Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 14

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.752 Cevap: 211
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
29 Haziran 2006       Mesaj #131
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
CEVHERİ GÜVEN

Sponsorlu Bağlantılar
Sezer,Rusya Ve Katerina Meselesi

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer üç günlüğüne Rusya’ya gidiyor. Bu ziyaret Rusya Federasyonu’na Cumhurbaşkanı seviyesinde yapılan ilk ziyaret olma özelliğini taşıdığı için önemli.

Ziyaretin başlamadan TOBB’dan isyan nidaları yükseldi. Türk işadamlarının yoğun faaliyette bulunduğu Rusya’ya Sezer’in hiçbir işadamı götürmemesiydi şikayete neden olan.

TOBB Başkanı tepkisini, “Putin, Sezer’in daveti üzerine yaptığı Türkiye ziyaretinde, bir işadamı ordusu da getirmişti. Sezer ise işadamsız gidecek” sözleriyle dile getiriyor.

Bu güncel polemiği bir tarafa bırakıp, Türk-Rus ilişkilerindeki en kadim polemiğe geçiyorum: Katerina-Baltacı ilişkisine.

Son günlerde sıkı bir popüler tarih okuması yapma gayretindeyim. Tabi ki gözdem; İlber Ortaylı. Dolayısıyla Katerina-Baltacı meselesini Ortaylı’dan öğrendiğim şekliyle size anlatacağım...

Efendim, III. Ahmet devrinde Baltacı Ocağı’nda yetişen Mehmet Paşa, Rus Çarı Petro ile savaşıyor. Rusya’dan darbe yemiş Kırım Hanı, İsveç Kıralı 12. Karl ve Polonya Kralı, Osmanlı’yı destekliyorlar. Tabi manevi olarak.

Ancak kuşatma uzuyor, Petro’nun kuvvetlerine nihai darbeyi indirecek teknik imkan yok Baltacı’da. Uzun savaşlara alışık olmayan Yeniçeriler arasında disiplinsizlik te başlıyor bu arada. Petro’da ise çemberi yaracak kuvvet kalmamış.

Kırım Hanı ve İsveç Kralı 12. Karl ve Polonya Kralı, Serdar-ı Ekrem Baltacı Mehmet Paşa’yı direnme ve son darbe için iknaya çalışıyorlar. Ancak durumu ölçüp biçen tecrübeli Baltacı onlara kulak asmıyor ve kuşatmayı kaldırıyor.

Prut Barışı ile Petro 1699’daki bütün kazançlarından vazgeçiyor. Yani Karlofça Antlaşması ile elde ettiği Kırım’daki Azak kalesinden. Rusya için bu kale çok önemli çünkü sıcak denizlere açılmak için fırsat.

Rusya’nın Azak kalesini boşaltması ve diğer tavizlerinden daha fazla şey isteyen Kırım Hanı, İsveç Kralı ve Polonyalı müttefikler bu barıştan memnun olmuyorlar. İstanbul’da kendileri gibi düşünenlerle, Baltacı’yı sevmeyenlerle birlik olup Padişahı kışkırtıyorlar. Çar’ın adamı Şapirov’un, Baltacı Mehmet Paşa’ya mücevherler getirdiği ve Katerina’yı peşkeş çektiği Padişah’a çeşitli kanallardan ihbar ediliyor ve çok yoğun söylenti başlatılıyor. Sonunda Baltacı kelleden oluyor.

Hiçbir belge ve delille Baltacı-Katerina ilişkisini ispatlayabilen yok. Tamamen tevatürden ibaret. Hatırlarsanız Ertuğrul Özkök te Rusya Devlet Başkanı Putin’e aynı soruyu sormuştu. Soru cevabı bire bir aktarıyorum:

“Özkök: Bir tek Katarina olayı var. Bize öğretirlerdi; Plevne savaşı sırasında Gazi Osman Paşa, Katarina ile ilişkisi olduğu için savaşı kaybetti diye.

Putin: Bizde ise bu olay başka türlü biliniyor. Rus ordusu kuşatma altındayken, Katerina kuşatmayı yönetene rüşvet vermiş. Tüm kadınların takılarını zorla toplatmış kendi mücevherleriyle birlikte paşaya rüşvet olarak vermiş. Böylece Türk kuvvetleri Rus askerlerini savaşmadan serbest bırakmış. Bu olaydan sonra Petro, özel olarak kadın nişanı çıkartmış. Adını da 'Kutsal Katerina' koymuş. Petro Moskova'ya döndüğünde ilk eşini manastıra sürgüne gönderip, Katerina'yı kendisine eş olarak aldı.”

Bu gezide de aynı konu gündeme gelir mi; bilemiyorum. Ama İlber Ortaylı’ya göre mücevher konusunda da ortaya ciddi delil koyabilen yok.

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Temmuz 2006       Mesaj #132
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Devlet sadece güç üzerine kurulu bir yapı değildir. Devletleri güçlü yapan onların başkalarını ezebilme düzeyi de değildir.

