Arama

Hıristiyanlık Felsefesi

Güncelleme: 27 Ekim 2008 Gösterim: 5.412 Cevap: 3
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Aralık 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Hristiyanlık Felsefesi

Sponsorlu Bağlantılar
Düşünce akımlarının temel hatlarını çizdiğimiz İlkçağın bu son döneminde yeni bir din, yeni bir örgüt olarak "Hıristiyanlık" ortaya çıkmıştır. Hıristiyanlık, kaynağı yönünden, Roma'daki çeşitli hellenistik tapınmalardan biridir.
M.Ö. tahminen I. yüzyılda hellenistik dinlerin Roma'da tutunmaya ve örgütlerini kurmaya başladıklarını görmüştük. Ancak Doğu'dan gelen bu dinsel akımlar, zamanla, Roma'nın resmi diniyle uyuşmazlığa düşmüştür. Çünkü Roma dini gittikçe bir devlet dini durumuna gelmişti.
Bir hellenistik dine bağlı olmak aynı zamanda resmi dinin çerçevesinde kalmaya, imparatora karşı gerekli tapınmalarda bulunmaya bir engel oluşturmuyordu. Romalıların birçok Tanrıların varlığını benimsemesi, çeşitli dinlere aynı zamanda bağlı olmayı kolaylaştırıyordu. Ancak tüm hellenistik dinlerin temelini, "ruhun ölümsüz olduğu" düşünüşü oluşturur.
İşte doğudan gelen dinlerin Roma'da kazandıkları büyük etkinliğin nedenini, özellikle bu noktada, yani bireye ölmezliği vadetmelerinde aramak gerekir. Oysa resmi Roma dini, bireylerin gelecekleri ile hiç ilgilenmeyen soğuk bir devlet dini idi.
Hellenistik dinlerde ruhun ölümlü olmadığı düşüncesi, bir başka anlayışla da ilgili bulunmaktadır. Bu dinlerde önce ölen sonra da "tekrar dirilen" bir Allah kabul edilir; yani ilkin ölüme yenilen Allah'ın, sonradan ölümü yendiğine inanılır. Böyle bir Allah'a inanan bir kişiye, belli törenlerden geçtikten sonra, bu Allah'ın sonuna katılacağı, tıpkı onun gibi yeniden dirileceği vadedilir. İşte tüm hellenistik dinler için ortak olan bu görüşler, ilk Hıristiyanlığın da karakteristiğini oluşturur.
İlk Hıristiyanlığın başlangıcında iki ana fikir ile karşılaşıyoruz:
Önce ölümün nedenini "günah"ta aramak gerekir. Çünkü insanlar günah işlemekle Allah'tan uzaklaşmış, bu nedenle alın yazısına (kadere) katılamaz olmuş ve ölüme mahkûm edilmiştir. İnsanın ölümden kurtulabilmesi için günah işlememesi gerekir.
Ne var ki insan yalnızca kendi olanaklarıyla ya da yalnızca kendi gücüyle günahtan uzak duramaz. İnsanın günahtan kurtulması için, Allah'ın "şefaat" (bağışlanma) edip onu günahtan kurtarması gerekir. Böylece Hıristiyanlığın ikinci ana fikrine gelmiş oluyoruz: Allah "Îsa"nın varlığında insan şekline girmiştir. Allah bir büyük kahraman, bir büyük imparator şeklinde görünmemiş, aksine aşağılanan, yoksul ve zavallı bir insan biçiminde görünmüş (tecelli etmiş)tür.
Bu zavallı insan biçiminde Allah, pek çok hakaretlere uğramış, sonunda çarmıha gerilerek ölen bir insan olarak kendi ölümünü algılamıştır. Fakat ölümünden üç gün sonra yeniden dirilmesiyle, Allah ölmezliğini kanıtlamıştır. İşte önce ölen sonra yeniden dirilen bu Allah'ın alın yazısına (mukadderatına) katılan bir insan, aynı onun gibi, ölümden sonra yeniden dirilecektir.
Bu görüşleri ile, öteki hellenistik dinlerle ortak düşünmekte olan Hıristiyanlığın, onlardan "ayrılan" yanları vardır. Hıristiyanlık öteki hellenistik tapınmalardan, Allah'ın büyük bir kişi varlığında değil de, İsa gibi "zavallı bir insan "da görünmesi (tecelli etmesi) ile ayrılır. Bu düşünce Hıristiyanlığın geniş biçimde yayılması için can alıcı bir nokta olmuştur. Bu görüş yardımıyla Hıristiyanlık, İlkçağın son dönemlerinde büyük ölçüde var olan "işçi" sınıflarının dini olmak imkânını bulmuştur.
Hıristiyanlığı öteki hellenistik tapınmalardan ayıran ikinci nokta, aslında yahudilikten alınmış olan, "ölümün günahın bir sonucu olduğu" düşüncesidir. Evrenin iyi ve kötü güçlerin bir savaş alanı olduğu, kötülüğün Allah'a karşı gelmekten doğduğu düşüncesine Hıristiyanlık öncesi dönemlerde de rastlandığını biliyoruz. Nitekim Yeni Eflâtunculuk iyi ile kötüyü karşı karşıya getirmiş, iyi ve kötüyü Allah ile hiçliğin bir karşıtlığı olarak düşünmüştür. Hıristiyanlık ise savaşın "Allah" ile "Şeytan" arasında geçtiğini kabul eder.
