Arama

Post-modernizm Nedir?

Güncelleme: 28 Aralık 2012 Gösterim: 51.699 Cevap: 4
Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
26 Eylül 2006       Mesaj #1
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi
Post-modernizm nedir?

Sponsorlu Bağlantılar
Bana göre post-modernizm; son tahlilde sosyalizme düşman bir düşünce sistemdir. Yalnız sosyalizme mi düşman? Hayır!! Hümanizme, özgürlüğe, kurtuluşa, evrenselliğe, gerçekliğe, bilime ve us'a (akla) da düşmandır.

'Post-' kelimesi İngilizce bir kelimedir. Kelimenin anlamı 'sonra' demektir.

Post-modernizm ise 'Modernizm-sonrası' anlamına gelir. Bu bakımdan post-modernizm hem bir tarihsel dönem, hem de bir düşünce sistemi anlamına gelmektedir.

Post-modernizmin ne olduğunu anlamak için önce modernizmin ne olduğunun açıklanması gerekir.

Modernizm, aydınlanma (AufklŠrung) ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inança karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve Bilimi ilerlemenin aracı olarak görür.

Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi 'eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle İnsanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağını düşünülüyordu.

Ancak modernleşme hedeflerine ulaşamamıştı. Bu nedenle aydınlanma ve modernleşme eleştirilmeye başlandı. İki filozof tarafından eleştirildi: Marks ve Nietsche.

Marks, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, us'a güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: 'özel mülkiyet, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile zıtlık içindedir. Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir.

Nietsche ise, 'Der Fortschritt ist bloss eine moderne Idee, das heisst eine falsche Idee' (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, fakat yanlış bir düşünce).

Nietsche modernleşmenin temel ilkerine karşı çıkmıştır. Us'a en büyük saldırı Nietsche'den gelmiştir. Post-modernizmin kökleri Nietzsche ve Heidigger'e kadar uzanmaktadır.

Nietsche hem sol hem de sağda taraftar bulan bir filozoftur. Bunun neden böyle olduğunu başka bir yazıda ele alacağım.

Frankurt Okulu'nun önemli düşünürlerinden Max Horkheimer şunu söylüyor : "Nietzsche'nın büyük bir ihtimalle Marks'tan daha önemli bir düşünür olduğu sonucuna ulaştım.'

Frankfurt Okulu Nietsche'ya yaklaştıkça, Marks'tan uzaklaşmıştır. Frankfurt Okulu bu nedenle 'öznesi' olmayan bir marksizm kurmaya çalışmıştı.

Genel olarak post-modernizm Amerika'dan kaynaklandığı söylenir. Ama bu doğru değildir. Post-modernist düşüncenin doğuş yeri Fransa'dır. Post-modernizm 1970'li yıllarda Fransa'da zemin bulmuştur. 1968 Mayısından sonra işçi sınıfı ve öğrenci hareketinin başarısız kalması, kötümser bir atmosfer doğurmuştur. Böylesi bir atmosferde, Fransız aydınları kitle halinde sol düşünceden uzaklaşmışlardır. Post-modernizmin babası olan Jean-Francois Lyotard'ın bir Fransız aydını olması rastlantı değildir. Lyotard, 'Ya sosyalizm ya da barbarlık' adlı dergi çıkaran bir sosyalist idi. Sonra dönek oldu.

Post-modernizmin Fransa'daki temsilcileri şunlardır: Jacques Lacan, Jean-Pierre Lyotard, Jacques Derrida, Michel Foucault, Julia Kristeva, Jean Baudrillard, Gilles Deleuz.

Derrida'nın öğrencisi, Lacoue-Labarthe "Nazizm hümanizmdir!' söyleyecek kadar pervazsızlaşır.

Luce Irigaray ise cinsiyet farkını şizofrenik hale getiren feminist filozof. Öyleki bu filozof, Einstein'nın geliştirdiği e=mc_ formülünün cinsiyete bağımlı olduğunu iddia edecek kadar akla karşı bir saldırı başlatır.

Post-modernizm Fransa üzerinden 80'li ve 90'lı yıllarda İngiltere ve Amerika'ya yayılmıştır. Amerika'daki temsilcilerinden biri Richard Rorty'dir

Uzatmamak için özetliyorum:

Toplumsal dönüşümlerin ilk şartı mevcut durumu iyi kavramaktır. Post-modernist düşünce insanı, mevcut durumu anlıyamayacak hale getirmektedir.

Değişime karşı olanlar, gerçekliğin ortaya çıkmasını ve kavranmasını istemezler. Bu nedenle ilk işleri, gerçekliği açığa çıkarabilecek düşünce sistemlerine saldırmalarıdır. Post-modernizmin bilgi-teorisine, diyalektike, bilime ve Us'a saldırmasının nedeni budur. Post-modernistler diyaleltiğe karşıdırlar ve Hegel'e düşmandırlar.

Postmodernizmin bazı önemli özellikleri şunlardır:

1. Dışımazdaki geçekliği kavrayamayız.

2. Evrensel doğrular yoktur.

3. Bütünlük anlayışı yanlıştır.

4. Her şey görelidir. Herşey geçicidir, dün doğru olan bugün yanlıştır. Bugün doğru olan ise yarın yanlış olacaktır. Bu nedenle insan hiç bir zaman doğruya ve gerçeğe ulaşamıyacaktır.

5. Toplumdaki tüm değerler, bireysel ve kültürel olarak belirlenir. Bu belirlenenler ise tarihseldir, geçicidir.

6. Doğru olan tercihlerimizdir.

Post-modernistler ideolojik gıdalarını, Heidegger ve Nietzsche'nin irrasyonalist deposundan almaktadırlar. Ancak tek yanlı yaklaşımların sakıncalarından kaçınmak için şu durumu da görmek gerekir: Postmodernistler yeni olgulara (cinsellik, dil, etniklik, kültürcülük vb.) parmak basmışlardır. Ancak yeni sorunlara yanlış cevaplar vermektedirler. Bu nedenle, post-modernizm hem bir zenginleşme hem bir kaçamaktır.

Post-modernizm hem radikal hem muhafazakardır. Birey, kimlik, kültür alanında radikal, sistemi değiştirme alanında muhafazakardır. Politik bakımdan muhalif, ekonomik bakımdan işbirlikçidir. Tikel alanlarda anarşist, genel alanlarda sistem savunucularıdır.

Post-modernist düşüncenin özellikle edebiyatçılar ve filozoflar saflarında yankı bulması da ayrı bir sorudur.
kerdenoff - avatarı
kerdenoff
Ziyaretçi
25 Eylül 2007       Mesaj #2
kerdenoff - avatarı
Ziyaretçi
post-modernizm kafa karıştırıyor eyvallah ama koca bir aydınlanma külliyatının sonucu bu noktaya gelindi:
Genel geçerlik iddiası taşıyan önermelerinin reddedilmesi
Sponsorlu Bağlantılar
Dil oyunlarında, bilgi kaynaklarında, bilim topluluklarında çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi,
Söylem çoğulluğunun benimsenmesi
Farklılığın ve çeşitliliğin vurgulanıp benimsenmesi; gerçeklik, hakikat, doğruluk anlayışlarının tartışılmasına yol açan dilsel dönüşümün yaşama geçirilmesi
Mutlak değerler anlayışı yerine yoruma açık seçeneklerle karşı karşıya gelmekten çekinmemek, güvensizlik duymamak, belirsizlikle barışmak
Gerçeği olabildiğince yorumlamak, belli bir zaman ve mekânın sözcüklerini kullanmak yerine gerçekliği kendi bütünlüğü/özerkliği içinde anlamaya çalışmak
İnsanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışlarla hesaplaşmak, tek ve mutlak doğrunun egemenliğine karşı çıkmak
Metnin dışının olanaksızlığını öne sürmek
Sosyalizm bunları göz önüne almadan kendini yeniden varedemeyecek sanırım, bitmiş değil bitmeyecek tarihsel projelerle uğraşıyoruz, sorun üretim araçlarının mülkiyetinin kolektifleştirilmesi değildir yalnızca, sorun insanın kendini gerçekleştirmesinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır ve öyle görünüyorki insan hep farklı farklı şekillenecek, insanın doğası yoktur, hakikate ilişkin bilgimiz arttıkça insanın kendini gerçekleştirme şansı artacaktır, post-modernizmi bir eleştiri olarak görüp, gerçeklerimizi ona göre derinleştirsek hiç değilse ayaklarımız yere basar, adalet sorunu yoktur demiyor ki post-modernizm, ama adalet sorununun mümkün olan mutlak tek çözümünü reddediyor...
asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
8 Mayıs 2009       Mesaj #3
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın
Postmodernizm’in Ne’liği

