olduğunu ileri sürdü. Schopenhauer'a göre bu İstenç akılsız, bilinçsiz bir öze sahipti ve kendisini Fenomenler dünyasında gösteriyordu. Bütün görünenlerin kaynağıydı. İnsan bedeni de onun eseriydi. Aklın denetimde olmayan bu istenç, (külli irade kast ediliyor.) insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılamayan hayâllerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokuyordu . O'na göre; anlamsız, boş, acı-dolu, kötü bu hayattan kaçınmanın tek yolu vardı; o da istencimizi öldürmek. Bu onu Hinduizm, Budizm gibi dünyevi bir yaşamdan el çekmeyi ve bir keşiş gibi yaşamayı, başkalarına yardım etmeyi, mutluluğumuzu olabildiğince arttırmayı değil, acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltti. Felsefesi, aklın (Rasyonalizm) temele oturtulduğu felsefe tarihinde yeni bir bakış açısı anlamına geliyordu ve Psikoloji, Psikanaliz, Müzik, Edebiyat gibi entelektüel ve sanatsal alanlarda büyük etki gösterdi.

Hayatı

Nietzsche üzerinde büyük etkisi olduğu bilinir. Kendine özgülüğü ve düşünce yapısının çarpıcılığı ile felsefe tarihinde yerini alır. Schopenhauer, tuhaf bir şekilde tedirgin edici bir filozof olarak kendini gösterir. "İstenç ve tasarım olarak dünya" ve "Aşkın metafiziği" gibi yapıtlarıyla tanınır.
Felsefesinin ilkesel bir kavramı irade kavramıdır. Dünyanın özü ve gerçekliği irade iken, fenomenlerden oluşan dünya, tasarımdan başka bir şey değildir. İrade, Schopenhauer felsefesinde kendini bir zorunluluk olarak gösterir, ki onun düşüncesindeki kötümserliğin ve karamsarlığın kaynağı da esas olarak budur. İnsan, tamamen kurtulamayacak olsa da istencin/iradenin emrine boyun eğerek acı ve kederden kısmen kurtulabilir. Bu noktada Schopenhauer'ın düşüncelerinin belirli ölçüde, kaderciliğin ağır bastığı Doğu felsefelerine yakınlaştığı söylenebilir. Schopenhauer'a göre; birbirlerini en çok teshir edenler (büyüleyenler) birbirlerini en çok itmam edenler (tamamlayanlar)'dır.

Kitapları
  • Aşkın Metafiziği, çeviren Selahattin Hilav, Sosyal Yayınları.
  • İstenç ve Tasarım Olarak Dünya, çeviren: Levent Özşar, Biblos Kitabevi yayınları.
  • Parerga ile Paralipomena, çeviren: Levent Özşar, Biblos Kitabevi yayınları.
  • Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, çeviren: Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İst.1998
  • Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, çeviren: Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Yayınları, İst.2005,2006.
  • Okumak Yazmak ve Yaşamak Üzerine, çeviren:Ahmet Aydoğan, Şule Yayınları.
  • İrade Felsefesi
  • Aşka ve Kadınlara Dair, Toplu Eserleri-1, çeviren: Ahmet Aydoğan, Say yayınları.
  • Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine, Toplu Eserleri-2, çeviren:Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İst. 2007.
  • Hayatın Anlamı, Toplu Eserleri-3 çeviren:Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İst. 2007.

Son düzenleyen Safi; 28 Eylül 2015 22:24
Gerçekçi ol imkansızı iste...
AeraCura - avatarı
AeraCura
Ziyaretçi
25 Temmuz 2009       Mesaj #3
AeraCura - avatarı
Ziyaretçi
Şu dünyayı Tanrı yarattıysa, onun yerinde olmak istemem doğrusu. Çünkü, dünyanın sefaleti yüreğimi parçalar.
Yaratıcı bir ruh düşünülürse, yarattığı şeyi göstererek ona şöyle bağırmak hakkımızdır: “Bunca mutsuzluğu ve boğuntuyu ortaya çıkarmak uğruna, hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın?”