Sponsorlu Bağlantılar
Devletleri terör örgütlerinden ve diğer oluşumlardan ayıran en önemli özellikleri belli ilkeler üzerine kurulu olmalarıdır. Kısa dönemde saf güç en önemli unsur gibi görünse de meşruiyetini ilkelerinden almayan hiçbir devlet uzun dönemde güvende kalamaz. İsrail, bunun tipik bir örneğidir. Filistin karşısındaki neredeyse sınırsız gücüne, dünyanın en ‘süper güçlerini’ arkasına almasına rağmen İsrail aynı zamanda dünyanın en başarısız devletidir. Çünkü hâlâ devletin ne anlama geldiğini anlayabilmiş değildir. Çünkü hâlâ en temel güvenlik sorunlarını dahi çözebilmiş durumda değildir. Filistin’e verdiği zarar nedeniyle Filistin sorununda İsrail’in başarılı olduğu yanılgısı genel olarak kamuoyunda hâkimse de her gün bir patlama veya saldırı korkusu içinde yaşayan hiçbir devlet başarılı sayılamaz.
Terörü besleyen ana nedenler...
İsrail, Hamas’ı bir terör örgütü olarak görüyor ve bu nedenle Hamas, Arap dünyasının en demokratik, belki de tek demokratik seçimiyle iktidara geldiği zaman sadece Filistinlileri suçlamayı tercih etti. ‘Teröristlerden hükümet olmaz’ söylemi ilk bakışta haklı gibi dursa da İsrail, Filistin’e terör dışında fazla bir alternatif bırakmadığını, hatta terörü bizzat kendisinin uygulamakta olduğunu fark etmedi. Oysaki Hamas’ın kurulmasına maddi yardım da dahil destek veren bizzat İsrail’in kendisiydi. İsrail daha başından itibaren yanı başında istikrarlı ve dengeli bir Filistin Devleti’nin kurulmasına razı olmadı. Diğer bir deyişle sorun sadece İsrail’in var olma hakkının tanınması değildi. Sorunun diğer yüzünde İsrail’in Filistinlilerin var olma hakkını tanıması sorunu bulunuyordu. Eğer İsrail sorunu bu yönüyle ele alabilmiş olsaydı kısa sürede iktisadi açıdan kendisine bağımlı; fakat görünüşte bağımsız bir Filistin devleti oluşturabilirdi. Böylece Mısır gibi veya Ürdün gibi, hatta onlardan daha uyumlu bir Filistin devleti kurulmuş olurdu ve İsrail de Arap işgücünü kullanarak tüm Ortadoğu pazarlarına hâkim olabilirdi. Fakat kendisi de terörle kurulmuş bir devlet olarak ve uzunca bir süre aşırıların dümende olduğu bir yapılanma olarak İsrail, uzun süre sadece yok etmeyi düşündü. Her bir savaşı bir sonraki savaşa ve genişlemeye hazırlık basamağı olarak gördü. Oysa uluslararası ilişkilerde tek taraflı bir güvenlik olamaz. Eğer gerçek anlamda ve kalıcı bir güvenlik istiyorsanız komşularınızın da kendilerini güvende hissedeceği bir barış kurmak zorundasınız. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniklerin de sisteme dâhil edilmesinin mantığı budur. İsrail ise her savaş sonrasında Arap komşularını aşağıladı ve asıl barışı kurabileceği ılımlı Arap liderlerin daha başarısız olabilmesi için savaştı. İdealist ve dinci Yahudi başbakanlar, ilk yıllarda Tevrat’ın hedef gösterdiği toprakları işgal etme hayaliyle yanıp tutuştular.
Arapların yenilgileri büyüdükçe ılımlıların Arap siyaset sahnesindeki inandırıcılığı da azaldı. Çözümsüzlüğün çözüm halini aldığı bu ortamda bir yandan yenilgi, diğer taraftan yolsuzluklar ılımlı Arap siyasetini, ılımlı dini yaklaşımları ve Arap milliyetçiliğini bitirdi. Artık Filistin’de bağırmadan konuşabilmek mümkün değildi. Arafat’ın geldiği en son durumu bir gözünüzde canlandırınız. Bir odaya mahkûm edilen Arafat, kendisini bile savunacak durumda değildi. Bir mumun gölgesinde dünya liderlerinden yardım dileniyordu. Tablo öylesine acıklıydı ki dönemin Türk Başbakanı Bülent Ecevit dahi İsrail’i ‘soykırım’ yapmakla suçluyordu. Hamile kadınlar kontrol noktalarında doğum yapmak zorunda kaldı, küçük çocuklar terör zanlısı diye öldürüldüler, aşağılanma ve hakaret Filistin sokaklarının kaderi haline geldi. Filistin’e bir tek liman veya bir tek havaalanı dahi verilmedi. Filistin, etrafı tel örgüler ile çevrili bir açık cezaevine dönerken, İsrail fareyi köşeye sıkıştırmış kedi misali ahlak ve hukuk kurallarından arınmış bir tutum içine girdi. Kendi içinde demokratik bir hukuk devleti olan İsrail, Filistin’i bir tür ‘safari parkı’ gibi gördü. Üstelik bu politikalarını İsrail lobisi sayesinde Amerika’dan da onaylattı. Bu ortamda ‘ılımlı’ Filistinli siyasetçilere de kendi halklarına benzeri politikaları uygulama hakkı tanındı. ‘Devlet’ hakkı olmasa da, ‘otorite’ olma hakkı verilen Arafat ve adamları, kısa sürede Filistin Otoritesi’nde hapishaneler kurdular ve buraları dünyanın önemli işkencehanelerinden biri haline getirdiler. İsrail hapishanelerinden kurtulanlar El Fetih’in eline düştü. İsrail’in lütfedip geçmesine izin verdiği dış yardımlar ve gümrük vergileri, Arafat’ın adamlarının (Kuveyt Çetesi de denir) elinde çarçur edildi. Arafat öldüğünde bıraktığı milyonlarca dolarlık mirası paylaşmak bile zordu.
Yukarıdaki tabloya bakıldığında Hamas’ın, yani radikalizmin, yolunu İsrail’in ve onun izin verdiği Filistin siyasetinin açtığı rahatlıkla görülebilir. Canından başka kaybedecek bir şeyi kalmamış bir halk, adeta ölüm hakkını kullanmaya başladı. Hamas’ın intihar saldırılarının bir boyutu da çaresizliktir. İsrail’in intihar saldırılarına tepkisi de çok sert oldu. 15-16 yaşında çocukların yaptığı saldırıların ardından, saldırganların evi tanklar ile yerle bir edildi. Oysa suç bireyseldir. Ailesini veya başka kimseleri bağlamaz. İsrail, suç ile hiçbir ilgisi olmayan, sadece ölen çocukları için ağlayan ailelerin evlerini bir gecede yerle bir etmiştir. Bu intikamdır ve tipik bir terörist yaklaşımıdır. Bir militanın evini tanklarla ezip geçen bir devlet bunun karşılığında en azından o mahalledeki herkesi karşısında bulur, yüzlerce intihar saldırganını yaratacak bir ortama neden olur.
İsrail’in ‘terörist örgütleri andıran’ yaklaşımı bununla da sınırlı kalmamış ve tespit ettiği kişileri havadan füzeler ile tek tek öldürmüştür. Haklarında arama emri dahi bulunmayan birçok önemli isim, oturdukları dairelerinde veya bir taksinin içinde tek tek infaz edilmiştir. Bir kişiyi öldürmek için gerektiğinde kalabalık bir caddeye füze atılmış, bir zanlıyı vurabilmek için bir apartman komple havaya uçurulmuştur. Dikkat ederseniz, burada suçlu suçsuz ayrımı yoktur. ‘Kurunun yanında yaşlar da yansın’ yaklaşımı vardır. Sadece geçtiğimiz haftalarda birçok çocuk ve suçsuz Filistinli, İsrail’in bu tür saldırıları sonucu hayatını kaybetmiştir. İsrail’in bir plajı nasıl kana buladığı hâlâ hafızalardadır. Bu tabloya bakıldığında El Kaide’nin intikamcı ve toptancı terör yaklaşımını İsrail politikalarında da açıkça görmek mümkündür.
Kısacası Hamas, bir alternatifsizliğin ürünüdür. Terörse de, şiddetse de, aşırılıksa da Filistinlilere bırakılan tek çıkış kapısıdır. Aldığı % 50’den fazla oy bunun açık göstergesidir. Dahası gözlerden kaçsa da, diğer siyasi gruplar da hızla Hamas’a benzemektedirler. Artık El Fetih ile Hamas militanları arasındaki farkı anlayabilmek çok zordur. Her ikisi de ölmek ve öldürmekten bahsetmektedir, her ikisinin de elinde İsrail’in ellerine tutuşturduğu silahlar vardır (15 gün önce İsrail, El Fetih’e silah yardımında bulundu) ve her ikisinin de gözlerinde ümitsizlik vardır.
İsrail dünya barışını tehdit ediyor... Seçimlerden bu yana İsrail ve Batı dünyası Filistin’e yardımları kesti. Maaşlar aylardır ödenemiyor. Maksat Hamas’ı köşeye sıkıştırmak ve sonra da kaçmasını sağlamak. Halka ‘işte Hamas’ın size hiçbir yararı olmadı’ demek. Oysa Filistinliler köşeye sıkışalı çok oluyor. Hamas’ın iktidarda tutunamaması Hamas’ı bitirebilir belki; fakat kısa sürede yeni Hamas’ları ortaya çıkarır. Ayrıca Hamas’ı da geri dönülmez bir şekilde terörün içine çeker. Nitekim bunun işaretlerini de almaya başlıyoruz. Kendisine hiçbir yol bırakılmayan Hamas köşeye sıkıştırılmış bir ‘kedi’ misali yerin altından tüneller kazarak İsrail askerlerine saldırdı. İsrail plajlarda çocukları katlederken, Hamas militanları da bir İsrailli askeri kaçırdı. Öldürdüğü Filistinli çocuklar için ‘iş kazası’ açıklaması yapan İsrail, öldürülen ve kaçırılan kendi askeri olunca dünyayı ayağa kaldırdı. Önce İsrail savaş uçakları bağımsız bir devletin, yani Suriye’nin, devlet başkanının konutunun üzerinden tahrik uçuşları yaptı. Devamında Gazze topraklarına tanklar ve askerlerle girdi. Bu da yetmedi, Hamas hükümetinden aralarında bakanlar da bulunan 64 yetkiliyi rehin aldı. Bu da kesmedi, bu kez de yaklaşık 1,5 milyon Filistinlinin kullandığı elektriğin % 40’ını sağlayan elektrik santralını bombaladı. Santralın bombalanması sonucu sular da kesildi. BM’ye göre toplu ölümler dahi olası. Ve İsrail hâlâ tatmin olmuş gibi durmuyor. Çünkü intikam hırsıyla hareket ediyor. Teröristler intihar saldırısı düzenliyor, İsrail onların evlerini ve ailelerini vuruyor. Teröristler İsrail’in kamu binalarına saldırıyor, İsrail, Filistinlilerin elektrik santralını yok ediyor. Teröristler asker rehin alıyor, İsrail ise bakan ve bürokratları rehin alıyor. Suikast, infaz, gasp, rehin alma, binalara saldırı vs... Teröristler ile İsrail arasındaki çizgi iyiden iyiye inceliyor. İsrail devlet gibi davranmıyor, bu nedenle devlet gibi muamele görmekte de zorlanacak. Filistin ise zaten bir devlet değil. Kendisine karşı terör yöntemleri kullanıldığı sürece o da daha fazla terörü bir yöntem olarak kullanacak. Hamas, çatışma sahasına geri dönüyor. Diğer Filistinli siyasi gruplar da Hamas’ın yanına. Bunun faturasını ise sadece İsrail ve Araplar ödemeyecek. Aşırılık tüm İslam dünyasında prim yapmaya ve meşruiyet sahası bulmaya başlarken, fatura tüm dünya barışına kesilecek.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Temmuz 2006       Mesaj #133
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Medyada ekonomi haberleri artıyor. Ekonomi sayfalarının ve programlarının ilgi alanı genişliyor. Bunlar yetmiyor; müstakil ekonomi gazeteleri, ekonomi dergileri sürülüyor piyasaya.

