Arama

Esir Hipotezi

Güncelleme: 7 Eylül 2011 Gösterim: 5.962 Cevap: 3
kan-düserken topraga - avatarı
kan-düserken topraga
Ziyaretçi
16 Temmuz 2007       Mesaj #1
kan-düserken topraga - avatarı
Ziyaretçi
GÜNDÜZLERİ GÖKYÜZÜNDEKİ MAVİLİK NEREDEN GELİR ? KARANLIK MAVİLİĞE HAKİM GELDİĞİNDE ETRAFI AYDINLATAN O ŞEYLER DE NEYİNNESİ ? PEKİ YA ONLAR NASIL OLUYOR DA BOŞLUKTA TEPEMİZE DÜŞMEDEN DURABİLİYORLAR ? YOKSA YUKARILARDA BOŞLUĞU DOLDURAN BİR ŞEYLER Mİ VAR?

Sponsorlu Bağlantılar
İnsanoğlu varolduğundan bu yana içinde yaşadığı doğaya hayrandır. Doğanın kusursuz işleyişi insanda merak uyandırır. Meraklı gözlerle etrafını seyreder ve çevresinde olup bitenleri anlamaya çalışır. Hele başını .şöyle bir kaldırdığında, gündüzleri gökyüzünün o büyüleyici maviliği, geceleri karanlığı aydınlatan gökteki esrarengiz cisimlerin o güzelim duruşları insanı her zaman hoşnut etmiştir. İlk insanlar gökyüzünü hayretle seyrederken düşünmeye başlamışlardı. Gündüzleri gökyüzündeki mavilik nereden gelir? Karanlık maviliğe hakim geldiğinde etrafı aydınlatan o şeyler de neyin nesi? Peki ya onlar nasıl oluyor da boşlukta tepemize düşmeden durabiliyorlar? Yoksa yukarılarda boşluğu dolduran bir şeyler mi var?

Bizlerdeki bu araştırma merakı beraberinde öğrenme ve bilme arzusunu getirir. Bunun sonucunda ise bilgi ortaya çıkar. Tarih boyunca insanlık bilgisini sürekli artırdı ve arttırmaktır. Bu artış kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı oldu. Özellikle bilimsel yöntemin oluşturulması, Galileo ve Newton'un tabiat olaylarına getirdikleri belirleyici yorumlar bilim tarihinin dönüm noktalarından birisidir. Newton mekaniğinin bütün haşmetiyle belirdiği yüzyılda bilimsel bilgiye giden yolun temel tasları da belirlenmiş oldu. Bunlar: akılcılık, deneycilik ve nedenselliktir. Bilim adamları bu taşlara basarak evrenin sırlarını çözmeye çalışıyor.

Madde ve Esir

Çözülen sırların, daha doğrusu tahmin edici açıklamaları yapılan olayların yanında kurulan sistemde giderilemeyen eksiklikler de vardı. Bunlardan biri de kainatta madde ile boşluk arasında aklen olması savunulan bir özün bulunmasıydı. Gerçekten de maddeler dünyası olarak bildiğimiz kainat içinde mükemmel bir boşluk olabileceği pek akla yatkın bir düşünce değildir.

Modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes, evrende olabilecek vakumu (boşluk) reddediyor, bunu maddenin ve mekanın manasına ters buluyordu. Ona göre madde olması için uzanım (yer kaplama) şarttır. Diğer yandan, yer kaplayan bir madde olmadan da uzanım, mekanda olamaz. Bu nedenle evrende en küçük bir boşluk yoktur, her yer su gibi düşünülebilecek bir maddeyle kaplıdır.

Newton 1687'de belirlediği hareket kanunlarıyla dünya ve gökyüzündeki tüm cisimlerin hareketlerini de açıklamış oldu. Fakat bu hareketler mutlak manada nasıl tespit edilebilirdi? Bir hareketi kesin bir şekilde açıklamak için sabit bir referans noktasına ihtiyaç vardır. Uzaydaki bütün gök cisimleri ise hareket halindedir. Bu sebeple uzayda referans noktası olarak alınabilecek bir nokta yoktur. Uzayda sabit bir nokta bulamayan Newton, referans olarak uzayın kendisini seçti. Yani hareketin arka planında durağan bir uzayın bulunduğunu benimsedi. Buna zamanı da ekleyerek mutlak zaman ve mekan görüşüyle kendi sistemini tamamlamış oldu. Daha sonraları Newton'un referans uzayı, takipçileri tarafından ışık dalgalarının kaynağı olduğu savunulan maddeyle doldurulacaktı.