Her istek, bir gereksinimden, bir yoksunluktan, bir acıdan doğar; giderildiği zaman insan yatışır. Ama yatışmamış bir kişiye karşılık, nice yatışmamış ve doygunluğa erişmemiş insan vardır. Üstelik, istek uzun sürer, gerekli olan şeylerin ardı arkası kesilmez; oysa duyulan haz, kısa ve ölçülüdür. Yeryüzünde hiçbir şey yoktur ki, şu iradeyi yatıştırabilsin ya da belirli bir biçimde olduğu yerde durmaya zorlayabilsin. Alınyazısından kopardığımız herşey, dilencinin ayağı ucuna atılan paraya benzer: verilen sadaka, duyduğu acıların sürüp gitmesini sağlayabilmek için, dilencinin hayatını biraz daha uzatmaktan başka bir iş görmez. İşte bundan ötürü, isteklerin ve iradenin boyunduruğu altında kaldığımız; varlığımızı, bizi sıkıştırıp duran umutlara, acı çekmemize yol açan korkulara bıraktığımız ölçüde, ne durup dinlenmek ne de mutluluk söz konusudur. İster bir amacı gerçekleştirebilmek için canla başla çalışalım, ister bir tehlikeden sakınmak için, çabalayalım, sonuç değişmez: iradenin istek ve gereklerinin başımıza açtığı belalar ne biçim olursa olsun, hayatımızı berbat etmekten ve acı çekmemize yol açmaktan başka bir sonuç vermez.
Ama kimi zaman, dış bir gerçek, ya da iç uyumluluğumuz, bizi, bir an isteklerin bitimsiz selinden kurtaracak; ruhu, iradenin boyunduruğundan sıyıracak, iradenin yöneldiği nesnelerden uzaklaştıracak ve çevremizdeki varlıklar, istek ve umutlarımıza değer şeyler olmaktan çıkarak hiç bir menfaat duygusuna yer verilmeden düşünülebilen nesneler halinde görülecek olursa; o zaman isteklerin peşinden giderek gerçekleştirmeye çalıştığımız ve hiç bir zaman ulaşamadığımız iç rahatlığı boy gösterir ve huzur duygusunu bütün doygunluğuyla yaşarız.
Gün batımının, bir saray penceresinden ya da bir hapishane parmaklığı ardından görülmesinin önemi kalmaz.
İstemek, temeli bakımından acı çekmektir ve yaşamak, istemekten başka bir şey olmadığına göre, hayatın tümü, özü bakımından acıdan başka şey değildir. İnsan ne kadar yüceyse, acısı da o ölçüde fazladır. İnsanın hayatı, yenileceğinden hiç şüphe etmeksizin, var olmaya çalışmak için harcanmış bir çabadır.
Hayatın birinci yarısı, mutluluğa karşı duyulan yorulmak bilmez bir özlem olduğu halde, ikinci bölümü acı dolu bir korku duygusuyla kaplıdır. Çünkü, mutluluk denilen her şeyin kuruntu olduğu ve acıdan başka gerçeğin bulunmadığı fark edilmiştir artık. Aklı başında insanların, yakıcı zevklerden çok acısız bir hayata yönelmeleri bundan ötürüdür. Gençliğimde, her zil sesinden sonra, kendi kendime “Oh ne iyi! İşte yeni bir olay!” diyordum. Ama yıllar geçip de olgunlaştığım zaman her zil sesinden sonra şöyle düşündüm: “Yine ne var?”
İnsan yaşlandıkça, tutkuların ve isteklerin nesnesi farksızlaştıkça; bu isteklerin ve tutkuların bir bir ortadan kayboldukları, duyarlığın güdükleştiği, hayat gücünün zayıfladığı, görüntülerin solduğu, izlenimlerin etki yapmadan gelip geçtiği, günlerin gittikçe daha hızlı aktığı, olayların önemlerini kaybettiği ve herşeyin renksizleştiği görülür. Günlerin yükü altında sallanarak yürür insan ya da hayaleti haline girer. Kendinden geçme, sonsuz uyku haline dönüşür bir gün.