Arz-talep dengesi içinde ortaya çıkan bu yükselişin sosyal bir gerçekliği olmalı. Elbette var. Hemen herkesin ekonomik hareketlilik ile yakından ilgisi var artık. Daha doğrusu, ekonomideki gelişmeler hemen herkesi derinden etkiliyor. Eskiden ekonomi haberleri sınırlı sayıdaki işvereni ve bürokratı bir derece ilgilendiriyordu. Şimdi öyle mi? Ekonomi, hayatın her alanına bu kadar nüfuz etmişse medyanın bu sahalardan kaçması düşünülemez. Ancak, eski mantık ve usullerle de ekonomi haberciliği yapılamaz. Çünkü sorumluluğu artmıştır medyanın...
Eski bir refleksin gölgesinde
Gazetecilerin zihnî reflekslerine yapışmış eski ve biraz da batıl bir inanç var: “Negatif haber caziptir, okutur. Pozitif haber sıkıcıdır, ilgi çekmez.” YANLIŞ! Modern gazeteciliğin dünya tecrübesi, bu kadim zihniyetle mücadele etmeye çalışıyor. Hâlâ tahterevallinin negatif kısmında seyrediyor habercilik; ancak pozitif haberlerde artış olduğu da aşikâr. Artık gazete yöneticileri eskisi kadar “Ne yapalım, okur cinayet gibi, hırsızlık gibi kötü haberleri daha çok okuyor” demiyor. Gücünü hayatın bizzat kendinden alan ve sosyal hayata olumlu sinyaller gönderebilen haberlere de yer veriliyor. Okur da belli bir oranda alıştı bu duruma. Gerçek hayattan derlenmiş başarı hikâyelerinde en azından kendini bulabiliyor, somut örneklerden kendine dersler çıkarabiliyor. Şüphesiz ille de pozitif haber verilecek diye gerçeğin sınırlarını zorlamamak gerekiyor; ancak şu da bir gerçek ki pozitif haber, öyle sanıldığı gibi çok uzaklarda değil, hayatın tam göbeğinde.
Negatif haber konusunda ekonominin daha hassas bir durumu var. Çünkü gereksiz yere yaşanan her sıkıntının bedelini herkes ödemek zorunda. Gerçeğin hudutlarını zorlayan her bilgi, okura karşı yapılmış büyük bir haksızlıktır. Sadece okura ya da seyirciye mi? Hayır! Ülkeye, ülkenin geleceğine yapılmış harakirilerden söz ediyoruz. Nasıl medya, gerçekleri sorumlu olduğu insanlardan gizleyemez; aynen öyle de sorumlu basın, gerçek olmayan bilgileri de -ki o bilgilere çapraz kontrolleri yapılmamış kulis bilgileri dâhildir- dilediği gibi kullanamaz. Hatta bilginin doğru olması yetmez; abartısız da olması şarttır! Haberdeki bilgi özünde doğru olabilir; ancak haber üzerindeki abartı o doğru bilgiyi de, o bilgiyi habere dönüştüren markayı da güvenilmez kılabilir. ‘Mübalağa, zımnî (gizli) bir yalandır’ sözü ne kadar veciz ve titiz bir kuralı işaretler! Çünkü abartı, sansasyon maksadıyla yapılır ve bununla gazetenin daha okunur, televizyonun daha seyredilir hale gelmesi planlanır. Doğrudur. Kısa süreli yüksek reyting ya da tiraj elde edilse bile, med-cezir bittiğinde medyadaki ağır hasarın vahim olduğu görülür...
Ekonomi sadece ekonomi değil artık
Türkiye kritik bir zaman tüneline girmiştir. 11 ay sonra Çankaya Köşkü yeni bir kiracıyı kabul edecek mesela. Kiracı diyorum; çünkü hiç kimseye tapulu değil o makam. Kimler geldi, kimler geçti. Üstelik Çankaya nöbet değişimleri genellikle sancılı oldu. Bu seferki durum biraz farklı. Daha önceki seçimler siyasî kriz doğurmuştu. Şimdiki durum sadece siyasetin alanını daraltmıyor. Bu hassas duruma bakmaksızın yürütülen bazı yayınlara anlam vermek kolay değil. Aynı gemide bulunmanın kaçınılmaz dayanışma yolları üzerine ortak akıl arayışları varken, gemiyi bir ucundan delmenin makul bir izahı olamaz.
Hemen her mevzu çatışma alanına taşınınca her gelişme tabii seyrinden çıkıyor. O yüzden sadece reis-i cumhur seçimi değil, Türkiye’nin önünde daha pek çok eşik var. Hiçbir demokratik ülkede bu kadar ağır hissedilmeyen tensiplerin sürekli gündemde tutulması da ekonominin normal seyrini bozabilir. Seçim üzerine koparılan fırtına bir başka handikap. Erken seçim olsun diye akla hayale gelmedik tezgâhlar kuruldu maalesef. Hırçınlığı cinnet seviyesine kadar götüren birileri için ne ekonomik istikrarın bir önemi var ne de siyasî istikrarın. Onlar bilseler ki bazı meşum gayretleri yüzünden Türk insanı bir asır boyu ıstırap çekecek, yine de gözlerini kırpmadan menhus yollarına devam edecek. Her ülkede böyle hasta ruhlar vardır; ama bu tip adamların bizdeki kadar güçlü irtibatları yoktur. Bizde psikolojik harp tekniklerinde uzmanlaşmış kişi ve gruplar rol alır içten çökertme senaryolarında...
Siyaset üzerinden ekonomiyi vurmak
Demek istediğim şu ki Türkiye’de ekonominin dinamikleri hâlâ gücünü siyasetin istikrarından alıyor. O yüzden sıcak gündem haberciliği ciddi bir sınavdan geçiyor. Siyasetin en temel esprisi halkın tercihine gösterilen saygıdır. Yani, son seçimlerden büyük bir halk desteği ile çıkan AK Parti’yi halk sandıkta ya ödüllendirecek ya da cezalandıracak. Buna tahammül etmeyen, faşizmin dik âlâsını savunuyor demektir. Bir zamanlar sandıktan zaferle çıkan Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi şimdi nerede? Halk, partileri zirveye çıkarmasını bildiği gibi oradan indirmesini de bilir. Buna razı olmamak, buna tahammül etmemek; hatta daha ileri giderek toplum mühendisliğine soyunmak, halka saygısızlıktır.
Tabii ki medya iktidarın yanlışlarını yazacak. Ancak hata avcılığı yaparken gerçeklerin hududunu aşırı derecede zorlayarak kendini de gülünç duruma düşürmeyecek. Kritik eşikler üzerine yapılan vurgulu yayınlar, manipülasyon kokuyor. Düşünebiliyor musunuz, dünyada ekonomik bir hareketlenme yaşanıyor, bundan Türkiye de olumsuz etkileniyor ve bir kısım “ekonomi uzmanı” neredeyse zil takıp oynuyor. Kasıntılı pozlar eşliğinde yapılan “analizler”i dinliyorsunuz; yorumlar ekonominin kendi iç dinamizminden almıyor gücünü. Tamam, ekonomi ile siyasetin gündem kesişmesi tarihte görülmedik kadar iç içe girmiştir; fakat siyasî intikam ile siyasî yorum arasındaki uçurumu da görmek şart! Siyasî intikam duygusuna ekonomi urbası giydirdiğinizde söyledikleriniz “ekonomi analizi” olmuyor...
Aslında Türkiye’de gazetecilik daha sağlıklı bir noktaya gidiyor. Hem medya yöneticileri sorumluluğu daha yakından hissediyor hem de halk daha katılımcı hale gelerek medyadan daha fazlasını istiyor. Ayrıca Türkiye’de belli alanlarda uzmanlaşan muhabir sayısı da artıyor. Bu meslekte önemli görevler üstlendiği halde bu durumun farkında olmayanlar da var. İdeolojik şartlanmışlık içinde gazetecilik yapanların vay haline! Yakın bir gelecekte insanlar, kendilerini güdümlemek isteyen medyayı daha derinden hesaba çekecek. İşte o zaman işinin ehli gazeteci ile propagandist arasındaki fark daha belirgin hale gelecek.
Ne yapmak lazım?
Ekonomi gazeteleri de sağlıklı bir yolda ilerliyor. Referans, Dünya ve Diplomatik Forum makul bir gelişim haritası sayesinde daha etkin pozisyonlar alabilir; alacaktır. Zaten hayatta kalmak için başka alternatifleri de yok. Güçlerini ülke gerçeklerinden alacak, siyasetin alavere dalavere işlerine ekonomi maskesiyle girmektense bilgi ve analize değer vererek yeni bir okur kitlesi oluşturacaklar. Gazetelere yansıyan ekonomi sayfaları ve ekranlarda boy gösteren programlar da öyle. Doğru bilgi-dürüst yorum tercihini yapanların ufku açık... Geçenlerde Başbakan Erdoğan, “Bizi eleştirin; ama yapıcı olun, yol gösterin” mealinde bir şeyler söyledi. El hak doğrudur! Eleştiri yapmayı, sevmediği kişi ya da grupların hayalarına tekme atmak gibi algılıyor bazı meslektaşlarımız. Kamu vicdanı bu vicdansızlığı yakından görüyor ve tercih hakkını hep mazlum durumuna düşürülmüş kişilerden yana kullanıyor. Önemli olan, tespitlerimizi hakperestlik içinde yapabilmek. Yüreği yeten sorunları dosdoğru tespit eder, tahlil eder ve daha önemlisi, çözüm önerileri sunar. Halk problemler üzerine yapılan vıdı vıdıdan usandı. ‘İyi de, sen ne öneriyorsun?’ denildiğinde sus pus olanları ya da lafı eveleyip geveleyerek olayları başka mecralara çekenleri dinlemek istemiyor artık. Ekonomi haberlerine bu yüreklilik içinde bir kere daha bakmakta fayda var.
Ortak Akıl Toplantıları

Geçenlerde gazetemizin merkez binasında önemli konuklarımız vardı. ‘Ortak Akıl Toplantıları’ başlığı altında gerçekleştirilen toplantının ana konusu ekonomiydi. O yüzden altı kişilik süper bir ekiple bir araya geldik. Ekonomideki son gelişmeler ve çıkış yolları üzerine beyin fırtınası yaptık. Meselenin değişik açıdan masaya yatırılması, konuya değişik açıdan yaklaşanların bir masa etrafında Türkiye fotoğrafı çekmesi ve hepsinden önemlisi, çözüm önerileri adına değişik fikirlerin makul bir düzlemde çözüm paketine dönüşmesi önemliydi.
Katılımcılar listesine bakar mısınız lütfen: SPK Başkanı Doğan Cansızlar, İSO Başkanı Tanıl Küçük, TİM Başkanı Oğuz Satıcı, MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat, TUSKON Başkanı Rızanur Meral, Merrill Lynch ekonomisti Mehmet Şimşek. Oturumu Marmara Üniversitesi öğretim üyesi İbrahim Öztürk yönetti. Konuşmalar iki bölümden oluşuyordu. Birinci bölümde tespitler ortaya konulacak, ikinci bölümde de herkes net çözüm önerilerinde bulunacaktı. Gerçekten de planlandığı gibi oldu. Hem ekonominin değişik pencerelere akseden yüzünü gördük hem de somut çözüm önerilerini. O kadar ki, toplantı öngörülen süreyi aştığı h alde herkes büyük bir zevk almış olmanın keyfiyle program bitsin istemiyordu.
Toplantıya gazetemizin imtiyaz sahibi Ali Akbulut, genel yayın editörlerimiz ve ekonomi sayfasında çalışan arkadaşlarımız katıldı. Belki bundan sonraki toplantıyı merkez binamızın sinema salonunda yaparak hem daha çok katılımı temin edeceğiz hem de daha değişik sorular yöneltme imkânı bulacağız. Yaklaşık üç saat süren Ortak Akıl Toplantıları’nın ilkini bugünkü gazetenizde okuyacaksınız. Başta Ekonomi Editörümüz Turhan Bozkurt olmak üzere yayındaki arkadaşlar, bu toplantının hemen her ayrıntısı ile yakından ilgilendi. Sonuçta ortaya bir metin çıktı. Konuyla ilgili insanlara ve kurumlara yol göstereceğinden eminim...
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
5 Temmuz 2006       Mesaj #134
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
‘İktidar bozar, mutlak iktidar ise kesin bozar’

19. yüzyıl tarihçisi Lord Acton ve onun bu ünlü sözü, İsrail’in Filistinlilere yönelik tepkisinin ölçü tanımaz bir seviyeye ulaşmasıyla birlikte aklıma geldi.