Hıristiyanlığı öteki hellenistik dinlerden ayıran üçüncü nokta, kökü yine Yahudilikte olan, Hıristiyanlığa bağlı bir kişinin "başka bir dine girme yasağı"dır. Yahudilik, İlkçağda inananları yalnızca kendisine bağlamak isteyen tek dindir. Yahudilik öteki dinlerin Tanrılarını bir "put" olarak görür.
Başka bir deyişle: Yahudilik İlkçağda inananlarından yalnız Yahudi Allah'ına tapılmasını isteyen, onların başka Tanrılara inanmalarını yasaklayan tek "tekelci din"dir. Yahudilik, cemaati sınırlı olan ve inananlarına belli üstünlükler tanıyan dar bir dindir. Küçük bir cemaate dayanan bu din, misyonerlik yapmaya, yani Yahudiliğe yeni insanlar kazandırmaya girişmemiştir. Oysa Hıristiyanlık başlangıcından itibaren "misyonerlik" yapan bir dindir.
Hıristiyanlık, aynı Yahudilik gibi, inananlarının başka Tanrılara tapınmalarını kesinlikle yasaklar. Bu yasağın resmî Roma dinini de kapsadığı, Hıristiyanların imparatora tapınmalarını yasakladığı açıktır. Sonraları büyük bir sorun olan Roma devleti ile Hıristiyanlık arasındaki çekişmenin kaynağını bu "Yasak"ta aramak gerekir.
Roma dininin son zamanlarında imparatora tapınma gittikçe artan bir önem kazanmış, böylece bu din, devleti, imparatorun kişiliğinde Allahlaştıran bir "imparator dini" durumuna gelmiştir. Oysa Hıristiyanlık, kendi Allah'ı konusundaki tekelciliği yüzünden, imparatora tapınma ve kurbanlar sunmayı başından beri yasaklamıştır.
İki din arasındaki bu görüş ayrılığı, Roma devleti ile Hıristiyanlığın anlaşmazlığa düşmesine ve bunun sonunda Hıristiyanlarla ilgili "kovuşturma" yapılmasına yol açmıştır. Ancak bu uygulama Hıristiyanlığı zayıflatacağı yerde büsbütün güçlendirmiştir. Çünkü pekçok inatçı din mazlumlarının ortaya çıkmasına neden olan bu uygulama sonunda, Hıristiyanlık direnç kazanmaya ve değerini, önemini kanıtlamaya fırsat bulmuştur.
Önemli olan, bu uygulama sonunda Hıristiyanlığın sağlam ve köklü bir "örgütlenme" yapmak zorunda kalmış olmasıdır. Oysa öteki hellenistik dinlerden hiçbiri bir kilise, bir ümmet örgütü oluşturamamıştır. Hıristiyanlık inananlarını cemaatler halinde örgütlemekle sanki devlet için de devlet gibi bir güce kavuşmuştur. Yeni dinin tümüyle bağımsız örgütü, devletin kendisine karşı çıkmasına neden olmuştur.
Hıristiyanlığın örgütlenmesinin güçlendiği bu dönemde, Roma devlet örgütü gücünü yitirmeye başlamış bulunuyordu. Varlığını sürdürebilmek için ağır girişimlerde bulunmak zorunda kalan imparatorluğun siyasal örgütü, birlik ve beraberliğinden çok şey yitirmişti.
Roma devletinin çözülme döneminde Hıristiyanlık, günden güne büyüyen bir güç olarak belirmiştir. Sonuç olarak öyle bir an gelmiştir ki, Roma imparatorları Hıristiyanlık örgütüyle boğuşmaktan cayarak, bu örgüte yaslanma gereği duymuştur. Nitekim Hıristiyanlar konusunda en şiddetli ve en son uygulamayı yapan Diocletion'ın takipçisi (halefi) olan Konstantin, 300 yıllarında Hıristiyanların izlenmesine ait tüm yasakları kaldırmak ve Hıristiyanlığı resmen tanımak zorunda kalmıştır. Konstantin'in takipçisi Julianus Yeni Eflâtunculuğa dayanarak Roma dinini yeniden canlandırmak istemişse de, bu girişiminde, bilineceği gibi, başarılı olamamıştır.
Yeni dinde "yayıncılık" dikkat çekici olmuştur. Hıristiyanlık çerçevesinde yapılan ilk yayının henüz felsefe ile ilgisi yoktur. İlk Hıristiyan eserleri "dört incil" kadrosu içinde yazılmış olup, aslında İsa'nın yaşam ve düşüncelerini açıklar. Birincisi İsa'nın ölümünden 30, dördüncüsü 90 yıl sonra yazılmış olan dört incil, kuşkusuz, İsa'nın düşüncelerini gerçekçi biçimde ele almayan, daha çok İsa'nın kişiliğine ve doktrinine duyulan inançtan kaynaklanan eserlerdir.

