Ziyaretçi
Felsefede Aydınlanma.
Sıra yeni görüşlerin ışığında insanın doğasını açıklamaya gelmişti. Hıristiyanlığın bu konudaki görüşü kesindi: İnsan, İsa’nın ödediği kefaret aracılığıyla kurtuluşa erişinceye değin, Âdem’in günahını sırtında taşıyacaktı. Oysa ussal çıkarım, Tanrı’nın, kendi us gücünü ve iyiliğini insana da aşıladığı vargısına götürmekteydi ve bu çerçeve içinde ilk günaha yer yoktu.
Sponsorlu Bağlantılar
Ingiltere’de Aydınlanma akımının son temsilcisi olan David Hume’un felsefesinin temelinde de usçu düşüncenin kalkış noktasını oluşturan nedensellik ilkesinden duyduğu kuşku yatıyordu. Ama Hume, Locke’tan farklı olarak, her ideanın önce bir izlenimi olması gerektiğini ileri sürüyor, deneyimlerin temeline insanın saf algılarını koyuyordu.
Almanya’da Aydınlanma düşüncesi yaratıcı olamadı, başlıca görüşlerini İngiliz ve Fransız Aydınlanma felsefelerinden derledi. Bu durum Alman tarihinin gelişmesiyle ilgiliydi. Reform hareketinin yarattığı uzun süren kargaşalıklar Almanya’nın, Fransa ve İngiltere’de gelişen bu büyük kültür sürecine katılamamasına neden olmuştu. Alman Aydınlanmasının en tipik düşünürü Chris- tian Wolff’du. O da 17. yüzyılın ikinci yansında gelişen Leibniz felsefesini sistemleştirerek bir okul felsefesi yapmıştı. Büyük düşünür Immanuel Kant da ilk bilgilerini Leibniz Wolff felsefesinden almış, sonra bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne varmıştı. Kant “Vas İst Aufklârung ?”da (1784; “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, 1983) Aydınlanmayı şöyle tanımlıyordu: “Aydınlanma, insanın, kendi yüzünden içine girdiği bir ergin-olmayış durumundan kurtulup usunu kullanmaya başlamasıdır”. Kant’a göre insan bu duruma us yüzünden değil, onu kullanamaması yüzünden düşmüştür; çünkü o döneme değin hep başka kılavuzların yol göstericiliğini aramıştır. Kant bir bakıma Aydınlanma felsefesi içinde yer alırsa da, öbür yandan bu felsefeyi aşmış, 19. yüzyılın ilk yarısını kapsayan Alman idealizminin çıkış noktası olmuştur.
İnsanın doğasını kavramaya çalışırken, etik sorunlar da önem kazanıyordu. Usçu tümdengelim yöntemiyle bakıldığında (usunu kullanan insan özünde iyi olduğuna göre), neyin doğru olduğunu bilmek, doğru olanı yapmak demekti. Oysa doğru olanı bilenin, her zaman doğru olanı yapmadığı görülüyordu. Bu yüzden de ahlaksal davranışların temellerini araştırmak gerekiyordu. Büyük usçu düşünürler bile, insan doğasının düşünsel olmayan boyutunda, ahlaksal uyarıcıların, yani tutkuların bulunduğunu kabul ediyordu. Hıristiyanlık, hep insanın Cennet’teki mutluluk özlemine ve Cehennem acılarından duyduğu korkuya seslenmişti. İnsana özgü bu eğilim kolayca genelleştirilebilir ve yaşamın dinamik gücünü haz arayışının ve acıdan kaçınma çabasının oluşturduğu savunulabilirdi.
Ahlaksal davranışların kişinin kendi içinden kaynaklandığı konusunda kuşkuya düşüldüğüne göre, bu davranışların kaynağı belki de kişinin dışında aranmalıydı. İnanmış Hıristiyanların yanıtı hazırdı: Tanrı, Kitabı Mukaddes aracılığıyla insana nasıl davranması gerektiğini bildirmişti. Ama Tanrı ile ilişkisini kesmiş düşünürler için bu yanıt yeterli değildi. 17. yüzyıl ortalarında Thomas Hobbes, doğal bir çevrede hazzın ve acının otoritesinde yaşayan insanların, herkesin herkese karşı savaş içinde olduğu bir kargaşa ortamına düşeceği sonucuna varmıştı. Bunun tek çözümü, bir devlet kurmak ve kayıtsız şartsız onun yasalarına boyun eğmekti.
Hobbes’un ardılları, ahlak kargaşasına çözüm olarak, topluluğun refahı üzerine kurulu bir yasalar bütünü oluşturmayı önerdiler. Helvetius, Paris Parlement’ı (Yüksek Mahkeme) tarafından yakılan ve papalıkça mahkûm edilen De Vespri' de (1758; Ruh Üzerine), benmerkezci insanı toplumsal bir varlığa dönüştürmenin tek yolunun iyi yasalar yapmak olduğunu ileri sürüyordu, iyi yasa yapma sanatının özü, benlik tutkusuyla davranan insanları, birbirlerine karşı her zaman adil olmaya yöneltmeyi bilmekti. Jeremy Bentham, laissez faire (bırakmız yapsınlar) demokrasisinin ilkelerini bu birikim içinden bulup çıkaracaktı.
Kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Baturalp; 28 Ocak 2017 00:10