Yaz Yağmurları Operasyonu, seçilmiş Filistin hükümetini yok etme çabasıyla Hamas üyesi milletvekillerinin ve yetkililerinin rehin alınmasıyla farklı bir boyut aldı. Gazze elektrik şebekesini bombalamak 1.4 milyon Gazzeliyi elektriksiz, susuz ve yaz sıcakları iyice artarken kanalizasyonsuz bıraktı. Gazze’deki köprüye saldırı, ulaşımı imkansız hale getirdi, sadece silahlı müfrezeler ve dev buldozerler için durum öyle değil. Filistin İçişleri Bakanlığı üzerine hedefli saldırı binayı küller içinde bırakırken, gerekçe olarak bu binanın “terör eylemlerini planlama yeri olarak kullanılması” gösterildi. Ve bir kez daha elektrik kesintisi nedeniyle hastaneler kaos içinde bırakılırken, ilaç ve gıda temini engellendi. Gazzeliler, İsrail işgal güçlerinden yeni saldırıları bekliyor.
Filistin’e müdahale önceden planlanmış
Olmert, mart ayında seçildiğinde binlerce mermi Gazze’ye ateşlendi, 85’in üzerinde kadın ve çocuk dur durak bilmeyen saldırılar nedeniyle yaşamlarını yitirdi. Yüzlercesi sakatlandı. Bu olayları bir perspektife koymak için, 2000 yılından bu yana lise ya da kolej deneyimleriyle kıyaslanabilecek Kassam roketleri 8 İsraillinin yaşamına mal oldu. 2000 yılından bu yana, İsrail saldırılarında ölen Filistinlilerin sayısı ise birkaç yüzü geçti. Havadan, karadan ve denizden yapılan bu öldürmeleri meşrulaştırmak için sık sık Kassam füzelerine odaklanıldı. İsrail’in Yaz Yağmurları Operasyonu, iki İsrail askerinin öldürülmesi ve tank topçusu diğerinin kaçırılmasıyla direkt bağlantılı gibi sunuluyor. Bununla birlikte, Haaretz gazetesi, Hamas hükümet yetkililerinin rehin alınması planının haftalar önceden yapıldığını duyurdu. Aksine, Filistinlilerin asker kaçırma eylemi Gazze plajındaki katliama ve ölenlerin çoğu çocuk olan diğer saldırılara bir tepkiydi. Onca gürültü patırtı arasında kaybolup giden şey, Filistinli militanların İsrail cezaevlerinde tutuklu bulunan, işkence gören ve suiistimal edilen 300 Filistinli çocuğun ve yüzlerce kadının salınma talepleridir.
Tutukluların çoğu suçsuz yere orada ya da işkence ile itiraf belgelerini imzaladıkları için tutuluyorlar. Toplam olarak, şu an bu hapishanelerde tutulan Filistinli sayısı 10 bin civarında. Nisan ayında, İsrail güçleri Batı Şeria’nın Tura el Garbiya kasabasına baskın düzenledi ve beş yaşındaki Motaz Habha’yı babasının kucağından alıp götürdü. Baba Samet, askerler cipler içinde eve baskın düzenlediklerinde evinin önünde bir komşusuyla sohbet ediyordu. Samet, küçük oğluna sıkı sıkı sarıldı, askerler onu dövüp yere yatırdılar ve ellerini kelepçelediler ve jipe bindirdiler. Oğlunu da, babasının yanına bindirip “tutukladılar”. Gittikleri istikamet Shaaked askeri üssü idi, orada bir hücreye kapatıldılar ve kötü muameleye maruz kaldılar. Çocuk resmi olarak İsrail askerlerine taş fırlatmakla suçlandı. Geç saatlerde baba ve oğlu salıverildi ve karanlıkta evlerine yürüyerek gönderildi. Samet ve Motaz Habha’nın öyküsü göreceli de olsa mutlu sonla bitti. Bir ay önce, New York’ta “Made in Filistin” adındaki Filistin sanat sergisine katıldım. Sanatçılardan birisi anılıyordu, onun bir dizi resmi asılmıştı, İsrail askerlerinin kendilerine taş fırlatan çocuklara ateş açma “sporunu” gösteren bir resim…
Lord Acton’un sözleri, ABD Yüksek Mahkeme’sinin, neo-muhafazakarların kontrolündeki Bush-Cheney yönetiminin bastırılamaz güç açlığına ve belki de İsrail’in eylemlerine fren olabilecek bir karar sonrasında bir kez daha aklıma geldi. Mahkeme, Guantanamo’daki tutsakların yargılanması için kurulan askeri mahkemelerin ABD yasaları ve Cenevre Konvansiyonu’na aykırı olduğu ve Guantanamo Üssü’ndeki tutsakların askeri mahkemede yargılanmasının yasadışı olduğu hükmüne vardı.
Cenevre konvansiyonunun üçüncü maddesine göre tüm tutuklulara hiçbir fark gözetmeksizin eşit muamele edilmelidir. Ayıca, şartlar ne olursa olsun hayata veya beden bütünlüğüne kasıtlar, bilhassa her şekilde katl, zulüm, azap ve işkenceler; rehin almalar, şahısların haysiyet ve şerefine tecavüzler, özellikle küçük düşürücü ve alçaltıcı muameleler yasaklanmıştır. Karar, CIA’in Guantanamo üssünde ve başka yerlerde tutulan tutuklulara karşı, işkence kullanımını da içeren sorgulama rejimini hedef alıyor. Bu karar aynı zamanda, Bush’un normalde sivil mahkemelerde yargılanan suçları askeri mahkemelere taşımayı öngören, teröre karşı özel bir komisyon oluşturma planlarını da yasadışı ilan ediyor. Eğer bu sürecin işletilmesine onay verilseydi, kurulacak olan özel komisyon herhangi bir yerde herhangi bir suçlu tarafından işlenen herhangi bir suçu teröre karşı savaşla birleştirebilecekti.
Yüksek Mahkeme’nin bu kararı, demokrasiye ve insan haklarına inanan bizim gibiler için tam zamanında çıktı. Ülkemizi yeniden “eskiye götürmek” için bize bir tutamaç verdi. Bu hüküm, Amerikan gücünün koridorlarından içeri süzülüp giren ve son zamanlarda yönetimi ve Kongre’yi istediği yere eğip büken İsrail’e de bir uyarı hizmeti görmeli. Aslında, Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı’ndaki kilit konumları ellerinde tutan neo muhafazakarlar, ABD ve müttefiklerini Irak’a karşı savaş kaosunun içine saplayan yalanlar ve yanlış anlatım ağı yarattılar. Bugün, AIPAC ve onlarca organizasyon, İsrail lobisinin Demokratlar ve Cumhuriyetçi partiler üzerinde boğucu bir hakimiyeti olduğuna vurgu yapıyor. Kendilerine karşı çıkanları cezalandırıyorlar ve politik anlamda yok ediyorlar. Bu gerçek ışığında, Yüksek Mahkeme’nin kararının Filistinlilere yönelik İsrail despotizmi üzerinde etkili olabilecek mi?
Bush’u durduran karar ve Filistin...
Son zamanlarda, Birleşik Devletler ve Avrupa Birliği, İsrail’in seçilmiş Hamas hükümetinin ve Filistin yönetiminin terörist olduğu yönündeki kararını takip etmekte. Bu terör listesi sadece milletvekillerini ve yetkilileri değil aynı zamanda, doktorları, hemşireleri ve diğer sağlık çalışanlarını, sokakları temizleyen, çöp toplayan belediye işçilerini, sekreterleri, polisi de içeriyor. Filistin yönetiminin 160 bin çalışanı ve insani ihtiyaçları karşılama amacıyla hizmet veren Hamas yardım ekipleri de dahil herkes terörist ilan edilmiş durumda. Şunu eklemekte de fayda var; Hamas yardım ağı son aylarda pek çok Filistinlinin yaşamını kurtaran bir işlev üstlenmektedir; onlara gıda, ilaç ve diğer hayati malzemeleri temin etmektedir. Ancak, Batılı güçlere göre, bu insanlar terörist ve yardımları da terör eylemleri olarak niteleniyor. Bir Amerikalı olsanız ve bu dışlanmış kişilerden biriyle temas halinde yakalanmış olsanız, soruşturmaya uğrayabilirsiniz. İsrail’in retorikleri, İsrail’in öldürmelere ve Filistin’in su kaynaklarını, en verimli arazilerini çalmaya devam ederken, Hamas’ın 16 aydır sürdürdüğü ateşkes gerçeğine rağmen gözleri kör etmiş durumda. Eski İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu (Bibi), 35. Siyonist Kongre nedeniyle Kudüs’teydi. Şöyle diyordu: “İsrail silahlı güçleri, tüm nüfusu silecek ateş gücüne sahip. Tüm Gazze’yi yok edebilirdik. Ancak bunu yapmıyoruz!” Hamas’ı iktidara getiren 25 Ocak seçimlerinden kısa bir süre sonra, İsrail Savunma Bakanı Şaul Mofaz, 31 Filistinlinin yaşamına mal olan saldırıları ve baskınları savundu. Bunun, seçimlere karşı İsrail’in misilleme stratejisinin bir parçası olduğunu söyledi. Mofaz, Filistin halkının kendi hükümetlerini İran ve Suriye ile birlikte “şer ekseninin” bir parçası yaptıklarını bile iddia etti. Yeni atanan Savunma Bakanı Amir Peretz de Mofaz’ın ayak izlerini takip ediyor. Hükümet Cenevre Sözleşmesi’nin maddelerini ihlale devam ediyor, sanki uluslararası hukuk ayaklarının altındaki çöplükmüş gibi...

