Arama

Fenomenoloji (Görüngübilim)

Güncelleme: 5 Mayıs 2012 Gösterim: 8.420 Cevap: 3
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
3 Ekim 2006       Mesaj #1
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Fenomenoloji: (Os. Mebhasi şüûn, İlmi tetkik ve tavsifi hâdisât; Fr. Phénoménologie, Al. Phenomenologie, İng. Phenomenology, İt. Fenomenologia) Olayların ideal varlığını inceleme ve betimleme yöntemine verilen addır.
Olay (Fr. Phénoméne) ve bilim (Fr. Logie) sözcüklerinden yapılmış olan olaybilim (Fenomenoloji) deyimi Lambert, Kant, Hegel, Hamilton, Hartmann taraflarından çeşitli anlamlarda kullanılmış ve Alman düşiinürü Edmund Husserl (1859-1938) tarafından öznel idealist felsefe yönteminin adı olarak ileri sürülmüştür. Deyimin günümüzdeki yaygın anlamı, ona Husserl'in verdiği anlamdır.
Sponsorlu Bağlantılar
Husserl, bu yöntemiyle, nesnelerin ideal yapılarını betimleyerek felsefeyi bir bilimler bilimine dönüştüreceğini savunmuştur. Kant'ın ve onun temelleri üstünde yükselen Auguste Comte olguculuğunun bir anlamda yasakladıklan felsefe, Husserl'e göre böylelikle yeniden ve en yetkin biçimde kurulmuş olacaktır. Husserl, bu anlayışııda, Platon idealizmiyle Leibniz ve Brentano öğretilerine dayanmaktadır. Ona göre gerçek, Platon'un da ileri sürdüğü gibi, saltık olmalıdır. Eşdeyişle her nesnenin, bizim ona verdiğimiz anlamın ve yakıştırdığımız özeiliklerin dışında, kendine özgü ve kendinde olan, her zamanda geçerli ve değişmez bir yapısı vardır. Nesne, insanların değil, insanların dışında öncesiz ve sonrasız bir nesneler dünyasının varlığıdır. Fiziğin ürünü olmadığı gibi metafiziğin ürünü de değildir. Kendi saltık ideal yapısı içindedir. Gerçek, böylesine ideal bir yapı taşıyanın niteliğidir. Görüldüğü gibi bu sav, tümüyle Platoncu bir savdır. Böyle bir savdan yola çıktığı halde Husserl, fenomenoloji yönteminde, gene de nesneleri, kendilerine yönelttiği bireysel insan bilincinin aynasında seyredecek ve kendi savıyla çelişkiye düşerek betimlemeye çalışacaktır. Husserl'e göre felsefe, nesnelere yöneltilmiş bilinç yoluyla nesnelerin özünü kavramak ve betimlemek bilimidir. Demek ki öznesiz nesne ne kavranabilecek ne de betimlenebilecektir. Dönüp dolaşıp Berkeley öznelciliğine gelmek metafizik düşüncenin zorunlu sonucudur, Husserl de bu zorunlu sonuçtan kaçınamamaktadır. Husserl, saltık gerçek saydığı Platon'un saf öz'lerine ulaşabilmek için özetle şöyle demektedir:
"Kendime bakıyorum. Çeşitli bilgilerle doluyum. Bu bilgilerden öte çeşitli sanılarım da var. Bilgilerimle sanılarımın gerektirdiği davranışlarla yaşıyorum. Bilgiler, sanılar, davranışlar ortasında kendimi yitirmişim. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın dışında acaba ben neyim? Özümün saf bilgisine "yani saltık gerçeğe, Platon'un deyişiyie saf öze" varabilmek için bütün bilgilerimi, sanılarımı, davranışlarımı unutmam gerekir. Kendimi araştırırken bende ve çevremde dünyalı olarak ne varsa bir çantaya koyup ortadan kaldıracağım. Bütün verilmişlerden soyunacağım. Böylece, hiç bir kuşkuya kapılmaksızın saltık olarak var diyebileceğim biricik varlığı, ben'imi inceleyip betimleyebileceğim. Bu, bir ruhbilimsel araştırma değildir. Çünkü ruhbilim beni bilgilerim, sanılarım, davranışlarımla birlikte ele alır. Bense bütün bunlardan soyunuyor, sadece bir görünen (fenomen) olarak kalıyorum. O halde yapacağım bu inceleme, fenomenolojik bir incelemedir. Kendimi, sadece bir fenomen olarak inceleyeceğim ve betimleyeceğim. Kendimdeki ve çevremdeki bütün dünyalıları "eşdeyişle bilgileri, sanıları, davranışları" bir çantaya koyup ortadan kaldırınca (Husserl buna parantez içine almak diyor) ortada saltık bir ben (Absolut Ego) kalıyorum. Kendimden başka hiç bir şeyin bilincine varamam. Evreni kavramak için önce kendimi kavramalıyım. Kaldı ki kendimden başka hiç bir şeyi kavrayacak durumda da değilim (Buradaki öncelik Husserl'e göre bir zaman önceliği değil, bir düşünce düzeni önceliğidir, çünkü zaman da paranteze alınmıştır). Kendimi kavramam için bir bilinç eylemi gerçekleştirmeliyim. Ben'im için kendini belli eden tek şey vücudum'dur. Vücudum, bütün nesneler içinde biricik nesnedir. Vücudum ne türlü bir nesnedir? Dıştan bakıyorum, gördüğüm bir cisimdir. İçten bakıyorum, gördüğüm bir organdır, cisimden bambaşka bir şey olan canlı bir organizmadır. Demek ki vücudum, hem cansız bir cisim hem de canlı bir organizmadır. Başka türlü bir deyişle canlı organizmam cansız cisimli bir şeydir. Bu bir ikilik değil, bir tekliktir. Organizmalıkla cisimlilik vücudunda birlikte vardır. Ben, vücutlu-ruhlu bir bütünüm. Ne vücudumu ruhumdan, ne de ruhumu vücudumdan atamam. İkisini de bir birliktelik içinde taşımak zorundayım, çünkü ben ancak böylelikle ben' im. Ben, somut psiko-fizik bir bütünüm. Bir cisim, eşdeyişle bir madde olan vücudumun aynı zamanda bir algı organı olması, vücudumun kendi kendime verilişini açıklamaktadır. Başkalarını algıladığım gibi kendikendimi de algılamaktayım. Sol elim özne olur, sağ el nesnemi algılar; sonra sağ elim özne olur, sol el nesnemi algılar. Vücudum bana çift olarak verilmiştir. Vücudum, sadece bir algı organı değil, aynı zamanda bir irade organıdır. Onu keyfimce "eşdeyişle irademe göre ve özgürce" kullanırım. Ben'imi, vücudumun içinde bir buyuran varlık olarak yaşarım. Her şeyi vücudumla denerim, evrene vücudumla açılırım Maddi ruhlu vücudum ölçümdür. Bütün dünyalılar "eşdeyişle bilgiler, sanılar, davranışlar" onunla anlam kazanırlar. Uzak ona göre, yakın ona göre, sağ ona göre, sol ona göre, ötesi ona göre, berisi ona göredir. Bana verilen her şey vücudumla verilir, daha doğrusu her şeyle birlikte bana vücudum da verilir. Başka'yı bilebilmek için, ben'i bilmek zorundayım (Husserl böylelikle bütün nesneleri ve tümelleri insan bilincine bağlamakta, bireysel insan bilinciyle özdeşleştirmektedir). Kendi ben (Ego, fenomenoloji zorunlu olarak bir egolojidir)'imden başkasının beni (Alter Ego)'ne nasıl geçebilirim? Başka ben, bana diranebilen bir bendir. Başkasının vücudunun, ancak kendi vücudumla anlam kazanabileceğini öğrenmiş bulunuyorum. Başkasını, ancak kendi vücuduma dayanarak algılayabilirim (Husserl buna anlam aktarması diyor. Ona göre bilgi, nesneye yönelen öznenin bilincidir). Ama başkasının vücudunu kendi vücudum olarak değil, başkasının vücudu olarak algılamalıyım. İkisi arasındaki benzerlik'ten ötürü kendi vücudumdan aldığım vücut anlamını başkasının vücuduna aktarırım. Başka vücudun, benim için başkasının vücudu olarak varolabilmesi, kendi vücudumun örneklik etmesiyle mümkündür. Kendi vücuduma bakarak başka vücudun ne olduğunu bilebilirim. İlk kurduğum vücut kendi vücudum olduğuna göre başkasının vücudunu kendi vücudumdan yapacağım bir aktarma ve çağrışımla kurarım. Bu çağırışım, nesnelerden birinin kayarak öbürünün anlamıyla birleşmesidir. Bilgilerimin, sanılarımın, davranışlarımın tümünü paranteze alıp ortadan kaldırmışım. Görünen (fenomen)'den başka hiç bir bilgim, bilgim olmayınca hatırlamam da yoktur. Dünyalı olarak hiç bir aracıdan yararlanmıyorum. Fenomenolojik tasarımlarımı düşünsel bir soyutlamayla elde ediyorum (Husserl'e göre düşünme, ruhbilimsel bir akt değil, düşüncenin zamandan ve mekandan soyutlanmış içeriğidir). Yaşadığım dünyalı daha iyi kavramak ve yeniden kurmak için, fenomenolojik yöntemle çalıştığım sürece, yaşadığım dünyadan isteğimle vazgeçmişim. Çalışmam, demek ki. dünya-dışı bir çalışmadır. Elde ettiğim tasarımları da bu açıdan değerlendirmek zorundayım; yani onlara hiç bir bilgi, sanı, davranış katamam. Elde ettiğim fenomenler dünyalı fenomenler değildir, örneğin vücut derken sözünü ettiğim fizyolojik bir vücut değil, sadece cisimli-ruhlu saltık bir bütündür. Kendi vücudumdan aldığım bir anlam aktarmasıyla başkasının vücudunu kuruyorum. Şimdi iş, başkasının vücudundan başkasının beni'ne geçmektir. Başka ben'i, ilkin, vücudumun algısına dayanarak bir cisim olarak buluyorum. Onu denemeye başlayabilirim. Denemelerim sırasında bu cisme ait olan bir ben görüyorum. Sadece bir kanadını gördüğüm kapının görmediğim kanadını nasıl algılayabilirsem, vücudunu gördüğüm başkasının benini de öylece algılayabiliyorum. Bu, bir varsayım, bir tahmin, bir sezgi değildir; doğrudan doğruya bir algıdır. Vücut, ruhlu bir cisimdir; ruh vücutta kendini verir. Bu verilişi, kendi vücudumda nasıl yaşamışsam, başkasının vücudunda da öylece yaşarim. Başkasının benini alagılayışım, elbette orjinal bir algılama değildir; başkasının benini dolaylı olarak, onun vücudu dolayısıyla algılamaktayım. Bu algılayış, başkasının vücudunu denemekle gerçekleştirilmiştir (Husserl bu denemeye fenomenolojik einfühlung diyor). Başkasının benini, böylece, kendi benim gibi yaşamaya başlıyorum. Kendi benimi hiç bir kuşkuya kapılmadan nasıl biliyorsam, başkasının benini de öylece bilmekteyim. Bu bilgi, bana tek başıma yaşamadığımı öğretmektedir. Ben, ego'sunun içinde kapanmış biricik ben değilmişim, fenomenolojik egonun uçsuz bucaksız alanında başka benlerle birlikteymişim. Fenomenolojik anlamda başkası benim için öylesine temel bir varlık olmuştur ki artık onu kendi ben'imden ayıramam. Artık biliyorum ki kendi ben'imin içinde bir yabancı yaşamaktadır, içimde başkaları var, bende başkaları var. Demek ki ben onlarla birlikte ben'im. Şimdi, kendimi de daha bir aydınlık görüyorum. Kendimden başkasına gittim, başkasından da kendime geldim. Artık biliyorum ki ben-insan, ancak başka-insan'larla birlikte vardır. Varlığımı başkasına borçluyum. Kendimi aydınlık olarak kavrayabilmem için başkalarıyla birlikte olmam gerekiyormuş. Öyleyse dünya, benim için değil, bizim içindir (Husserl'in fenomenolojisi, böylece, egolojiden yola çıkarak sosyolojiye varmaktadır). Bu sonuç, beni, evrensel bir birliktelik içinde bulunan insan-kültür-toplum-tarih dünyasını algılamaya götürüyor (Husserl buna geist dünyası demektedir). Ben, işte böylesine bir dünyada yaşamaktayım. İnsanın çevresi, tek başına yaşayabileceği bir çevre değil. Bu çevreyi çevre eden başkalarıdır. Bu çevre, insanın başkalarıyla birlikte paylaştığı, ancak hakkı olan kendi payını alabileceği bir çevredir. Bu çevrede benim tek başına yapabileceğim hiç bir şey yoktur. Ne yapabilirsem, başkalarıyla birlikte yapabilirim. Kendi ürünümde bile kendimi başkalarıyla birleştirmek zorundaşım. Çünkü kendi ürünümde bile zorunlu olarak başkaları var. Ben, insan olarak, özel bir varlık ortamında yer almışım. Bu ortamda yer almak zorundaydım. Bu zorunluk, tarihsellik'tir. Başkalarının beni zorunlu olarak getirip bıraktıkları noktada zorunlu olarak bulunurum. Konuştuğum dil, onlarındır; yediğim yemek, onlarındır; bağlı olduğu gelenek, onlarındır. Varlığım, bu sayısız başkalıkların içinde kımıldamaktadır. Kendimi denemem bana başkasını, başkasını deneme bana dünyayı, dünyayı denemem bana evreni, evreni denemem bana çok daha aydınlık olarak kendimi vermiştir. Evren, dünya, başkaları ve ben birbirimizi denemekle aydınlanabiliriz. Husserl, böylece, fenomenolojik yöntemle inceleyip betimleyerek fenomenolojik bir felsefeye varmaktadır. Bu felsefe, önsel idealist bir felsefedir. Bu yöntemin ve felsefenin metafizik alanda yankıları ve etkileri pek geniş olmuştur. Varoluşçuluk felsefesi bütünüyle bu temel üstüne kurulmuş bulunmaktadır. Varlıkbilim ve yeni-gerçekçilik akımları geniş çapta onun etkisi altındadır. Metafizik alan, nesneyi öznel bilince indirgeyip yeniden yarattığı savını ileri süren bu yöntem ve felsefeden yararlanmaktadır. Husserl fenomenolojisinin bütün idealist ve usaaykırı sonuçları, çağdaş burjuva felsefesinin başlıca dayanaklarıdır. Husserl fenomenolojisi, gerçeğin nesnelliğini yadsıyıp öznelliğine de karşı çıkarak üçüncü bir yol aramak isteyen ve sonunda zorunlu olarak "çünkü üçüncü yol yoktur" öznelliğe düşen felsefelerin ortak yanılgısını taşır."

