Arama

Felsefe Platformu (Felsefe Hakkında Makaleler)

Güncelleme: 21 Temmuz 2014 Gösterim: 27.747 Cevap: 14
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Felsefe hakkında yazılmış makaleler, düşünürlerden yazılar..

Sponsorlu Bağlantılar
Varoluşun Derinliği..

“…Heidegger’in insan anlayışıyla ilgili en sık dile getirilen eleştiri, onun topluluk insanından ziyade, yalnız biri olduğu; gerçek varoluşunun başkalarıyla değil, kendisiyle ilişkisinde temin edilmiş olduğudur. Bu eleştiriyi Jaspers, Buber, Berdyaev, Marcel ve biraz faklı bir şekilde Sartre yapmıştır.
Buber’in (İnsan ile İnsan Arasında) eleştirisi, en güçlü ifade edilenidir. Buber, şimdilerde Amerika’da biraz moda olduğu için, onun eleştirisi de muhtemelen burada daha etkili olacaktır. Ne var ki o, Heideggerci insanın sırf kendisiyle değil; Varlık’la da ilişki içinde olduğunu ve Varlık’la ilişkisi sayesinde sahiciliğini kazandığını gözden kaçırmıştır.
Dindar bir hümanist olan Buber, Heidegger’in Varlık’la ilgilendiğini; felsefi bir antropoloji kurmadığını gerçekten görmez. Heidegger açısından insan, Varlık’a götüren sırf bir kapı, bir geçittir. Dolayısıyla böyle bir düşünce projesinin insan varoluşunun psikolojik olsun, sosyal olsun tüm somut çehrelerinin hakkını vermesi beklenemez. Heidegger, Jaspers ve Buber gibi, insanla ilgili bir felsefe yapmaz. Oysa Jaspers ve Buber, dinleyenlerindeki hakiki varoluşu uyandırmaya çalışan varoluş coşkucularıdırlar. Heidegger ise, ne eksik ne fazla, bir ‘düşünür’dür; onun yaşamını oluşturan temel proje, Varlık’la ilgili ağırbaşlı ve ciddi bir ‘düşünüş’tür.
Her ne kadar Buber’in itirazlarının ‘şekli olarak’ bir anlamı yoksa da, bu yaşlı hahamın, problemin gerçekte nerede olduğunu sezinleyecek harika içgüdüleri vardır: O, problemin ‘düşünür’ ile ‘insan’ın birleşip tek şey oldukları o belirsiz sahada yattığını görmüştür. Heideeger sadece bir düşünür olmaya çalışmıştır ve bu yönüyle de aslında, Jaspers ve Buber gibilerinin fevkindedir; Amerikan dobralığıyla söylersek, onlar düşünür olarak Heidegger’le aynı seviyede değillerdir. Fakat bir düşünür olmak, hatta Heidegger’in olduğu gibi üstün bir düşünür olmak, bir ‘insan’ olmak için yeterli değildir. Şayet düşünce, bize köklerimizi geri verebilse, Heidegger’inki bunu yapardı; zira hiçbir düşünür gündelik yaşamda onun kadar kök salmamıştır; fakat açıkçası düşünce bunu yapamamıştır. Heidegger bizi ışık ve görüntüde nelerin olduğunu görebilmemiz için, hiçbir düşünürün yapmadığı kadar gerilere götürmüştür. İhtiyacımız olan, bir adım daha atmak ve her ışığın bir ateşe ihtiyacı olduğunu görmektir. İşte bu nedenledir ki, Heidegger’den sonra, onun antik ‘Dasein’* iskeletine yeniden kan pompalayacak yeni bir Kierkegaard’a ihtiyaç duymaktayız...”

William Barrett, “İrrasyonel İnsan”
Türkçesi: Salih Özer, Hece Yayınları, Ankara, 2003

*Dasein: Dasein, heidegger’in insana verdiği isim olup, Almancada ‘Orada-Olmak’ anlamına gelmektedir. Heidegger’in, insan varoluşuna ilişkin tanımlamalarının hemen hiçbir yerinde ‘insan’ terimi geçmez; bunu yerine hep ‘Dasein’ terimi kullanılır. Heidegger’in bu tavrının nedeni, kendi zamanına dek süregelen insan anlayışından (sabit bir doğaya sahip belirli bir nesne ile karşı karşıya olduğumuz şeklindeki varsayım) kendini korumaktır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Noktanın Ufkunda Düşünceler
Fikri CENDEL
Sponsorlu Bağlantılar

Tedrîcîlik, ilk hareket fikri ve küçüklükte büyüklük sırrını ihtiva eden nokta, çeşitli bakış açılarından ele alınırsa, çok esrar ve muammanın çözülüp açılmasında yardımcı olacaktır.


İçimde bir nokta
Dönüyor aleve.
İçimde bir nokta
Beynimde bir güve..

Kâinatta oluş ve gelişme, sebep ve netice münasebeti ibret nazarlarımıza serilen ince bir sır... Tıpkı, binlerce ders alacağımız şeylerin teshir edilmesi gibi.. Herhangi bir yumurtayı, çekirdeği, nutfeyi, hava molekülünü, atom parçacığını düşündünüz mü? Noktadan pek farkı olmayan küçüklüktedirler, ama pek büyük mânâları vardır.

Nokta, hendesenin dar kalıplarına girmez. Onda, buut, ölçü göremezsiniz. Ama noktasız bir hendese düşünmemiz mümkün değildir. Kâinatta her maddî varlığın ölçüsü, takdir edilecek bir noktaya göre kıyaslanır. Noktasız sayı, şekil, ifade, oluş ve bitiş göremezsiniz. Noktanın buutsuz şeklinde üç büyük sır gizli. Sırların açılması, anlaşılmasına vesile olur. Tedrîcîlik, ilk hareket fikri ve küçüklükte büyüklük sırrı... Evet, noktanın küçüklüğünde tevazu görünür, tevâzuda ise idrak ve büyüklük.

Nokta, cümlenin sonundaki netice değildir. Mânâ âleminden, varlık âlemine geçisin başıdır. Kararların tatbikatına başlangıçtır. Hem her şey başlangıçta bir noktadır. Ağaç, çekirdek, insan bir damla, kainat büyük patlama öncesi bir nokta.. Fiiller de fikir cephesinde bir nokta.

İnsanın da kâinatta nokta hükmünde bir varlığı mevcut. İnsansız her şey manâsız, her şey abes. Her şey bir hiç veya hiçliğe gidiş. Semeresiz bir ağaç gibi. İnsan, kâinatın yaratılmasına sebep ve netice, çekirdek ve meyve... İnsan nokta gibi küçük ama pek büyük bir mânâ... Yaratılmışların ona doğru tevcih edilmesi gayesine işaret, insan o noktada âlemin mümessili kâinat ağacının gayesi ve meyvesi...

Fikirler de evvela bir nokta ve çekirdektir. Ruh, tecrübe, hareket ve hayatın şartları; bu çekirdeği olgunlaştırır, geliştirir ve maddî âlemdeki fiiller, filiz verir.

İyilik bir nokta, göle düşen bir damladır. Damlanın meydana getirdiği dalgacıklar, gölün genişliği ölçüsünde büyüme, gelişme kabiliyetindedir. Günah, bir nokta bir kanser bücresidir. Tövbe ile yok edilmezse, kalbi siyahlandıra siyahlandıra imanı yutuverir. Bu şuur çerçevesinde anlarsın ki, bir lokmada, bir bakmada, bir busede, bir noktada batmak nasıl olur.

İnsanda bir nokta olan ene (benlik), istikametini düşünce ufkunda gelişmediğinde firavun olur. Eğer küçüklüğünü bilirse tevazudaki büyüklük görünür. Kastedilen mânâ da anlaşılır.