anzu - avatarı
anzu
Ziyaretçi
30 Mart 2008       Mesaj #2
anzu - avatarı
Ziyaretçi
HIRİSTİYANLIK FELSEFESİ TEK BİR SİMGE ÜZERİNE KURULUDUR;HAÇ...DOLAYISIYLA HAÇ GİBİ SİMGESEL BİR FELSEFENİN YANINDA HAÇLILARIN OLMASINI DA YADIRGAMAMAK GEREKİR : )
Sponsorlu Bağlantılar
king nothing - avatarı
king nothing
Ziyaretçi
17 Eylül 2008       Mesaj #3
king nothing - avatarı
Ziyaretçi


Hıristiyanlığın Özü: Tevhid

Hıristiyanlık, ilk başta, Filistin'de yaşayan Yahudiler arasında doğdu. Hz. İsa'nın çevresinde bulunan ve ona inanan insanların tamamına yakını Yahudiydi ve Hz. Musa’nın şeriatına göre yaşıyorlardı. Yahudiliğin en temel özelliği ise tevhid inancıydı, Allah’a bir ve tek olana iman etmekti.

Ancak Hıristiyanlık Hz. İsa’nın Allah Katına alınışının ve Yahudilerin dünyasından çıkıp pagan dünyaya doğru yayılışının ardından farklılaşmaya başladı. Hz. Musa’nın şeriatının temeli olan tevhid inancı büyük bir değişikliğe uğradı ve Hıristiyanlar Hz. İsa'yı kendilerince bir ilah olarak kabul etmeye başladılar.