Evreni doldurduğu düşünülen bu maddeye "Esir" (Ether) dendi. "Ether veya aether kelimesi Grekçe göğün maviliği anlamındadır; Ortaçağ dönemlerinde ise Aristo'nun göksel cisimleri maddileş-tirdigini söylediği, element cevher öz ile aynı manada kullanılmaya başlandı."(1)

Esirin bilimsel araştırmalarda gündeme gelmesi ışığın doğasının açıklanmaya başlamasıyla olmuştur.

Işığın Doğası

Işık, bilimadamlarını her zaman cezbetti. Eskilerde filozof, ışığı doğru bir şekilde tanımlayabilmek için çok uğraşmışlardır. Çünkü dünyadaki hayatın temel unsurlarından biri de ışıktır. Yasam herşeyiyle ışığa bağımlıdır.

Bilimsel olarak açıklanmaya başlanmadan önce, kaynaktan çok küçük parçacıklar halinde çıkarak gözlemcinin gözüne ulaşan ve göze çarpma sonucu meydana getirdiği uyarıyla nesne ve olayların algılanmasını sağlayan bir ışık düşüncesi hakimdi. Newton temelde yukarıdakiyle aynı olan ışık tanecikleriyle ışığın yansıması ve kırılmasını açıkladı ve ışığın parçacık modelini geliştirdi. 1678'de Christan Huygens, yansıma ve kırılma olaylarını ışık dalgalarıyla açıklamayı basardı. Böylece parçacık teorisinin karşısına dalga modeli ortaya çıktı. Fakat dalga modelinde bazı zorluklar vardı. Bunların başında maddi bir ortam şarttır. Örneğin su dalgaları suyun bulunduğu bir yerde oluşabilir, ses dalgaları ise havanın bulunduğu bir ortamda yayılabilir vb. Durum böyle olunca ışığında bir ortama olan ihtiyacı mantıken beliriyordu. Fakat Güneş'ten bize gelen ışınlar boş uzayı kat ederek dünyamıza ulaşmaktadır. Bu durum ise dalgalarla açıklanamazdı. Huygens teorisinden vazgeçemedi, sistemindeki zorluğu da ışık esiriyle giderdi. Bütün evreni dolduran, saydam bir ortam olarak esirin varlığını kabul ediyor ve ışık ışınlarının esirde: dalgalanmalar olduğunu savunuyordu. Bu varsayımla dalga modelinin en büyük sorunu, zihinse. olarak giderilmiş oldu. Fakat Newton'lu tanecik modelinin karsısında dalga teorisi pek taraftar toplayamadı. Çünkü bilim, Newton'la özdeşleştirildiğinden fizikçiler parçacık teorisinden şüphe etmiyorlardı.

Newton esiri tümüyle reddetmiyordu. Boş olarak düşünülen uzayda gök cisimlerinin hareketlerini kısıtlamayacak kadar az yoğunluğa sahip maddecikler olabileceğin, ihtimal dahilinde görüyordu. Ama ışık için parçacık teorisine inancı tamdı.

19. yüzyılın başında durun: tersine döndü.Homas Young, girişim olayının dalga modeliyle uygunluğunu gösterdi. Fakat parçacık modeli girişim olayını açıklayamıyordu. Girişim ve kırınımı dalga teorisiyle ayrıntılı bir şekilde açıklayan ise Fransız fizikçi Augustin Fresnel oldu. 1850'de Jean Fouceult ışığın sıvılardaki hızının havadakinden az olduğunu gösterdi. Bu olay dalga modeliyle doğru bir şekilde açıklanabilirken tanecik teorisine göre ışığın hızının artması gerekiyordu. Bu gelişmeler neticesinde ışığın doğası dalgalarla açıklanmaya başladı.

Mekanikte büyük başarılar elde eden fizikçiler 1750 yılıyla birlikte elektrik ve mağnetizma konularına yöneldiler. İlk defa Benjamin Franklin yük ve yük etkileşimlerin tanımladı. Yükler arasındaki bu etkileşmeyi mekanikteki kütle-çekim formülüne bire bir eşleşebilen bir ifadeyle kanunlaştıran Charles Coulomb olmuştur. Coulomb'u Gauss, Volta Amper, Lo-rentz, Bio, Savart, Faraday ve Maxwell takip etti. Elektriksel olaylarla birlikte manyetik olaylar da açıklandı ve aralarındaki ilişki formülleştirildi. 19. yüzyılın, son yarısında. Maxwell'in optik ve elektrik kanunlarını birleştiren elektromanyetik dalgalar teorisi. ışığın aslında elektromanyetik salınımlar olduğunu ortaya koydu.