Kâinat iç içe dairelerle dolu, noktadan kâinat kutrunda dairelere kadar namütenâhi daireler mevcut. Her genişleyen daire, kainâtta işleyen tedrîcilik kaidesine işaret.. Merkezde ve ilk harekette küçücük nokta yer almış. İnsanlığın, bu ölçü ile ulaşamayacağı genişlik, aşamayacağı mânia yoktur. Devamlı ve istikametli sızıntı da, mermer de olsa yol bulacaktır.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
BLacK_HawK - avatarı
BLacK_HawK
Ziyaretçi
14 Nisan 2007       Mesaj #3
BLacK_HawK - avatarı
Ziyaretçi
lkçağ Yunan felsefesinin ikinci okulu, dini, bilimsel ve felsefi görüşleriyle seçkinleşmiş "Pythagorasçı Okul"dur. Milattan önce altıncı yüzyılın ikinci yarısında Güney İtalya'da, Kroton'da Pythagoras tarafından kurulmuş olan okul; İlkçağ Yunan felsefesinde, İyonya'da kurulmuş olan Doğu geleneği karşısında, Batı geleneğini temsil eder.
Pythagorasçı Okulun ikinci önemli özelliği, burada felsefeyi doğuran motifin değişmesidir. Buna göre, İyonya'da filozoflar, felsefeyle felsefenin kendisi için uğraşır, salt anlamak ve bilmek amacıyla felsefe yaparken, felsefenin temelinde salt teorik kaygı ya da ilgiler bulunurken, Pythagorasçılar felsefeyle salt pratik amaçlarla uğraşmışlardır. Burada amaç, anlamak ya da öğrenmekten çok, arınmak, bilgi yoluyla saflaşarak, evren ruhuyla birleşmektir. Başka bir deyişle, Pythagorasçılarda felsefenin kapsamı tümüyle değişir. Onlarda felsefe; varlığın nasıl ve neden meydana geldiği hakkında bir açıklama olmaktan çıkmıştır. Felsefe bir yaşam tarzıdır.
Pythagorasçılar için amaç; insanlara evren hakkında bilgi vermekten çok insanları kurtarmak, ve arındırmaktır.
Pythagorasçılarda, üçüncü olarak, madde yerine form, nitelik yerine nicelik, fizik yerine de matematik ön plana çıkmıştır. Buna göre, İyonyalıların maddeyi, bir şeyin kendisinden doğmuş olduğu maddi nedeni temele aldıkları yerde, Pythagorasçılar matematiksel ilkeleri temele almış ve bir şeyin yapısı, onun yerine getirmek durumunda olduğu işlev, yöneldiği amaç ortaya konduğu zaman, o şeyin açıklanmış olacağını kabul etmişlerdir.
Pythagorasçı Okul, öncelikle, ilk olarak dini bir çerçeve içinde ifade edip, daha sonra felsefi bir düzeye yükselttiği ruh göçü anlayışıyla tanınmıştır. Buna göre, insan varlığı, biri ruh, diğeri beden olmak üzere, iki farklı bileşenden meydana gelmektedir. Bunlardan ruh temel bileşen olup, insanın gerçek özünü meydana getirir. Bundan dolayı, bedenin yok olup gittiği yerde, asıl gerçeklik olan ruh, ölümsüzdür ve bedenden bağımsız bir varlığa sahiptir. İnsanın mutluluğunun temelde ruhta aranması gerektiğini ifade eden Pythagorasçı görüşe göre, bedenle olan ilişkisi ruhun asıl özünü bozup kirletir. Ruh, bedenle olan ilişkisine, bu dünyada yaptığı iyilik ya da kötülüklere bağlı olarak, mutlak ölümsüzlüğe erişinceye, tanrısal alana yükselinceye kadar bir doğuş çarkı içinde olur ve insanın ölümünden sonra, değer bakımından kendisinden daha yüksek ya da aşağı varlıkların bedenlerine göçer.
Son düzenleyen asla_asla_deme; 5 Ekim 2011 14:06 Sebep: Sayfa Düzeni
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
19 Kasım 2008       Mesaj #4
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
19.yüzyılın son dönemlerinde evrenin sürekli şekilde düzenini yitirdiği saptanmıştı.Herşey karmaşaya,yani kaosa doğru gitmektedir. Düzensizliğin adı olan entropi,evrenin her yerinde artmaktadır.
Mahlon B.Hoagland,Hayatın Kökleri adlı kitabında bu konu ile ilgili şöyle bir örnek gösterir:
Biraz sulandırılmış mavi boya ile gene biraz sulandırılmış sarı boyayı aynı kaba boşaltalım.Yeşil karışım oluşana dek boya molekülleri rastgele ve düzensiz bir şekilde dağılırlar.Sıvının yeşil renk alması durumunda tüm moleküller en üst seviyede düzensiz dağılmışlardır,diğer taraftan,kendileri açısından en dengeli biçimi almışlardır.
Şimdi işlemi tersine çevirmek,ayrı ayrı mavi ve sarı sıvılar elde etmek istersek,dengeli ve düzensiz olan sıvının yeşil renge yönelik çok güçlü isteğine karşı savaşmamız gerekecektir.Zira evrendeki tüm atomlar tam düzensizliğe,yani erişebilecekleri en son dengeye varmak isterler.
Karmaşıklık durumu ve denge cansız maddeler için aynı şeydir.Biz insanlar ise bu iki özelliği özdeş görmeyi pek kabullenemeyiz.
Bu doğal bir tepkidir.Zira yaşayan organizmanın bütün yönlendirmesi veya dürtüsü,cansız doğanın dağıtma yönelimine karşıdır.
Canlı varlık sürekli ‘dengesizlik’ durumunu sürdürmeye çalışır.Çabası daha da ileri gider;özel bir durum olan sürekli dengesizliği yeniden yaratmaya çabalar.
Yaşam,dağılmanın karşısındadır,kendi düzenini yaratır.Bir anlamda yeşil boyayı ayrıştırmaya gayret eder.
UnknowN - avatarı
UnknowN
VIP VIP Üye
2 Mayıs 2009       Mesaj #5
UnknowN - avatarı
VIP VIP Üye
Saflığın Gücü
Beden beraberlik ister, en içteki ruhun ise yalnızlık...

Bedene ne kadar kök salarsan, o kadar mutsuz olursun.
Bedenin ne kadar ötesine geçersen, o kadar hafiflersin.

Varlıktaki pasif direniş ― cömertlik, çalmama güdüsü ve doğruluk ― kişiye saflık kazandırır. Bunlar Patanjali için ahlaki kavramlar değildir; bu her zaman akılda tutulmalıdır. Batı’da bular ahlak olarak öğretilmiştir. Doğu’da ise ahlak olarak değil, iç temizliği olarak öğretilir. Batı’da özgeci amaçlar olarak öğretilmiştir, Doğu’da bunların özgecilikle hiç alakası yoktur ― tamamıyla bencilliktir. Bu senin iç temizliğindir. Onlar sana saflık verir ve saflıkla imkânsız olan, mümkün, ulaşılabilir, erişilebilir hale gelir. Saflıkla, varlığının saldırganlığı kaybolur. Zarif, ince ve yumuşak bir hale gelirsin. Saflıkla, ilahînin tapınağı haline gelirsin. Saflıkla, herkese gelmesi ve sana uğraması için bir davetiye gönderilir ... ve bir gün damlaya dam- laya okyanus meydana gelir.

Bunlar Batı’da ― veya Mahatma Gandhi’nin öğrettiği biçimiyle Hindistan’da ― olduğu gibi ahlaki kavramlar olarak öğretildiğinde nitelikleri bütünüyle değişir. “Pasif direnişçi olmalısın, çünkü şiddet başkalarını incitir. Kimseyi incitme. İnsanlık denilen, tek bir ailedir ve incitmek bir günah işlemektir,” dediğinde, konuyu tamamıyla başka bir boyuta saptırırsın. Patanjali der ki: “Pasif direnişçi ol; bu seni arındırır. Kimseyi incitme ― incitmeyi aklından bile geçirme, çünkü bu şekilde düşünmeye başladığın an, içsel olarak kirlenirsin.” Sorun diğerleri değil, sorun sensin. Elbette kişi pasif direnişçi olduğunda, diğerleri bundan fayda görür ama bu, pasif direnişçi olmanın amacı değildir. Bu yalnızca bir gölgedir, yalnızca ürünlerden biridir.

Eğer yalnız başkalarını incitmemek için pasif direnişçi olmuşsan gerçek değil demektir. Pasif direnişçi sayılmazsın. Uygarlaşmış, iyi bir sosyal yurttaşsın ama varlığın dinden hiç nasibini almamış demektir. Pasif direnişçiliğin, sen ve diğerleri arasında iletici bir madde olarak iş görmeli. İşte o zaman yaşamın daha pürüzsüz bir hale gelir, ama daha saf bir hale değil, çünkü hedef (amaç) tüm nitelikleri değiştirir. Amaç başkalarını korumak değil ― başkaları elbette korunmalı, ancak şimdi konu bu değil ― amaç, saflığa ulaşmak, mükemmel saflığı öğrenmektir.

Doğu dinleri bencil davranmıştır, çünkü başka bir yol olmadığını bilirler ve birileri bencil olduğunda başkaları bundan bir hayli yararlanır. Aslına bakarsan gerçek özgecilik, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, otantik özgecilik, derin bir bencillikten doğar. Bunlar birbirine zıt değildir, bunlar karşıt değildir; özgeciliğin çiçekleri, ancak bencil olan bir varlıkta açabilir. Bencil olmak doğal bir şeydir. İnsanları tersine zorlamak, tersine onları doğal olmayan bir yola itmektir; doğal olmayan, Tanrı’nın yolu da değildir. Doğal olmayan şey baskılamayı da beraberinde getirir; bu da sana saflığı getirmez.

Yani şu unutulmamalıdır ki bunlar ahlaki amaçlar değildir. Aslına bakarsan Doğu’da, erdem asla bir amaç olarak öğretilmemiştir, dinin gölgesidir. Din olduğu zaman, ahlaklılık otomatik olarak gelecektir, kişinin canını bununla sıkmasına gerek yoktur. Kişi bu konuda endişe- lenmemelidir, bu kendi akışı içerisine gelmektedir. Batı’da ahlaklılık amaç olarak ― aslına bakarsan din olarak ― öğretilmiştir. Doğu’nun kutsal kitaplarının hiç birinde “On Emir” gibi bir şey bulunmaz.

Yaşam, emirleri izlememelidir, izlerse bir köleye dönüşürsün. Ve kölelikle cennete ulaşsan bile, o cennet yeteri kadar cennet olmayacaktır ― kölelik onun bir parçası olarak kalacaktır. Bağımsızlık, özgürlük, yükselişin temel parçası olmalıdır.

Yani bunlar hijyenik oranlardır. Seni arındırır, sana iç sağlığı verirler.

Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir tiksinme ve başkalarıyla fiziksel tema- sa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir.