Genevieve Cora Fraser
venüsün_kızı - avatarı
venüsün_kızı
Ziyaretçi
5 Temmuz 2006       Mesaj #135
venüsün_kızı - avatarı
Ziyaretçi
IMF ve TÜRKİYE (2002)
Dr.Mahfi EĞİLMEZ

Bu makalede IMF’nin yapısını, çalışma biçimini, destek türlerini ayrıntılarıyla ele alırken bir yandan da Türkiye ile olan ilişkilere değineceğiz. Türkiye ile ilgili konuları sonda ele almak yerine, izleme kolaylığı sağlamak için, ilgili bölümün içine koyu renk zeminle koymayı tercih ettim.
IMF’nin Kuruluşunun Temel Nedenleri
1929 Dünya ekonomik Bunalımı kapitalist sistemin karşılaştığı en büyük bunalımdır. Milyonlarca insan işini kaybetmiş, ülkelerin milli gelirleri gerilemiş, ekonomiler küçülmüş, karşılıklı ticaret büyük ölçüde sekteye uğramıştır. Pek çok ülke altın ve döviz rezervlerini koruyabilmek için ithalat kısıtlamalarına ve paralarını devalüe etmeye yönelmişlerdir. Bazı ülkeler yabancı parayla işlem yapılmasını yasaklamaya başlamışlardır. Sonuçta uluslararası ticaret hızla daralmış, istihdam ve yaşam standartları düşmeye başlamıştır.
Dünya ekonomisinin bu büyük bunalımdan çıkışı büyük ölçüde İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in formüle ettiği devlet müdahaleleri yoluyla olmuştur. Keynes 1936 yılında yayımladığı İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi adlı kitabında, sonradan Keynesyen ekonomi ya da karma ekonomi adıyla anılacak olan devlet müdahalelerinin formülünü ortaya koymuştur. Deflasyonist bir gelişmeden depresyona geçen kapitalist dünya ülkeleri ekonomiye devlet müdahalesi yapmak suretiyle ekonomilerini canlandırmıştır.
Canlanmanın ilk sonuçlarının alınmaya başlandığı sıralarda II. Dünya Savaşı çıkmıştır. Savaşın çıkışı büyük ölçüde Almanya’nın ekonomik bunalımdan gördüğü zararın nedenlerine dayalıdır. Savaşın sonlarına doğru dünya kapitalizminin karşılaşacağı bu tür bunalımları daha kolay atlatabilmek için uluslararası bir işbirliğine gitmenin ve bunu kurumsallaştırmanın gerekli olduğu anlaşılmıştır. Bu çerçevede üç uluslararsı kurum tasarlanmıştır. İlki bir para fonu, ikincisi Avrupa’nın savaş sonrasında yeniden imarını gerçekleştirecek bir banka ve üçüncüsü de dünya ticaretinin bu gibi durumlarda daralmasını önleyecek bir ticari işbirliğini sağlyacak olan dünya ticaret örgütü. Her üç kurumun tasarlanmasının temel dayanağı dünya ticaretinin geliştirilmesidir. Kapitalizmin temel önermelerinden birisi uluslararası ticaretin uluslararası refahı artıracağı önermesidir.
Para fonu, geçici ödemeler dengesi sıkıntıları çeken ülkelerin bu sıkıntılar nedeniyle ithalat kısıtlamalarına gitmemelerinin sağlanması için destek vermek üzere tasarlanmıştır. Dış denge kriziyle karşılaşan ülkelerin ilk başvurdukları yol ya miktar kısıtlamaları ya da tarifeler (gümrük vergileri ve benzerleri) yoluyla ithalat kısıtlamasına gitmektir. Bu yolla dış ticaret açıklarını ve dolayısıyla cari denge sorunlarını çözmeye çalışırlar. Oysa bir ya da bir kaç ülkenin bu şekilde ithalat kısıtlamasına gitmesi diğer ülkelerde de benzeri uygulamaların zincirleme olarak yürürlüğe sokulmasına yol açarak dünya ticaret hacminin daralmasına neden olur. Bu gelişme ise uluslararası refahı düşürür. O helde bu tür ödemeler dengesi sıkıntısına giren ülkelere kurulacak bir para fonu aracılığıyla destek sağlanırsa dünya ticaretinde daralma oluşmasının ve dolayısıyla uluslararası refahın gerilemesinin önüne geçilmiş olur.
II. Dünya Savaşı, Avrupa ülkelerinde büyük yıkıntılara yol açmıştır. O nedenle tasarlanan Dünya Bankası ilk aşamada Avrupa’nın yeniden imarı için kredi vermek üzere düşünülmüştür. O nedenle de adı Uluslararası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (International Bank of Reconstruction and Development – IBRD) olarak konulmuştur. Avrupa’nın yeniden yapılanması sağlanamdığı takdirde kapitalizmin canlanması ve uluslararası ticaretin yeniden düzene girmesi beklenemzdi. O nedenle de ABD savaş sonrasında Avrupa ülkelerine Marshall Yardımı adı altında önemli miktarda yardımda bulunmuştur.
Tasarlanan üçüncü kurum dünya ticaret örgütüdür. Ya da o zaman İngiltere ve onun temsilcisi Keynes tarafından önerilen adıyla Uluslararası Ticaret Örgütü (International Trade Organisation - ITO).
Böylece Para Fonu ödemeler dengesi sıkıntılarını çözmek ve dolayısıyla ithalat kısıtlamalarını önlemek; Dünya Bankası Avrupa’lı ülkelerin savaştan kaynaklanan sıkıntılarını çözmek ve onların dünya ticaretinde etkin rol almasını sağlamak; Uluslararası Ticaret Örgütü de uluslararası ticarette standart kuralları geliştirerek ticaretin kurallarını belirlemek ve keyfi uygulamaları önlemek üzere kurulmak üzere planlanmıştır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Temmuz 2006       Mesaj #136
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kabul etmem gerekir ki, -medeniyetlerin- “ittifakı (alliance)” kelimesi ile askeri çağrışımları nedeniyle bazı zorluklar yaşıyorum; “topluluk (community)” kelimesi belki de daha iyi olabilirdi.