Hayat, tadını çıkaracağımız bir armağan değil; canla başla çalışarak yerine getirmemiz gereken bir ödev. En önemsiz işten en önemlisine kadar hepsinde, genel bir düşkünlüğün, öldürücü bir didinmenin, sürekli bir yarışmanın, sonu gelmez bir savaşın, kafa ve vücut güçlerinin ortaya koyduğu bir çabalamanın görülmesi bundan ötürü. Uluslar halinde toplanmış milyonlarca insan, kamu yararına yapılan işlere katılıyor, böylece kendi çıkarı içinde çalışmış oluyor. Ama ortaklaşa kurtuluş için milyonlarca insanın ölmesi de gerekiyor. Kimi zaman saçma önyargılar, kimi zaman da sinsi bir politika insanları savaşa sürüklüyor; birkaç kişinin aklına esenleri gerçekleştirmek ya da hatasını tamir etmek için kitlelerin kurban edildiği görülüyor.
Varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. Çünkü, hayatın derinlerinde yatan ve sefilliğimizden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de bir rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. Tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kuraldışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman, mutsuzluk ve acı, kuraldışı değil kuraldır.
Çekilen her acının ve mutsuzluğun en etkili avuntusu, bizden daha fazla acı çeken ve mutsuz olan kimseleri düşünmektir. Herkes bu çareye başvurabilir. Ama bütün bunlardan genel olarak nasıl sonuç çıkıyor?
Kasabın keseceği hayvanın göz ucuyla aralarından seçtiği sırada, çayırda dolaşıp duran koyunlar gibi biz de, mutlu günlerimizde, belli bir saatte, alınyazısının bize hazırladığı kötü oyunun ne olduğunu bilmiyoruz. Hastalık mı, zulüm mü, mahvolup gitmek mi, sakatlanmak mı, kör olmak mı, delirmek mi, bilmiyoruz!
Yakalamak istediğimiz her şey başkaldırıyor bize; her şeyin, yenmek zorunda olduğumuz, düşmanca bir iradesi var. Halkların hayatında, tarih, bize savaşlardan ve ayaklanmalardan başka şey göstermiyor. Barış yılları rastgele gerçekleşmiş, kısa sessizlikler ve aralar gibi görünüyor. Nitekim, insan hayatının, yoksulluk ve can sıkıntısı gibi soyut felaketlere karşı açılan bir savaş olmakla kalmayıp, aynı zamanda öteki insanlara karşı açılan bir savaş olduğu da anlaşılıyor. Her yerde bir düşman çıkıyor karşımıza; hayat, silah başında öldüğümüz sürekli bir savaştan başka şey değil!
Güneşin ışıkların aydınlattığı zavallılıkları, acıları, sıkıntıları düşünen bir kimse, bu göksel cismin de, yer yüzünde hayatı doğurabilme gücünden tıpkı Ay gibi buzlu ve camsı bir halde olsaydı, çok daha iyi olurdu diye düşünebilir. Hatta hayatımızı, hiçliğin kıpırdamazlığını ve mutluluğunu bozan bir olay gibi ele alabilir. Her ne olursa olsun, hayata belli bir ölçüye kadar dayanabilen bir kimse bile, giderek yaşandıkça, her şeyin bir hayal kırıklığı ve hatta bir aldanış olduğunu kavrar. Başka bir deyişle, koskoca bir aldanıştan başka bir şey olmadığını öğrenir.
Hayatın, önemsiz şeylerde olduğu gibi, önemli şeylerde de, sürekli bir yalan olduğunu kabul etmek zorundayız. Verdiği sözü tutmuyor hayat; tutsa bile, özlediğimiz şeyin özlenilmeye değer olmaktan ne kadar uzakta bulunduğunu göstermek için yapıyor bunu. Kimi zaman umut, kimi zaman da umulan şey aldatıyor bizi. Bir eliyle verdiğini öteki eliyle alıyor. Uzaklığın büyüsü, cennetler gösteriyor bize. Ama büyülenir büyülenmez, bu cennetlerin uçup gittiğini görüyoruz. Demek ki, mutluluk ya gelecekte ya da geçmişte; şimdiki an, güneşli ovanın üzerinde dolaşan bir küçük buluta benziyor; önü arkası pırıl pırıl bu bulutun; ovaya yalnız onun gölgesi düşüyor.