Maxwell esiri elektromanyetik ışık teorisinin içine yerleştirmeyi ihmal etmedi. O zaman için, esirsiz magnetizma. hele ışık dalgaları düşünülemezdi. Ama esir eski konumunu yitirmeye başladı. Çünkü esirsiz bir Maxwell teorisi de ışığın davranışlarını açıklamaya yetiyordu.

Bundan sonra fizikçiler esirin mekanik tesirlerini tespit etmek için çeşitli deneylere giriştiler. Ama bir türlü deneylerle esire destek bulamıyorlardı. En son teknoloji ile oluşturulan vakum tüplerinde bile ışık ilerleyebiliyordu. Fizikçiler bu deneylerden esirin yokluğundan çok başka bir şekilde olabileceği sonucunu çıkardılar. Bunlardan biri de esirin elastiki olabileceği fikriydi. Ama bu seferde gök cisimlerinin bu manadaki bir esir içindeki hareketi tam manasıyla açıklanamıyordu. Başka bir öneri ise düşünülenin aksine esirin maddesel değil maddenin esir bağlamında bir yapıya sahip olabileceğiydi. Bu ve benzeri spekülasyonlar bilimsel olmaktan çok metafizikseldi.

Bu konuda İngiliz astronom Sir James Jeans şöyle diyor "Bir mıknatısın bir çelik çubuğu çekmesi ya da arzın düşen elmayı çekmesi gibi mekanik etkiyi taşıyacak materyal bulunmadığı takdirde, her tarafı istila eden bir esir fikrine saplanmaktan başka çare kalmaz ve esir iptilası ilmi istila etmiştir denilebilir.”(2)

Michelson-Morley Deneyi

Bilimadamları bütün uzayı dolduran esirin hareketsiz olduğunu düşünüyorlardı. Dünyamız evreni kaplayan esir içinde sanki su dolu bir kavanozdaki bir bilyeye benzetilebilir. Bilyemizi hareket ettirdiğimiz zaman suda bir dalgalanma olur. Aynı şekilde gök cisimlerinin hareketlerinden dolayı esirde dalgalanmalar olması gerekir. Bu dalgalanmalar yüzünden ışığın hızında değişmeler meydana gelmelidir. Fakat yapılan deneylerde ışığın hızı, daha önceleri bulunan hızla (300.000 km/s) aynı çıkıyor.

Esirin varlığını deneysel olarak ispatlamak için yapılan deneylerin en çok ses getireni Michelson-Morley deneyi oldu. Albert Michelson ve Edward Morley 1887 yılında esirin varlığını ispatlamak için deneylerini gerçekleştirdiler. Düşünceleri ise şuydu: Denizde giden bir gemide elimizi denize soksak bir akıntı, direnç hissederiz. Aynı şekilde Güneş etrafındaki yörüngesinde ilerleyen dünyamız hareketsiz esirde bir akıma sebep olacaktır. Bu akımda dünyanın hareket yönünde gönderilen ışığı geciktirecektir. Bu gecikmenin tespit edilmesiyle esirin varlığı deneysel olarak kanıtlanmış olacaktı.

Interferometre adlı bir aygıtla gerçekleştirdikleri deneyde ışık kaynağından çıkan ışınlar,45 derecelik açıyla duran yarı gümüşlenmiş ayna tarafından ikiye ayrılıyor. Bu iki ışının biri dünyanın hareketi yönünde, diğeri bu doğrultuya dik bir yönde ilerliyor. Daha sonra bu iki ışın yarı gümüşlenmiş aynadan eşit uzaklıktaki Özdeş aynalardan yansıyarak geri dönüyorlar. Dünyamız güneş etrafında ortalama 30 km/s hızla yol aldığı için dünyanın hareket yönünde gönderilen ışığın hızı (300.000-30) 299.970 km/s olarak ölçülmesi gerekiyordu. Dik doğrultuda gönderilen ışın ise esir akımından etkilenmez. Sonuçta iki ışık ışınlarının hızlan arasında çok az bile olsa bir farkın olması gerekir. Fakat deney sonunda beklenen olmadı. Çok hassas aietler kullanıldığı halde bir fark tespit edilemedi. Deney tekrarlandı. Günün değişik saatlerinde, yılın farklı mevsimlerinde dahi sonuç değişmedi. Işık hızında en ufak bir sapma gözlenemedi.