Blue BooL - avatarı
Blue BooL
Ziyaretçi
8 Kasım 2006       Mesaj #2
Blue BooL - avatarı
Ziyaretçi
Felsefede Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenoloji felsefesi, 20. yüzyılın başlarında pozitivizme ve ampirisizme karşı çıkıyordu. Fenomenoloji, felsefenin bilgi, varlık, değer felsefeleri gibi alanlarıyla uğraştığı için tümel bir nitelik taşıyordu. Bazılarına göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemiydi. Bu akım da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkıyordu.
Fenomenolojiye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu bir deney verileriydi. Aslında bu bakımdan pozitivizm ve ampirisizmle bir farklılık göstermiyordu. Ancak tek tek nesnelerin oluşturduğu nesneler dünyası söz konusu olduğunda, pozitivizm ve ampirisizmden farklı bir tavır ortaya çıkıyordu. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak ‘rastlantı’ kategorisi ile kavranabilirdi. Yani diğer iki felsefenin iddia ettiği gibi, nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar, daha doğrusu doğa yasaları egemen değildiler.
Sponsorlu Bağlantılar
Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, Husserl’e göre, belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir kesinlik değeri taşıyorlardı. Koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu olamayacaktı. Bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı kategorisiyle kavranabilirdi Hesserl için. Ampirik olarak algılanan nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. Dünyanın varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve dogmatik bir realisttir. Bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir düşünce oluyor tabi. Bu tavrı aşmak için ikinci bir ‘fenomenolojik indirgeme’ diye adlandırılan bir tavır geliştirir. Bu tavır ise Husserl’in yapıtlarında ‘parantez içine alma’, ‘etkisiz kılma’, ‘dışarda bırakma’, ‘engelleme’, ‘soru konusu yapma’ deyimleriyle isimlendirilmektedir. Bu şekilde bir adım daha atar ve bu kez de fenomenolojik indirgemeyi özneye yöneltir. Artık özne paranteze alınır. Çünkü özne de psişik ben’i, bilinci, öznelliği bakımından nesneler dünyasının bir parçasıdır. Özetleyecek olursak, amaç dünyanın özünü, onu rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece nesneler dünyası için ‘salt öz’ (Eidos), ‘salt varlık’ (Essentia) düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.
Yiğit Tuncay, Kasım-1994 tarihli Yeni İnsan Dergisi'nin 26. sayısında yayınlanmıştır. (Yazıdan bir alıntı)