Jugupsa kelimesiyle ilgili bazı sorunlar vardır. Başka dillere ‘tiksinti’ şeklinde tercüme edil- miştir. Çünkü İngilizce’de jugupsa’nın anlamını tamamıyla karşılayan bir kelime bulunmuyor. Tiksinti kelimesi yanlıştır. ‘Tiksinti’ kelimesinin kendisi tiksindiricidir. İçinde kendi bedeni için tiksinti meydana gelen bir yogi düşünmek sadece inanılmazdır, çünkü yogiler vücutlarına hiç kimsenin göstermediği özeni gösterirler. Vücutlarına kimsenin bakmadığı gibi bakarlar. Mahavira ya da Buda’ya bakın ― güzel vücutlar, oldukça orantılı, önemli senfoniler gibi. Hayır, imkânsız. ‘Tiksinti’ yanlış bir kelime; öncelikle bu anlaşılmalı.

Jugupsa tiksinti demek değil. Anlamı çok zor. Üç çeşit insan vardır. Birincisi, vücutlarına çılgınca hayran olanlar; aslına bakarsanız bunlar takıntılılar. Özellikle kadınlar bedenlerine çok önem verirler. Kadınları gözle; aynaya bakarken mutluluklarına diyecek yoktur. Kendi- lerine adeta âşıktırlar ve aynanın önünde saatler harcayabilirler... Bunda yanlış bir şey yok, yalnızca saatlerce aynanın karşısında olmak bir takıntıdır. Bu sürekli olarak bedenine takıl- mış olan ilk türdür. O kadar ki bedeninin ötesinde var olduğunu unutur. Aşkınlık unutul- muştur; yalnızca gövdeye dönüşür. Vücuduna sahip değildir, vücudu ona sahip olmuştur. Bu birinci tür insandır.

İkinci tür insan, birincinin tam tersidir; o da takıntılıdır, ancak ters yönde. Vücuda karşıdır ve ondan tiksinir; aynayı kırar. Milyonlarca şekilde kendi vücuduna zarar vermeye devam eder, ondan nefret eder. Birincisi takıntılı şekilde bedenini seviyor; diğeri öteki uç noktada bede- ninden nefret ediyor. İntihar etmek istiyor.

İkinci tür insanın, bir yogi gibi davrandığı sanılabilir, ama öyle değildir. Yogiler nefret ede- mezler. Bu bir nesne meselesi değildir; yogiler nefret edemezler, çünkü nefret kirlilik yara- tır. Bu, herhangi birinden, bir şeyden veya kendi vücudundan nefret etme meselesi değildir; nesnesi ne olursa olsun, nefret kirlilik getirir. Yogiler kendi vücutlarından nefret edemezler. Ancak, bu tür sapkın yogileri, Varanasi (Hindistan) sokaklarında kendi vücutlarına işkence ederek dikenlerin veya sivri uçlu çelik çivilerin üzerinde yatarken bulabilirsin. Bu, aynanın önünde narsistik bir düşkünlüğün zevkini çıkaran bir kadının tam tersidir.

Bunlar ilk iki çeşittir ve bu iki türün arasında ― tam ikisinin ortasında ― vücudundan ne tiksinen ne de ona takıntılı olan, Patanjali’nin jugupsa dediği üçüncü bir tür bulunmaktadır. Bu üçüncü tür, derin bir dengenin içindedir. Vücuduna dikkat eder, çünkü o bir araçtır. Hatta vücuduna kutsal bir şeymiş gibi davranır. Onu Tanrı yaratmıştır ve Tanrı’nın yarattığı şey, her ne olursa olsun, nasıl kutsal olmayabilir ki? O bir tapınaktır. Kınanmamalıdır. Çılgınca da düşkün olunmamalıdır, yoksa içinde kaybolursun.

Bu tapınak bir hayal haline gelmemelidir, bir türbe haline gelmemelidir. Türbe, tapınağın, uğruna var olduğu en derindeki özdür. Tapınağın duvarlarına tapmamalısın, ama tam tersi yönde hareket edip duvarları yok etmeye başlamanın da hiç gereği yoktur.

Yalnızca derin bir tanımsızlığa gerek vardır. Kişi bilmelidir ki: “Ben vücudun içindeyim, ama vücuttan aşkınım ― vücudun içindeyim ama vücut değilim. Vücudun içindeyim ama hapis değilim. Ben vücudun içindeyim, ama aynı zamanda ondan öteyim.” Vücut elbette bir sığınak ve güzel de bir sığınak ama, bu bir sınırlama olmamalıdır. Ondan memnun olunmalıdır; onunla savaşmaya hiç gerek yoktur. Onunla savaşmak yalnızca aptalca ve çocukçadır. O kullanılmalıdır ve doğru bir biçimde kullanılmalıdır.

Jugupsa der ki ― eğer onu bir şekilde tercüme etmem gerekliyse diyeceğim ki ― yogi vücuttan düş kırıklığına uğramıştır. Ondan iğrenmez ― sadece düş kırıklığına uğramıştır. Ruhun aradığı büyük mutluluğun vücutla mümkün olacağını düşünmez, hayır! Ama tersini, vücudu yok ederek mutluluğa ulaşılabileceğini de düşünmez. Hayır, bu ikileme düşmemek- tedir. Vücutta bir misafir gibi yaşar, ama ona bir tapınakmış gibi davranır.

Saflığa ulaşıldığında, yogide kendi bedenine karşı bir jugupsa ve başkalarıyla fiziksel temasa girmeye karşı bir isteksizlik meydana gelir.

Gereğinden fazla vücudunun içinde olduğunda, her zaman başka vücutlara temas etmeyi arzularsın. Senin aşk dediğin aslında aşk değil, yalnızca bir şehvet, başka vücutlara temas etme arzusudur. Çünkü beden yalnız başına var olamaz. Diğer vücutların ağı içinde var olur.

Çocuk annenin rahminde doğar; dokuz ay boyunca annenin vücudu çocuğun vücudunu besler. Çocuğun vücudu tıpkı ağaç dallarının ağaçtan dışarı büyümesi gibi annenin vücu- dundan dışarı doğru büyür. Çocuk hazır olduğunda elbette rahimden dışarı çıkar, ama hâlâ annenin vücuduyla olabildiğince iletişim halinde kalır; bu iletişim annesinin göğsüyle devam eder ― yalnızca süt içmek için değil ― fiziksel bir ihtiyaç olan vücut ısısını almaya devam etmek için de.

Bir çocuk annesinin sıcaklığını özlerse, asla onun yokluğunda sağlıklı olamaz; vücut sürekli acı çeker. İhtiyacı olan her şey ona verilebilir ― yemek, süt, vitaminler ― ama eğer anne- sinin vücut sıcaklığı verilmezse... Ve elbette bu da çok sevgi dolu bir biçimde olmalı, çünkü eğer sen bir insanı sevmiyorsan, yine de ısının vücudundan diğer insana geçmesi müm- kündür, ancak bu, sıcaklığın, içtenliğin değildir. Isı sevgiyle sıcaklığa dönüşür. Nitelik olarak farklı bir boyuta sahiptir. Bu, sadece ısı değildir; yoksa çocuğu ısıtabilirsin. Bugüne kadar merkezî sistemle ısıtılan bir odanın çocuk üzerinde etkilerini araştıran ve işe yaramayan birçok deney yapılmıştır. Çocuk annenin vücudundan kabul görme, sevilme, ihtiyaç duyu- luyor olma, sevgi titreşimleri alır.

İşte bu yüzden, sürekli olarak, erkek tüm hayatı boyunca bir kadının vücudu arkasından gider, arar, araştırır; kadın da tüm hayatı boyunca bir erkeğin vücudunu arar... Karşı cinsler etkileyicidir, çünkü vücutların iki kutupluluğu birbirlerine yardımcı olur ve enerji verir. Bu karşıtlık bir gerilim ve enerji sağlar. Bunu beslersen güçlü hale gelirsin.

Bu doğal, bunda yanlış olan bir şey yok, ama insan şiddete karşı olup, bencilliği bırakıp, içten ve samimi bir hale gelip saflaştığında, giderek daha çok saflaştığında, bilincin merkezi, vücuttan varlığa kayar. Varlık tümüyle yalnız kalabilir.

İşte bu yüzden vücuduna fazla bağlı bir insan asla özgür olamaz. Çok fazla bağlılık onu çeşitli biçimlerde köleliğe, mahkûmiyete sevk edecektir. Bir kadını sevebilirsin, bir adamı sevebilirsin, ama aynı zamanda derinlerinde bir yerde direnirsin, çünkü sevgili olmak aynı zamanda bir köleliktir. Seni baltalar, ilişki seni hem besler hem de hapseder. Onsuz yaşa- yamazsın ve onunla da yaşayamazsın. Bu, tüm sevgililerin ortak problemidir. Ayrı yaşaya- mazlar ve birlikte de olamazlar. Ayrı olduklarında birbirlerini düşünürler, birlikte olduklarında da kavga ederler.