Deneyin sonucuna göre: esirin varlığında şüphe edilmediğinde ya dünya hareket etmiyordu ya da esir dünya ile birlikte aynı hareketi yapıyordu. Tabiki dünyanın hareketinden şüphe edilemezdi. Esirin, belirli bir gezegenin hareketini izlediğine inanmak da pek tatminkar değildi. Michelson esiri tespit etmek için araştırmalarını uzun yıllar sürdürdü.

Michelson -Morley deneyinin beklenmeyen sonucu bilim adamlarını harekete geçirdi. Lorentz ve Fitzgerald, hareketli cisimlerin hızlarıyla doğru orantılı bir şekilde boylarının kısaldığını matematiksel olarak gösterdiler. Buna göre interferometre aygıtında dünyanın hareket yönünde ilerleyen ışığın aldığı yolun da kısalması gerekir. Bu kısalma hesaba katıldığında ise hızların birbirine eşit çıktığı görüldü. Böylece esir varolmamaktan kurtuldu. Ama bu seferde deneysel olarak ortaya konması imkansız hale geldi. Çünkü büzülme, bir sigorta görevi yapar gibi ışık hızının değişmesine izin vermiyor, sanki evren esirin belirlenmesini istemiyordu.

Bu son gelişmelerle fizikçiler kaçınılmaz olarak ihtilafa düştüler. Kimileri esirin varlığını savunurken kimileri de hiç bir fayda sağlamayan bu hipotezin terk edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ama fiziğin o günkü yapısıyla esir hakkında doğruyu bulmak pek mümkün gözükmüyordu.

Modern Fizik ve Esir

Lorentz dönüşümleri fizikte yeni bir şeylerin habercisiydi. Yıl 1905'e geldiğinde hiç beklenmeyen biri fiziğin temellerini sarsmaya başladı. Bu kişi Albert Einstein'dı. İlk önce "Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği Üzerine" ve daha sonra da "Özel ve Gene! Görelilik Teorisi" ile bilim tarihinde bir devrim gerçekleştirdi. Klasik fiziğin mutlak uzay ve mutlak zaman fikri artık tarihe karıştı. Çünkü Einstein, mutlak zaman ve mutlak uzay olmayacağını açıkça gösterdi. Cismin hızına bağlı olarak bir mekan ve zamanı yaşadığı düşüncesini ortaya koydu. Buna göre; evrende hiçbir ayrıcalıklı hareket yoktur, her cisim kendi hızına bağlı bir mekanda ve zamanda hayat sürmektedir. Bunların bir sonucu olarak da mutlak referans çerçevesi, mutlak durağanlık ve mutlak hareket kavramlarının yersiz olduğunu belirtti. Ayrıca esir kavramının da lüzumsuz olduğunu söyledi. Esir yoktur demiyordu. Sadece tespit edilebilir hiç bir sonucu olmayan esirin gereksizliğini vurguluyordu.

Einstein ile değişen zaman ve mekan anlayışı, esire duyulan gereksinimi ortadan kaldırdı. Çünkü Einstein'ın sisteminde böyle bir hipoteze gerek yoktur. Zaten yapılan deneyler de bunu doğrulamıştır.

Bilim ve Metod

Başlangıçta bir dalga olmanın gereği olarak ışığında maddesel ortama olan ihtiyacını görmek ve bunu araştırmak bilimseldir. Ama yapılan onca çalışma sonucunda bir türlü tespit edilemeyen bir tezin varlığını savunmak bilimin metoduna ters düşmektedir.

Çünkü fizikte doğrulanamayar. hipotezlere yer yoktur. Bu durumda yapılması gereken uzayın dalgalan ileten bir özelliği olduğunu kabul etmek ve bundan sonraki düşüncelerimizi bu kabul üzerine bina etmektir.

Einstein'ın deyimiyle fiziksel tözler ailesinin haşarı çocuğu, gereksizliğini koruduğu sürece ilgimizin uzağında kalacaktır. Uzayda dolaşan çeşitli ışınlar olabilir w bunların bazılarının varlığı kanıtlanmıştır. Ama bunlar maddesel etkileşmelerde rol almadıkları sürece esir tanımından çok uzaktadırlar.