Bu yüzergezer terimin analitik açılımı için öncelikle postmodernizmin yerini aldığı varsayılan şeye, yani modernizmi hangi açılardan eleştirdiğine bakmak gerekir. Modernite paradigmasına ilişkin yerleşik kavramlar dizisinin totaliter ve eskimiş olduğunu teşhis için, yeterli birer semptom sayıldığı postmodernist teorilerde, mevcut olan meşrular ve gayri-meşrular listesi, insanda postmodernizmin her şeyden önce bir ruh halini yansıttığını düşündürmektedir.

Bütüncül teoriler karşısında perspektif çokluğunu, evrensellik karşısında yerellik ve tikelliği, hakikat karşısında yorumu ve göreliliği, politika ve etik karşısında estetiği, ideoloji eleştirisi karşısında yapıbozumunu, gerçeklik karşısında imgeleri, temsil karşısında benzetimi (simülasyon), zaman karşısında mekânı, çelişki karşısında farklılıkları, sınıf karşısında kimlikleri, gereklilik karşısında olumsallığı ve kaosu öne çıkaran, bilgiye, akılcılığa, kurtuluş söylemlerine kuşkuyla bakanların paylaştığı, estetize edilmiş bir ruh hali olup; aslında kendisi de yeni moda bir adlandırma (neologism) olan ve modernliği diskalifiye etme çabasıyla belli bir cazibe alanı yaratan postmodernizmin menfi tesiriyle, ‘Aydınlanma’nın (ve onun temel mirasçılarından biri olarak görülen sosyal teorinin), pek çok baskı türünün uygulandığı bir yanılsamalar çağı olarak görülmesi moda haline gelmiştir. Meta-anlatıların sonunu ilan ederken kendisi de bir meta-anlatıya dönüşmüş olan postmodern retorik bugün sosyal teoriyi derinden sarsmıştır.

Bu yaklaşımlara meşruyetini kazandıran temel tez, moderniteden mutlak bir kopuş yaşandığıdır. Ki bu kopuş, onun toplumsal organizasyon ilkelerinden, dünyayı kavrayış tarzlarından, sanat ve kültür duyarlılıklarından ve kurtuluş projelerinden detaylı bir kopuşu öngörür. Öyle ki, postmodernist düşünürlerin -farklı açılardan meseleye yaklaşsalar da- eleştirilerinin odak noktası ortaktır: Toplumu ve tarihi tek ve bütünlüklü bir öznenin perspektifinden rasyonel biçimde kavramayı ve inşa etmeyi kolektif özerkliğin güvencesini sayan ‘modern’ bir proje.

Her açıdan bir tür kavramsal bulanıklık içeren postmodernist metinler, paradoksal biçimde (çünkü herhangi bir postmodernist metni okuduğunuzda, söz konusu metnin teorik soyutlama düzeyinin doruklarında dolaştığını hissedersiniz), aslında ‘söz’e olan güvenini yitirmiş, ‘geniş bir anti-teorik akımın parçası’ olarak karşımıza çıkarlar. Sözgelimi Zygmunt Bauman, postmodernist sosyal teoriyi , entelektüel solun tarihsel öznesi olan işçi sınıfını kaybetmesinden doğan krizine bir tepki olarak resmeder ve postmodernizmi en temelde sol kuramın acilen gereksinim duyduğu ‘yeniden düşünme ve benlik bulma’ girişimlerine ancak kısmi bir zemin oluşturabilecek, teslimiyet ve boşunalığın ‘son-bir-çaba felsefesi’ olarak kavramsallaştırır. Eğer, Alex Callinicos gibi sosyal teoriyi ‘siyasal bir düşünce formu’ olarak kabul edersek, postmodernitenin yüklendiği siyasal anlam ve yönelimlerin nelere yol açacağını anlamamız kolaylaşacaktır.

Postmodernite, yeni bir çağ değildir. Postmodernite, her bakımdan modernite üzerindeki bir ‘asalak’ konumdadır; modernitenin başarıları ve açmazlarıyla yaşar ve beslenir. Durumun yeni olan yanı, post-histoire’da gelişen yeni tarihsel bilinçtir; yeni olan, hep şimdide kalacağımız ve aynı zamanda ondan sonrayı yaşayacağımız şeklindeki yaygın duygudur. Aynı jestle hem şimdiye her zamankinden daha köklü biçimde sahiplenmiş hem de şimdiyle aramıza eleştirel bir mesafe koymuş oluruz. Politik perspektiflerimizle aramızda yalnızca bu ölçüde eleştirel bir mesafe koymamızdan tatmin olmayan herkes, şimdinin mutlak derecede yadsınmasının...her olasılıkta ya özgürlüğün tamamen kaybedilmesiyle ya da tam bir yıkımla noktalanacağını aklında tutmalıdır. Üstelik her iki sonuç da postmodernin ötesine taşacak ve farklı bir şey ortaya çıkacaktır. Bu sonuçlar bütünüyle anti-modernist nitelikli olacaktır.

Bu bağlantıda, dünya ölçeğinde sosyal bilimleri sarıp sarmalayan post-modern atmosfer, yalnızca bilimsel-entelektüel düzlemde anlama ve açıklama çabalarını değil, siyasi ve toplumsal düzlemde etkin olma ve dönüştürme çabalarını da göz ardı etmektedir. Zira bu iki süreç birbirine eklemli olduğundan insan tarihinin totalitesini anlamlandırma gayreti savunmasız kalmaktadır. Bu yüzden çağımızın siyasal krizi zorunlu olarak düşünceye tekabül etmekte; teori gizemciliğin tahakkümü altına girmektedir. Oysa, bilimin toplumsal dolayımlı ve toplumsal bir pratik olduğu görüşünü savunan Marx’ın da dediği gibi; "...tüm toplumsal yaşam, özünde pratiktir. Teoriyi gizemciliğe saptıran bütün gizemler, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin anlaşılmasında bulurlar".

Toplum İmgelemine Katastrofik Müdahale


Mevcut toplumsal durumun mutlaklaştırılması olarak tezahür eden ‘düşüncenin topluma yabancılaşması’ sürecine müteakip, bugün eleştirel düşünce adıyla standartlaşmış teorik ürün pazarına sürülen pek çok fikriyatın, olumsuz ve betimleyici olmaya yönelmesi, sinik eleştiri biçimlerinin daha çok rağbet görmesi ve komplocu ve ahlakçı düşüncenin gelişmesi gibi eğilimler bu durumun belli göstergeleridir. Toplumu ve tarihi tek ve yekpare/birleşik bir öznenin perspektifinden akılcı bir tarzda anlamayı ve yeniden inşa etmeyi özerkliğin güvencesi sayan modern proje ile amansız bir ‘söylemsel mücadele’ (Jameson) içersine giren postmodernizmin besin kaynağını ‘modernitenin mutlak olumsuzlanması’ oluşturur. Craig Calhoun, sahte-tarih olarak gördüğü postmodernizmin eleştirelliğini moderniteyi akılcı Aydınlanma ile eşdeğer tutma eğiliminden aldığını yazarken önemli bir noktaya temas eder: Postmodernizm moderniteyi, bütün paradoksal gerilimlerinden ve oto-kritiklerinden yoksun bırakarak, bir ideal tip olarak yeniden üretmiştir. Zira, bir ucu tarihsel bir döneme, diğer ucu ise şimdiki zamanı yinelemek için bir ruh haline dayanan bu terimin başındaki ‘post’ sözcüğü bile bir ardışıklığı, süreğenliği, yani Alex Callinicos’un ifadesiyle modern olana ait bir vurguyu içermektedir. Bu noktada modernizmin devamı olup olmadığı önemli bir tartışmadır.