İnsanların biricik kaygısı, hayat kavgasını gerektiği gibi yapabilmektir. Ama hayatını güven altına alan kimse, bundan sonra ne yapacağını şaşırır. İnsanların ikinci kaygısının, yaşama yükünü hafifletmek; duyulmaz hale getirmek ve zaman öldürmek olması bundan ötürüdür. Yani buradaki asıl amaç, can sıkıntısından kurtulabilmektir. Nitekim, maddi ve manevi sıkıntılardan kurtulmuş kimselerin, zaman harcayarak geçirdikleri her saati, bir çeşit kazanç saydıklarını görüyoruz. Oysa bu saatler, onların kendi öz hayatlarından harcanmaktadır. Can sıkıntısı, önemsenmeyecek bir bela değildir. İnsanın yüzünde nasıl da belirir? Can sıkıntısı, birbirini pek az seven insanoğlunun, yine de birbirini aramasına yol açar. Bu bakımdan, can sıkıntısının, toplumsal içgüdüye kaynaklık ettiği söylenebilir. Devlet, can sıkıntısının toplumsal bir felaket olduğunu bildiği için, karşı önlemler almaktan geri kalmaz. Bu felaket, yani can sıkıntısı, kendisinin tam karşıtı olan düşkünlük (sefalet) gibi, insanları en aşırı davranışlara sürükleyebilir. Philedelphia’da uygulanan sert ceza sistemi, can sıkıntısını öyle korkunç bir işkence aracı haline getirmiştir ki, bundan ötürü birçok mahkumun intihar ettiği bilinmektedir. Sefalet, halkı nasıl rahatsız edip durursa, can sıkıntısı da seçkinleri öyle rahatsız eder. Toplum hayatında, pazar günü, can sıkıntısını dile getirir; haftanın öteki günleri de düşkünlüğü.
İnsanların çoğunun hayatı öylesine sefil, öylesine önemsizdir ki, öldükleri zaman herhangi bir şey kaybettikleri söylenemez. Bu çeşit kimselerde, değerli bir nitelik taşıyan biricik yan, yani insanlığın genel özelikleri ise, onlar ölseler bile, öteki insanlarda var olmaya devam eder. Devamlılık, bireylerin değil, insanlığın bir özelliğidir. İnsana sonsuz bir hayat verilmiş olsaydı, durmadan yaşayacağı için, en sonunda karakterinin değişmezliği ve sınırlı zekasından ötürü, öyle bir yeksenaklık duygusuna kapılacak ve öyle tiksinecekti ki, sonunda hiçliği tercih etmek zorunda kalacaktı.
Bireyin ruh ölümsüzlüğünü istemek, bir yanılgıyı sonsuz olarak tekrarlamayı istemekle birdir. Çünkü aslında her birey, özel bir yanılgı, zavallı bir şey ve varolmaması gereken bir varlıktır. Ve hayatın gerçek amacı, bizi bundan kurtarmaktır. Bunu açıkça gösteren şey, bir çok insanın, hatta bütün insanların, hayal ettikleri bir dünyada olsalar bile, mutluluğa ulaşamayacak bir biçimde yaratılmış olmasıdır. Hayal ettikleri bu dünya, düşkünlük ve acıdan sıyrılmış olsa, cansıkıntısının avucuna düşecekler ve cansıkıntısından kaçabildikleri ölçüde de düşkünlüğe, acılara, sıkıntılara yeniden yöneleceklerdir. Demek ki, insanı daha iyi bir duruma ulaştırmak için, onu daha iyi bir dünyanın içine yerleştirmek yetmez; asıl yapılması gereken iş, onu tepeden tırnağa değiştirmek ve o ana kadar ne ise, artık öyle olmamasını sağlamaktır.
Bütün hayat etkinliklerinin sona ermesi, bu etkinliği sürdüren gücün bir yük altından kurtuluşu gibi görünüyor. Ölülerin yüzlerinde görülen o yumuşak durulmuşluk, belki de bunu dile getirmektedir.