Işığın serüveni bununla bitmedi Fotoelektrik olayla birlikte genişlemiş bir parçacık teorisi kadar gündeme geldi. Bu ve bundan sonraki gelişmelerle artık ışığı iki teoriden biriyle tam olarak açıklayabilmek imkansızlaştı. Çünkü ışık bazen tanecik bazen de dalga Özelliği gösteriyordu. Bu durumda fizikçiler en uygun kabulü yaptılar. "Işık hem tanecik hem de dalga özelliğine sahiptir."dediler. Işığın bu ikili doğası, fizikçileri mikroskobik aleme taşıyacaktı.

18.yüzyılın ikinci yarısıyla başlayan fizikteki evrim, bilimin metodunda bir genişleme meydana getirdi. Ayrıca fizik, sabit bir sistem anlayışından ve gereksiz hipotezlerden kurtuldu. Bilim, bu yeni metodun rehberliğinde makroskobik ve mikroskobik evrenlerin derinliklerinde kendisiyle olan yarışını sürdürmektedir.
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
14 Aralık 2007       Mesaj #2
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye
Michelson ve Morley,istemeden de olsa,uzun zamandır doğru kabul edilen bir inancın yanlışlığını kanıtlamış oldular.Fizik tarihinin en meşhur olumsuz sonucu ortaya çıkmıştı.Işık hızı ile buna eklenen herhangi bir başka hız toplandığında,gene ışık hızı elde ediliyordu.
Sponsorlu Bağlantılar
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
10 Mart 2009       Mesaj #3
Avatarı yok
Yasaklı
ENTERFERANS (GİRİŞİM) İLKESİ VE ESİR HİPOTEZİ




aaaeo2



Modern fizik, işin aslına bakılırsa, bu iki birleştirilemez görüşün zoraki birlikteliğinin ardında, ışığın gerçek varlığını tanımlama gayretindeki beceriksizliğini örtmeye çalışmakta ve bununla birlikte binlerce yıllık eski bir tartışmaya da son verdiğini sanmaktadır.

Yunan filozofu Fisagor (M.Ö 570-496) nesnelerin görünür olmalarının sebebini, gözlerimiz tarafından yakalanan, çok küçük "parçacıklar" yaymalarına bağlıyordu. Meslektaşı Empedokles (M.Ö 483-420) buna karşın gözlerimizden dışarı bir tür "nurlu" ışınımın çıktığını, bunun nesneleri kavradığını ve bize bu nesnenin imgesinin görüntüsünü ilettiği fikrindeydi. Eflatun'a (M.Ö. 428-347) göre, görebildiğimiz bu imge, nesnelerden kaynaklanan "dış ışık" ve gözümüzden yayılan "iç ışık" arasındaki girişim yoluyla gerçekleşmekteydi. Aristo (M.Ö.384-322) ise tüm bu görüşleri reddetti ve ışığın, boşluğu dolduran "Pellucid" denilen süptil bir aracının devinimi sayesinde ortaya çıktığını savundu. Aristo, asırlar boyu, özellikle Orta Çağda, büyük ölçüde kayıtsız şartsız bir otorite olarak görülüyordu. Araplar ışığı pratik özelliğine konsantre olurken, Hıristiyanlar onun mtafizik buutuna yöneldiler.



Işığın, bugünün anlayışına uygun bilimsel bir araştırmaya tabi tutuluşu ilk olarak Isaac Newton'un (1643-1727) çığır açan eseri Optik ile birlikte başladı. Newton, eski filozoflara benzer bir biçimde ışığı iki kısma ayırdı; fiziğin "görüngüsel (fenomenal) ışık" ve "numenal ya da potansiyel ışık";(Numenal:"İlahi İrade" anlamına gelen Latince numen sözcüğünden türeme. Teolojide "etki ve tesir eden gücün İlahi Varlık (Tanrı) olduğunu" ifade eden kavramdır) bu ikincisini canlı

organizmalardaki ruhun taşıyıcısı ve tanrısal unsuru olarak görüyordu.