Bir kuram olarak postmodernizmin tek değerinin modernlik karşıtı eğilimleri köle gibi yani sadık biçimde yansıtmasında; şanssızlığınınsa kendisini oldukça karmaşık zanneden, ancak aslında konformizm ve sıradanlığın ifadesinden başka bir şey olmayan bu eğilimleri vulger bir akılcılaştırmasında gören Cornelius Castoriadis, postmodernizmi oldukça açık biçimde, şu üç bağlamda ele alır:

1-Tarihi bir ilerleme veya kurtuluş olarak gören bütünsel görüşün reddi, 2-Tekbiçimli ve evrensel bir akıl düşüncesinin reddi, 3-Kültürel alanlar (felsefe, sanat vb.) arasındaki, tek bir akılcılık veya işlevsellik ilkesi üzerine kurulacak, katı farklılaşmanın reddi.

Bu bağlamda, eklemlendiği her kuramsal yönlenimin tarihselliğinde yatan pozitif işlevi kaldıran ve böylece çözüm sunmaktan ziyade çözümü bulanıklaştıran postmodern imgelemin sosyal bilimler pratiği üzerindeki olumsuz yansımalarından birisi de ‘toplumsal bütünlük’ü anlamamızı giderek daha da güçleştiren mevcut toplumsal dinamikleri fetişleştirmesidir:

Bütünlük korkusunun verdiği telaşla radikallerin totalite fikrini ıskartaya çıkarmaları, diğer daha olumlu şeylerin yanında, çok ihtiyaç duydukları avuntuyu bulmaları anlamına gelir. Çünkü, hiçbir kapsamlı politik eylemin gerçekten uygulanabilir görünmediği bir dönemde, bu zorunluluğu bir erdeme dönüştürmek -bir kimsenin politik sınırlarının katı bir ontolojik zemini olduğuna, bu zeminin toplumsal totalitenin her halükârda bir kuruntu olduğu gerçeğinde yattığına kendisini ikna etmesi- rahatlatıcıdır. Aslında dönüştürülecek bir bütün olmayınca, bütünü dönüştürmek için elde hazır bir politik failin bulunup bulunmaması da sorun olmaktan çıkar. Sanki, ekmek bıçağı kaybedilmiş de, ekmeğin zaten dilimlenmiş olduğu ilan ediliyor gibidir.

Postmodernist teorisyenlerce ileri sürülen tezleri (özellikle üst-anlatı eleştirisini) önceleyen iki ayrı tez vardır: 1950’lerde ve 1960’ların başlarında Bell, Lipset gibi yazarlarca ileri sürülen ‘ideolojinin sonu’ tezi ve ‘sanayi ötesi toplum’ tezi. İlk tez, modernist ruhun insani başarının ölçümünde temel kriter aldığı ideal kavramının aşındığı üzerineydi ve buna göre Marksizm gibi ideolojilerin gücü artık görünür biçimde zayıflıyordu. Daniel Bell’in 1974’te yayınladığı ‘Sanayi Ötesi Toplumun Doğuşu’ ise, bu toplum yapısının temelinin, teknik-profesyonel bir sınıfın egemenliğindeki bir servis ekonomisi olacağını ileri sürüyordu:

...toplumdaki yapısal değişimin ana kaynağı...bilginin niteliğinde meydana gelen değişimdir:bilimin katlanarak gelişimi ve dallara ayrılması...İnsan önce doğal düzeni fethetmeye çalıştı ve bunda da hemen hemen başarıya ulaştı. Son yüzyıllık dönem boyunca ise doğal düzen yerine bir teknik düzen geçirmeye çalıştı ve bunda da epey yol aldı.

Böylece, iki tezin sentezlenmesi sonucunda ortaya yeni bir tablo çıkacaktı: Teknik bir entelijensiyanın, sosyal politikaların bütün veçhelerine uygulanabilecek evrensel geçerliliğe sahip akılcı-analitik bir metodu denetleyebileceği düşüncesi, bütüncül ideolojilerin gereksizliği ve kodifiye edilmiş teorik bilginin geçersizleştiği fikri. Bu doğrultuda 1977’de Quebec Hükümeti, Üniversiteler Konseyi Başkanı, 1950’lerde yarı-Troçkist ‘Sosyalizm ve Barbarlık’ grubunun üyesi olup sonraları Marksizmin anti-Stalinist bir uyarlamasına kendini veren Fransız filozof Jean François Lyotard’dan ileri sanayi toplumlarında bilginin halihazırdaki konumuna ilişkin bir rapor hazırlamasını istedi. Bunun üzerine kaleme alınan ‘Postmodern Durum’ adlı kitap, deyim yerindeyse postmodernizm tartışmalarında belirleyici bir statünün tadını uzun yıllar çıkaracaktı. Eser, ideolojinin sonu teorisyenleri ile sanayi ötesi toplum teorisyenlerinin metinlerinde görülen temalarla, post-modern sanat ve post-yapısalcı argümanların bir kısmından bir kolaj ortaya koyuyordu. Batı’daki tüm büyük söylemler, her alanda ve tüm toplumlarda uygulanabilir geçerli ve kesin ilkeler getirdiğini iddia eden tüm meşrulaştırıcı anlatılar modern kelimesi refere edilerek reddediliyordu:

Modern terimini, kendisini Tinin diyalektiği, anlamın yorumbilgisi, ussal ya da çalışan öznenin özgürleşmesi ya da servetin yaratılması gibi büyük anlatılara açıkça gönderme yapan bir üst-söylemle kendini açıkça büyük anlatılara ilişkili olarak meşrulaştıran herhangi bir bilimi göstermek için kullanacağım.

Lyotard’a göre, üst-anlatının reddini sağlayan gelişim, bilimdeki ilerlemedir. Bu ilerlemeden ötürü bilim ve teknoloji, kendilerini meşrulaştırmak zorunda kalmazlar; çünkü başarıları pratik alanda muazzam işlemektedir. Böylece anlatı işlevsizleşmekte, simgesel ve haklılaştırıcı rolü neticesinde rasyonalizasyonun ilerlemesi karşısında darmadağın olmuştur. Sonuçta O’nun ‘post-modern durum’unda, geçmişin yalıtılmış ve değer biçilmiş çabalarını bağlamlarından koparan ve bu çerçeveyi geride bırakan ‘bütüncül-olmayan bir arayış’ söz konusudur. Meta-anlatıların reddedilmesinde bir süzgeç ve sınır işlevi gören post-modern teoriler, insan tarihinin bütüncüllüğünü anlamlandırma girişimlerini mutlak olarak görmezden gelir. Moderniteye karşı kayıtsız gibi dursa da modernitenin tâbi olduğu diyalektiğe bağlı olan ve üç merkezi olumsuzlama (tümleştirmeye, erekbilimselliğe ve ütopyacılığa karşı) aracılığıyla güdük bir tutarlılık peşindeki postmodernizmin temel karakteristiği toplum benzeri ‘sosyolojik soyutlamalara belirgin bir antipati’ taşımasıdır. Dolayısıyla kuram bugün statüsünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır ve eleştirel bir pratik olarak her bakımdan krizdedir. Sadece bilgi belirsiz hale gelmekle kalmamış, belirli bilgi tarzlarının nasıl meşrulaştırılacağı sorunu da gündeme yerleşmiştir: Doyurucu tek bir epistemolojik meşruluk modeli yoktur bu anlayışa göre. Çünkü bilimsel dünya görüşünün bilinemezcilik ya da görececiliğe, tarihin tahkiyeye/anlatıya, toplumsal sınıfların yüzer gezer ‘özne’lere ikame edildiği bu dünya görüşünde, artık toplumu, Talcott Parsons’un düşündüğü gibi organik bir bütünlük ya da Karl Marx’ın tasavvur ettiği gibi ikili bir savaşım alanı olarak değil ‘dilsel bir iletişim ağı’ olarak ele almak gerekir. Böyle olunca dilin kendisi de -toplumsal bağın bütünü- normları mukayese edilemez, birbirleriyle çekişmeli ilişkileri olan farklı oyunların toplamı olarak kendini gösterir. Bu koşullar altında bilim de, ötekilerin arasında bir ‘dil oyunu’na dönüşür. Ve bundan dolayı da modern dönemde olduğu gibi diğer bilgi türleri arasındaki ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunu iddia edemez duruma düşer. Dolayısıyla, postmodernizmde;