“Üçleme” inancı bu sürecin sonunda ortaya çıktı. Bu kavram, Hıristiyanlar için, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh”tan meydana gelmiş üçlü bir Allah inancı anlamına gelmektedir. Üçleme, geleneksel Hıristiyanların en önemli iman şartlarındandır. Üçleme inancı sonsuz güç ve kudret sahibi olan Rabbimiz'e batıl bir anlayışla bakan, Allah’ın insanlara peygamber olarak gönderdiği Hz. İsa’ya uluhiyet veren yanlış bir inanıştır. Ancak, kendi içinde birçok çelişkiler barındırmasına ve tevhid inancının tamamen karşısında yer almasına rağmen, Hıristiyanların tahrif edilmiş inanç sistemlerinde çok önemli bir yere sahiptir. Üçlemeye, dolayısıyla Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğuna, inanmayan bir kişi geleneksel Hıristiyanlığın savunucuları tarafından gerçek bir Hıristiyan olarak kabul edilmez.

Üçleme'yi Kabul Etmeyenlere Baskı

İlginç olan bir nokta, Hıristiyanlık tarihi boyunca üçleme inancına karşı çıkıp, Hz. İsa’nın sadece Allah’ın peygamberi olan bir beşer olduğunu savunan çeşitli kişi ve akımların şiddetli baskılara maruz kalmış olmasıdır. Bu kişilerin İncil’den ve Hz. İsa’nın hayatından getirdikleri deliller her zaman göz ardı edilmiş, insanlar bu konularda konuşmaktan menedilmişlerdir. Bu tevhid inancı sahipleri, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söyleyenlere şiddetle karşı çıkmış, bunun açıkça “Allah'a şirk koşmak” olduğunu söylemişlerdir. Bu nedenle de asırlar boyunca “kafir”, “sapkın” (heretik) ve hatta “Hıristiyanlık düşmanı” olarak tanıtılmış, onlara destek verenler de aynı tepkilerle karşılaşmışlardır. Kimi yurtlarından sürülmüş, kimi de engizisyon mahkemelerince yakılarak öldürülmüş veya asılmışlardır. Bu tepkiler üçleme karşıtlarının sayıca artmalarını, fikirlerini yaymalarını engellememiştir. Ancak Hıristiyan dünyasında Allah’ın birliğine iman edenler, her zaman için üçleme savunucularının yanında azınlık konumunda olmuşlardır.

Ancak konuyu tarafsız gözle araştıranlar bile, gerçek Hıristiyanlığın, tarih boyunca baskı altına alınan sözkonusu muvahhid (tevhide inanan) Hıristiyanlık olduğunu tespit etmektedirler. Özellikle de 18. yüzyılda başlayan bağımsız Kitab-ı Mukaddes araştırmalarının büyük bir bölümünde, üçleme, kefaret ve benzeri Hıristiyan dogmalarının gerçek Hıristiyanlıkta yer almadığı sonucuna varılmıştır. Araştırmaları yapan uzmanlar, Tevrat, İncil ve diğer Hıristiyan kaynakları üzerinde yaptıkları incelemelerle, dünya üzerinde hakim olan geleneksel Hıristiyanlığın Hz. İsa döneminde yaşanan dinden önemli farklılıklar taşıdığını, Hz. İsa’dan asırlar sonra şekillendirildiğini ortaya koymuşlardır.

Üçleme İnancını Reddeden Hıristiyanlar

Bu tarihsel kanıtların da etkisiyledir ki, günümüzde bazı Hıristiyan mehzepler üçlemeyi reddetmektedirler. Örneğin dünyanın dört bir yanında kiliseleri bulunan Üniteryen Kilisesi, üçleme inancını kabul etmeyen çok büyük bir Hıristiyan topluluğudur. Bu cemaatin üyeleri –aralarında çeşitli görüş farklılıkları bulunsa da- Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmemekte, Hıristiyanlığın bir ve tek olarak Allah’a iman etmeyi emrettiğini söylemektedirler. Büyük bir bölümü de Hz. İsa’nın tüm insanların günahlarına kefaret olarak çarmıha gerildiği yönündeki iddianın yanlışlığını vurgulamaktadırlar. Günümüzde üçleme karşıtı Hıristiyanlarla, farklı isimler altında ve farklı Kilise oluşumları şeklinde karşılaşmak mümkündür. Özellikle de Amerika’da “üçleme karşıtları” her geçen gün daha da güçlenmekte ve Hıristiyan dünyasında gerçekleri açıkça dile getirenlerin sayısı büyük bir artış göstermektedir. Bunlar arasında "The Worldwide Church Of God" özellikle dikkat çekicidir. Bu kilisenin kurucusu Herbert W. Armstrong, üçleme doktrininin pagan kültürlerden Hıristiyanlığa giren bir batıl inanç olduğunu savunmaktadır.