Ve Newton, daha o zamanlarda, modern dönemin en can alıcı sorularını sordu: "Işık ile parçacıkların birbirine dönüşmeleri mümkün olamaz mı ? Parçacıklar faal güçlerinin büyük bir kısmını kendi yapı taşlarında yerleşik olan ışık parçacıklarından ediniyor olamaz mı? Nitekim bunlar, bizim asrımızda Albert Einstein 'tarafından "evet" cevabıyla onaylanabildi. Işığın fizik yönü ile ilgili olarak, Newton "partiküller" den söz ediyordu ve bununla bir kez daha Fisagor’un iki bin yıl önce söylediklerine dönülüyordu: Işınlar, çok küçük zerrelerdir, bunlar ışıldayan özler tarafından yayılır. Zamanın diğer doğa araştırmacıları, örneğin, Hollandalı fizikçi Christiaan Huygens (1629-1695) ve İsviçreli matematikçi Leonhard Euler (1707-1783) buna karşın, önceden Aristo'nun savunduğu; ışığın dalgalar biçiminde yayıldığı görüşüne katılıyorlardı.

aaa8hb2


"Dalga, parçacık tartışması" ilk etapta Newton'un zaferi ile sonuçlandı, otoritesi sayesinde çoğu bilim adamı onun tarafını seçmişti. Çünkü 1801 'de Thomas Young basit bir deneyde ışığın dalga tabiatını kanıtlayabilmiş ve bu deney sayesinde ışığın karşılıklı girişim desenleri oluşturduğunu göstermişti. O, yan yana düzenlenmiş iki ince aralıktan, ışığı bir şemsiye üzerine yansıttı ve böylece aydınlık ve karalık çizgilerden oluşan desenler elde etti. Young, bu olguyu anlaşılır kılabilmek için, süptil bir medyomun varlığını tasavvur etti; öncül antik örneğinde "esir" denilen, boşluğu kaplayan ve titreşimleri ile ışık dalgaları oluşturabilen esir.

Fransız filozof Rene Descartes (1596-1650) daha önce buna benzer bir anlayışı temsil etmekteydi. Ona göre de boşluk ince maddi bir sıvı ile doluydu, bu "bütünsel birlik"ti bunun içinde göksel küreler, girdap içindeki mantarlar gibi dönüp durmaktaydı. ışığı ise bu bütünselliğin (plenum) içinde "hareket yönünde bir eğilim" olarak tanımladı ve böylece modem kuantum fiziğinin soyut-dağınık ifade şekline benzer bir görüşe ulaştı.

Young'un girişim ilkesi için meslektaşı Henri Brougham, İnsanlık tarihinde bugüne dek bu kadar anlaşılmaz bir varsayımdan ibaret olan bir teori ortaya çıkmamıştır", diyerek kızmış ve "esir" ile ilgili olarak, şunu da eklemişti: "Böyle sönük bir keşiften hiçbir şey beklenemez."

Diğer deneyler, özellikle Fransız Fresnel'inki, ışığın dalga karakterini doğruladı ve 19. yüzyılın ortalarında "ışık dalgası" okul eğitiminin vazgeçilmez bir müfredatı oldu; tıpkı "ışık esiri" gibi. Lord Kelvin onun hakkında şöyle yazıyor: "Onun varlığı sorgulanamaz bir olgusal delildir."



BİLİMSEL AÇIDAN ESİR



aaaxb6


Yarım asır sonra bu tartışma gotürmez "olgusal delil", akademik araştırmalardan çıkartıldı. "Esir" süptil bir şey olarak farz edilmekteydi, fakat yine de o maddi bir aracı olarak tasavvur ediliyordu; dünya ve diğer göksel küreler onun içinden deniz üzerindeki yelkenli gemiler gibi geçip gitmekteydi. Işık dalgalarının eşiğinde ve onlar tarafından çalımlanarak, önden, arkadan ve yandan gelmekteydiler. Buna göre ışığın hızı farklılıklar göstermeliydi, böyle farz ediliyordu; hareket eden dünyaya doğru ya da arkasından koşuşturuyordu.

1887'de Albert Einstein ve Edward Morley, tasarladıkları bir deneyin yardımıyla, bu "esir akıntısını kanıtlamak istediler. Tüm şaşkınlıklarına rağmen hiçbir fark keşfedemediler: Işık hangi yönden gelirse gelsin hızı hep aynıydı; saniyede 299.792,458 metre. Tüm fizikçilerde büyük bir karamsarlık ve çaresizlik baş gösterdi, çünkü işin aslı, bugüne dek kabul gören "esir" görüşüyle uyuşmuyordu. Einstein, bu sonu gözükmez problem için bir çıkış yolu buldu: "Esir için bir gerçeklik bulma çabalarımızın tümü başarısız olmuştur." Ve bunun için ışık hızı, uzay boşluğunda daimi bir değişmezlik gösterir. O, ne ışık kaynağının hareketine ne de gözlemciye bağlıdır; böylece, "Görelilik Kuramı"nın temel taşını yerleştirmiş oluyordu.