Toplum, basitçe dil gibi değildir. Dildir, ve hepimiz dil kapanına yakalandığımız için, içinde yaşadığımız özgül ‘söylemler’ dışında kullanabileceğimiz hiçbir dışsal hakikat standardı, hiçbir dışsal bilgi göndergesi yoktur.

Oysa toplum dil pratiğinden bir şeyler ödünç alan nosyonlarla kavramsallaştırılsa da hiçbir şekilde dile benzemez. Çünkü 'toplum' bir varlık olmayıp, zaman-uzam içinde herhangi bir mevcudiyete sahip değildir. Sadece sonsuz bir ortam çeşitliliği içinde yeniden üretilen toplumsal pratikler biçiminde varolur.

Farkın Kutsanması

Öte yandan, postmodernizmin ana entelektüel akımlarından post-yapısalcılığın özgürleştirici argümanlarını onaylasak da, bazı sınırlarını ve çelişkilerini de saptamak olasıdır. Söz gelimi ilk sorun epistemolojik belirsizlikle ilgilidir. Örneğin Edward Said’in çözümleme nesnesi olan ‘Orient’ kavramını ele alalım. Said, bazen Batılı söylemlerde çarpıtıldığını ileri sürdüğü ‘gerçek’ bir Orient’in varlığını varsayar, ama bazen de bununla ilgili ‘daha geçerli’ bir açıklama yapmayı reddeder ve herhangi bir şeyi doğru yansıtmanın mümkün olup olmadığını sorar. Said’in önemli referans noktalarından Foucault’da da epistemolojik belirsizlik, politik muğlaklık ve sınırlandırılmamış bir çoğulculuğun neden olduğu çelişkilere rastlamak mümkündür. Foucault, tarihte yaptığı soykütüksel kazılarda bir seri-iktidar kompleksleri ve gerçek rejimleri bulur. Modern topluma dair analizleri bu çerçevede toplumun bütünleşmiş bir disipliner mekanizmalar seti olarak teşhisine dayanır. Bu bağlamda, bütünlük algılamasının idealist ve özcü bir pratik olduğu suçlamasıyla itibardan düşürülmesi, postmodernizmin stratejisinin bir parçası olarak okunabilir. Ancak, bu bütünleştirme fikrinde oluşan parçalanmanın nereye kadar süreceğini kestirmek oldukça güç görünmektedir. Örneğimizi yine Foucault üzerinden verecek olursak, Terry Eagleton’ın deyişiyle, Foucault’nun çoğulluğu ve heterojenliği yüceltirken, tümleyici bir güce esir düşmesindeki tuhaf paradoksu anlamak zordur:

Foucault, güya ‘Dartmoor’ olarak adlandırılan kimi bütünsel (yapılarla) benzerlik gösteren ve ‘hapishaneler’ olarak bilinen total sistemlerin varlığına inanmış gibiydi. Oysa ‘Dartmoor’, bu veya şu hücrenin, hapishane müdürünün, disiplin tekniğinin ve iğneli şırınganın gelişigüzel bir montajından başka nedir ki? Bu zorlayıcı güç, bu yaygın, tikel gerçeklikleri neden tekil bir kavramın içinde türdeş kılmaktadır? Doğal olarak, böylesine bütünleştirici bir ‘hapishane’ metafiziğinin bertaraf edilmesine yönelik bir çaba, belirli siyasal anlamları da içeriyor olacaktır. Örneğin, ‘total kurum’ olarak adlandırılan bu kuruma, doğallıkla uyum sağlayabilen herhangi bir bireyin varlığından söz etmek mümkün değildir – Aynı şekilde, ‘hapishane yönetiminden’ sorumlu olan idareciyle ters düşen ve iki ‘hapishane’ arasındaki farkı ortaya koyabilen bireylerden ya da mahkumların müşterek bir bedenden ibaret olduklarını savunan ifadelerden söz etmek de mümkün değildir. Aslında var olmayan bir idari düzenden söz etmek mümkün olabilseydi eğer; böylesi bir tümleyicilik (totalizing), bu idari düzene ilişkin amansız türdeşleştirmelerin (homogenizing) evrik bir yansımasından başka bir şey olmayacaktı. Bir hapishanenin temel mikro politikası, tam anlamıyla hücresel bir yapıya sahiptir.

Yine Lyotard’ın postmodernizm ve sanayi-ötesi toplum tezleri ile Baudrillard’ın kitleler ve toplumsal iç patlama kavramlarının genel bir toplumsal vaziyeti, modernite ve sanayi toplumundan geçişin bir büyük anlatısını ön varsaydıkları gerçeği üzerinde durulabilir. Ancak bu analiz, çalışmanın sınırlarını aşacağı için bunu bir başka çalışmaya bırakmalı. Görüldüğü üzere, ‘meta-anlatıların’ en şiddetli eleştirmenleri bile çözümlemelerini, kendi ölçütleriyle, makro-teorilere kuşku uyandırıcı biçimde benzeyen kuramlaştırmalara başvurmadan edememektedirler.

Belirgin bir biçimde tarihe duyarsız olan bu retoriğin, klasik sosyal teoriyle olan gerilimi hususundaysa, Wright Mills’in ‘Toplumbilimsel Düşün’ (2000) adlı eserinden bir noktayı açmakta fayda var. Mills’e göre postmodernizmin ortaya çıkış koşullarına işaret eden ‘akıl ve özgürlük krizi’, en temelde ‘yapısal sorunları’ temsil eder. Bu sorunları ortaya koymanın yolu, konjonktürel tarihin kavramlarıyla düşünmekten geçer. Bu değerleri etkileyen, aşındıran ya da besleyen toplumsal yapının ve ortamın bağlantılarının izi sürülmelidir. Klasik Aydınlanmacı bir söyleme sahip olan Mills, böyle bir tahlilin amacının, insan özgürlüğü ve aracılığının mekanını tespit etmek, seçimlerimizi formüle dökmek ve ‘tarihi yapmada insan kararlarının kapsamını genişletmek’ olduğunu iddia eder. Dolayısıyla modern duyarlığa uzak, onun özneyi merkezileştirerek ayrıcalıklı bir konuma yükselten yaklaşımı ciddi biçimde algılanmadan, post-modern kuramcıların hangi saiklerle her şeyi ‘oyunlaştırdıkları’nı, bilimsel normlara itibar etmeyerek ‘kolaj’lara gittiklerini, ticaret ve ‘emtia dili’ni kullandıklarını, gelenekten faydalanırken yaptıkları talan’ın saygısızca yürütülmüş birer ‘pastiş’ olduğunu, suni olanı, kitsch’i, yüzeysel ve biçimsel olanı yüceltmelerinin metafizik ciddiyetin kuyusunu kazdığını, estetik modernizme karşı çıkarken kaba olanın estetiğiyle hareket ettiğini gözden kaçırmamız pek mümkündür.