Bu konuda en çok dikkat edilmesi gereken nokta, geleneksel Hıristiyanlığı savunanlar tarafından Hıristiyanlığın temeli olarak gösterilen “üçleme” inancına Kitab-ı Mukaddes’in hiçbir bölümünde rastlanamamasıdır. Ne Yahudilerin Kutsal Kitapları olan Eski Ahit’te ne de Hıristiyanların kutsal metni olan İncil'de bu inanç yer almamaktadır. Üçleme inancı İncil’de yer alan bazı ifadelerin yorumlarına dayanmaktadır ve bu kelime ilk kez 2. yüzyılın sonlarında Antakyalı Theophilus tarafından kullanılmıştır. Bu inancın Hıristiyan inançlarına tam anlamıyla dahil olması ise çok daha sonraları gerçekleşmiştir. Bu nedenle de Kitab-ı Mukaddes araştırmacıları ve üçleme karşıtları özellikle “Hıristiyanlık dininin temeli olarak tanıtılan üçleme inancının Kutsal Kitap’ta açık ifadelerle yer alması gerekmez miydi? Eğer bu inanç gerçekten doğru olsaydı, Hz. İsa’nın bu konuyu tüm açıklığıyla insanlara anlatmış olması gerekmez miydi?” soruları üzerinde yoğunlaşmaktadırlar. Bu sorulara kendilerinin verdikleri cevap ise açıktır: İncil’de tüm açıklığıyla yer almayan, dolayısıyla ilk Hıristiyanlar tarafından bilinmeyen bir inanç, asla Hıristiyanlığın temeli olamaz. Bu, Hz. İsa’nın ardından ve yerleşik Yunan kültürünün etkisiyle oluşturulan mitolojik bir efsaneden başka bir şey değildir, Hıristiyanlığın özüyle de hiçbir ilgisi yoktur.

Aslında bu gerçek, İncil dikkatli bir biçimde okunduğunda da görülebilir.

İncil’de de “Allah’a Bir ve Tek Olarak İman Etmek” Esastır

Kuran'da Hz. İsa’nın Yahudilere şu şekilde tebliğde bulunduğu bildirilmektedir:

"Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin" (Maide Suresi, 72)

Hz. İsa'nın insanları tevhide çağıran ifadeleri, aksi yönden çarpıtma ve tahriflere maruz kalmış olan Yeni Ahit'in İncillerinde bile bugün hala bulunabilir. Örneğin Hz. İsa, Markos İncili'ne göre, kendisine gelerek "tüm buyrukların en önemlisi hangisidir?" diye soran bir Yahudi din bilginine şöyle cevap vermiştir: "En 'Dinle, ey İsrail! Allahımız olan Rab tek Rab'dir. Allahın olan Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla ve bütün gücünle sev'önemlisi şudur: ." (Markos, 12/28-30)

Yine Markos İncili'nde yer alan aşağıdaki pasaj ise, Hz. İsa'nın kendisinin ilahlaştırılması bir yana, övülmesine bile engel olduğunu göstermektedir:

"İsa yola çıkarken, biri koşarak yanına geldi. Önünde diz çöküp O'na, "İyi öğretmenim, sonsuz yaşama kavuşmak için ne yapmalıyım?" diye sordu. İsa ona, "Bana neden iyi diyorsun?" dedi, "iyi olan tek biri var, O da Tanrı'dır." (Markos, 10/17-18)

Aslında tek başına bu pasaj bile üçlemenin Yehi Ahit'e aykırı bir inanç olduğunu göstermeye yeterlidir. Hz. İsa övgü kabul etmeyip övülmeye layık olanın sadece Allah olduğunu vurgulayarak, kendisinin Allah'ın bir kulu olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmektedir.