Bundan kısa bir süre önce fizikçi Max Planck, ışık gibi elektromanyetik bir dalga olan ısının, sıcak bir nesneden sürekli değil, özellikle tekil "porsiyonlar" halinde yayılmakta olduğunu belirtti ve bunları "kuantlar" olarak tanımladı. Ve 1905'de Einstein, ışığı tekil enerji kuantlarından birleşik "fotonlar" olarak tanımlamayı tavsiye etti. Ve böylece yine Fisagor ve Newton'a ve ışığın "parçacık karakteri"ne dönüş yapılmıştı. Foto-elektrik efekt ile, ışığın etkisiyle mtalden elektronlar koparılır. Bu deney ve Compton deneyleri, ışık-kuantlarının elektronlar ile çarpıştıklarında, elastik küreler gibi davrandıklarını onaylıyordu.



ARACISIZ DALGALAR MANTIK AÇISINDAN İMKANSIZDIR


aaa7nr6


Önceden olduğu gibi bugün de ortaya çıkmakta olan girişim etkisi olguları, ışığın bir dalga olduğunu göstermektedir ve böylece aslında birleştirilemez olan bu iki anlayış, yani yukarıda belirtilen dalga-parça cık düalizmi zoraki olarak bir araya getirildi. Fakat ne yazık ki problem, bununla çözülmüş değildir. Çünkü dalgacık dalgacıktır ve parçacık parçacıktır.

1917'de Albert Einstein şöyle yazıyordu: "Hayatımın geri kalan kısmında ışığın ne olduğunu düşüneceğim." 1951 'de ölümünden dört yıl önce, şunları itiraf etti: "Işık kuantları nedir, sorusu üzerinde elli yıl derin derin düşünmeme rağmen, bu beni hiçbir cevaba yaklaştırmadı. Bugün herkes cevabı bildiğini sanıyor fakat bu onların bir yanılgısıdır. Ve "esir problemi" de şu ana kadar çözülmüş değildir, sadece sümen altı edilmiştir.

Ancak buradaki ikilem şudur: "Dalga" kavramı fizikte açıkça tanımlanmaktadır: dalga,bir aracın içindeki titreşim bağlaşımı olarak tanımlanır. Aracı; her parçacığın kendi hareketini yanı başındakine aktarabildiği, elastik bir biçimde birbirine bağlanmış tekil parçalardan oluşan bir özdür. Örneğin, su dalgalarında aracı sudur, atomik çekim güçleri tarafından birbirine bağlı olan tekil su moleküllerinden oluşur. Bir güç ona tesir ettiğinde, örneğin rüzgar, o zaman bu su molekülleri hareketlenir, bir oraya bir buraya titreşirler ve kendi bağlaşımları sayesinde bu titreşimler birbiri ardı sıra yayılır ve böylece dalga oluşur.

Eğer ışık bir dalga ise, karşılıklı etkileşim deneyleri bunu apaçık kanıtlıyor, demek ki küçücük birbirine bağlı parçalardan oluşan bir aracıya ihtiyacımız var ve ışık dalgalarını oluşturabilmek için de, parçacıkların titreşimini sağlayan bir kuvvete gereksinimimiz var.

Açıkçası hiç kimse aracıyı bir kenara itip, sadece dalgalardan söz edemez: Aracısız bir dalga mantık açısından imkansızdır. Öyleyse muhakkak bir "ışık/dalga aracısı" olmalıdır ancak onun yapı taşları maddi olamaz.



EN KÜÇÜK MADDİ PARÇACIKLARDAN DAHA SÜPTİL


aaa9ok0


En küçük maddi parçacıklardan daha süptil olma hali, Michelson-Modey deneyinden ortaya çıkar, fakat öte yandan bu deney, madde parçacıklarının dalga nitelikli bir olguya sahip olduklarını da onaylamaktadır. Örneğin, çift-aralık deneyinde, elektronlar da girişim desenleri oluşturmaktalar. Bu dalga olgusu için bir kanıttır. Deneylerde, elektron ve pozitron çiftlerinin ışığa ve ışığın da elektron-pozitron çiftlerine dönüştürülmesi başarıyla sonuçlandırıldı. Anlaşılan ışık ve madde, her ikisi de aynı aracının içinde birer dalgadır, demek ki bunlar, ancak özel formları nedeniyle birbirinden farklı gözükmektedir.