Ve medeniyetlere bakış perspektifimizin günümüzdeki İbrâhimî eksenden, özellikle İslâm ve hem Hıristiyan hem de laik unsurlarıyla Batı’ya ilaveten güneydeki Hindu ve Budist medeniyetler ile Çin ve Japon medeniyetlerini ve sayısız diğer medeniyetleri de içine alacak şekilde daha da genişletileceğini umuyorum. Harvard profesörlerinden siyaset bilimcisi Samuel Huntington’un ortaya koyduğu daha kasvetli bir arkaplandan söz etmeliyiz. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle Berlin yakınlarındaki Schloss Neuhardenberg’de tartıştık. Gerçekte onun sıklıkla referans verilen Medeniyetler Çatışması (The Clash of Civilizations) başlığı Etikettenschwindel ile ifade edilenin yanlış bir kullanımından ibarettir. Kitap medeniyetler hakkında değil, önemli bölgeler hakkındadır, medeniyetlerin ismi kullanılmakta fakat medeniyet analizlerine yer verilmemektedir. Bölgeler önemlidir, fakat onun bölgeler arasındaki ekonomik, siyasî ve askeri kapasite ve niyetler hakkındaki değerlendirmeleri ABD’nin suiistimal, hakimiyet ve askeri hazırlıklarını araştırmanın dışında bırakmaktadır.
Huntington yanılıyor, çünkü...
Kitapta “medeniyetler çatışması”nın bulunmayışı bu fenomenin mevcut olmadığı anlamına gelmez. Fakat bu temelde -burada İbrâhimî dinler olarak tanımlanan- Batı’nın diğerlerine karşıtlığı şeklini almıştır. Hıristiyanlık (313’te) Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline geldikten sonra yayılmış ve vahye dayalı bir din olarak (622’de) ortaya çıkan İslâm zaten (476’da) yıkılmış olan Batı Roma İmparatorluğu’nun yerine Kasablanka ile Mindanao arasındaki boşluğun önemli bir kısmını doldurmuş ve nihayet (1453’te) Doğu Roma İmparatorluğu’nu içine almıştır. Daha sonra Hıristiyanlık genişleyerek Amerika kıtasına, Afrika’nın çoğuna ve Asya/Pasifik bölgeleri ile Rusya’ya yayılmıştır. Hem İslâm ile Hıristiyanlık arasında Haçlı Savaşları (1095-1291), hem de Hıristiyanların kendi aralarında savaşlar (1618-1648) yapılmıştır.
Yakın zamanlarda İslâm. Hıristiyanlık/tan daha hızlı gelişmektedir ve aynı zamanda ilk İbrâhimî din olan Yahudilik de, Hıristiyanlık tarafından maruz bırakıldıkları son derece kötü durumlardan sonra yayılmada ikinci hale gelmiştir. Globalleşme gibi medeniyetler çatışması da yeni bir şey değildir, fakat esas itibarıyla İbrâhimî inançlar arasında ve etrafında gerçekleşmektedir. Bütün diğerlerine hakim olmaya, hatta ortadan kaldırmaya, (sadece tek gerçek inanç olan) kendi tekilci ve (herkes için) evrensel inançları adına onların dinlerini değiştirmeye veya katletmeye meyillidirler. Belki de bu Huntington’un tezinin başlığını seçerken yanılmasının da sebebidir. Belki de dinlerin (sekülarizm de unutulmasın) ayrılığından daha da önemli olan şey kendi içlerindeki katı veya mutedil mezhep ve yorumlar şeklindeki bir ayrılıktır. Bunlar kaynağı tarihin sisleri arasında kaybolmuş olan karmaşık öğretilerdir. Seçip tercihte bulunmak için imkan vardır. İnsanlar kendi iç dünyalarına tesir eden şeyleri işitirler. Bazıları bütün diğer insanlara karşı seçilmiş kişiler ve halkları bulunan hâkim ve aşkın bir Baba Tanrı anlayışını seçer; başkaları ise insanlık ile tabiatı bir gören, her yerde hazır ve nazır olan bağışlayıcı bir Anne’yi tercih eder. Aşkınlıkta bağışlayıcılık ve bağışlayıcılıkta aşkınlığın da bir kıymeti vardır.
Trafalgar/Waterloo ile iki dünya savaşı tarafından da teyit edildiği gibi, iki yüzyıldan beri bu dünyaya Hıristiyan Batı’nın tek bir kolu, yani Anglo-Amerikanlar hakim olmuştur. Bunun en önemli ürünü, Hıristiyanlık gibi bütün zamanlar ve zeminler için yegane doğru öğreti olduğunu iddia eden global kapitalizmdir. Fakat bunun içinde de iki farklı kol ve yorum bulunmaktadır. Her şeyin üzerinde bulunan fiyat etiketleri ve sermayeyi üstteki zengin insanlara, zengin ülkelere ve özellikle zengin ülkelerdeki zengin insanların ceplerine aktaran kapitalizm korkunçtur. Altta ise 50 milyon yokluk çekmekte ve açlıktan, önlenebilir ve tedavi edilebilir hastalıklar nedeniyle -günde yaklaşık 100.000 kişi- etiketlerdeki bedelleri ödeyemediği için hayatını kaybetmektedir. 2030 yılında bir milyar civarındaki insanın ekonomik sığınmacı olarak yollara düştüğüne şahit olabiliriz. Ve kapitalizmin bizleri bütün dünyayı kuşatan bir ağın parçası haline getirerek neyi üreteceğimiz ve tüketeceğimiz hususunda uçsuz bucaksız bir özgürlük sağlaması ne kadar da harikadır.
Katı kapitalizm katı sekülarizmin bir ürünüdür. Adam Smith, Laplace gibi “Benim o hipoteze ihtiyacım yok” diyerek Tanrı’ya yer vermeyen bir dünyayı tasvir etmiş, fakat görünmeyen el ile pazar mekanizmasının bir zilyon egoizmi tek bir diğergamlığa dönüştüreceği varsayılmıştır. Bu dramatik hipotez gerçeğe yakın olsaydı bizim şimdi egoizmin bulunmadığı bir cennette yaşıyor olmamız gerekirdi. Yaşamlarını kurallara göre düzene koyabilen bir kısım insan yükselirken bunu yapmayı beceremeyenler batmaktadır.
Bunun gerisinde katı ABD Hıristiyanlığını hissedebiliyoruz: Batmanızın sebebi sistem değil, sizin kendi kişisel yetersizlikleriniz ve Tanrı’nın parmağıdır. Ve burada bir başka katı sekülarizmin, yani darwinizmin varlığını hissediyoruz, Türlerin Kökeni’ndeki altbaşlığın “Yaşam Savaşında Doğal Seleksiyon veya Uygun Olan Irkların Korunması” olduğunu hatırlayalım. Tanrı tarafından seçilenlerden Tabiat tarafından seçilenlere ve her ikisi tarafından seçilenlere geçiş küçük bir adımdır. Kişilerin ve halkların güç ve ayrıcalıklarını meşrulaştırmak için seçilmişliğin kullanılması açısından durum aynen devam etmektedir.
İslam’ı diğer dinlerden ayıran özellikler
İslâm ise farklıdır. Budizm’de olduğu gibi faizin yasaklanması ve zekat vermek gibi prensipleriyle makul bir ekonomi, inancını yaşamak ve yaymak için mücadele etmek gibi temel inanç esaslarından biridir. Katı bir İslâm ancak kâfirlere karşı olan tutum ve davranışlarda görülebilir ki, bu belki de istikrarlı ve daha müreffeh olan Medine döneminden ziyade sıkıntılı Mekke döneminde bulunabilir. İsa’nın “Aranızda fakirler her zaman bulunacaktır, fakat beni her zaman bulamayacaksınız.” (Matta, 26; 11) şeklindeki kaderci söylemi kabul edilmez. Bunun yerine “Eğer onlar barışa meylederlerse siz de barış isteyin ve Allah’a güvenin.” (Sûre 8, ayet 61) prensibi mevcuttur. Bu kolaylıkla yapısal barışı, öldürmeyen, aksine hayatı koruyan bir ekonomiyi de içine alacak şekilde genişletilebilir. Bu “benimle olmayan kâfirlerle/komünistlerle/teröristlerle beraberdir” vb. şeklindeki katılıktan oldukça farklıdır. Mutedil bir Hıristiyan ekonomisi hakkında neler söylenebilir? Bu kesinlikle mevcuttur, aynen Mammon’a karşı açları doyuran ve hastalara bakan İsa gibi. Temel insan ihtiyaçları ve haklarına yoğunlaşan ılımlı seküler anlayışın idareye hakim olması için de pek çok şey gerçekleştirilmiş, aynı şekilde hümanizm İskandinav sosyal demokrat refah devletleri, Batı Avrupa sosyal kapitalizmi ve Doğu Avrupa sosyalizminde geçmişte bir dönem bir ifadesini bulmuştu. Günümüzde ise bu anlayış, petrol gelirlerini bütün ülkede serbest ve ucuz gıda kaynakları oluşturmak için kullanan, malı mülkü olmayan yerlilere toprak ve traktör dağıtan mesihi Hugo Chavez ile Venezuellalı hekimlerin müdahale etmekten korktukları Caracas’ın kenar mahallelerindeki hastalıklarla ilgilenen Castro’da karşılığını bulmaktadır. Öyleyse, katı Hıristiyanlık’taki hiddetin tabiata aykırılığı aşikardır; ABD’nin her ikisini de öldürmek için sarf ettiği çabaya ve Pat Robertson tarafından yapılan uyarıya bakınız.
Temel engellere gelince...
Sonuç: Katı Hıristiyanlık ile İslâm arasında ancak dinin katı yorumları işin içine dahil olduğunda bir çatışma potansiyeli mevcuttur. Ilımlı Hıristiyanlık, İslâm ve sekülarizmin işbirliği ve karşılıklı öğrenmesi ile kolaylıkla tabiatla uyum içerisinde ılımlı ve hayatı güzelleştiren bir ekonomi oluşturulabilir. Bunun sınırları sadece gök ve yerdir. Müsaade ederseniz somut bir örnek ile son vereyim. TRANSCEND’in (TRANSCEND - A Peace and Development Network for Conflict Transformation by Peaceful Means) Meksika bölümünün faaliyet gösterdiği Chiapas’da fakirlik kol gezmektedir. Yerli bir kadın o gün için çocuklarına yiyecek almasına yetecek kadar bir para ile sabahlayabilir, fakat buna ilaveten öksürmekte olan kızını doktora götürecek kadarına sahip değildir. Bu durumda, o katı sekülarizme tabi olacak ve kızının sağlıksız olduğu için ölmesine razı olacaktır. İyi bir toplum hiç kimseyi temel ihtiyaçlar arasında bir tercihle karşı karşıya bırakmamalıdır.
Kapitalizm ise ona ******lik ve kendisinin/veya kocasının hırsızlık yapmasından başka bir alternatif bırakmamaktadır ki, bunların her ikisi de kabul edilemez. Doktorun muayenehanesini de temizleyemez, zaten aynı sefaleti yaşayan diğerleri, komşuları tarafından yeterince temizlenmiştir. Öyleyse ne yapabilir?
Bir çözüm, kapitalizme ağır bir istihdam unsurunun ilave edilmesidir. Belli saatlerde bebek bakıcılığı gibi ücretsiz hizmetler vereceğini belirten ve buna karşılık hangi şekilde olursa olsun belli saat ücretsiz hizmet alma hakkı sağlayan bazı makbuzlara sahip olacaktır. Doktor onun elindeki makbuzu kabul ederek bunu bir araba tamircisine verebilecektir. İlaç veya yedek parça gibi bir meta gerektiğinde ise nakit veya biraz pazarlık gerekecektir. Kural bir saatin karşılığında bir saat şeklindedir. Doktor kabul etmediğinde bir başka doktora müracaat edebilir. Bu şekilde Gandi’nin meşhur “okyanus dalgaları” gibi işlemler dalga dalga genişleyecektir. Burada neye sahibiz? Çalışabilecek derecede sağlıklı olan herkesin saygınlığı. Çalışmak isteyen fakat ücretiyle çalışarak emeğini paraya tahvil edebileceği bir işi olmadığından yaşamını sürdürmek için gerekli olan bedeli ödeyemeyen kişileri temel ihtiyaçlarını karşılamayan bir sistemin anlamsızlığından kurtarmak için bir yolumuz var. Spekülasyona davetiye çıkarmayan faizsiz bir sistemimiz var. Kısacası, daha makul bir ekonomi için gerekli temel bileşene sahibiz.