Husserl (1859-1938) de, tıpkı Dilthey gibi , felsefi kariyeri boyunca , doğa bilimlerinin bilimsel aklının , özellikle ahlaki ve kültürel değer alanındaki emperyalist eğilimlerine karşı koymaya çalışmıştır. Buna göre, pozitivizmle doğalcılığın [natüralizmin] diğer biçimleri dünyaya ve hayata ilişkin değer biçici bir felsefeyi, sadece ve sadece doğa biliminin bulgularından ve yöntemlerinden türetmeye kalkışır. Doğalcı, değerle ilgili problemlerde, kendi kabullerine göre savunulamayan ve dolayısıyla, çelişkiye düşen bilgi iddialarında bulunur. `Doğalcı eğitir, telkinde bulunur, ahlâk dersi verir, reform yapar... Ama, bir anlama sahip olmak durumundaysa eğer, her davanın, her vaızın önceden varsaydığını reddeder.' Bununla birlikte, o, doğalcılığa karşı olan tüm husumetine karşın, doğa bilimlerinin `teorik tavrı'nın başarılarını, Sokrates ve Platon'dan başlayarak Galileo ve modern bilime kadar izi sürülebilecek olan güçlü `kesin bilim arzusu'nun ürünlerini, üzerlerinde ısrarla durarak takdir eder. Husserl için, zan altında bulunan teorik tavrın kendisi değildir. Karşı konması gereken şey daha ziyade, kesin bilimin, kendi özel alanlarındaki şüphe götürmez başarılarının bir sonucu olarak, doğa bilimlerinin yöntemleriyle, başka herşeyi dışta bırakacak şekilde özdeşleştirilmesidir. `Tin', doğal dünyanın nesneleriyle aynı `varlık' düzeyinde değildir ve aynı açıklama kategorilerine tâbi tutulmamalıdır. Doğalcılık bağlamında, Husserl'i en çok rahatsız eden şey, tam ve gereği gibi anlaşıldığında, onun içerdiği şüphecilik ve rölativizmdir. Husserl, Hegel'in rölativizmi diyalektik bir tarih felsefesiyle aşma teşebbüsüyle de ikna olmaz. O, rölativist dünya görüşleri felsefesi' (Weltanschaungphilosophie) Hegelci sistemin çöküşünün yan ürünlerinden biri olan Dilthey'dan, en aşikâr bir biçimde bu bakımdan ayrılır. Gerçekten de, hâkim kültürel atmosferden kısmen Dilthey'in rölativizmi ve tarihselciliği sorumlu tutulur. Husserl, Dilthey'in, `tarihsel bir bilincin oluşumunun, dünyanın tutarlılığını bir kavramlar bütünüyle zorlayıcı bir biçimde dile getirmeyi taahhüt eden felsefelerden birinin evrensel geçerliliğine duyulan inancı, sistemlerin birbirleriyle olan uyuşmazlıklarını incelemekten bile, daha kusursuz bir biçimde yıktığı' açıklamasını aktarır. Husserl Dilthey'ın, o anlama ve açıklama, insan bilimleri ve doğa bilimleri düalizmiyle yetindiği için, tarihsel bilincin rölativist gücünün karşısında yeterince sağlam bir tedbir almayı son çözümlemede başaramadığına inanır. Husserl bunun yerine, anlama kategorisinin tek ve eksiksiz bir bilen, hisseden ve eyleyen özne felsefesi için yeni bir temel sağlayabileceği inancındadır. Onun stratejisi, Dilthey'da olduğu gibi, bundan böyle sadece, insan bilimleri için, doğa bilimlerinin evrenselci iddialarıyla indirgeyici kategorilerinden bağımsız bir özerk alanı güvence altına almak değildir. Doğalcılığa, doğalcılığın kendi terimlerine dayanarak saldıran Husserl'in yapmak istediği şey, Dews'in de öne sürdüğü gibi, şudur:
Bir yandan, bilimlerin `nesnelci' gücünü, öznenin kurucu rolüne ilişkin bilinçliliğin kültürel bakımdan felaket getirici ihmaline yol açmaktan alıkoyarken, ... bir yandan da deneysel bilimlerin kendilerini apodeiktik temeller üzerine oturtacak yeni, kesin bir felsefe oluşturmak. Bilincin öznesine ilişkin yeni bir kavrayış, ona, hem doğalcılığın ve hem de tarihselciliğin iddialarını, Hegelci idealizme de, irrasyonalizme de düşmeden, geçersiz kılma imkânı verecektir.
Husserl, söz konusu iddialı ruh hâli içinde, dar ve pozitivistik bir rasyonalite anlayışına hiçbir taviz vermez. Fakat, o eleştirel rasyonalizmgenel eğilimi içinde örtük olarak bulunan, kesin hakikate ulaşmaya yönelik yüksek özlemlerden vazgeçme niyetinde de değildir. Husserl, kesin bir biçimde temellenmiş bir felsefe ve son çözümlemede de, bir ahlâk yaratmaya elverişli bir hakikat ve rasyonalite yorumunun peşindedir. O, `önüne geçilmez bir saf ve mutlak bilgi arzusunu (ve bununla ayrılmazcasına bir olan, saf ve mutlak değer biçme ve isteme arzusunu) beyan eder.Husserl'in stratejisi, şüphecinin silâhlarını şüphecinin kendisine çevirmeyi içerir. Kültürel şüphecilik, hem doğalcılık ve hem de tarihselcilik bağlamında en temel problem ise eğer, şüphecilik aynı zamanda bu probleme verilecek felsefî bir karşılığın temellerini de sağlar. Aydınlanma akılcılığının eleştirel ve şüpheci tavrı radikalleştirilmelidir. Başka bir deyişle, model hâlâ Descarts'ın metodik şüphesidir:
Hakikî felsefe biliminin özsel bir özelliği olan radikalizmle birlikte, ilerledikçe hiçbir şeyi verilmiş kabul etmediğimiz gibi, ne geleneksel olan bir şeyin bir başlangıç diye geçmesine, ne de, ne kadar büyük olursa olsun, bir isim karşısında başımızın dönmesine izin veririz, fakat daha çok, kendimizi özgür bir biçimde problemlerin kendileriyle onlardan türeyen taleplere vakfederek, başlangıçlara ulaşmanın yollarını ararız.
Kesin bir felsefe, tüm önkabullerden bağımsız olmalı, hiçbir şeyi kendinden açık bir doğru olarak görmemelidir. Buna ek olarak, Husserl (Descartes, Hume ve Kant'la birlikte,) modern epistemolojinin karakteristik başlangıç noktasını, yani, bilinç içeriklerinin bizim biricik bilgimizi temsil ettiği kabulünü de benimser. Fakat, Husserl, her ne kadar onların farklı yaklaşımları kendisine önemli bazı ipuçları sağlasa bile, felsefedeki öncülerinin bilgi problemine getirdikleri çözümlerden de hoşnut olmaz. Descartes, doğru bir başlangıç noktasına ek olarak, önkabullerden bağımsız kesin bir bilimin temel ilkesini teklif ediyorsa eğer, Kant'ın transendental yöntemi de, doğru bir yönteme en fazla yaklaşan yöntemi sağlamaktadır. Keza Kant da bizim yalnızca, bize göründükleri biçimiyle şeylerin fenomenal dünyasının doğrudan bilgisine sahip olabileceğimiz ve `kendilerinde' var oldukları şekliyle, şeylerin doğasını bilemeyeceğimiz epistemolojik öncülünden hareket eder. Bununla birlikte, Kant duyumların (ya da `sezgilerin'), bizim için tecrübenin mümkün nesneleri olmak durumundaysalar eğer, belirli bir biçimde düzenlenmeleri gerektiği kavrayışını sergiler. Duyumların tecrübenin öznesinin veya zihnin belirli yönlerine uymaları gerekmektedir. Daha özel olarak da, tecrübe, nesnel dünyayı bize göründüğü şekliyle oluşturan kategorilerle (örneğin, nedensellik ve töz kategorileri) düzene sokulmalıdır. Öznenin bu yönleri, nesnel bir dünyaya ilişkin tecrübemizi mümkün kılmaları ve söz konusu tecrübeden önce kavranmak durumunda olmaları bakımından transendentaldirler. Kant, tecrübenin transendental özneleri olarak, dünyayı bu şekilde tecrübe etmek durumunda olmamız nedeniyle, zaman ve mekânda, nedensel ilişki içinde bulunan bir nesneler dünyasında ikâmet ettiğimizi bilebileceğimize inanır.