Bu neden olur? İşleyiş basittir. Sevebileceğin ya da seni seven bir kadınla birlikte olmadığın zaman, bir kadının vücudundan akan sıcaklığa karşı açlık hissetmeye başlarsın. Bir kadınla birlikte olduğunda artık aç değilsindir, iyi beslenmişsindir. Ve kısa bir süre içerisinde doyuma ulaşırsın. Bir süre sonra gereğinden fazla beslendiğinden, şimdi ayrılmak, yalnız ve ilgisiz olmak istersin. Tüm sevgililer birlikteyken şöyle düşünürler: “Yalnız olmak ne kadar güzel olurdu.” Ve yalnızlarken, eninde sonunda diğerine ihtiyaç duymaya, şöyle düşünmeye ve hayal etmeye başlarlar: “Birlikte olmak ne kadar güzel olurdu.”

Beden beraberlik ister, en içteki ruhun ise yalnızlık ister. İşte sorun bu. En içteki ruhun yalnız kalabilir ― o, göğe karşı yalnız başına duran Himalaya’nın doruğudur. En içteki ruhun yalnızken büyür, ama bedenin bir bağlantıya ihtiyaç duyar. Beden kalabalıklara, sıcaklığa, derneklere, toplumlara, örgütlere ihtiyaç duyar. Nerede olursa olsun birçok insanla birlik- teyken beden kendini iyi hisseder. Ruhun ise kalabalıkta açlık hissedebilir, çünkü o yalnız- lıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hissedebilir, çünkü o yalnızlıkla beslenir, ama bedenin kendini iyi hisseder. Yalnızlıkta ruhun kendini mükemmel hisseder, ama bedenin ilişki için açlık hissetmeye başlar.

Ve hayatta, eğer bunu anlamazsan çok perişan bir duruma gelirsin. Eğer anlarsan, bir ritim yaratırsın; hem vücudunun ihtiyaçlarını hem de ruhsal ihtiyaçlarını tatmin edersin. Bazen bir ilişkinin içine girersin, bazen çıkarsın. Bazen birlikte yaşarsın, bazen yalnız yaşarsın. Bazen doruğa ulaşırsın ― öyle yalnız olursun ki “bir başkası” fikri bile ortadan kalkar. Bu bir ahenktir.

İşte yoga bu demektir. İlgi odağını bedenden ruha, maddiyattan maneviyata, görünenden görünmeyene, bilinenden bilinmeyene, dünyadan Tanrı’ya çevirmektir. Her şekilde, bunun tinsel olduğunu dile getirebilirsin. Bu bir ilgi odağı değişimidir. İlgi odağı tamamen değiş- tiğinde yogi, yalnızlığı içinde o kadar mutlu, o kadar saadet doludur ki, bedenin başkalarıyla birlikte olmaya duyduğu olağan arzu bir süre sonra sona erer.

Saflığa ulaşıldığında yoginin içinde kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı oluşur; artık aradığı cennete beden aracılığıyla kavuşulamayacağını, düşlediği saadete ulaşmanın beden aracılığı ile mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden aracılığıyla mümkün olmadığını bilmektedir. Bu, beden için imkânsızdır. Sınırlı olan aracılığıyla ebedi, ölümsüz olana erişmek istemek- tesindir. Sorun beden değildir, çaban anlamsızdır. Bedene öfkelenme, o sana hiçbir şey yapmamıştır. Bu, tıpkı kişinin gözleriyle dinlemeye çalışması gibidir, sorun gözlerde değildir; gözler görmek için vardır, duymak için değil. Beden maddeden yapılmıştır, maneviyattan değil. Beden ölür, ölümsüz değildir. İmkânsızı istemektesin. Bunu isteme.

Düş kırıklığının nedeni burada yatar. Yogi, bedenle neyin mümkün olup neyin olmadığını basit bir şekilde anlamıştır. Mümkün olanı kabul eder, mümkün olmayanı istemez. Öfkeli değildir. Bedeninden nefret etmez. Ona her türlü özeni gösterir, çünkü beden bir merdiven, bir kapı olabilir. Amaç olamaz, ancak araç olabilir.

Kendi bedenine karşı bir düş kırıklığı... Bu düş kırıklığı ne zaman olur? “Başkalarıyla fiziksel temas kurmak için duyulan isteksizlik.” Sonrasında başkalarıyla fiziksel temas kurma ihtiyacı yavaş yavaş yok olur. Gerçekte bir insanın rahimden dışarı çıktığını söylemek için doğru zaman bu zamandır, öncesi değil.

Bir yogide bu gereksinim ortadan kalkar... Bu gereksinimle birlikte gerçekten doğar. Hindis- tan’da böyle insanlara dwij (ikinci kez doğmuş) denir. Kişinin, bu ikinci doğumu gerçek doğumudur. Artık onun kimseye ihtiyacı yoktur; insanüstü bir ışığa dönüşmüştür. O, artık yeryüzünden yukarıda süzülebilir; gökyüzüne uçabilir. Artık yeryüzünde kökleri yoktur. Bir çiçek olmuştur... Çiçek değil, çünkü bir çiçeğin toprakta kökleri vardır... Çiçeğin kokusu olmuştur. Tamamen özgürdür. Artık toprakta kökleri yoktur ve göğe doğru hareket eder. Başkalarının bedenleriyle ilişki kurma arzusu yok olur.

Zihinsel saflık, neşe, konsantrasyon kabiliyeti, hisler üzerinde hâkimiyet ve kendini idrak için zindelik getirir.

Bu insan, artık başkalarıyla ilişki kurma ihtiyacı hissetmeyen bu insan, özgürlüğünde öyle mutludur, öyle neşeli, öyle kutludur ki... Geçen her dakikadan güçlü bir haz duyar. Bedenine dayandığın ölçüde mutsuz olursun, çünkü beden hantaldır. Bedeninin ötesine geçtiğin ölçüde hafiflersin. İsa, havarilerine, “Gelin, beni izleyin. Benim yüküm hafiftir. Siz ağır yüklüler, gelin beni izleyin. Benim yüküm hafiftir, ağırlık yapmaz.” demiştir.

“Zihinsel saflık neşe getirir...” Eğer üzgünsen, her zaman keyifsizsen, her zaman mutsuzsan, mutsuzluğuna doğrudan etki edecek hiçbir şey yapılamaz. Ve ne yapılırsa yapılsın bu, boşuna olunacaktır. Doğu, eğer üzgün, mutsuz, keyifsiz, daima ağır yüklüysen, bunun bir hastalık olmadığının, bunun hastalığın yalnızca bir belirtisi olduğunun farkına varmıştır. Hastalık şudur ki; sen fazlasıyla beden merkezli olmalısın. Yani soru, karanlığını dağıtmak ve seni mutlu etmek için ne yapmak gerektiği olmamalıdır, mesele bu değildir. Sorulması gereken soru; bedeninden bağımsız olman için sana nasıl yardım edilmesi gerektiğidir, nasıl yardım edilmelidir ki bedeninle iç içe geçmişliğin giderek azalsın.

İnsanlar her gün bana gelirler ve derler ki: “Mutsuzuz, perişanız; her günün sabahı, yüzle- şilecek yeni bir umutsuz gün gibi geliyor. Bir şekilde yataktan çıkabiliyoruz... Umutsuzca. Biliyoruz, fazlasıyla yaşadık hep aynı mutsuz günlerin tekrarını. Bize öyle bir şey verebilir misin ki bizi bu kederden çekip kurtarsın?” Doğrudan yapılacak hiçbir şey yoktur; yalnızca dolaylı yoldan bir şey yapılabilir. Bu bir belirtidir; neden değildir. Ve belirtiyi tedavi etsen de hastalık iyileşmeyecektir.

Neden, değiştirilmek zorundadır ve neden şudur: Bedenine kök saldığın sürece, aynı oranda mutsuz olacaksın. Bedenine köklenmediğin sürece, aynı oranda neşeli olacaksın. Bedenin- den tamamen bağımsız olduğunda, havada uçuşan bir koku olacaksın. Saadete kavuşa- caksın. İsa’nın bahsettiği kutsallığa, İsa’nın söz ettiği kutsanmışlığa; Buda’nın nirvana’sına. Mahavira bunun için tam olarak doğru kelimeyi bulmuştur; bunu kaivalya, yalnızlık olarak adlandırmıştır. Tamamen bağımsız ve özgür oldun. Artık hiçbir şeye ihtiyaç yok; kendi kendine yetiyorsun. Amaç budur, ancak bu amaca yalnızca çok titiz hareket edersen ve belirtilerle meşgul olmazsan ulaşabilirsin.

Asla belirtiyi tedavi etme ve belirtiyi tedavi etmeye çalışarak boşa vakit geçirme; her zaman nedene in.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
23 Aralık 2009       Mesaj #6
Avatarı yok
Yasaklı
Mantık Nasıl Düşünüleceğini Öğretir mi?

Diyalektik, insanlara düşünmeyi öğretme iddiasında değildir. Bu, biçimsel mantığın ukalaca iddiasıdır ve Hegel bu iddiayı, psikoloji size sindirimi ne kadar öğretiyorsa, mantık da size düşünmeyi olsa olsa o kadar öğretir diyerek, ironik bir biçimde yanıtlamıştır. Erkekler ve kadınlar, düşünmeyi, ve hatta mantıksal düşünmeyi, mantık sözünü işitmelerinden çok uzun zaman önce beceriyorlardı. Mantığın ve aynı zamanda diyalektiğin kategorileri güncel deneyimden türer. Tüm iddialarına rağmen, biçimsel mantığın kategorileri, kaba maddi gerçeklikler dünyasının üzerinde olmayıp, aksine tek yanlı ve statik biçimde anlaşılan gerçekliğin içinden süzülüp çıkarılan ve sonra keyfi biçimde geriye dönerek ona uygulanan boş soyutlamalardır.