Gerçekte Hz. İsa Allah'ın bir peygamberidir Hz. Musa’nın getirdiği vahyin tahrif edilmesinin ardından, insanları Allah'ın birliğine çağırmak, O’ndan başka ilah olmadığını insanlara tebliğ etmek için gönderilmiştir. O, Hz. Musa’nın getirdiği hak dini dejenere edip bozan İsrailoğullarını bağnaz geleneklerinden uzaklaşıp, batıl inanışlarını terk etmeye, sadece Allah’a teslim olmaya çağırmıştır. Ayetlerde Hz. İsa’nın İsrailoğullarına tebliği şu şekilde bildirilir:

İsa, açık belgelerle gelince, dedi ki: "Ben size bir hikmetle geldim ve hakkında ihtilafa düştüklerinizin bir kısmını size açıklamak için de. Öyleyse Allah'tan sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah, O, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; şu halde O'na kulluk edin. Dosdoğru yol budur." (Zuhruf Suresi, 63-64)

"Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin. Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Dosdoğru olan yol işte budur." (A-li İmran Suresi, 50-51)

Müslümanlara, Hıristiyanlara, Yahudilere ve tüm dünya insanlarına düşen de, bu İlahi çağrıya uymaktır.
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
27 Ekim 2008       Mesaj #4
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
HIRİSTİYANLIK. Filistin'de, Yahudi toplu­munun içinde bir dinsel akım olarak doğan Hıristiyanlık'ın kurucusu Hz. İsa'dır. İnsanlar arasında sevgi ve kardeşliği öneren Hıristi­yanlık, Hz. İsa'nın yaşamı ve öğretisine daya­nır. Kutsal Kitap'ın Eski Ahit (Sözleşme) bölümünde sözü edilen, Yahudiler'i kurtara­cak Mesih'in İsa olduğuna inanılır. Hıristıyanlar'a göre İsa Tanrı'nın oğlu, kilisenin kurucu­su ve başıdır . Günümüzde, Katolik, Protestan ve Ortodoks kiliseleri ola­rak üç ana dala bölünmüş olan Hıristiyanlık, dünyanın en yaygın dinidir.
Hıristiyanlık, Akdeniz çevresindeki toprak­larda doğdu. Tanrı tarafından seçilmiş bir halk olduklarına inanan Museviler, yüzyıllar boyunca Tanrı'nın mesajını getirecek ve onla­rı düşmanlarından kurtaracak olan Mesih'i beklediler. İS 29'da İsa, Celile'de vaaz verme­ye başladı ve birçok kişi, beklenen Mesih'in geldiğine inandı. İlk Hıristiyanlar, İsa'nın 12 havarisiyle onların dostlarıydı .
İsa'nın ölümünü izleyen 200 yıl süresince Hıristiyanlar ibadetlerini evlerde toplanarak sürdürdüler. Bu toplantılarda İsa'nın öğretisi yinelenir, Son Akşam Yemeği'ndeki olayların yeniden yaşandığı ayinler yapılırdı. Son Ak­şam Yemeği, İsa'nın yakalanarak çarmıha gerilmezden önce 12 havarisiyle birlikte yedi­ği son yemektir. İncil'e göre İsa, bu yemekte, ekmeği böler ve kendi bedeni olduğunu söyle­yerek yemeleri için dağıtır. Ardından bir kupa şarabı kutsar ve havarilerine kendi kanı olarak sunar. Hıristiyan inancına, özellikle de
Katolikler'e göre, İsa bedenini ve kanını sunmakla, havarilerinin kendisiyle birleşme­lerini sağlamış, tüm insanlığın günahlarının bağışlanması için de kendisini Tanrı'ya kur­ban etmiştir. Evlerde sürdürülen ibadetlerde simgesel olarak yinelenen Son Akşam Yeme­ği, zamanla kilisenin temel ayinlerinden biri olan şükran ayinine dönüştü.