Ama Husserl'i Kant'ın bulduğu çözüm de tatmin etmez.Kant'ta tecrübenin öznesi de `tamalgı'nın soyut ve bölünemez bir `birliği'nden daha fazla hiçbir şey olmayıp, sadece `benim' deneyimlerimin kimliği teşhis edilebilen bir özne ya da `ben'e yüklenişinin zeminini meydana getirir. Kant'ın bu özne anlayışından türettiği şey, doğa bilimi tarafından keşfedilen nesnel dünyanın yapısının zorunluluğuna dair bir argümandır. Bu `transendental dedüksiyon' bir kez gerçekleştirilince, daha zengin bir bilinç ya da tecrübe anlayışına ihtiyaç duyulmaz. Nesnel tecrübe imkânını bilimsel bilgi imkânıyla özdeşleştirdiği için, Kant, Husserl'e göre, bilinç ve öznelliğin gerçek katkısını gözden kaçıran felsefî bir `nesnelcilik'le sınırlanmış kalır. Bir sonuç olarak, Kant hâlâ, pozitivizm ve doğalcılığa yardım sunar.Bu eğilimler, Kant'ın felsefedeki halefleriyle birlikte, daha aşikâr hâle gelir. Husserl, bu eleştirilere karşın, yine de, Kant'ın tecrübemizin oluşumuyla ilgili transendental keşfinin takipçisi olmayı teklif eder. O, hâlâ transendental bir filozoftur: Husserl, felsefî kariyeri boyunca, `bilmenin öznelliğiyle bili- nen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi' araştıracaktır. Bütün bilgi, `nesne-kuran bir öznelliğin (leistende Subjektivitdt) başarılarına dayanır.' Husserl, Aziz Augustinus'un `hakikat dış dünyada bulunmaz; o, insanın içselliğinde ikâmet eder.diktumunu iktibas eder.
Husserl, yine de Kant'ın tersine, özne, nesne kavramlarından başka, öznenin nesneyle olan `yönelimsel' ilişkisini açıklamak amacıyla bilincin doğasının ayrıntılı bir tasvirini ortaya koyarken, tecrübenin öznesi üzerinde, daha kararlı ve hatta sabit fikirli olarak yoğunlaşır. Husserl, kendi yaklaşımını, psikolojik veya, eleştirmenlerine göre, `psikolojistik' bir yaklaşımdan, başlangıçta ayıramadı. Geç ondokuzuncu yüzyıl Avrupâ sının doğalcı mizacı açısından, deneysel psikoloji felsefî problemlerin bilimsel çözümü için aşikâr yolu sağlamaktaydı. Herşey bir yana, psikoloji, bilinçli ya da psişik fenomenleri konu alan bilimsel bir araştırmadır ve Husserl, bilincin özünün, epistemoloji bilmecesinin anahtarı olduğu sonucuna varmıştır. Husserl, aritmetiğin temelleri üzerine olan ilk eserlerinden birine gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, bilince yönelik kendi yaklaşımını psikolojik bir yaklaşımdan ayırd etmek zorunda kalmıştır. The Philosophy of Arithmetic [Aritmetik Felsefesi) (1891) başlığını taşıyan eserinde, o, sayı kavramının kendileri yoluyla kazanıldığı psikolojik süreçlere ilişkin olarak genetik bir açıklama getirir, psikolojizmin bir türü olduğu gerekçesiyle, sert bir biçimde eleştirilmişti. Husserl, aritmetiğin zorunlu doğrularının doyurucu bir analizini ortaya koymak yerine, onları psikolojistik bir yaklaşımla, tecrübeden yapılan olumsal ve dolayısıyla, yanlışlanabilir genellemeler statüsüne indirgemiştir Zihinsel ya da psişik hâlleri fizikî ya da nörolojik hâllere tekabül ettiren deneysel psikolojinin epistemolojinin problemini asla çözemeyeceği, Husserl için kısa sürede açık hâle geldi. Doğalcı psikoloji, nesnel bir dış gerçeklik olarak doğayı öngerektirir ve dolayısıyla da, bir dış dünyanın varoluşu için, döngüselliğe düşmeden, kanıtlar sağlayamaz: `Her psikolojik yargı, fizikî doğanın varoluşunu, açıkça ya da zımnen öne sürmeyi içerir.' Psikolojik bir epistemoloji, yalnızca doğalcılığın başka bir görünümü olmaktan daha fazla bir şey asla olamaz.
Öte yandan, Husserl, bir yandan bu psikolojizm eleştirilerini kabul ederken, yine de, Frege ve diğerlerinin `noetik koşulları' veya `bilginin öznel yönünü' ihmal ettiklerini düşündü. Husserl'in, bilincin doğasına ilişkin olarak, psikolojizme yenik düşmeden, daha sıkı ve yoğun bir inceleme gerçekleştirme teşebbüsü, onun eski hocası Franz Brentano'nun (1838-1917) eserinden istifade eder. Psychology from an Emprical Standpoint [Empirik bir Bakış Açısından Psikoloji] (1874) adlı eserinde, Brentano, zamanının deneysel psikolojisinin bilincin özgül ve ayırıcı özelliklerini yakalamada kaçınılmaz olarak başarısızlığa uğradığını savunur. O da, bilince ilişkin bilgiyi, psikologun kendi zihin hâllerine ilişkin gözlemden türetmeye çalışan `içebakışsal' psikolojiye, aynı şekilde şüpheyle bakar. İçebakışsal psikoloji, fizikî olaylara ilişkin gözlemle psikologun kendi zihin hâllerine ilişkin içebakışı arasındaki özsel farklılığı görebilmeyi başaramaz. Zihinsel fenomenler söz konusu olduğunda, gözlemleme edimi, kaçınılmaz olarak nesnesini tahrif eder: `O, diyelim ki kızgınlığımızı gözlemleme -dikkatimizi onun üzerinde yoğunlaştırma- teşebbüsümüz, onu hemen çarpıtır, der. İçebakışın güvenilirliği de, dış gerçekliğe ilişkin bilgimizde olduğu gibi, tanım gereği, başka gözlemciler tarafından denetlenemeyen bir şeydir. Husserl'in de ifade ettiği gibi, psikolojik fenomenler `kendilerini tecrübede, çeşitli şekillerde değişen "öznel görünüşlere" göre sunma' imkânı olmayan saf fenomenlerdir.
Brentano, bunun yerine, zihinsel fenomenlere ilişkin `algı'yla `gözlem' arasındaki bir ayrıma dayanan `tasvirî psikoloji' adını verdiği psikoloji türünü teklif eder. İçebakışçı psikolog, sadece kendi zihin hâllerini gözlemler. Psikologun gözlemi, nesnesi olarak ilk zihin hâline sahip, ve, görmüş olduğumuz gibi, özü itibariyle güvenilmez olan, ilâve bir zihin hâline eşittir. Oysa algı, her zihin hâline eşlik eden ya da her zihin hâlinin bir ögesi olan ve dolayısıyla, bu problematik ilâveyi içermeyen bir şeydir. Passmore'un yararlı açıklamasına göre, `her zihinsel edim kendisini doğrudan doğruya "ikinci nesnesi" olarak -bir "görünüş" olarak, veya zihinsel edimin gerçek karakterinin kendisinden çıkarsanmak durumunda olduğu bir şey olarak değil, fakat tam tamına zihinsel edimin gerçekte olduğu şey olarak- algılar.' Algı, psikolog için, `konusunu meydana getiren gerçekliklerin dolayımsız bir idrakini' sağlar. Brentano, bununla alakalı (ve daha anlaşılır) olan, bilincin `yönelimselliği' ilkesini, içinde bir rahip olarak yetiştiği, skolastik gelenekten türetir. Buna göre, `bir nesneye yönelmiş olmaları', bir `içerik' ya da `nesneye gönderimde bulunmaları' zihinsel ya da psişik fenomenlerin ayırıcı bir özelliğidir:
Her zihinsel fenomen, her ne kadar hepsi bunu aynı şekilde yapmasa da, kendi içinde nesne olarak bir şeyi içerir. Sunumda bir şey sunulur, yargıda bir şey tasdik ya da inkâr edilir, aşkta sevilir, nefrette onun kendisinden nefret edilir, arzuda arzulanır, vs.... Bu yönelimsel varoluş, salt zihinsel fenomenlere özgü bir özelliktir. Hiçbir fizikî fenomen buna benzer bir şey sergilemez. Büyük halamı anımsar, boğadan korkar ve bir kitap yazmaya karar veririm -bu örneklerden her birinde, zihin hâli, `büyük halam', `boğa' ve `bir kitap yazma' deyimleriyle gösterilen belli bir nesne ya da içeriğe yapılan gönderim olmadan betimlenemez. Yönelimsel nesnenin dünyadaki fizikî bir şeyle (örneğin, `boğa'yla) aynı olmaması hususu, önem taşır. Bu, nesneleri, yıkılmış binaları, David Copperfield'i, tek boynuzlu at şeklindeki hayvanları veya dört kenarları üçgenleri düşündüğümüzde, varolan şeylere tekabül etmeyen, hatta edemeyen zihin hâllerinde açıklıkla ortaya çıkar. Sayılarla, mantıksal bağıntılarla ve kızgınlık, yaratıcılık veya kıskançlıkla ilgili düşünceler de benzer problemlere yol açar. Brentano, zihinsel edimlerin nesnelerinin özel statüsünü betimlemek amacıyla, onların bilinçteki `yönelimsel varoluşları'ndan veya `içkin nesnellikleri'nden söz eder. Bununla birlikte, o bir yandan da, `fizikî fenomenlerin bile yalnızca "zihinde" varoldukları düşünülür' mealindeki cümlelere ilişkin yanlış bir idealist yorumdan sakınmaya özen gösterir. Zihin hâllerinin, sayılar, bağıntılar, tümeller ve varolması imkânsız nesneler türünden, soyut nesnelerinin varlık statüsüne dönük bu ilgi, Husserl'in aritmetik ve matematiğin temelleri konusundaki çalışmaları için itici bir güç sağlamıştır. Husser, Brentano'nun tasvirî psikoloji anlayışını, epistemolojik problem için tek münasip yaklaşım olarak gördüğü şeye uygular. Bu, şüphe götürmez tek şey olarak bilincin kendisine ilişkin incelemedir. `Nesne kuran öznellik' olarak bilincin doğasını anlamak için, `saf' ya da `transendental' bilinç alanına girme gereği duyarız, öyle ki dünya bundan sonra, `tüm özsel yönleriyle... ve önyargısız' tasvir edilebilsin. Husserl`in terimleriyle, bizim bilinci `fenomenolojik olarak' ya da diğer bir deyişle, göründüğü şekliyle veya saf fenomen olarak incelememiz gerekmektedir. Aynı zamanda, düşüncelerimizin normalde kendilerine gönderimde bulundukları düşünülen, dış dünyadaki fizikî nesnelerin varoluşuyla ilgili her tür kabulden titizlikle kaçınmalıyız. Bu ise, `doğal tavrın paranteze alınmasını' (epokhe) , fizikî dünyadaki olaylara ilişkin doğal bilimsel açıklamalarda ve sağduyunun yorumlarında ortaya çıkan varoluş, nedensellik, vs., ile ilgili kabullerin askıya alınmasını içerir. Fenomenoloji, doğal tavrı paylaşanlar olarak bizleri, bilince gerçekten verilmiş olanları, normal olarak kabul ettiklerimizden süzerek çıkarmaya teşvik eder. Bu noktada, Husserl'in, Kartezyen kabulleriyle Descartes'a duyduğu hayranlığın telkin edebileceği gibi, şüpheciyi şüphe edilemez bir takım temeller tespit ederek cevaplamaya kalkışmadığını vurgulamak gereği vardır. O, bundan ziyade, daha yeterli bir bilinç kavrayışının şüpheci argümanın etkili olmasını engelleyeceğine inanır. Husserl, Brentano’ nun psikoloji görüşünün fenomenoloji projesinin makul bir proje olduğunu ispat ettiğini düşünür. Fenomenoloji, Brentano'nun terimleriyle konuşulduğunda, gözlemden çok algıyı ihtiva eder. Fenomenoloji, içebakışsal psikolojinin başka bir versiyonu değildir. Fenomenolojist, fiilî bilinç akışının bireysel zihnî bileşenlerini gözlemlemez. O, zihinsel fenomenlerin `öz' ya da `eidos'unu `sezgi yoluyla bilir. Eğer bu doğruysa, bilincin ayırd edici varlığına dair tam bir açıklamanın önünde aslî hiçbir engel almaz, zira öz olarak zihinsel fenomen tam tamına olduğu gibi görünen şeydir. O, görünüş ve gerçekliğin birbirinden ayrıığı gündelik fizikî varoluş düzeninin bir parçası değildir. Öz olarak zihin hâli, saf fenomen ya da görünüştür. Skolastik terimlerle ifade edildiğinde, zihinsel fenomenlerin 'varoluşu (Dasein ya da existentia) yoktur, fakat onların yalnızca, gözlemlenebiliyorlarsa eğer, en azından sezgi yoluyla bilinen bir özleri (essentia ya da Sosein) vardır: `Eğer fenomenlerin doğaları yine de, dolayımsız bir görmede kavranabilen ve doyurucu bir biçimde tanımlanabilen bir özleri vardır... Sezgi özü özsel bir varlık olarak kavrar, ve orada-olmayı hiçbir şekilde öngerektirmez. Bilinç, saf fenomen olarak ya da "eidetik bir tarzda' sezilebilir.
Fenomenolojinin yöntemi, gerçekte bilinç fenomenlerinin `kendi başlarına, saf içkinlikteki' saf sezgisi (ya da `' veya `öz analizi') yöntemidir. Bakışın, doğal tavrın istediği şekilde, deneyime, bir insan ya da bir hayvanın içsel,bir duygu hâli olarak, söz gelimi haz tecrübesine yöneltildiği psikolojik bakış açısının tersine, fenomenolojik görüş noktasında, `bakış, bir mutlak tecrübenin kendi içsel ve öznel akışı içinde tamalgısını veren mutlak saf bilinç üzerine bir refleksiyona yöneltilir. Husserl`in fenomenolojik yöntem bağlamında kullandığı teknik terimler, şöyle ya da böyle, herkesçe pek anlaşılabilir olmayan terimler olsa bile, onun verdiği örnekler her zaman bu şekilde insanın gözünü korkutacak cinsten değildir. Buna göre, bize ses ve rengin özlerini birbirlerinden ayırt etme olanağı veren şey, saf ya da dolayımsız sezgidir. Fenomenoloji, bu örneğin de telkin ettiği gibi, aynı zamanda Husserl'in tümeller problemine getirdiği çözüme tekabül eder. `Nesne-kuran öznellik' olarak bilinç üzerinde odaklaşma, belirli kavramları kullanma yeteneğimize empirizm tarafından tercih edilen açıklama türü- ilişkin `nominalist' yorumların kaçınılmaz olarak döngüsel olduğu kabulünün diğer yüzüdür. Kavramları kullanma yeteneğimizle ilgili nominalist yorumlar, deneyimden hareketle genelleme yapma yeteneğimize dayanır. Diyelim ki, belli bir rengi olan nesnelere ilişkin bir dizi duyumu tecrübe ettikten sonra, söz konusu rengin kavramını = kırmızı' tümelini- kazanırız. Fakat nominalizmi eleştirenlerin uzunca bir süreden beri işaret ettikleri gibi, kırmızı nesnelerin ne kadar çok duyumuna sahip olursak olalım, önceden kırmızı nesneleri birlikte sınıflama yeteneğine sahip olmadıkça ya da bir diğer deyişle, tüm kırmızı nesnelerin ortak olarak kırmızılığa sahip olduklarını bilmedikçe, kırmızı kavramını kazanamayız. Ama bu, bizim kırmızı kavramına zaten sahip olduğumuzu varsayar. Husserl'in yaklaşımı en azından, dikkatimizi bilincin bu başarısı üzerine odaklaştırma avantajına sahiptir.
Fenomenolojik yönteme ilişkin daha ayrıntılı bir betim, Husserl'in önkabulleri olmayan bir felsefe anlayışı, yönelimsellik ve saf öz olarak bilincin ayırd edici varlığı arasında bulduğu ilişkiyi aşikâr hâle getirir:
Bilgi teorisi herşey bir yana, bilinçle varlık arasındaki ilişkiyle ilgili problemleri araştıracaksa eğer, onun önünde, yalnızca bilincin karşılığı, bilince özgü bir tarzda `yönelinmiş', yani algılanmış, anımsanmış, umulmuş, resimsel olarak tasarlanmış, imgelenmiş, tözleşleştirilmiş, inanılmış, düşünülmüş, değer biçilmiş, vs., bir şey olarak varlıklar vardır. Bu nedenle, araştırmanın bilince ilişkin bilimsel, özsel bir bilgiye, ayırd edilebilir tüm biçimleri içinde, bilincin kendisinin kendi özüne göre olduğu şeye doğru yöneltilmiş olması gerekir. Bununla birlikte, araştırma aynı zamanda, bilincin nesnel olana farklı yönelme tarzlarına olduğu kadar, bilincin `anlatmak istediği' şeye doğru da yöneltilmelidir. Burada, bilincin `anlatmak istediği' şeye yapılan gönderme, Dilthey'ın zihin ya da tini ve onun nesnelleştirimlerini anlamak için hermeneutik yöntemi kullanmasını anımsatır. Fenomenoloji, herşeye karşın, hermeneutiğin kavramlarını anımsatan kavramları, daha belirgin bir biçimde felsefî olan amaçlar için kullanır. Husserl dış dünyaya ilişkin algı ve bilgimizin, hatta en temel mantıksal ve matematiksel kategorilerimizin bile, fenomenolojik olarak, anlamlar dünyasında temellendirilmesi gerektiğini savunur. Bilinç içerikleri, daha tipik bir biçimde empirik gelenekte olduğu gibi, doğrudan doğruya maddî nesnelerin `şey-benzeri' dublörleri olarak (gerçekte şeylerin, `zihinde' bulunan `kopyalan' ya da etkileri, veya `ideleri' veya `izlenimleri' ya da `duyu verileri' olarak) şeyleştirilmek yerine, bir özler ya da anlamlar düzenine göre anlaşılmalıdır. Bu bakımdan Hume; fenomenolojinin sahasına çok yaklaşır, ama empirist psikolojinin yasağı dışına çıkamaz `Locke'un okulundarı, psikolojinin sahasına neredeyse giren, fakat gözleri körleşen, psikolojik bir filozoftur.
Husserl'in kesin bilim olarak felsefe programı, aşikâr keskinlik ve yaratıcılığına rağmen, daha iddialı hedefleri hayata geçirmede güçlüklerle karşılaşır. Husserl'in doğrudan doğruya `şeylerin kendileriyle başa çıkma yönündeki giderek gelişen teşebbüslerinin soyutluğu ve muğlaklığı da, her hâlde ironiktir. Saf fenomenoloji projesini hayata geçirme güçlüğü, Husserl'in, The Crisis of European Sciences and Transcendental Phenomenology [Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transendental Fenomenoloji] 'de toplanmış olan, son konferans ve yazılarından bazılarına yansır. Hitler'in nasyonal sosyalistlerinin Almanyâ da iktidarı ele geçirmelerinden sonra kaleme alınmış olan bir yazıda, Husserl, kendisini hayatı boyunca meşgul etmiş olan konulara geri döner. Olgusal bilim, bilim idesinin saf olgusal bilime pozitivistik indirgenişinin bir sonucu olarak, insanî değerleri, insanın özgürlüğünü açıklamak ya da aklı akıldışından ayırmak suretiyle temellendirmeye muktedir değildir. Hem nesnelci doğa bilimleri ve hem de değerden bağımsızlık düşünce- sine sadık kalan insan bilimleri anlamında, bilimsel akıl, `ilke olarak tam da, en mutsuz zamanlarında en meşûm bunalımlara teslim olan insanın fazlasıyla nazik olduğunu düşündüğü soruları, bütün bir insan varoluşunun anlam ya da anlamsızlığı sorularını ihmal eder. İşte bu anlam kaybı, şimdi daha çok kendisini bilim pratiğiyle açımlayan `yaşama-dünyası' arasındaki bir uçunımla ifade edilir.
Pivcevic'in de ifade ettiği gibi, `bilimin anlamı konusundâ yaşanan karışıklık, bilimin tarihsel insanî bağlamından koparılmış olmasının bir sonucudur.' Bu koparılışın bir sonucu olarak, insanî dünyanın bizatihi kendisi bizim için giderek daha anlaşılmaz hâle gelir: `Modern bilim, her ne kadar doğayı daha iyi anlamamıza ve ona daha başarılı bir biçimde egemen olmamıza yardım ediyor olsa da, dünyamız olarak dünyayı bizden gizleme eğilimindedir.
Husserlin Avrupa bilimlerinin krizi karşısındaki tepkisi, şimdi her tür düşünce ve eylemin temel önkabulü olarak yaşama-dünyasının rolü üzerinde odaklaşmaktır. Özellikle bilim ve felsefe, `önkabullerin sorgulanmamış bir zeminine', yaşama dünyasını meydana getiren gayri-refleksif kabullerin, değer ve pratiklerin bir arkaplanı üzerinde sürdürülen faaliyetler olarak anlaşılmalıdır. Tüm felsefî ve bilimsel araştırmalarda, bizi kuşatan yaşama dünyasının -içinde her birimizin (şu anda felsefe yapmakta olan benim bile) kendi varoluşumuza bilinçli olarak sahip olduğumuz çevremizdeki dünyanın- varolduğu peşinen kabul edilir; bilim adamları ve teorileriyle birlikte, bu dünyadaki kültürel olaylar olarak, bilimler de buradadır. Biz bu dünyada, yaşama dünyasının nesneleri anlamında, nesneler arasındaki nesneleriz, yani bir şeylerin ister fizyolojide, psikolojide ya da ister sosyolojide, bilimsel olarak ispatlanmasından önce, deneyimin aşikâr kesinliği içinde, şurada ya da buradayız. Öte yandan, bizler bu dünya için özneleriz, yani onu tecrübe ve temaşa eden, ona değer biçen, onunla amaçlı bir biçimde ilişki kuran ben-özneler olarak varız.
Pozitivizm ve olgusal bilim, eskiden~hayatlarımızı kendilerine dayandırdığımız bu teori öncesi kesinlikleri, bize daha bilimsel ya da daha kesin bir alternatif sağlamadan alt üst eder. Yaşama dünyasına ilişkin daha kesin bir felsefî kavrayıştan yoksun bulunmaktayız. Hakikî felsefeye düşen görev, bilimle yaşama dünyası arasındaki uçurumu kapatacak böylesi kesin bir kavrayışı hazırlamaktır. Husserl, `yaşama-dünyasının' özüne ilişkin felsefi bir analiz gerçekleştirirken, fenomenolojik yöntemi bu göreve koşabileceğine inanır. Bununla birlikte, bilen öznenin başarıları için öznelerarası geçerli ve tarihsel olarak konumlanmış bir arkaplan olarak yaşama dünyası görüşünü, Husserl'in ilk fenomenoloji formülasyonlarının temelinde bulunan transendental bilincin perspektifiyle bağdaştırmak zordur. Husserl'in son dönemin verimi olan eserlerinde, transendental fenomenolojinin teorik çerçevesinin ötesine gitmeye başladığı söylenebilir. Husserl'in ihtiraslı epistemolojik iddiaları ve transendental fenomenolojinin, yeni yaratılmış terimlerin amansız bir çoğalışı ve zaman zaman da anlaşılması güç ayrımlarıyla seçkinleşen incelikle işlenmiş donanımı, en sonunda yeni izleyiciler buldu. Muhtemelen Husserl'in, şeylerin kendilerine geri dönme, `bilim ve felsefeden önce' var oldukları şekliyle şeylerin kendilerine geri gitme düşüncesinin yaratıcı bir düşünce olduğu ortaya çıktı. Bubnel in de söylediği gibi, `fenomenolojinin mirası, şu hâlde, uzun bir süre boyunca, Husserl'in sisteminin tanımlanmasından değil de, felsefe yapma işi karşısında alınacak belli bir tavırdan meydana gelir. Buna göre, örneğin Maurice Merleau-Ponty'nin (1908-1961) eserinde, bilinç içeriklerinin fenomenolojik bir tasviri ve deneysel psikolojiye yönelik özgün bir eleştiri, bedene, algıya, cinsellik ve cinsiyete ilişkin felsefi tartışma için etkileyici bir temel sağlar. Max Scheler (1874-1928), Husserl'in entellektüalizminin tersine, duyguların, ve irâdenin, ahlâkî ve öznelerarası olanın önemini vurgular. Onun fenomenolojik antropolojisi, ben ve ötekinin karşılıklı bağımlılığına, ve salt bilen özneden daha fazla bir şey olarak, bir kişi kavramına dayanır. Alfred Schütz (1899-1959), sağduyunun gündelik hayatla ilgili önkabullerine ilişkin sosyolojik bir araştırma için yaşama-dünyası kavramını benimser. Ama Husserl ve de Dilthey'in düşüncelerinden bazıları, en verimli devam ve gelişimlerini, hepsinden önemlisi Heidegger'in `ontolojik hermeneutiği'nde bulur.