Buraya kadar toparlayacak olursak, insan tarihinin bütüncüllüğünü anlamlandırma çabalarının iflasına işaret eden post-modern fikriyatın belirleyici özellikleri, şu şekilde özetlenebilir: Meta-dilin, meta-anlatının ya da meta-teorinin tüm biçimlerine açık bir reddiye söz konusudur. Akıl-merkezli (logocentrik) modern bilginin, gücün peşinde olduğu düşünülmüştür. Marx’ın, Weber’in ve başkalarının teorileri meta-teorilerdir ve bu yüzden kabul edilemezlerdir. Özgürleştirici projeler, totaliter olabilir. Toplum bir metin gibi yorumlanabilir. Yapı-çözümcü strateji , postmodernizmin metodolojisidir. Nesnenin yapı-çözümü yapıdan kültüre bir kayma-değişme gerektirir. Edebi metin kültürel bir metine dönüşür. Kurumsal öncelik, kültüre verilir. Devlet dairesinin rolü önemini yitirir. Postmodernitenin koşulu tek doğru görüşün olmadığı çoğunluk ve kültürel göreliliktir. Tüm grupların, kendi sesleriyle kendileri için konuşma haklarının olduğu fikri ve o sesin gerçek ve meşru olarak kabul edilmesi postmodernizmin çoğulculuk tutumu için gereklidir. Postmodernizmin normatif bir kaynağı yoktur. Yani; postmodern toplumun ne olduğunu tam olarak söyleyemeyiz. Ütopyalar, özgür projeler olduğu gibi totalleştirici ve baskıcı olarak düşünülebilir. Postmodernizm faniliği (gelip geçiciliği) işler (değerlendirir); parçalılık (kısımcılık), devamsızlık ve de anarşiyi betimlemenin vurgusudur ve eylem ya baskıcılık veya yanılsama olarak düşünülür.

Böylece, güçlü bir biçimde yapılanmış bir toplumsal dünya imgesi çizemeyen post-modern analizler, tarihsel süreci tek bir yorumlayıcı sistem içine alma gayretlerini askıya alarak yaşamın keşmekeşliği içinde boğulmakta ve kuram yerini ‘stil’ gösterisine bırakmaktadır. Kısacası ‘bilimsel üretimin teorik değeri’ yerini ‘estetik değer’in itibarına bırakmıştır. Fredric Jameson'un deyişiyle her şeyin sonunu ilan ederken kendi konumunu sorgulamayan ‘flu’ bir tarihsel dizge içinde nereden gelip nereye gidiyor olduğumuzu gösteren ‘zihinsel haritalar’dan yoksun bir zamanda teorik perspektif yokluğu, ‘zayıf düşünce’nin tercih edilmesini kolaylaştırmıştır; oysa kuramsal bir bakış açısı, ele alınan nesnenin somut bir nesne olarak ele alınmasını ve farklı belirlenimlerin karmaşık bir sentezi olarak, yani oluşsal-tarihsel-somut bir varlık olarak çözümlenmesini gerektirir. Bu durumsa sosyal bilimlerin bir dizi çetrefiller, döngüler ve problemler üreten bir ‘söylemsellik türü’ olarak telakki edilmesini gerektirir.

Sonuç

Frankfurt ekolünün bir üyesi Martin Jay’e göre post-modernizm, kefaretçi/kurtuluşçu paradigmaları (meta-teoriler ya da terapik modeller) reddiye içerisinde, Lyotard’ın libidinal enerji yoğunluklarıyla büyülenmesinde, Derrida’nın sonsuz dil oyununda karar kılmasında ve Baudrillard’ın simulakr, gerçek-üstü bir dünyayı yüceltmesinde görüldüğü gibi uç bir radikalizme yönelmiştir. Bu tarz bir tahayyül, merkezsizleşme fikrinin belirgin tüm semptomlarını taşımaktadır. Yitirilmiş nesneyi (toplum) yeniden kazanmanın imkânsızlığına tahammül gönüllülüğü içerisindeki bu karnavala yalnızca post-modernler değil, kendisini bir Marksist olarak konumlandıranlar da (söz gelimi Ernesto Laclau) katılmıştır. Söz konusu argümanları uzatmak mümkün; ancak elinizdeki yazının temel yönelimlerini de belirleyen şu soru oldukça önemli görünmektedir: Eğer yapısal bir bütünün kavranabilir bir olgusallığı olduğu düşüncesi kriz içerisindeyse ve post-modern retorik “iyi bir toplum” idesinin zihinsel dayanaklarını budamışsa, insana, topluma ve dünyaya dair söylenecek sözlerin geçerli bir statüsünden bahsedilebilir mi? Bu tamamen bir mit’in tahakkümüdür.

Sonuçta hakikati, anlamı ve öznelliği ironik bir üslupla yerle bir eden post-modernist retorik, bir yandan radikal, bir yandan da muhafazakar uçlara savrulan, aynı zamanda ikonoklast/putkırıcı ya da tersi yönde konformist olabilen çelişik bir yapı arz eder. Bu durum, aslında geç kapitalist toplumların iktisadi ve kültürel tarzları arasındaki çekişmeden kaynaklanmaktadır. Geleneksel burjuva kültürü hiyerarşiye, farklılığa ve kendine özgü kimliğe değer verme eğilimiyle bu dinamiği sürekli olarak beslerken, politik sol bu yapıyı tehdit etmekten oldukça uzak atalet bir haldedir. Frederic Jameson, modernizmi tekelci kapitalizmin çocuğu olarak tasvir ederken, postmodernizmi, çok uluslu şirketlerin hüküm sürdüğü dünyada geç kapitalizmin çocuğu olarak anlatır.Dolayısıyla postmodernizm meta fetişizmini kutsar ve böylece neo-liberalizme bir anlamda eklemlenir. Ya da eleştirinin boyutunu/oklarını liberal ekonomiden uzak tutar. Çünkü merkezin olmadığı bir düşünce biçiminde merkezden eleştiri postmodernizmin ciddi bir çelişkisi olacaktır. Postmodernizmden çıkarılması gerekli bazı önemli dersleri göz önünde tutarak çalışma can alıcı şu sorularla bitirilebilir:

Hâl-i hazırdaki toplumsal gerçekliği sorgulama siyaseti, gerçekliğin, içinde yaşadığımız toplum içinde sahip olduğu statüye bağlıysa eğer, toplumsalın sonunu ilan eden Jean Baudrillard’ın nihilizmi ne kadar geçerli olabilir? Yahut postmodernizm, toplumsal hayatın kavramlaştırılması ve incelenmesi konusunda geliştirilmiş geleneksel makro ve mikro yaklaşımlara bir alternatif (Murphy, 2000: 10) mi sunmaktadır? Yoksa ‘aydınlanma felsefesi, ulus-devlet anlayışı ve kapitalist sanayileşme’ üçlüsü ile temellendirilmiş olan ‘modernite’den sonraki dönem olarak ifade edilen postmodernizm ; “ekonomik ve toplumsal eşitsizlikler, çok uluslu şirketler/ÇUŞ’ler aracılığı ile sürdürülen küresel sömürü, kimlik ve kültür çatışmaları, kirletilen bir ‘çevre’ ve en önemlisi de kirletilen bir insanlık”ın bugününü hazırlamış olan modernizmin ‘ayıplarını, yanlışlarını ve olumsuzluklarını’ örten bir şal mıdır?