Hıristiyanlık'ın bir başka önemli kutsama ayini de vaftizdir. Hıristiyan olacak bir kişinin vaftiz edilerek ruhunun arınması gerektiğine inanılır. Vaftizde ruh temizliğinin simgesi olarak su kullanılır. İsa'nın öğretisinde insan ile Tanrı arasındaki ilişki, kişinin Tanrı'yı özgür iradesiyle ve tüm benliğiyle sevmesinin yanı sıra, komşularını da en az kendisi kadar sevmesi biçiminde anlatılır. Hıristiyanlar üçleme'ye inanırlar. Üçleme tek olan Tanrı'nın üç kişiliğini birleştirir. Bunlar Baba Tanrı, insan­lığı günahtan arındırmak için ölen Oğul Tanrı (İsa) ve insanların düşünceleriyle eylemlerine kılavuzluk eden kusursuz ve eksiksiz bir sevgi akımı olan Kutsal Ruh'tur.İlk Hıristiyanlar Yahudi'ydiler. Kilisenin ilk önderlerinden Aziz Paulus, Hıristiyan­lık'ın bütün insanlara açık bir dünya dini olabilmesi için kilisenin Musevilik'ten bağım­sız olması gerektiğini bildirdi. Böylece bu yeni din başta Roma İmparatorluğu olmak üzere yeni toplumlar içinde de hızla yaygın­laştı. Havariler ve onların kutsayarak görev­lendirdiği temsilcileri Hıristiyanlık'ın yaygın­laşmasına ve ilk kiliselerin kurulmasına ön ayak oldular. Puta tapma ve büyücülüğün Hıristiyanlık'a sızmasını önlemek için İsa'nın yaşamı ve öğretileri İS 20()'de bir kitapta toplandı. Konuşulan Yunanca'yla yazılan bu kitaba Yeni Ahit adi verildi. Daha sonra Museviler'in Hski Ahit denen İbranice yazılı din kitapları da Yeni Ahit'in başına eklendi ve tümüne birden Kutsal Kitap adı verildi .
Roma İmparatorluğu'nda yaşayan ilk Hıris­tiyanlar çeşitli zorluklar ve tehlikelerle müca­dele etmek zorunda kaldılar. Putperest Roma İmparatorluğu topraklarında, kiliseler aracılı­ğıyla hızla örgütlenen Hıristiyanlar, devlet güçlerini karşılarında buluyorlardı. İS 313'te İmparator I. Constantinus, Hıristiyanlık'la birlikte bütün dinlere hoşgörü gösterilmesini sağlayan bir yasa çıkardı. 4. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyanlık bütün Roma İmparatorlu-ğu'na yayıldı. Kilise önderleri devlet işleriyle ilgilenmeye başladılar. Kilisenin gücünün bu alanda artmasıyla, dinsel ilkelerden sapma ve dünya değerlerini önemseme başladı. Bazı Hıristiyanlar, dinde eski yoksulluk ve özveri dönemine dönülmesi gerektiği inanandaydı. Aziz Benedict'in önderliğindeki bir grup Hı­ristiyan bir araya geljerek dünya nimetlerine önem vermeyen, katı ve yalın bir yaşam biçimini benimsedi; böylelikle ve keşişler doğdu. Bu dönemde, kilisenin konumunu netleştirmek ve sorunlarını çöz­mek amacıyla piskopos meclisleri toplandı.
Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra, yönetimin sorumluluklarının birçoğu­nu kilise üstlendi. Yaklaşık 500-1500 arasında kilise, ortaçağın başlıca kültür kurumu oldu. Bu çağda öğretmenlik ve araştırmacılık yapan keşişler büyük önem kazandı. Kitapları çoğal­tan, ders veren, okulları yöneten onlardı. Tarım alanında da becerilerini geliştirdiler.
Batıda Roma piskoposu, yani papa, bütün Hıristiyanlar'ın önderi ve kilisenin başıydı, ama kralların desteğine de gereksinim duyu­yordu. Bazen kilise ya da devletin izlediği siyaset konusunda krallardan biriyle papa arasında anlaşmazlık çıkar, büyük tartışmalar olurdu. Papanın aynı zamanda İtalya'daki Papalık Devletleri'nin yöneticisi olması, bu ilişkileri daha da karmaşıklaştırıyordu