Buna karşıt olarak diyalektik yöntemin birinci yasası mutlak nesnelliktir. Her durumda, verili bir olgunun hareket yasalarını, onu her bakımdan inceleyerek keşfetmek gereklidir. Diyalektik yöntem, temel felsefi gaflardan sakınarak ve sağlam bilimsel hipotezler koyarak, şeylere doğru biçimde yaklaşmada sonsuz bir değer taşır. Özellikle teorik fizikte, keyfi hipotezlerden doğan mistisizmin şaşırtıcı boyutları düşünüldüğünde, bu hiç de öyle alelade bir avantaj değildir! Ama diyalektik yöntem daima kendi kategorilerini olguların ve süreçlerin dikkatli bir incelemesinden çıkarmaya uğraşır, olguları önceden tasarlanmış katı bir deli gömleğine sığdırmaya uğraşmaz. Engels şöyle yazıyor:

Bilimin her alanında, tarih biliminde olduğu gibi doğa biliminde de, verili olgulardan yola çıkılması gerektiğine, bu bakımdan doğa biliminde de çeşitli maddi biçimlerden ve maddenin hareketinin çeşitli biçimlerinden yola çıkılması gerektiğine; bu bakımdan teorik doğa biliminde de iç bağıntıların olguların içine yerleştirilmeyip, onların içinde keşfedilmesi gerektiğine, ve keşfedildiğinde de mümkün olduğu ölçüde deneyle doğrulanması gerektiğine bütünüyle katılıyoruz.

Bilim, doğanın işleyişini açıklayabilecek genel yasaların aranmasına dayanır. Deneyimi başlangıç noktası olarak alan bilim, kendisini yalnızca olguların toplanmasıyla sınırlamaz, aksine özelden genele giderek deneyim temelinde genellemeler arar. Bilim tarihi, sürekli derinleşen bir gerçeğe yaklaşma süreciyle karakterize olur. “Bütün hakikat”i hiç bilmeksizin, hakikate adım adım yaklaşırız. Eninde sonunda bilimsel hakikatin testi deneydir. “Deney” diyor Feynman, “bilimsel «hakikat»in tek yargıcıdır.”

Düşünce biçimlerinin geçerliliği, son tahlilde, onların fiziksel dünyanın gerçekliğine tekabül edip etmediklerine bağlıdır. Bu, apriori olarak kanıtlana­maz, gözlem ve deneyle gösterilmek zorundadır. Tüm doğa bilimlerinin tersine, biçimsel mantık ampirik değildir. Bilim kendi verilerini gerçek dünyanın gözlenmesinden çıkarır. Uğraştığı bütün konunun aksine, mantığın apriori olduğu varsayılır. Burada biçim ve içerik arasında sırıtan bir çelişki bulunmaktadır. Mantığın gerçek dünyadan çıkarılmadığı varsayılır, oysa sürekli olarak gerçek dünyanın olgularına uygulanır. Bu iki yön arasındaki ilişki nedir?

Kant uzun zaman önce mantığın formlarının nesnel gerçekliği yansıtması gerektiğini, yoksa bütünüyle anlamsız olacaklarını açıklamıştı:

Bir yargının zorunlu olarak evrensel olduğunu düşünmek için sebebimiz varsa ... onun nesnel olduğunu da, yani yalnızca algımızın bir özneye yaptığı atıf olmayıp, nesnenin bir niteliğini ifade ettiğini düşünmemiz gerekir. Zira eğer diğer insanların yargılarının atıfta bulunduğu ve kendilerini uydurdukları nesnenin birliği olmasaydı, bunların, benim yargımla zorunlu olarak hemfikir olması için hiçbir sebep kalmazdı; dolayısıyla bunların hepsi birbiriyle hemfikir olmak zorundadır.

Bu fikir, Kant’ın bilgi teorisi ve mantığında mevcut olan muğlaklıkları ortadan kaldıran Hegel tarafından daha da geliştirilmiş ve nihayet Marx ve Engels tarafından sağlam bir temel üzerine oturtulmuştur.

Şöyle diyor Engels: Mantıksal şemalar, ancak düşüncenin biçimlerine ilişkin olabilir; oysa burada bizim uğraştığımız şey yalnızca varlığın, dış dünyanın biçimleridir, ve düşünce bu biçimleri, asla kendisinden değil, dış dünyadan edinip çıkarır. Ama bununla bütün ilişki tersine döner. İlkeler araştırmanın başlangıç noktası değil, onun nihai sonucudurlar; doğa ve insan tarihine uygulanmazlar, onlardan soyutlanırlar; bu ilkelere uyum sağlayan doğa ve insanlık alanı değildir, aksine bu ilkeler ancak doğa ve tarihle uyum içinde oldukları ölçüde geçerli olurlar.

Kaynak: Belgeci
Son düzenleyen nötrino; 21 Temmuz 2014 19:02
volture - avatarı
volture
VIP "Ipıslak Balık"
7 Ocak 2010       Mesaj #7
volture - avatarı
VIP "Ipıslak Balık"
Felsefe müfredatında dini ağırlık


MEB'in yeni felsefe müfredatının bilim felsefesi ünitesi son sıraya alınırken din felsefesi iki sıra öne geldi. İlk ünitede ise amaç; öğrencinin felsefe ile hikmet bağını kurması...

Milli Eğitim Bakanlığı, felsefe, sosyoloji, psikoloji müfredatlarını Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı kararıyla değiştirdi.

Yenilenen programlar içerisinde en çok dikkat çeken daha önce de taslak programı ‘din eğitimi verir gibi’ eleştirilerine hedef olan Felsefe müfredatı oldu. Yeni müfredatın ‘Felsefeyle Tanışma’ adlı birinci ünitesinde ders sonunda öğrencilerin kazanacağı donanımlar arasında ilk sıralarda ‘Hikmet kavramını fark etme’, ‘Felsefe ve hikmet arasında bağ kurma’ya yer verildi. Yeni Felsefe müfredatında, din felsefesi son sıradan altıncı üniteye çekilirken, bilim felsefesi de dördüncü üniteden çıkarılarak, son üniteye aktarıldı.

Yenilenen Felsefe müfredatının, ‘Felsefeyle Tanışma’ adlı birinci ünitesinde kazanımlar arasında ilk sıralarda ‘Hikmet kavramını fark eder', ‘Felsefe ve hikmet arasında bağ kurar’ kazanımlarına yer veriliyor. Felsefe ve Hikmet kazanımı olarak da öğretmenlere, “Hikmet kavramının kökeni belirtilip kadim düşünce çevrelerindeki (Hint, Çin, Pers, Yunan, Türk vb.) yansıları kısaca vurgulanmalıdır”, “Felsefe ve hikmet arasındaki etkileşim ve ilişki açıklanmalıdır” uyarısında bulunuluyor. Hikmet kavramının, çok sayıda kaynakta, “Allah katından gelen vahyin öğretildiği bilgi, Tanrı’nın insanlar tarafından anlaşılamayan amacı ve eski dilde felsefe” anlamlarına geldiği belirtiliyor.

‘Hikmetsiz felsefe olur mu?’
Müfredatta öğretmenlere verilen örnek etkinliklerde de hikmet konusuna ilişkin, öğrencilere bir parça okutularak, ‘Felsefe ve hikmet arasında nasıl bir etkileşim vardır?’, ‘Felsefesiz hikmet, hikmetsiz felsefe olur mu?’ sorularının yöneltilmesi isteniyor. Öğrencilere konuya ilişkin okutulması önerilen “İmajoloji, Felsefe ve Hikmet” başlıklı örnek parçada da “Bir bilgiye sorular sorabiliyorsak orada felsefe vardır. Bu sorular aklımızı ve vicdanımızı kullanarak sorduğunuz sorular ise orada hikmet vardır”, “Hakikati ve gerçeği aramadan karar vermek ve harekete geçmek insanı alt türlere yaklaştırır. Hikmet ise insanın duyarlı olmasına yardımcı olur” ifadeleri yer alıyor. Ali Öztürk’ün müfredatta yer verilen yazısının da yer bulduğu ‘İmajoloji’ kitabının tanıtım yazısı şöyle:

“Kavramlar batı çıkışlıdır. Bu bilinçle onların oyununa katılan bizlerin hangi tiyatro sahnesinde olduğumuzu kendimce anlamaya ve çözmeye çalıştım. Yani imajoloji disiplini aracılığıyla insanın macerasını batı laboratuarından çekip alma gayreti içinde oldum.”

Sekiz ünitenin yer aldığı Felsefe müfredatında, daha önce dördüncü ünitede işlenen bilim felsefesi son üniteye alınırken, din felsefesi de iki basamak ilerleyerek, altıncı ünite içine girmeyi başardı. Din felsefesi ünitesinde kazanımlar bölümünde Varlığın sırrı etkinliği kapsamında, “İnanan bir varlık olarak insan, akıl emanetinin taşınması ve kullanımı, Tanrının varlığı, evrenin yaratılışı, vahyin imkânı, ruhun ölümsüzlüğü gibi konuların felsefi temalar olarak nasıl tartışılabileceği gösterilmelidir” ifadelerine yer verildi.