Postmodernizmin Tarihî ve Fikir Çerçevesi

Çoklu yapısı ve karmaşık değerlendirilmeleriyle, "Postmodernizm tam olarak nedir?" sorusuna birden fazla yanıt vermek mümkün görünmektedir. Postmodernizm kimilerine göre, bir dönemin adıdır. Buna göre, sözkonusu dönem "Postmodern durum" (Lyotard) olarak adlandırılır. Aynı zamanda yeni bir felsefi konseptin, yeni bir düşüncenin, üslubun, yeni bir usçuluğun (modern usçuluğu aşan farklı bir usçuluğun), yeni bir söylemin de adıdır postmodernizm. Bu, hem kültürel hem düşünsel hem de maddi nitelikler açısından bir dönemin sona ermesi ve kendi içinden ötesine geçilmesi anlamında ileri sürülen bir kavramlaştırmadır..

Bazı yazarlara göre 1943 yılı modernitenin bittiği varsayılan tarihtir.Nitekim temel olarak, Postmodernizm olarak anılan düşünce ve pratiklerin tamamının II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı görülür. Kesin bir dönemleştirme yapmak ve tarihsel sınırları saptamak olanaklı görünmemekle birlikte ve hatta öncülleri bizzat modernizm icinde yer almakla birlikte, Postmodernizm olarak ifade edilen süreci ve düşünceleri, tarihsel zaman dilimi açısından II. Dünya Savaşı sonrasından itibaren ele almak yerinde olacaktır.

Daha sonra, özellikle 1960'lı yıllardan itibaren, Fransa'da görülen teorik çalışmaların ve felsefi tartışmaların sonucunda, Postmodernizm, felsefi olarak da kendini ifade etmeye başlar. Postyapısalcı felsefe, Postmodernizmin düşünsel felsefi arkaplanını doldurmaktadır. Bu dönemde modernitenin ülküleri ihlal edilmiş ve bu ülkülere kaynaklık eden düşünce biçimleri ya da temel kuramsal kavram ve kategoriler açıktan sorgulanmaya başlanmıştır; bilim, teknoloji, sanat, siyasal özgürlükler adına yapılan her şeyin ortak amacı ilerleme ve insanın özgürleşmesidir, oysa varılan sonuçların böyle olmadığı açıklık kazanmıştır.

Bu sürecin sonucunda varılan noktayı Lyotard, Meta-anlatılar'ın (ya da Büyük Anlatılar'ın) sonu olarak adlandırır. Bunları Aydınlanma, İdealizm ve Tarihselcilik olarak belirtebiliriz. Modernitenin projelerinin ( Rasyonellik, Özgürlük, Evrensellik vb. gibi) başarısızlıklarını değerlendirmek değil, bu başarısızlığın teorik temellerini anlamak ve aşmak postmodern düşüncenin temel hedefidir. Dolayısıyla yalnızca modern projelerin eleştirisi ve yeniden kullanıma sunulmasını sağlamak degil, bizzat modernitenin kendisini tanımlamakta kullandığı temel argümantasyon yapısının yapıbozum'a (daha doğru bir degişle yapısöküm'e )uğratılması gerçekleştirilmiştir.

Kökeni


Postmodernizmdeki post eki sonra anlamına gelmekle birlikte modernizmden devam eden, ondan kaynaklanan ve onun sorunsallaştırılması ve aşılmaya çalışılması anlamlarına gelir. Postmodernizm, söylemlerinde görülen aşırılıklara rağmen bir çağın kapanıp başka bir çağın açılması anlamında bir kopuşu ifade etmez. Burada modernizmle paradoksal bir ilişki sözkonusudur. Modernizmin kendi içinde varılan sınırların sonrası, o sınırlardan itibaren geriye dönük bir kökten sorunsallaştırma girişimi ve yeniden değerlendirme çabası olarak belirtilebilir.

Arnold Toynbee Bir Tarih İncelemesi (1933) adlı eserinde modern dönemin I. Dünya Savaşı'yla sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştır. Yine 1934 yılında Amerika'da yayınlanan bir şiir antolojisinde postmodern sözcüğü yer almıştır. 1950'lerde modernizmdeki hemen tüm olgulara bir tepki olarak ortaya çıkıp mimarlık, sanat, politika, eğitim, toplum gibi çok farklı alanda kendinden iyice söz ettirmeye başlayan postmodernizm 1980'lerin başlarında yaygın olarak kullanılan bir kavram olmuştur.

Post-modernizm; belli bir anlamda belli bir ideolojiyi ya da öğretiyi hedeflemez. Bazı postmodern teorisyenlerin özellikle belli başlı ideolojilerle polemik halinde olması bunu yadsımaz. Post öneki burada, bir sonralık anlamına geldiği kadar, ötesi anlamına da gelir ve bu bağlamda tartışmalar belli bir ideoloji hakkında değil de daha çok ve asıl olarak, ideolojinin ideoloji olmaklığı hakkında yürütülür. Belli bir öğreti ya da felsefi fikir değil asıl olarak bütün öğretilerin ve felsefi sistemlerin üzerinde durdugu kuramsal zemin sorunsallaştırılır. Bu anlamda modernleşme projesinin ve hatta Batı felsefesi ya da Batı düşüncesi denilen düşünce yapısının başlangıcından itibaren genel geçerliliğe sahip olan Hümanizm, özgürlük, kurtuluş, evrensellik, bilim ve akıl gibi nosyonlar da sorunsallaştırılır ve yerlerinden edilir.

Postmodernizmin, ekonomik ve toplumsal koşullar anlamında başlangıcı ve kaynakları II. Dünya Savaşı sonrasında bulunabilir. Düşünsel temelleri ise karmaşık bir şekilde çok daha öncelere uzanmaktadır, ama yine de bir belirleme yapmak gerekirse Nietzsche ve sonrasında postmodernizmin düşünsel kavram ve kategorilerinin ipuçlarını bulabiliriz.

Postmodernizm, Postmodern durum ve Postmodern felsefe [değiştir]

Postmodernizm, Postmodern durum, Postmodern felsefe, daha da özgül bir anlamda olan Postyapısalcı felsefe farklı anlamlarda ve içeriklerde ele alınıp değerlendirilmelidir.

Postmodernizm, belirli bir durum icinde ve olumlu ya da olumsuz anlamda modernizmden farklılaşan, tüm siyasal ve maddi/toplumsal değişimleri, öte yandan düşünsel ve kuramsal ürünleri ve kültürel pratikleri kapsayan bir formülasyondur.

Postmodern durum, II. Dünya Savaşı sonrasında belirginleşen, sosyal, ekonomik ve siyasal düzenlenişlerle bağlantılı olarak ortaya çıkan genel durumu işaret ederken, postmodern felsefe postmodernizmdeki tutum ve eğilimlerin felsefi/ teorik arkaplanını göstermektedir.

Postmodern felsefe, genel olarak belirgin bir şekilde Platon'dan günümüze uzanan felsefe geleneğinin ("metafiziksel felsefe" olarak adlandırılan) yadsınması girişimidir. "Özcülük", "temelcilik", "gerçekçilik", "nesnellik", "özne" ya da "ben" gibi modern felsefeye içkin kavramların genel geçerlilikleri sorgulanmakta ve büyük ölcüde yadsınmaktadır. Postyapısalcı felsefe ise, farklı düşünürlerce farklı şekillerde ortaya konulmuş yapısalcılık-sonrası belli bir felsefe eğiliminin genel adıdır ve postmodern düşüncenin en önemli kuramsal ayağını oluşturmaktadır.