Kaynak:
Kıta Avrupası Felsefesine Giriş- Husserl ve Fenomenoloji- David West- Türkçesi: Ahmet Cevizci-Paradigma yayınları-1998

Asi-BeL - avatarı
Asi-BeL
Ziyaretçi
8 Kasım 2006       Mesaj #3
Asi-BeL - avatarı
Ziyaretçi
Kurucusu Edmund Husserl olan felsefe görüşü. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde görülen bilimlerdeki ve düşüncedeki genel bunalım içinde doğup gelişen bir felesefe akımıdır. Husserlci fenomenoloji, bu bağlamda, Metafiziği sona erdirerek somut yaşantıya dönmek ve böylece tıkanmış olan felsefeye yeni bir baslangıç yapmak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

Bir felsefe akımı olmaktan çok bir yöntem olarak tarif edilmesi yaygındır. Fenomenoloji, her şeyden önce, fenomeni, yani dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayanan bir yöntemdir çünkü. Bunu nasıl yaptığı yada yapıp yapamadığı, yani yöntemin iddiasını geçerli kılmak bakımından teorik düzlemdeki statüsü tartışılırdır. Öte yandan, fenomenoloji, bu yöntem üzerinden kavramlar ve kategoriler geliştirerek özgün bir felsefe akımı da meydana getirir.