Bir Arthur Schopenhauer derlemesidir
Efulim - avatarı
Efulim
VIP VIP Üye
4 Eylül 2012       Mesaj #4
Efulim - avatarı
VIP VIP Üye
Arthur Schopenhauer (1778 Danzig-1860 Frankfurt am Main)
MsXLabs.Org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi

Alman filozof. Göttingen'de tıp okudu, sonra Berlin'de Fichte'nin derslerini izledi. 1820'de doçent oldu. 1833'te tüm toplumsal bağlarını kopararak köşesine çekildi. Schopenhauer'in kötümser felsefesi Hint felsefesinin etkisini taşır. Buna göre dünya bir sunumdur, "benim sunumum"dur, yani düşünülenden, benim düşündüğümden başka bir şey değildir. Özneyi de nesneyi de içeren bir sunum kör ve saçma bir istemin ürünüdür. "Eğer dünyayı bir tanrı yarattıysa ben bu tanrı olmayı hiç istemezdim; dünyanın sefaleti gönlümü yaralardı" der Schopenhauer. "İstemek tam tamına acı çekmektir, yaşamak da istemek olduğuna göre tüm yaşam özünden acıdır. İnsan yükseldikçe acı çeker. İnsanın yaşamı da yenilmiş olma kesinliği içinde yaşam için kavgadan başka bir şey değildir". Schopenhauer acılara karşı erdemi ve çileciliği savunur. İnsan böylece acılardan kurtularak Hintlilerin Nirvana'sına kavuşacaktır. Schopenhauer bu görüşleriyle Nietzsche'yi büyük ölçüde etkiledi.

Başlıca yapıtları:
  • "Die Welt als Wille und Vorstellung" (İstem ve Tasarım Olarak Dünya, 1819),
  • "Über den Willen in der Natur" (Doğada İstem Üstüne, 1836),
  • "Die beiden Grundprobleme der Ethik" (Ahlâkın İki Temel Sorunu, 1841),
  • "Parerga und Paralipomena" (Parerga ve Paralipomena, 1851).
Sen sadece aynasin...
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
28 Eylül 2015       Mesaj #5
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Ad:  arthur.schopenhauer.jpg
Gösterim: 1436
Boyut:  63.5 KB

SCHOPENHAUER
(Arthur), alman filozof (Dantzig 1788 - Frankfurt am Maln 1860). 1813’te, Über die Vierfache Wurzel des Satzes vom zureichenden Grunde (Yeter neden ilkesinin dört kökü) başlıklı teziyle doktorasını verdi. 1820'den başlayarak Berlin’de profesörlük yaptı. Hegel'e karşı çıkmak istediyse de başarılı olamadı. 1818’de, Die Welt’ als Wille und Vorstellung (irade ve tasarım olarak dünya) adlı yapıtını yayımladı. Schopenhauer'ın felsefesi, özü bakımından, dogmacı metafiziğin yıkıntıları üstünde kurulmuş kötümser bir öğretidir. Görüngüyü (fenomen) bir hayal olarak gören bu kantçı filozofa göre dünya, ölümcül bir tiyatro oyunundan başka şey değildir. Böylece Schopenhauer, alman idealizminin mantıksal sonuçlarını trajik bir anlayış içinde çıkarsamaya çalışır: dünya hazin bir görüntüden başka şey değildir; Kant, bilimsel gerçekliğin sırrını çözerken, algının bilinemez niteliği üzerinde daha iyi düşünmemizi sağlamaktan başka bir şey yapmamıştır. Schopenhauer’de görüngü, tasarım olurken; kendinde şey de, irade halini alır, irade, yalnızca düşüncenin bir öz niteliği değil, her şeyden önce yaşamın bir ifadesidir; bunun için, o yalnızca bilincin etkinliğine indirgenemez, aynı zamanda bilinçdışını da kapsar: irade bir yaşama isteğidir. Öyleyse, idealist bilinemezciliğin karşısına, kötümser bir tanrıtanımazlığı koymak