Felsefeciler tepkili
Felsefeciler Derneği Başkanı Yaşar Küpeli, yeni müfredatı şöyle değerlendirdi: “Açık bir şekilde muhafazakârlaşma hissediliyor. Batı felsefesinden uzaklaşılmış. Yeni müfredat Türk İslam sentezinin felsefeye yansıması olmuş. Felsefeye giriş ‘Felsefe-Hikmet tartışmasıyla başlamaz. Bu felsefenin ruhuna aykırıdır. Felsefenin temel problemlerini atlayan ve belirsizliğe iten bir içerik var. Örneğin, sanat felsefesinde, sanat eserlerine örnek verilirken ilk akla gelen cami olmuş. Tabiki cami konmasın demiyorum ama çok iyi niyetli bir yaklaşım da değil.”


mustakar - avatarı
mustakar
VIP VIP Üye
11 Mart 2010       Mesaj #8
mustakar - avatarı
VIP VIP Üye
Bu Ülke ve Metternich

Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si 6 Temmuz 1974’te elime geçtiğinde çok sevinmiştim. Çünkü o zaman yazarın yazılarının dışında hiçbir eserine henüz ulaşmamıştım. Üç bölümden oluşan bu kitaptaki yazıları heyecanla ama düşünerek ve sorgulayarak çok kısa zamanda okumuştum. Bu kitaptaki fikirlerin tamamı vurucu ve düşündürücü tespitlerle dolu idi ama bir cümle var dı ki düşünen her okuyucunun düşüncelerini sallayarak kendisine getirmesine yetiyordu:

“Bu ülke 89’dan beri su alan bir gemi… Fransız İhtilâli yalnız Batı feodalizm’inin değil, ihtiyar Şarkın da ölüm çanı. Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını o zaman fark eder. Henüz ne îmânını kaybetmiştir, ne haysiyetini. Zirvelerden bakar diyâr-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh.”

İşte Cemil Meriç’in “Bu Ülke”si böyle bir ülke olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Daha sonraları da tekrarlayarak ve neredeyse her bir cümlenin altını çizerek okuduğum bu eserin “Bizler ve Onlar” bölümünde Metternich’ten bir alıntı ta o zaman dikkatimi çekmiş fakat bu kişi ile ilgili bir bilgiye de ulaşamamıştım. Yıllar sonra hem bu kişi ile ilgili hem de Cemil Meriç’in alıntı yapmış olduğu bu yazının tamamı ile ilgili bilgilerin zamanımız için de geçerliliğini devam ettirdiğini düşündüğümden bu yazımın konusu yapmaya karar verdim.

Meriç’in de işaret ettiği gibi “Bu Ülke” 1789’la birlikte su almaya başlamış ve bu su alış ileriki yıllarda da hızlanarak devam etmiştir. Tanzimatlar, ıslahatlar, fermanlar vs benzer çabaların ürünü olarak sergilenmiştir. Bu cümleden olarak Hıristiyan âleminin özellikle İngilizlerin baskı ve hileleri ile, Batı’da beyinleri yıkanmış, geçmişine düşman yapılmış, sözde aydınların yönlendirmeleri ile 1840’lı yıllarda Osmanlı yeni bir sistem arayışına da girmişti. Fransa veya Avusturya’nın örnek alınması tartışmaları bu yıllarda hız kazanmıştı. Fakat hangi ülke örnek alınırsa alınsın sistemin mutlaka değiştirilmesi fikri dönemin devlet adamlarında ortak düşünce olarak ağırlık kazanıyordu. Tartışmalar bu şekilde yapılırken işte o zaman Avusturya Başbakanı Prens Metternich (1773 – 1859) , İstanbul’daki sefiri Appony Kontuna aracılığı ile Osmanlı’ya bir tavsiye mektubu gönderir. Cemil Meriç’in bir kısmını kitabına aldığı bu reçetenin tamamını aşağıya alıyor ve zamanımız devlet adamlarının da hiç olmazsa yaklaşık iki asır sonra bundan dersler çıkarması gerektiğine inanıyorum.

Prens Metternich diyor ki;

“İmparatorluk günden güne zayıflamakta ve çökmektedir. Bu bir gerçektir. Gizlenmesi mümkün olmayacak kadar açıktır. Bir an önce bunu masaya yatırıp çöküş sebepleri ve çöküşün nasıl durdurulabileceği hususunun tartışılması gerekir.

Bana göre, Osmanlıyı bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar.

Osmanlı Devletine tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi varlık sebebiniz olan dininize saygı esası üzerine kurunuz! Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman halk arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. Fakat dinden uzak olmayın!

İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Zira bu, sultanı, yıktığı ve yerine koyduğu şeylerin değerini bilmeme durumuna sokar.

Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır.

Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Müslümansınız, Türk’sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın...

Dininizin sizi toleranslı yapacak, diğer medeniyetlerden üstün kılacak ilkelerinden yararlanmaya bakın. Diğer dinlerden olan halkınıza tam bir himaye sağlayın. Onların dini işlerine karışmayın.

Kanunlarınızı kesinlikle uygulayın. Batının gösterdiği yollara aldırmadan doğruca yürüyün. Bu yollara sapmayın. Çünkü tavsiye edilen bu yollar sizin bilmediğiniz yollar...

Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa kamuoyunun az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız...

Kısaca, biz Osmanlı’yı kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Fakat ona, bu ıslahatın, Osmanlı imparatorluğunun şartlarına ortak hiçbir yöne sahip bulunmayan modellerde aranmamasını, kanunlarında Doğulu âdetlere zıt düşen devletlerin kanunlarını taklide yönelmemesini tavsiye ederiz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Zira Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.”

İhsan KURT
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Ocak 2012       Mesaj #9
Avatarı yok
Yasaklı
Bilim Felsefesi ya da Bilimin Yüksek Bilgiye Kaçamak Bakışı

Başarının temelinde disiplin olduğunu, duygusallığın güzel ve hoş vakit geçirmek ve kendini aldatmak olduğunu, günümüzde özellikle ekonomik açıdan az gelişmiş ülke insanları olarak çok net bir şekilde anlamış bulunuyoruz. Ya da anlamak zorunda kalıyoruz. Başlangıçta sadece hissi seviyede moral ve ahlaki değerlere sahip olmak, sonuçta bilgisiz bir kör imanı, sonrasında da disiplinsizliği ve ahlaki dejenerasyonu getiriyor. Dolayısı ile tüm disiplinlerde ahlaki ve moral değerlere ihtiyaç olduğu gibi, Ahlak ve Metafizik değerlerde de disipline ihtiyaç var. Peki nasıl bir disiplin?

Dünya Bilim-Bilgi çağında. Bilim ve Bilgi çağı denince aklıma neler geliyor? İnsanlık olarak o kadar aydınlanmışız ki, açlıktan ölen insanlar yok, savaşlar, sömürgeler, salgın hastalıklar, adaletsizlikler kalmamış. Hala hırs, gurur, iktidar ateşi ile yanan insanlar olmasına rağmen Bilim adamlarının tüm Dünyada ortaya koydukları temel yasalar ve icat ettikleri teknik ve yöntemler sayesinde, insanlığın Ahlaken gelişmesi kesintisiz olarak huzurlu bir şekilde yürüyor.

Gelişen teknoloji doğa ile dost. Sabah işe giderken yolda sincap göremeyenler, iş yerine varınca büyük bir sorumluluk duygusu içinde ilgili sivil toplum kuruluşunu arayıp bilgi alıyor. Herkes güzellik duygusu içinde telepati ile anlaşıyor. İnsanlar bir konuda karar vermeden önce huşu içinde sezgilerine güveniyor ve öyle karar veriyor.

Günümüzde Karanlık Çağdan Çok Daha Sinsi ve Zalim Bir Bilim Sömürgesi Yapılıyor. Neden Daha Zalim?

Ortaçağ ve öncesinde toplumların bir çoğu Aydınlanma dönemini geçirmemişken, bugün toplumların çoğunluğu bir karanlık çağ atlatmış durumda. Aydınlanma çağından sonra böyle bir sömürü; durumu çok daha vahim hale getiriyor. Kısaca; İnsanlığın, kutsal değerlerin sömürülmesi sonucu yuvarlandığı uçurumlarla ilgili olarak bu kadar tecrübesine rağmen, halen kandırılmaya çalışılıyoruz. Bizler mi kolay unutuyoruz ? Yoksa o tuhaf bilim unutturma makinaları mı icat etti? Sanırım her ikisi de.

Düşünebiliyor musunuz; halkı hastalıktan zarar gören bir ülke, ekonomisi zor durumda olmasına rağmen, yüksek fiyatlarla ilaç ithal etmek zorunda, patent yasası gereği ilacı üretemiyor. Satıcı firma da fiyatları indirmeyince, ilacın kopyasını yapmakla firmayı zorluyor ve bunun üzerine üretici firma fiyatlarını bir miktar indiriyor. Kısaca Patent yasası-İnsan Yaşamı ?