Postmodern söylemin ögeleri

Kendini karşı-modernlik ya da modernizm-ötesi olarak sunan postmodernizm söylemini şöyle özetleyebiliriz:

* Genel geçerlik iddiası taşıyan önermelerinin reddedilmesi,
* Dil oyunlarında, bilgi kaynaklarında, bilim topluluklarında çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi,
* Söylem çoğulluğunun benimsenmesi,
* Farklılığın ve çeşitliliğin vurgulanıp benimsenmesi; gerçeklik, hakikat, doğruluk anlayışlarının tartışılmasına yol açan dilsel dönüşümün yaşama geçirilmesi,
* Mutlak değerler anlayışı yerine yoruma açık seçeneklerle karşı karşıya gelmekten çekinmemek, güvensizlik duymamak,
* Gerçeği olabildiğince yorumlamak, belli bir zaman ve mekânın sözcüklerini kullanmak yerine gerçekliği kendi bütünlüğü/özerkliği içinde anlamaya çalışmak,
* İnsanı ruh-beden olarak ikiye bölen anlayışlarla hesaplaşmak, tek ve mutlak doğrunun egemenliğine karşı çıkmak,
* Metnin dışının olanaksızlığını öne sürmek.
Postmodernizmin siyasal yönelimleri

Bu söylemde artık önemli olan daha doğru bilginin araştırılması değil, doğruluk kategorisinin işleyiş mekanizmalarının deşifre edilmesi ve bu bağlamda yeni doğruların oluşturulmasıdır. Genel ahlaksal anlayışlar ve ilkeler artık geçerliliğini yitirmiştir; ahlaksal normların kaynağı yaşanan koşullar, çağın gerekliliğidir. Postmodern Etik, modernizmin evrensel ve sabit ahlak ilkelerinin geçersizliğini göstererek, genel ahlak ilkelerini görelileştirir. Dinden sonra bilimin egemenliginin de yıkılmasıyla, "her şey uyar" noktasına varılmıştır. Bu önerme, öncelikle bilimin statüsünü ve doğruluk iddialarını görelilleştirmek üzere, bir bilim felsefecisi olan Paul Feyarebend'ten gelir.

Postmodernizmin, siyasal yönelimleri bakımından, hem radikal hem muhafazakâr olduğu söylenebilir.Hem her iki yönelimin postmodern temsilcileri sözkonusudur, hem de belirli bağlamlarda her iki yönelimin de aynı noktada birlikte olması sözkonusudur.Postmodernizmin tutarlilik kaygısı gütmeyişi (Eklektizm) siyasal alandaki konumlarda da görülebilir.

Birey, kimlik, kültür alanında radikal, sistemi değiştirme alanında muhafazakârdır. Ancak, radikallik ve muhafazakârlık kavramları da postmodern okumada anlam değişimlerine uğrar ya da başka bir deyişle bilinen anlam yapıları yapıbozuma uğratılır pek çok kavram ve kategoride olduğu gibi. Dolayısıyla postmodernizmin ne radikal ne de muhafazakâr olmadığı söylenebilir. Makro siyaset modeli Mikro siyaset anlayışıyla, Majör olan Minör olan ile yer değiştirir. Bunu geleneksel siyasal alanın kategorileriyle tanımlamak doğru sonuçlar vermeyecektir. Postmodernizm, en genel anlamda, "Büyük anlatılara", "Büyük projelere", "Büyük ilkelere" itirazdır ve bunların olanaksızlığı iddiasıdır. Buradan itibaren teorik ve politik alanda postmodern konumlanışların şeceresi çıkarılabilir.
Helmut Jahnsony Center'ın Kubbesi

Postmodernizmin tarihçesi ve modernite eleştirisi

Modernizm ve Hedefleri


Modernizm, aydınlanma ilkelerini temel alan toplumsal projenin adıdır. Aydınlanma ise, inanca karşı bilgiyi, teolojiye karşı bilimi ön plana alan bir düşünce sistemidir. Modernizm, aydınlanma düşüncesini temel alır. İlerlemeye inanır. Akıl ve bilimi ilerlemenin aracı olarak görür. Nesnel, evrensel ve yegâne bilginin akıl ve deney yoluyla edinilebilir olduğuna yönelik epistemolojik konum, bütün modernist öğretilerde sabit noktadır. Modernizm bu halde, her tür öğretiye dayanak olacak olan bir epistemolojik ve tarihsel bilinç zeminidir.

Kilisenin ve feodalizmin bin yıllık egemenliğine son veren burjuvazi 'eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile tarih sahnesine çıkmıştı. Burjuvazi gerçekten bu ilkeleri gerçekleştireceğini düşünmüştü. Bilim, teknik ve sanat alanındaki ilerlemelerle insanlığın devamlı ileri gideceği ve özgür olacağı düşünülüyordu. Kendinin farkındalığı olarak öznenin bu ilerleme ve özgürleşmede tarihsel bilginin ve tarih yasalarının bilgisinin sahibi olarak yer alacağı da sabit bir veriydi. Modernizme ilk eleştirileri getiren Romantiklerden, yine aynı teorik zeminde modernizmin hedeflerine ulaşmaktaki başarısızlığının teorik eleştirisini oldukça derinlikli yapan Marksizme kadar her öğreti ya da felsefe dahil olmak üzere, sonradan postmodern felsefenin yoğun saldırılarına hedef olacak olan bu konumlara ve hedeflere sahiptir.

II. Dünya Savaşı'nın yarattığı yıkım, batı dünyasının ahlaki ve etik değerlerini altüst etmiştir. Buradan itibaren düşünürler bu tarihe sebep olan düşünsel temellerle de hesaplaşma arayışlarına yönelmişlerdir. Modern düşüncenin kendisini temellendirdigi ilke ve argümanlara yönelim bu şekilde kuramsal bir yönelim haline gelmiştir. Modernizm icerden eleştirisi postmodernizmden cok daha önce, bizzat modernizmin kuruluş ve gelişme evrelerin de bile görülür. Bu sorgulamalar postmodern konumlardaki gibi olmasa da önemli ölcüde modernizmi icerden zorlayan ve sınırlarına vardıran yönelimlerdir.Modernleşme hedeflerine ulaşılamadığı görüşünün yaygınlaşmasından sonra aydınlanma ilk olarak Marx, Nietzsche ve Freud gibi isimler tarafından eleştirilmeye ve sorunsallaştırılmaya başlanmıştır.

Marx, Freud, Nietzsche

Marx, aydınlanmanın olumlu yanlarına (bilimin gelişmesi, inanç yerine bilgi, usa güven vb.) sahip çıkarken, aydınlanmanın sınırlarını ortaya koydu: 'Özel mülkiyet; eşitlik, özgürlük ve kardeşlik' ilkeleri ile zıtlık içindedir. Hümanizmi ve özgürlüğü getirecek sistem sosyalizmdir. Tarihin öznesi, işçi sınıfıdır ve gercek anlamda Aydınlanma projesini gerçekleştirecek olan da bu öznedir. Çünkü, aydınlanma düşüncesinin kurucusu burjuva sınıfı ve dolayısıyla burjuva toplumu belli bir anda aydınlanmacı ideallerle çelişkiye düşmektedir. Marx bu çelişkinin maddi olarak toplumsal ekonomik ve ve siyasal yapısını göstermeye çalışmıştır yapıtlarında. Ancak Marx tüm bu köktenci eleştirilerinde yine de aydınlanmacı ilkelere (akıl, nesnellik,ilerleme, özgürlük vb.) bağlı kalır.Ama eleştirel çalışmasının toplamı, bir anlamda onun kendi hedeflerinden ve niyetlerinden de bağımsız olarak aydınlanmanın sınırlarını göstermekten geri kalmaz.

Hem sol hem de sağda taraftar bulan Nietzsche ise, 'Der Fortschritt ist bloss eine moderne Idee, das heisst eine falsche Idee.' (İlerleme yalnızca modern bir düşüncedir, fakat yanlış bir düşünce.) diyerek modernleşmenin temel ilkelerine karşı çıkmıştır. Nietzsche ilerleme, özgürlük ve hakikat kavramlari gibi temel aydınlanmacı kavramları sorunsallaştırmış ve çogu yerde yadsımıştır. O zamana kadar entelektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış (modern düşünce) geçerliliğini kaybetmeye başlamıştır. Daha iyi ve daha güzel bir dünyaya dair özlem ve hayaller artık sona ermişti. Bu özlem ve hayallerin kendilerinin sona ermesinden daha ziyade asıl olarak bunlara kaynaklık eden fikirlerin ve onların teorik dayanaklarının geçerliliklerinin sorgulanması ve yadsınması sözkonusu olmuştur.