20.yüzyıl felsefesinde ve kuramsal tartışmalarında etkili ve belirleyici bir yere sahiptir Fenomenoloji. Heidegger'den Sart'a, Frantfurt Okulu'ndan Foucault'a ve Postmodern düşünürlere kadar pek çok düşünür ve felsefe eğilimde etkisi görülür.

Fenomonoloji, (Türkçeye Görüngübilim olarak çevrilir) genel felsefe akımlarında olduğu gibi özne-nesne ilişkisini konu edinir. Nesneyi, en genel anlamda öznenin dış dünya ile kurduğu ilişkilerinde algıladığı, deneyimlediği şey'ler olarak görmesiyle pozitivizm ve ampirizm'le aynı noktada dursa da, temelde fenomonoloji bu iki felsefe akımına karşı çıkar. Bu karşı çıkış en başta, tek tek nesnelerin ele alınması konusunda ortaya çıkar. Tek tek nesneler, Fenomonolojiye göre, belirli genel yasalara bağlı şeyler değil, varlıkları yalnız raslantı kavramıyla açıklanabilir olan şeylerdir. Ayrıca, dolaysız olarak verilmiş olanı betimlemeye dayalı bir yöntem olmasıyla ilkin doğabilimini dışta bırakır ve böylece her iki teorik eğilimi yadsır.

Fenomonoloji, yaygın olarak kullanılan deyişle, öz'lerin araştırılması konusudur. Cünkü, bütün sorunlar sonunda özlerin betimlenmesi sorununa geri götürülebilir. Ancak, bu noktada ayrımı belirginleştirmek gerekir; Fenomonoloji, öz’lerin bilimi degil, öz’ü görüleyen Bilinç’in bilimidir aslında. Algının yada bilincin özü'nün betimlenmesi sorunu, fenomenolojinin konusudur.

Fenomonolojik bakışa göre, gerçekliğin kendiliği diye bir şey olamaz. Çünkü, gerçeklik, her zaman kendine yönelmiş bir Bilinç tarafından bilinen bir gerçekliktir. Yani kendisine yönelen bilinc tarafından görülen, algılanan ve bilincine varılan bir şeydir. Öyle ise, dünya deneyimlerimizin tamamı, bilinç tarafından kurulmuştur, en somut algılardan en soyut matematik formüllerine kadar. Bu nedenle fenomenoloji, Bilinç'in sistematik incelemesini hedefler. Hareket noktası olarak belli bir epistemolojiye dayanma düşüncesinden uzak durur.

Böylece "fenomenoljik yöntem" denilen nokta öne çıkar. Buna göre, hem bildiklerimiz hem de gerçeklik dışta bırakılarak, bilginin nasıl ve hangi süreçlerde oluşturuldugu/oluştuğu anlaşılmaya çalışılır. Özgün yöntemsel kategoriler geliştirir Fenomonoloji bu noktada. İki temel kategorisi vardır bu yöntemin; ''askıya alma'' ve fenomenolojik indirgeme.

Bunlar, kısaca belirtilecek olursa, bir yandan verilmiş öğelerin, yani dış görünümlerin raslantılsallığının paranteze alınarak dışta bırakılmasını ve öte yandan da, bilimsel yada mantıksal olsun, çıkarsama yoluyla türetilmiş olan her tür yargıların ve çıkarsamaların dışta bırakılmasını ifade ederler.

Böylece, ikili bir işlemle hem özne hem de nesne askıya alınmış ve hem raslantısal olgular dünyasından hem de bilinci yönlendiren öznel yargılardan kurtulunmuş olunur, ki sonuçta rastlantısal dış görünümleri bir yana bırakılarak dünyanin öz'ü ortaya konulabilsin. Salt öz ’e ancak bu şekilde varılabilecektir.
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
5 Mayıs 2012       Mesaj #4
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Fenomenoloji (Olgubilim)
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi

Olguların yapılarını incelemeye ve tanıtlamaya, onların uzamda ve zamanda bilince açılmalarının koşullarını araştırmaya dayanan felsefe anlayışı ve yöntemi; fenomenoloji. Ruhbilim alanında olgubilim, ruhsal olguların ya da bilinç olgularının incelenmesine dayanır. Bu tutum elbette klasik ruhbilim anlayışına karşıt bir tutumdur ve araştırmayı her türlü doğaötesi katışığından ya da önsel kavramdan ayıklayarak yalnızca gerçeği olduğu gibi görme çabasını öne çıkarır. Olgubilim, olguların gözlemlenmesi ve tanıtlanması çabasının bir sonucu olarak ruhsal olguların genel yapıları içinde belirlenmeleri yönelimini de içerir. Algının, imgenin vb. ne olup ne olmadığı konusunda tüm araştırmalar da salt olguların gözlemlenmesiyle yapılan araştırmalar olmakla olgubilimin konusudur. Felsefî anlamında olgubilim olgular ya da görünüşler incelemesidir. Hegel'de olgubilim duyulur olanın bilgisinden mutlak bilgiye kadar ulaşma serüvenini karşılıyordu. "PhŠnomenologie des Geistes" de (Ruh'un Olgubilimi) Hegel bize duyumun ilkel biçimlerinden giderek bilime kadar uzanan yolu belirlemeye çalışır. Bilinç, buna göre, her şeyden önce duyulur olanın bilincidir, verileri karşılıklı ilişkileri içinde sezen algıdan geçerek, yani deneyin alanından geçerek yasalara bağlanır. En yüksek derecede bilinç kendi kendinin bilincidir ve kendini nesne olarak belirler. Husserl'in aşkın olgubiliminde zihin art arda indirgemelerden sonra kendini tüm deneyden bağımsız olan arı bilincin ya da aşkın ben'in karşısında bulur. Daha sonra zihin her an bilincin temel özelliklerini belirlemeye yönelir. Husserl ruhbilimin "deneysel bilinç"le uğraştığını, olgubilimin yalnızca arı bilinçle ilgilendiğini bildirir. Sartre olgubilimi "aşkın bilincin yapılarıyla ilgili tanıtlama" olarak tanımlar.
theMira