Çok yaygın bir anlayış var ;"Bilim üretir, isteyen insanlığın iyiliğine, isteyen kötülüğüne kullanır. Kötüye kullanan cezasını çeker". Ne korkunç bir mantık. Basit bir nobel örneği. Birileri insanlara bol balık yedirmek amacıyla dinamitle balık avlamayı bilimsel başarı olarak anlamamızı bekliyor. Ya da bir bilim adamı çocuk bahçesinde arsenik laboratuvarı kurup sonra da kendini savunuyor: "Ben tamamen insanlığın geleceği için çalışıyorum. Çocukların tercihi kendi sorunları". Bugünkü teknolojinin üretilmesinde yardımcı olan ya da seyirci olan bilim adamları acaba kendi yakın çevreleri için de aynı seçme özgürlüğünü tanıyorlar mı ? Mesela ;çocuklarının odasına uranyum madeni, veya mutfak dolaplarına keşfettikleri patlayıcılardan bırakıyorlar mı?

Birileri bizlere, karanlık ortaçağın Rönesans ile aydınladığını, Egoizm, hırs ve iktidar duygularını Din adamı kisvesinde saklamış despotların halklarına ve insanlığa yaptıkları zalimlikleri sürekli hatırlatıyor. Ve sanki: Aman ha objektif bilimi sakın eleştirmeyin sonra biliyorsunuz...

Ne mutlu bizlere ki herkesin sonsuz seçme özgürlüğü yok, yasalarımız var.Peki yasaları kim yapacak. Aman dikkat, ilerde karşımıza yasa koyucu olarak Ortaçağın zalim yobazları çıkmasın.Yoksa onlar Ortaçağ sona erince uzay gemilerine binip gezegenimizi terk mi ettiler? Ya da belki birgün demokratik sistemi çözüp karşımıza yasa koyucu olarak çıkma ihtimalleri olabilir mi?

Neredeyse Bilim, Ortaçağ karanlığı ile insanlığı korkutarak, Ahlak ve moral değerlerin tamamını sübjektif suçlaması ile önce Bilimin ve giderek insanların yaşamından çıkartma noktasına geldi Çünkü artık Dünyalılar olarak çok Bilimsel yaşıyoruz.

Şimdi Soru şu: Bilimsel mi yaşıyoruz? Teknolojik mi ? Yanıtınız,eğer teknolojikse sorun yok.Çünkü teknolojinin herhangi bir moral değere, güzelliğe ya da sanata ihtiyacı yoktur. Siz hiç Akşam Gün batışında veya Sabah Gün doğumunda hüzünlenen motor gördünüz mü? Ya da o saatlerde daha şairane uçan bir uçak kanadı.Yok hayır Bilimsel yaşadığımızı düşünüyorsanız; gelişmelere dikkat edin. Sizin hangi yönünüze hitap ediyor? Araçlarınızın gelişimine mi , yoksa Ahlaki ve insani değerlerinizin geliştirilmesine mi?Galiba hep birlikte teknoloji üretmek için dostça veya düşmanca elbirliği yapmış olmamıza rağmen, İnsani değerlerin gelişimi için kendi başımıza bırakılmışız.Ya da orda burda dağınık küçük guruplardan oluşan organizasyonlardan öteye geçilememiş.Peki Bilim neye ,hangi amaca hizmet etmek istiyor?

Materyalist-objektif bilim kendi kaynak felsefesini terkedince, geriye elimize iki şey bıraktı. Fizik ve Metafizik. Ve sürekli uyardı.Metafizikle uğraşma yoksa ortaçağ karanlığına gömülürsün. Sadece Fizikle uğraş. Ve öyle bir hale geldi ki kendini ortaya koyan felsefeyi bir kenara atıp FİZİKSEL bilimler ve DİĞERLERİ oldu.

Nedense metafizik kelimesini duydukça aklıma gelen örnek şu: Ormanda, daha çakıyı yeni icat etmiş bir kabilede, Uçak gören çocuk demirci babasına soruyor: Baba bu uçan demir şey ne? Baba cevap veriyor; Oğlum metafizik şeylere kafa yorma.

Kısaca belirtmek gerekirse Bilim, Bilim Felsefesini reddettikçe ya da Felsefenin çıkış kaynağı olan Ulvi bilgiyi unutarak kendi materyalist felsefesini temelsiz de olsa üretmeye çalıştıkça çok büyük bir bilimsel riskle karşılaşılıyor.

Neden bilim? çünkü çok para kazanabilirsin, patent hakkı vs.

Neden bilim? çünkü rakiplerini kontrol edebilir piyasanın tek hakimi olabilirsin -Arge

Neden Bilim? çünkü savaşta haddini bilmeyen ülkelerin insanlarını daha kolay öldürebilirsin, hatta istersen nükleer teknoloji ile -Malum FİZİK- toptan katliam yapabilirsin.

Neden Bilim? Ünlü ve meşhur olabilirsin, BAŞARI

Halbuki bilim adamları için işin kolayı var. Kendilerine bu hazları sağlayacak bir sürü meslek var.Bilim adamı olmak yerine teknokrat olabilirler. Bu sonuçları üretenlerin ya da sebep olanların , ne kadar masum olurlarsa olsunlar, bilim adamı olmadıklarını, bilim maskesi takmış teknokrat olduklarını kabul edelim. Bu durumda da doğal sonuç olarak Teknolojik gelişimi sorgulayacak bilimsel sorumluluk kriterlerinide yine teknolojiye devretmek zorunda kalıyoruz.

Sonuçta denetlenen ve denetçi aynı yapı. Belki de ortaçağda birileri kendilerini Din saygısı ile kamufle ettiler. Günümüzde ise yine birileri kendilerini Bilimin saygınlığı ile kamufle ediyor olabilirler. Bizler de Teknolojiye olan korkunç tutkumuzla onlara alkış tutmaktayız. Yoksa tabi bunları önlemek gerekli? Nasıl mı ? Çok basit. Doktorlara Hipokrat ın yemini ettirirsin olur biter. Ya da üniversite mezununun eline diplomayı tutuşturmadan önce bir kağıt verip oku bunu dersin.

Genelde yemin ederim ya da and içerimle biter. O kağıdı sesli okumazsa, kesinlikle diplomasını alamaz.Yemin etmeden üniversite mezunu olmak olurmu? Ancak görülen o ki o yeminin anlamını, manasını algılayabilmek ve uygulayabilmek için önce aydın olmak, Aydın olmanın felsefi eğitimini almak gerekiyor.

Öğrencileri, uğraştığı bilim dalının ya da mesleğinin temel ahlak kurallarını öğretecek felsefi altyapısını vermek için kafa yormaktansa, mezuniyette, bir tablet yeminle işi bitirebilirsin. Neden? Felsefeyi ölçemeyiz, fakat kaç kişinin yemin ettiğini ya da yeminde kaç kelime olduğunu, uzunluğunu falan ölçebiliriz.

Kısaca Ölçebiliyorsan Bilimselsin

Ölçebilmek çok büyük bir meziyet, kesinlikle insanlık için çok büyük bir adım, sadece hislerimizle değil ölçü aletlerimizin yardımı ile karar vermek bir zorunluluk. Peki ölçü aletlerimizin yetersiz kaldığı veya ölçme yöntemlerinin yanlış olduğu durumlarda yine bu garip bilimin kör imanlı bir müptelası olmayalım.

Tarihin akışını değiştiren sebeblerin başında hep bilimsel(!) ölçülerle ölçülemeyen değerleri amaç edinmiş İnsan’ların geliyor olması, İnsanlığın büyük tekamül adımlarında hep onların imzalarının olması, bilim adamlarının hiç mi dikkatini çekmiyor. Ya da ilgi alanlarında değil. Sanırım ihtiyaç duyulmuyor. Neden ? Çünkü Aya gitmek veya dünyanın hemen kenarındaki uzaya gitmek, milyonlarca insanın açlıktan veya savaşlarda ölüyor olmasından çok daha önemli. Getirilen Ay taşı sayesinde gezegenimiz tüm planetler arasında en İnsancıl ve en Ahlak lı gezegen seçilebilir mi acaba? Ya da hangisi daha öncelikli; benim bildiğim, ikibin yıldır Dünya’mıza düşmanca açık bir uzaylı saldırısı olmamışken; binlerce yıldır insanlar açlık,hastalık ve sömürü sorunlarıyla uğraşıyor. Önce Dünya nın yaşanmaz hale gelmesine ses çıkarmaya da destek ver, sonra da insanlığa dünyadan göç etme teknolojisini bilimsel başarı olarak sunabiliriz.

Ancak garip bir tecelli, her türlü ölçme işinin çıkış ve varış yeri İstatistik Bilimi, Bilim dalı olma hakkını yeni kazanmıştır. Ekonometri’nin durumu ise malum.

İstatistik-Ekonometrik yöntemlerle tahminler yapabiliriz. Nasıl? Geçmişi gözlemleyerek gelecek hakkında öngörüde bulunabiliriz. Peki bu durumda Nostradamus bir istatistik uzmanı mıydı? Ya da insanlar, istatistik bilimlerinin - ekonometri nin ,bilgi işlemin ya da yöneylemin bu kadar teknik üretmesine rağmen, neden önemli tarihsel olaylarda , istatistikçileri aramıyorlar da Nostradamus u okuyorlar? Hem de kehanetler istatistikçilerinki kadar net değilken. Çünkü O’nun çok temel bir felsefesi vardı. O felsefe O’na yazdıklarını şifreletmiştir. Çünkü insan tekamülüne saygı her aydının öncelikli ve varolma değeridir. Kısaca seçme özgürlüğünün manasının ne olduğunu ya da bilmenin sorumluluğunu iyi sorgulamalıyız.