PROF. DR. JOHAN GALTUNG
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Temmuz 2006       Mesaj #137
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bir yıl önce, 7 Temmuz 2005 sabahı saat 9 ile 10 arasında, dört intihar bombacısı ölümcül bombalarını Londra’nın kalabalık toplu taşım sisteminde patlattı.

Bu patlamalar 52 kişinin hayatını kaybetmesi ve 770’den fazla kişinin de yaralanmasıyla sonuçlandı. Bu saldırılarda beyazlar, beyaz olmayanlar, Britanyalı olanlar ve yabancılar, bir dine mensup olan ya da olmayan tüm insanlar kurbandı. Günün en yoğun banliyo saatlerinin en kalabalık noktasına ulaştığı anda gerçekleştirilen bu saldırı, azami karışıklık ve fiziki zarar vermek üzere tasarlanmış merhametsiz bir eylemdi. Birçok açıdan teröristler eylemlerinde başarısız oldular. Ancak gene de belirli bir etkileri oldu. Fakat bu etki, belki de hesaba katmadıkları bir etkiydi. Birleşik Krallık’ın dört bir yanında yaşayan tüm Müslümanlar tek bir bayrak altında birleşti: “Bunları Bizim Adımızla Yapamazsınız”. Birleşik Krallık ve dünyanın dört bir yanındaki insanlar, aşırıcıların özgürlüklerini ellerinden almalarına izin vermemek konusunda sessiz bir kararlılık içerisinde omuz omuza durarak bu vahşeti kınadı.
Müslümanların sağduyusu
Bir yıl geçti ve Londralılar hâlâ toplu taşım sistemini kullanıyor. Turistler hâlâ Britanya’nın başkentine akın ediyor. Camiler, kiliselerin, mabetlerin ve sinagogların yanında yükselmeye devam ediyor. Londra’nın tiyatro, kulüp ve restoranları hâlâ özgürlüklerinin tadını çıkartmaya kararlı insanlarla doluyor. Ve Birleşik Krallık’ın sokaklarında, farklı inanç ve görüşlere sahip insanlar hâlâ birbirleriyle konuşup ideallerini paylaşabiliyor, dostluk kurabiliyor. Hükümetimiz bugünün Britanya’sını oluşturan diğer din grupları ve etnik topluluklar ile olduğu gibi, 7 Temmuz’dan çok daha önce de Britanya’daki Müslüman cemaat ile iletişim halindeydi. Müslümanlar yüzyıllardan beri Britanya’nın ve Britanyalıların yaşam tarzının ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1940’larda Britanya hükümeti, Birinci Dünya Savaşı’nda bayrağı altında savaşan binlerce Müslüman adına Londra’da yaptırılan ilk caminin inşasına 100 bin İngiliz Sterlini (bugünün parasıyla 3,5 milyon İngiliz Sterlini) bağışta bulunmuştur. Birleşik Krallık’ın seçkin eğitim kurumlarından Oxford ve Cambridge üniversitelerinde 17’nci yüzyıldan bu yana Arap Bilimleri Kürsüsü bulunmaktadır.
Bugün Britanyalı Müslümanların nüfusu neredeyse iki milyona ulaştı. Bu kişiler, Lordlar Kamarası’nda hak sahibi soylular ve Avam Kamarası’nda ise milletvekilleri olarak yer almaktadır. Benim de memleketim olan ve aynı zamanda en önde giden Müslüman mülki amirlerimizden birinin belediye başkanlığına getirildiği Derby’nin de aralarında bulunduğu birçok şehirde 200’ü aşkın Müslüman mülki amir bulunmaktadır. Avukatlar, doktorlar ve sektörel sanayi liderleri olarak sundukları katkılardan Cambridge’te eğitmen olarak sağladıkları katkılara kadar, Birleşik Krallık’taki Müslümanlar, Britanya’yı Britanya yapan o sosyal dokunun en önemli ilmeklerinden birini oluşturmaktadır. Ve bu katkı durmaksızın artmaktadır: Birleşik Krallık hükümeti daima Müslümanların ve diğer azınlıkların ulusal hayatımızda aktif bir rol oynamalarını sağlamaya çalışmıştır ve çalışmaktadır.
Bunun yanı sıra hükümetimiz aşırıcılıkla, işsizlik ve okullardaki düşük başarı oranı gibi konularla mücadelesini sürdürmeye de kararlıdır. Hükümet olarak aşırıcıların doğmasına meydan okumaları adına Britanyalı Müslümanlar ile nüfuz sahibi alimler arasında daha geniş çaplı bir fikir alışverişini teşvik etmeye çalışıyoruz. Bakanlarımız ve üst düzey yetkililerimiz, günümüzde genç Müslümanların karşılaştıkları bazı sorunları ilk ağızdan duymak ve bu sorunlarla ilgilenebilmek amacıyla Britanya’daki Müslüman cemaat ile yürütmekte oldukları toplantılara devam etmektedir. Beklendiği üzere, bu görüşmelerde özellikle Müslümanlık dünyasına yönelik dış politikamız ile ilgili konular ortaya atıldıkça, birçok tartışma da gündeme gelmektedir.
Irak politikamız devam edecek...
Irak ve Afganistan’daki durum gerek Müslümanları gerekse diğerlerini ilgilendirmektedir. Zira yürütülmekte olan çabaların başarısızlığa uğraması, bölgelerindeki barış beklentileri için bir felaket anlamına gelecektir. Geçtiğimiz günlerde Afganistan’ın Helmand vilayetine göndermiş olduğumuz birliğin amacı, Afgan halkı onlarca yıldır ilk kez barış dolu ve aydınlık bir geleceği umut edebilsin diye sorunlarla mücadele etmekte olan bu ülkede istikrarı sağlamaya çalışmaktadır. Meslektaşım, uluslararası kalkınmadan sorumlu Bakan Hilary Benn, temel hizmetlerin ve altyapının sağlanması ve çiftçilerin yasal tarım ürünleri üretmelerine yardımcı olacak kredilerin temini için bu vilayete ilave bir 30 milyon İngiliz Sterlini daha yardım yapılacağını açıklamıştır. Irak’ta yeni seçilen Irak hükümetinin kurulmasını memnuniyetle karşılıyor ve yeni hükümet aracılığıyla Irak’ın kendi kendisini yönetmesini, zorbalıktan uzak, demokratik bir ulus oluşturmaya başlamasını büyük bir umutla izliyoruz. Bu toprakların her ikisinde de baskıcı ve vahşi bir yaşam tarzını getirmeye kararlı olan düşmana karşı halkın seçtiği yetkililer ile birlikte mücadele veriyoruz. Ve bu düşmanın kazanmasına izin vermeyeceğiz.
Ortadoğu’da, zorluklara rağmen, bölgedeki çatışmanın barışçıl bir şekilde sonuçlandırılması yönündeki baskılarımızı sürdürüyoruz. Tüm uluslararası ortaklarımız ile birlikte, istikrarlı ve güvenli bir İsrail’in yanında istikrarlı ve güvenli bir Filistin devleti kurma çabalarımızı da sürdüreceğiz. Bugün, her zaman olduğundan çok daha fazla birbiriyle bağlantılı olan bir dünyada yaşadığımızı anlamak zorunda kaldık. Sayın Başbakan’ımız Tony Blair’in geçtiğimiz günlerde dile getirdiği gibi “birbirine bağlılık -yani dünyanın bir bölgesinde meydana gelen krizin dünyanın her yerinde bir krize dönüşmesi gerçeği- geleneksel ulusal çıkar görüşlerini komik duruma düşürmektedir”. Bu birbirine bağlı olma durumu her birimizi çok daha büyük bir işbirliği kurmaya zorlamaktadır. Ancak söz konusu işbirliğinin gerçek ortak değerler üzerine kurulmuş bir işbirliği olması gerekmektedir.
Terör bataklığını kurutmak gerekir... Amaç sadece teröristleri ve korkunç ideolojilerini durdurmak değil, aynı zamanda fakirlikle, insan haklarının ihlaliyle ve günümüzde aşırıcılar tarafından son derece merhametsiz bir şekilde sömürülmekte olan kaynağı yaratan dünyamızın dört bir yanında hissedilen adaletsizlikler ile mücadele etmek olacaktır. Dış politikalar arasındaki farklılıklar, geçtiğimiz yıl temmuz ayında Londra’da gerçekleştirilen terör saldırılarını haklı çıkartmak için aşırıcılar tarafından sömürülen birçok faktörden birisidir. Bu yüzden bu saldırılara verdiğimiz cevap önemli olmuştur ve gene bu yüzden bu cevap tüm dünya tarafından yakından izlenmiştir. Aradan bir yıl geçti ve değişen herhangi bir şey oldu mu? Evet, tüm bu süre içerisinde, bizlerle aynı idealleri paylaşan İslam dünyası ülkeleriyle ilişkilerimiz gibi, en çok önem verdiğimiz değerlerimiz, özgürlük, hoşgörü ve adalet, çok daha güçlü hale gelmiş ve çok daha derine işlenmiştir.