Hıristiyanlık yaygınlaştıkça birliğini koru­yamadı. Daha 2. yüzyılda Hıristiyanlar ara­sındaki anlaşmazlıklar bazı grupların kilise­den ayrılmasına yol açmıştı. Doğuda kilise, devletin ve hükümdarların egemenliğine gi­rerken, batıda papaya bağlı, krallardan ba­ğımsız bir güç olarak gelişti ve devletler üzerinde dinsel otoritesini kabul ettirdi. 1054'te kilise doğu ve batı olarak bölündü. Böylece batıda papanın başında bulunduğu Katolik Kilisesi, doğuda ise papanın otoritesi­ni tanımayan Ortodoks Kilisesi kuruldu. Ay­rılmanın asıl etkisi, uzun yıllar sonra batıdaki Hıristiyanlar'ı doğu ile karşı karşıya getiren Haçlı Seferleri'yle ortaya çıktı. Daha sonra Katolik Kilisesi'nin para sıkıntısı çekerek, günahların bir bölümünün para karşılığı ba­ğışlanabileceğin! açıklaması ve bunu uygula­maya koyması yeni bir bölünmeye neden oldu.
1517'de Alman din adamı Martin Luther, kilisenin bu gibi uygulama ve öğretilerini açıkça sorgulamaya başladı. Bu sorgulama Reform hareketi ve Protestan kiliselerinin kurulmasıyla sonuçlandı . Baş­langıçta Protestan reformcuları, yalnızca, kili­senin öğreti ve uygulamalarında bazı değişik­likler yapmak istediler. Ne var ki, bunu gerçekleştiremeyince kilise bölündü. Protes­tan Kilisesi, Katolikler'e karşı mücadele eder­ken papanın otoritesinden hoşnut olmayan krallardan yardım gördü. Böylece kilisenin devlet üzerindeki yetkisi azaldı. Protestanlık da kendi içinde çeşitli ulusal kiliselere bölü­nürken, bazı Protestan gruplar kendilerini herhangi bir devletin desteği ve ilişkisi dışında tuttu. Bunlar Hür Kiliseler adıyla anılageldi. İngiltere'de VIII. Henry döneminde kilise, papalıktan ayrıldı ve Anglikan Kiliseleri, Reform'un temel ilkelerini benimsedi.
16. yüzyılda başlayan keşifler ve sömürgeci­lik hareketleriyle birlikte, özellikle de 19. yüzyılda, Hıristiyanlık bütün dünyaya hızla yayıldı. Katolikler ve Protestanlar giriştikleri misyonerlik çalışmalarıyla bu dini Asya, Amerika, Afrika ve Avustralya'ya taşıdılar. Ne var ki, bu hızlı gelişme, Hıristiyanlık'ın dünyadaki etkisinin giderek zayıflamasının önüne geçemedi. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'ndan sonra bu ülkede din ile devlet işleri birbirinden ayrıldı ve bu olay devletin, kilise­nin etki alanı dışına çıkarılmasına örnek ol­du.20. yüzyılda kiliselerin üye sayısında bir düşme görüldü. Bu arada kilise ayinleri yalınlaştırıldı. Rahipler sıradan insanlarla birlikte çalışmaya özendirildi. Daha önceleri yalnızca rahiplerin yerine getirdiği bazı sorumluluklar kilise üyelerince de üstlenilmeye başlandı. Eskiden vaftiz, tövbe, nikâh gibi kutsama ayinleri yalnızca erkek din görevlilerince yeri­ne getirilirken, kadınlar da bu gibi işlerde görevlendirildi.

MsxLabs & TemelBritannica
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....

Benzer Konular

27 Haziran 2012 / GusinapsE Din/İlahiyat
23 Aralık 2009 / Misafir Cevaplanmış
7 Haziran 2012 / ThinkerBeLL Felsefe