İster misiniz Hipokrat yemininden sonra önümüzdeki yıllarda İstatistik, ekonometri gibi öngörüye dayalı bilim dallarında Nostradamus yemini diye bir şart gelsin.

Artık günümüzdeki sonuçlar, bilimsel hipotezlerin doğrulanabilirlik ya da K.R. Popper'ın yanlışlanabilirlik felsefesinden farklı yöntemlerle test edilebilmeli. Mesela UYGUN kavramı türetilebilir. Neye mi ? Tabi ki insanlık değerlerine. Bölgesel törelere göre değil, tüm insanlığı kucaklayan Ahlak değerlere UYGUNLUK. Tabi isterseniz Uygun olanlar doğru, Uygun olmayanlar yanlıştır diyebilirsiniz.

Her bilim adamının medyadan yada merak ve ilgi sahasına girerse kitaplardan, kendi kendine felsefi temellerini oluşturması yerine; öncelikle güçlü bir felsefi eğitim aldığı bir Dünya düşünebiliyormusunuz?

Üniversitede Bilim Felsefesi eğitimi alan ekonomist,istatistikçi,doktor ya da herhangi bir mesleğe mensub kişileri tanıyor musunuz !?

Tüm Bilim adamlarımızın, Aydınlarımızın, kısaca okuyan düşünen herkesin, en kısa zamanda uğraşı alanlarımızın felsefi temellerini araştırmamızda, bilim felsefesinin ışığında, bilmenin sorumluğunu algılamamızda büyük fayda olduğuna inanıyorum. Belki de bilim adamlarımız felsefe ya da bilim felsefesi ile uğraşırken bir de bakmışsınız bilim ve insanlık kendiliğinden gelişiyor. Kimbilir?


Kaynak:Ali İhsan Çiftçi(Uludağ Üniversitesi/Ekonometri)

Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
14 Ocak 2012       Mesaj #10
Avatarı yok
Yasaklı
Bilimin, Felsefenin Konusu Olması

Başlangıçta bütün bilimler, felsefenin alanı içerisinde yer alan farklı düşünce alanları olarak var olmuşlardır. Bu bağlamda filozof, hemen her bilim alanıyla ilgili olan ve her var oluş durumuna kafa yoran insan demektir. Mesela Aristoteles, hemen her konuda kitap yazmış olan ve bu kitapları, yazılmış oldukları bilim alanlarında referans kabul edilen bir filozof olarak bu filozof tipine örnek gösterilebilir.

Bilimsel bilgi geliştikçe, zamanla bilim dalları felsefeden "bağımsızlıklarını" ilan etmişlerdir. Örneğin daha önce "doğa felsefesi" olarak anılan fizik, arkasından kimya, biyoloji ve diğer fen bilimleri tek tek felsefeden ayrılmış ve başlı başına birer disiplin olarak ortaya çıkmışlardır. Bunun ardından da sosyal bilimler, felsefenin etkisinden çıkmaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin ardından 19. yüzyılda, felsefe neredeyse etkisiz ve gereksiz duruma gelmiştir.

Bu zamandan sonra filozoflar, bilimlerin sınıflandırılmasıyla uğraşmaya başlamışlardır. Hem felsefeden kopan, hem de birbirlerinden olabildiğine uzaklaşan bilimler, bir bütün olan evreni parçaladıkları gibi, insan kafasında da bütün bir evren kavramı oluşturamıyorlardı. Bu parçalanmışlık sanayi dünyasına, toplum hayatına ve hatta insan şahsiyetine bile yansımıştı. Felsefe, bilimleri sınıflandırarak onlar arasındaki ortak noktaları ve bağları göstermek, bilimleri birbirlerine yaklaştırmak istiyordu. Bütün bilimler varlık alanının değişik var olanları ile ilgileniyordu. Bütün bilimler hedefte, metot ve bilimsel tavırda da birleşiyordu. Sınıflandırma bunu daha da açıkça ortaya koyacaktı.

Bu dönemde iki Alman'ın yaptığı bilim sınıflandırması çok tanınmıştır. Kantçı filozoflardan Wilhelm Windelband, bilimleri yöntem bakımından apriori (rasyonel) ve empirik (deneye dayalı) bilimler diye ayırmıştır. Rasyonel bilimler matematik ve felsefe idi. Deneye dayanan bilimler de ikiye ayrılıyordu: tarih bilimleri ve doğa bilimleri. Bu son ayrım metottan ziyade konu farklılığından kaynaklanıyordu.

Wilhelm Dilthey de bilimleri metot bakımından ikiye ayırmıştır: manevî bilimler ve doğa bilimleri. Manevî bilimler anlama metodunu, doğa bilimleri ise açıklama metodunu kullanıyordu. Dil, edebiyat, sanat felsefe, hukuk ve bütün tarih bilimleri manevî bilimlerden sayılmıştır. Ancak burada mesela psikoloji her iki bilim grubunda yer alırken, mantık ve matematik bilimleri de arada kalmıştır. Bilim sınıflandırmalarıyla bir sonuca ulaşamayan felsefe, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında bilimlerin yöntemlerini eleştiren bilim teorisi ile uğraşmıştır.

Şu da unutulmamalıdır ki tarihin birçok noktasında bilim tarihi ile felsefe tarihi özdeşleşir. Aralarında bir mesafenin açıldığı 19. yüzyıldan sonra da bilimsel verileri toplayarak varlık dünyası hakkında genel bir açıklama yapma çabasına giren felsefe, şimdi bilime yaklaşmaya çalışmaktadır.

Einstein, Max Born, Niels Bohr, Heisenberg, Schrödinger, J. Monad gibi son yüzyılın tanınmış bilim adamları, kendi alanlarında felsefi kitaplar yazmışlardır.

Bacon'ın tümevarım, Galile'nin deney ve matematik yöntemlerini kullanan bilim, 18 ve 19. yüzyıllarda büyük başarılar elde etmiştir. Newtoncu pozitivist bilim görüşü bilimin dışarıdaki nesnel olguyu tam olarak yansıttığını söylemektedir; ancak 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki kuvantonlar alanındaki buluşlar ve Einstein'ın relativite teorisi, pozitivist bilim görüşünü sarsmaya başlamıştır.

Bilim, dış olguların doğru bir tasviri olmayabilirdi. Varlık dünyasına yüklediğimiz kavramlar doğru olmayabilirdi. Üç boyutlu zaman yerine dört boyutlu zaman, düzlem geometrisi yerine eğri geometriler, modern fizikte elektronun dalga olarak mı? tanecik olarak mı? alınacağı şeklinde birçok soru çıktı. Tümevarım yöntemine uymayan ve araştırılması gereken birçok fiziksel olgu vardı.

Değişmez, evrensel bilgiler sistemi olarak savunulan bilime, değişme fikri geldi. Peirce: "Bilim değiştiği için bilimdir." dedi. Bilimcilerin fikri de yanlış olabilirdi. Bacon'ın: "Soruları doğaya sorup geçerli olmadıkları taktirde fikrimizi değiştirmeye hazır olmalıyız." ilkesi gündeme geldi.

Bilim, dünyanın yapısının içinde var olan yasaları mı ortaya koyuyordu?, yoksa insan kendi kafasındaki yasaları mı dünyaya yansıtıyordu? Kişi kendi zihnine uygun (öznel) açıklamalar yaptığı zaman nesnelliğin ters görünüşleri ile, tam nesnelliğe uygun açıklamalar tutarlı giderken buraya uymayan gerçek kümeleriyle karşılaşıyordu.

Kant'ın "doğru hem dış dünyanın hem de insan düşüncesinin ortak ürünüdür" şeklinde klasik görüşü hemen hemen aynen Einstein tarafından da savunuluyordu.Bilimle felsefe, tekrar birbirine yaklaşıyordu.

Ancak, bilimle felsefenin ana farklılıkları da şu noktalardadır:

- Her bilimin konusu bellidir; doğa olayları ve insanların sosyal ilişkilerinden ortaya çıkan olaylar çeşitli bilimlerin konusunu oluşturur. Her bilimin konusu sınırlıdır. Felsefenin konusu ise evrenseldir; her şey felsefeye konu olabilir.

- Bilim ve felsefenin esas farkı metot yönündendir. Bilim olgularla hareket eder ve ulaştığı sonuçları olgularda temellendirir. Felsefe ise eskiden beri olguların yanında mantıksal çözümlemeye, kavramsal düşünme ve bazen de spekülasyona dayanır. Felsefede mantıksal çözümleme o kadar önemlidir ki, B. Russel 1914 yılında mantığı felsefenin özü olarak nitelemiş, R. Carnap ise felsefeyi mantıktan ibaret saymıştır.

Bilim felsefesi, bu konuda görüş bildiren, teoriler ileri süren filozoflara göre değişir. Yeni pozitivistler onu, bilimin dilsel yapısını çözümleme, eleştirme ve aydınlatma olarak tanımlarken; başka düşünürler bilimsel yöntemin değerlendirilmesi veya doğruluğun ne olduğunu araştıran disiplin diye tanımlayabilirler.


Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Ergün - Felsefeye Giriş / Bilim Felsefesi

Benzer Konular

13 Şubat 2013 / Misafir Edebiyat
26 Aralık 2012 / Misafir Sanat
27 Aralık 2018 / Misafir Müzikhol
10 Şubat 2011 / Misafir Taslak Konular