Bu durumda madde bir çeşit enerji olur; belki de "donmuş" enerji: Buzun suyun donmuş bir hali olması gibi.

Bunun nasıl göründüğünü tasavvur etmeye çalıştığımızda, hayallerimiz donup kalıyor. Ancak matematiksel olarak madde ve enerjiyi aynı çatı altında birleştirmek hiçbir sorun yaratmıyor.

Einstein bunu ünlü E=mc2 formülüyle gerçekleştirdi. Demek ki madde ve enerji eşitlenebilir ve biri bir diğerine dönüştürülebilir; tek bir oranda, ki bunun karşılığı ışık hızının karesine denk düşmektedir. Çok enerji eşittir az madde, az madde eşittir çok enerji. Atom bombası bunu kanıtlamaktadır; birkaç kilo madde, dünya üzerinde Hiroşima büyüklüğünde bir delik açabiliyor.

Demek ki, Michelson ve Morley'in "esir akıntısını" bulamamalarında şaşılacak pek bir şey yok; çünkü dünya, "deniz esiri" üzerinde yelkenli gemiler gibi yüzmüyor; o, daha ziyade bu "deniz esiri" içinde ve içinden her an kendini yenileyerek zuhur ediyor. Michelson ve Modey de, aynı kendi ölçüm gereçleri gibi "esir denizinde" birer titreşimdiler.

Esirden vazgeçemeyiz; ışığın dalga tabiatından vaz geçemeyeceğimiz gibi. Esiri oluşturan yapı taşlarının maddi olamayacağı, daha çok süptil olacağını bilmek gerekir. Bir başka deyişle "kuantaltı esir". Işık kuantlarından daha küçük ve daha süptil, en küçük madde parçacıklarından daha küçük ve daha süptil.



"Maddi esir mevcut değildir. O, materyalist dünya görüşünden doğmuş hayali bir kurgudur", diyor Amerikalı kuantum fizikçisi Arthur Zajonc, Işık ve Şuurun Ortak Tarihi adlı kitabında şunları yazıyor: "Eğer biz ışığın bir dalga olduğundan yola çıkarsak, o zaman karşımıza şu soru çıkar: Orada dalga şeklinde titreşmekte olan nedir? Su dalgalarında, ses dalgalarında, titreşen tellerde... bir şeyler hep titreşmekte. Ses figürü hava tarafından iletilmekte. Peki ama ışık dediğimiz akışkan figürü kaldırıp gotüren ne??? Yine de şu kesinlik kazanmıştır: Bu şey ne olursa olsun, her halükarda tabiatı maddi değildir.























Kaynak:Astroset
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
7 Eylül 2011       Mesaj #4
ener - avatarı
Ziyaretçi
Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi & MsXLabs.org

Esir

Eskiden uzayı kapladığı ve hem ışığı, hem de öteki elektromanyetik dalgaları ilettiği sanılan ortam. Son derece esnek (elastik) ama bu oranda da hafif olduğu, enine dalgaları ışık hızıyla ilettiği kabul ediliyordu. 1887'de gerçekleştirilen Michelson-Morley deneyiyle esirin varlığı araştırıldı. Michelson ve Morley, dünyanın dönüşü yönünde ölçülen ışık hızıyla bu doğrultuya dik açı altında ölçülen ışık hızı arasında bir fark olup olmadığını belirlemeye çalıştılar. Böyle bir fark varsa girişimölçerde gözlenen girişim saçakları, girişimölçer 90° döndürüldüğünde yer değiştirecekti. Bu yer değiştirme ya da kayma, dünyanın esire göre bağıl hızı oranında bir optik yol değişimine karşılık düşecekti. Böyle bir kaymanın gözlenmemesi, esir rüzgârının var olmadığının kanıtı oldu. Daha sonra Lorentz-Fitzgerald kısalması (ışık hızına yakın hızlarda boy kısalması) ile bu bilgi pekiştirildi ve özel görelilik kuramının doğuşuna yol açtı.

Benzer Konular

8 Haziran 2009 / Kral_Aslan X-Sözlük
5 Nisan 2013 / _EKSELANS_ Edebiyat
8 Haziran 2009 / Kral_Aslan Rüya Tabirleri