Modern düşüncenin sınırlarına varılmasında bir başka kaynak da Sigmund Freud olarak belirtilebilir. Psikanaliz kuramı ve özellikle de bilinçdışının keşfi aydınlanmacı ilkelerin temelindeki kavramları başka bir yönde sorunlu hale getirmiştir. Özne, öznellik, gerçeklik, benlik, bilgi, biliş vb. türde kavramlar, aklın niteligine ilişkin tartışmalar Freud'la birlikte ve Freud'dan sonra yeni bir yön kazanmıştır ve pek çok değişikliğin öncüsü olmuştur.Uygarlığın Huzursuzlukları 'nda Freud, mevcut toplumsal sistemin ve onun dayandığı uygarlık modelinin, kültürün yapısına ilişkin açıklamalarda bulunur.

Modernizm Eleştirisi

İşte, postmodernizm terimi maddi-toplumsal kaynaklarının ötesinde bu düşünsel gelişmelerin belli bir birikiminin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda bir önceki dönemden kopuş anlamında modernizm sonrasını, ötesini belirtmektedir. Modernizmin içinde oluşmakta ancak modernizmin dayandığı öncülleri ve bunlar üzerinde geliştirdigi temel ilkeleri yadsımaktadır.

II. Dünya Savaşı ertesinde sanat, edebiyat ve bilimsellik alanındaki inançların ve iyimserliğin kaybolmasını ifade eden bir düşünce biçimi olarak da tanımlanabilir. Postmodernizm , modernizmin kaybolmuş düşlerinin yerine yeni bir Ütopya koymak amacında değildi. Yeni bir lisan, yeni kavramlar getirerek modernist vizyonun gözden kaçırdığı açıları ve ufukları fark etmemizi amaçlamaktaydı. Bu yeni dil dinamik bir oyuna benzetilebilir, anlamlar sürekli değişmekte ve gelişmektedir. Postmodernizmi anlamak demek aslında bu yeni dili okuyabilmek ve anlayabilmek demektir.

Postmodernizm öncelikle dünyaya olagelen değişimlere yanıt olarak ortaya çıkmıştır, kuralsızlığın kural, ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş açısı veya yaşam tarzını ifade eder.

Postmodern düşünürlerin yazılarında daha çok iki önemli epistemolojik duruşu göz önünde bulundurduklarını görürüz. Bunlar çoğunlukla dilin felsefesinde ve anlam teorisinde takınılan pragmatik tavırlardır. Postmodernizm, bilime ve bilgiye yaklaşımın radikal bir eleştirisi ya da başka deyişle epistemolojinin sorgulanması olmuştur. Postmodern eleştiri ve sorgulamaların düğüm noktasını asıl bu olgu oluşturmaktadır.

Modernistler topluma ait bilgiyi ve dili insanların bir araya toplanması olarak düşünürken postmodern düşüncede dilin ve topluluğun rolü arasında vazgeçilmez bir ilişki öne sürülür.

Toplumun yapısal elementlerle düzenlendiğine inananlar postmodernistlerin bir düzen ihtiyacı içerisinde olmamalarından yakınırlar. Her ne kadar postmodernistler düzeni tümüyle reddetmeseler de düzenin soyut ifadelendirilmeleri postmodernizmin içerisinde ciddi biçimde sorgulanır. Toplum onlara göre dil oyunlarının esnek ağlarıyla örülüdür. Sonuçta postmodernist düşüncede insanlar farklı idealleri taşıdıkça uzlaşma (konsensus) temeline oturtulmaya çalışılmaz.

Postmodernistlere göre gerçeklik yorumdan ayrılan bir şey değildir. Varolan bilginin tümü ancak insanlığın varlığı aracılığıyla anlaşılır. Düşünce ve gerçek birbirine karışmıştır; düşünceyi kısıtlayan, onu tıkayan ayrıca otonom bir gerçeklik yoktur. Düşünce gerçekligi kendi düşünselliğinin ötesinde düşünemez/bilemez. Bu düşünce son olarak Derrida tarafından, "Metnin dışarısı yoktur" şeklinde dile getirilmiştir.

Postmodernizme Yöneltilen İtirazlar


Oysa birçok başka düşünür (Habermas, Antony Giddens, Michel Touraine gibi) bir dönemin kapanması olarak modernizmin sona ermesini kabul etmezler. Böyle bir dönemleştirme onlara göre hem olanaksız hem de faydasızdır.Bununla birlikte bu düşünürler de postmodern düşüncenin öne sürdügü bir cok olgu ve yeni durumları kabul etmektedirler.Fakat bu yeni gerçeklikler modernizmin içerisindeki olgular olarak degerlendirilir.Modernlik tamamlanmamış bir proje (Habermas) olarak ya da postmodernizm denilen yeni durum modernliğin radiklalleşmesinin (Giddens) bir sonucu olarak değerlendirilir bu eğilimlerde.

Bu karşıt konumları da göz önünde bulunduran Agnes Heller ve Ference Feher, postmodernizmi şu şekilde tanımlarlar;

"postmodernite, ne bir tarihsel dönem, ne de iyi tanımlanmış karekteristik özellikleri olan politik ya da kültürel bir eğilimdir. Tersine postmodernite; dış çizgilerini, moderniteyle ve moderniteye havale edilmiş sorunlarla problemi olanların, moderniteyi suçlamak isteyenlerin ve gerek modernitenin başarılarının gerekse çözümsüz açmazlarının bir dökümünü çıkaranların çizdiği, modernitenin daha geniş kapsamlı zaman ve mekanı içerisindeki bir özel kollektif zaman ve mekan olarak anlaşılabilir".

Burada anlaşılacağı üzere, postmodernizmi kabul etmeyen düşünürler, genel bir yaklaşım olarak, postmodernizm olarak beliren yeni durumu modernitenin kendi içindeki özel bir evre ya da dönem olarak değerlendirmektedirler.Bunu formüle edişleri, çıkarsamaları ve postmodernizmi eleştirme yönelimlerindeki hedef ve gerekçeler değişmekle birlikte, genelde böyle bir yaklaşıma sahip oldukları söylenebilir.

Vikipedi
Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....
wolfmann - avatarı
wolfmann
VIP VIP Üye
14 Kasım 2012       Mesaj #4
wolfmann - avatarı
VIP VIP Üye
Postmodern Resimler

56 wwwward2ucom Michael Cheval

Post-modernizm Nedir?

good hope resize resize
ฬ๏lŦ๓@ภภ ®
taklım - avatarı
taklım
Ziyaretçi
28 Aralık 2012       Mesaj #5
taklım - avatarı
Ziyaretçi
pratik anlamda çıkış noktasını 1972'deki abd'de yapılmış bazı
sosyal konutların insan hayatını kısıtlaması gerekçesiyle yıkılışından, teorik
kaynağınıysa fransız post-strüktüralist akımından jean-françois
lyotard'ın 1979'da yazdığı 'postmodern durum' adlı ktabıyla oluşturduğu ,
sözcük anlamıyla modernizmin ötesinde, sonrasında demek olan üst yapı
hali. temel özelliği marksizm gibi büyük anlatıları çöpe atması ve 'anlam'
kaygısı gütmeyerek onu atomize etmesidir

Benzer Konular

18 Aralık 2012 / şirivan Soru-Cevap
9 Aralık 2015 / _KleopatrA_ X-Sözlük
20 Şubat 2012 / Misafir Soru-Cevap
7 Mart 2010 / ThinkerBeLL X-Sözlük
4 Haziran 2015 / Misafir Cevaplanmış