gerekir, irade, her türlü varoluş biçiminin bilinçdışı olması dolayısıyla insanın kavradığı şeye indirgenemeyen numen'dir ve felsefenin işi, bir evrenbilim (kozmoloji) olarak kalmak ve böylece tanrıbilimi, yani insanı ayrıcalıklı bir duruma sokan bir Tanrı oluşturmayı bir yana atmaktır: Tanrı yoktur. Bununla birlikte, dünyanın derindeki gizli özünü keşfedebilmek için, zihinsel sezgi deneyimi (bedene ve isteğe ilişkin yaşantılarımıza dayanan benlik duygusu) aracılığıyla tasarımın diş görünüşlerini aşmamız gerekir. Böyle bir varoluşsal yöntem, insanı, somut bireysellik olarak ortaya koyar. Bu birey, çalışmakla geçen bir haftanın acılarıyla, pazar gününün can sıkıntısı arasında gidip gelmeye mahkûmdur. Yoksulların zahmetli emeği ve karnı tok zenginlerin can sıkıntısı bunu gösterir Bireyin özünü en iyi ancak bencillik ilkesi açıklar; nitekim, ahlakı belirleyen de bu ilkedir. Schopenhauer, Die beiden Grund-probleme der Ethik (Ahlakın iki temel sorunu) [1840] ve Parerga und Paralipomena (Derme çatma yazılar) [1851] adlı yapıtlarında, kötümser bir merhamet ahlakı ortaya koydu. Ona göre bencillik, bireyin yaşama isteğinin ortaya çıkışından başka bir şey değildir. İnsanları bencillikten, yalnızca, varlıkların kozmik birliğinin bilinci olan merhamet kurtarabilir. Bencillik, kör yaşama isteğinin belirişiyse, merhamet de insanların dayanışma ilkesidir. Buna karşılık, hukukun (tümüyle değerden yoksun erdem) olumsuz ilkesine göre düzenlenen siyasal yaşam, iradenin gücünü azaltmaktan başka şey yapamaz. Öyleyse sorun, acının aşılması sorunudur. Kurtuluşun tek yolu budur ve bunu bilgi değil, sanat sağlar.
Schopenhauer’ın geliştirdiği özgün sanat felsefesi, daha sonra Wagner'i ve genç Nietzsche’yi etkiledi. “Sanat, nesnelerin, akıl ilkesinden bağımsız olarak seyredilmesidir"; estetik seyrediş, bu düzeyde, faydacı tasarımın aşılması, “yaşama isteğinin askıya alınması'dır. Schopenhauer, müziğe mutlak bir ayrıcalık tanır. Gerçekten de, öbür sanatlar, gerçekliğin bozuk birer kopyasından başka şey olmadığı halde, müzik, iradenin yeniden üretilmesi olarak, yaşamın özüdür, yani kavramı ve imgeyi aşan bir evrenselliktir. Schopenhauer’ın başarısı, müziği, bireysel öznenin algısından ayırmasıdır (oysa tasarım metafiziği bu tür bir birey grtaya koymuştu). Dolayısıyla müzik, bilinçdışına giden yoldur. Öbür sanatlardan farklı olarak müzik, iradeyi yinelemez, ancak kendi kendini yineler: o, özü bakımından yineleyicidir. Ama müzik, VVagner tipinde bile olsa, insanlığa kurtuluş getiremez; çünkü, sanatın sağladığı avuntunun ötesinde ölüm, varlığını sürdürür. Bu durumda, felsefe, yaşamın özünün, yani yaşama iradesinden kaynaklanan acının aşılması eylemine dönüşür. Öyleyse şorun, yaşama iradesini reddederek, buddhacıların “nirvana” dedikleri şeye ulaşmaktır. Çilecilik ve seyrediş: "iradeyi yatıştıran" biricik araçlardır.

Kaynak: Büyük Larousse

Benzer Konular

1 Ağustos 2012 / ThinkerBeLL Edebiyat ww
27 Mayıs 2011 / careless_WhispeR Siyaset ww
9 Nisan 2009 / ThinkerBeLL Sanat ww
16 Nisan 2009 / KisukE UraharA Edebiyat ww
23 Temmuz 2016 / Jumong Siyaset ww