İngiltere Dışişleri Bakanı
Margaret Beckett
Zaman için yazdı
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
8 Temmuz 2006       Mesaj #138
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Genler ve Tesadüf

İNSAN yaklaşık 100 trilyon hücreden yaratılan muazzam bir varlık. Her hücremizde dört farklı nükleotidin (dAMP, dGMP, dCMP ve dTMP) farklı şekilde sıralanmasından meydana gelen ucuca sıralandığında yaklaşık 2 metre uzunluk oluşturan ve gözle görünmeyen, hücreye özenle yerleştirilmiş DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) denilen moleküller var.

Buna göre bir insandaki toplam DNA moleküllerinin uzunluğu 200 trilyon metre veya 200 milyar kilometredir. Dünyanın çevresinin 40 bin kilometre olduğunu düşünürsek, dünyanın çevresini 5 milyon defa dönecek kadar DNA moleküllerinin bir insanda mevcut olduğunu görürüz.

Her bir hücrede bulunan bu moleküller üzerinde, insanın birçok karakterlerini ve vücudumuzdaki bütün organların şifrelerini taşıyan 30 bin civarında gen var. Her bir gen, DNA üzerinde bir protein (daha doğru ifade ile bir polipeptid zinciri) şifreleyen DNA üzerindeki belirli bölgeleri teşkil eder. İnsan ilk yaratılırken annenin yumurtalık hücresi ile babanın sperm hücresi birleşerek zigot denilen hücre yaratılmakta ve 30 bin genlik şifre ve program bu anda oluşturulmaktadır. Daha sonra hücre bölündükçe bu şifre hücreden hücreye aktarılmakta ve her hücre aynı programa tamamen sahip olmaktadır.

İnsandaki 100 trilyon hücrenin her birinde aynı 30 bin gen yapısı olmasına rağmen hepsi her hücrede aktif değildir. Örnek olarak göz hücrelerinde sadece gözden sorumlu genler aktif iken, diğerleri baskı altındadır ve bunların şifrelenmelerine izin verilmemektedir. Böylece her organ veya dokuya has genler aktiftir. Yani insanın yaratılışı esnasında vücudunun her yerinde her türlü organ çıkma ihtimali varken sadece en uygun organ yaratılmaktadır. Yine insan vücudu yaratıldıktan sonra her organ için gerekli olan genler aktifleştirilmekte, diğerleri baskılanmakta ve yanlış bir organizasyona izin verilmemektedir. Örnek olarak diz kapaklarımızda göz çıkma ihtimali yanında, sırtımızda kollarımız da çıkabilir. Nitekim sineklerde larva safhasında iken mutasyon, yani DNA baz sırasında değişiklik yapılmış ve dünyaya gelen sineklerin ayaklarının başlarından çıktığı görülmüştür. Halbuki yaratılan her insanda baş aynı yerde, gözler, kulaklar ve diğer azalar en uygun bölgelerde yaratılmaktadır.

Benzer şekilde her hücrede ihtiyaca göre gerekli genler açılır. Örnek olarak bir E.coli bakteri hücresinde dışarıda gıda olarak kullanılacak olan süt şekeri (laktoz) varsa, bu şekeri hücre içine taşıyacak ve sindirecek enzimleri şifreleyecek genler o anda açılır. Aksi takdirde bu genler baskı altındadır. Yani her hücrede ihtiyaç duyulduğu kadar madde yapılır, fazla veya eksik yapılmaz. Bu insan hücresi için de geçerlidir. Buna göre her hücrede ekonomi prensipleri tam olarak uygulanmaktadır.
Bu olay insan için geçerli olduğu gibi, bugün ilmin tesbit ettiği 1.600.000 (bir milyon altıyüz bin) hayvan ve bitki türü için de geçerlidir. Her canlı türü genetik kontrol altında kendisi için en mükemmel bir organizasyonda yaratılmaktadır. Bu durum, kâinatta tesadüfün olmadığına ve her şeyin sonsuz bir ilimle idare edildiğine büyük bir delildir.
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Temmuz 2006       Mesaj #139
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İsviçre’nin tavrı için teşekkür edilmelidir. Avrupa’da sadece, onların hükümeti İsrail’in Gazze’de yapmakta olduğu şeyi kınamaya cesaret etti.

Bunun toplu bir cezalandırma olduğunu açıkladılar. Orantılılık ilkesini ihlal etti, İsrail ve uluslararası hukuk tarafından sivillerin korunmasını gerektiren tedbirleri yerine getirmedi.
Avrupa Birliği’nin utanç verici kısık sesinin aksine bir sesti İsviçre’ninki. Filistinlilerin iki askeri öldürmesine ve birini kaçırmasına karşılık olarak, İsrail elektrik şebekesini, altyapıyı ve su sistemini havaya uçurdu, köprüleri tahrip etti, gece ve gündüz çocukları korkutan ses bombaları attı ve tüm bunları devasa bir açık cezaevinde açlık altında inleyen bir halka yaptı. Peki, AB’nin yanıtı ne oldu? Avrupalı liderleri İsrailli köşe yazarı Gideon Levy’nin gösterdiği cesaretin onda birini gösteremez miydi? Levy, Haaretz’deki yazısında, “750 bin insanı elektrikten mahrum bırakmak meşru değildir. 20 bin insandan evlerini terk etmelerini ve yaşadıkları yerleri hayalet kasabalara çevirmelerini istemek de meşru değildir. Bir hükümetin yarısını ve parlamento üyelerinin dörtte birini kaçırmak da meşru değildir. Tüm bu adımları atabilen bir hükümet bir terör örgütünden ayırt edilemez, artık.” dedi.
Tony Blair’in tek yaptığı şey klasik bir taraf tutmama politikası izlemek oldu: “Yıllar geçtikçe bu meselede taraflardan herhangi birini kınamanın ciddi anlamda yardımcı olmadığı konusunda yeterince deneyim sahibi oldum.”
İsrail-Filistin meselesindeki Avrupa’nın iktidarsızlığı elbette kökleri geçmişe dayanan bir sorun. Hastalığı ağırlaştıran olay, ocak ayında Hamas’ın seçimlerde bir zafer kazanmasından sonra başladı. İsrail’de bu olayın, Filistin otoritesiyle ilişkisinden Arap dünyasındaki politik İslam’ın geleceğine, Müslümanlar arasında Batı’nın imajına kadarki pek çok alanda devasa bir yansıması oldu. Kısaca, bu dönem diplomatik tekniğin en fazla gerektiği dönemdi. Bu kez, çabuk sonuçlara varmadan samimi bir analiz ve danışma gerekliydi. İsrail’in Mahmud Abbas’la müzakere etmeyi reddetmesi nedeniyle aceleye de gerek yoktu. Ancak AB hızlı bir biçimde ABD ve İsrail’in tarafında yer aldı ve Hamas’tan politikalarını değiştirmesini talep etti, aksi halde cezalandırılacağını söyledi. Son dönemlerde ABD, AB, Rusya ve BM arasındaki politikaları koordine etmek için oluşturulan bir organ olan Dörtlü, diğer devletleri hizada tutmada ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bir kolu gibi hareket etme tuzağına düştü.
Bazı Avrupalı diplomatlar şimdi acele ettikleri için pişmanlık duyuyor. Filistinlilerle temasları kesmede olduğu gibi yardımı durdurma kararı da bir hataydı. Geçen ay Fransa’nın, Gazze’ye yardımı yeniden başlatmak için bir mekanizma bulma girişimi, Dörtlü’nün hatasını kabuldeki ilk adımdı. Hamas’la teması reddetme de aynı ölçüde bir hataydı, özellikle Hamas bir yıldan fazla bir süre tek taraflı olarak ateşkesi sürdürürken (bu İsrail’in bastırmaya çalıştığı bir nokta). Hamas’ın terörist bir örgüt olarak tanımlanmasının önüne geçilmeliydi; çünkü tıpkı IRA, Tamil Kaplanları ya da ETA’da olduğu gibi hükümetler milliyetçi gündemlerde benzer eylemlerden bahsetmiştir.
Mevcut krizin sonuçları net değil. Ancak, Avrupa’nın yararsız bir biçimde ABD ve İsrail’i destekleme politikasından vazgeçme noktasına gelmesiyle sonuçlanacağı kesin. Olmert hükümeti sadece Hamas’ı değil, aynı zamanda Mahmud Abbas’ı da yok etmeye çalışıyor. Tıpkı Şaron’un ılımlı Filistinlileri güçsüz göstererek yok etmeye çalıştığı gibi. Sonuç olarak, İsrail şiddetten vazgeçmeli, özellikle de Filistinli liderlere suikast düzenlemekten. Bu saldırılarda onlarca sivil öldü. Hükümetlerin ahlaki açıdan net ve politik açıdan doğru olması onlara büyük etkinlik sağlar. Kınama ve psikolojik izolasyon, seçmenleri harekete geçirebilecek gerçek zemini sunar. Ancak bu kitleler sadece İsrail’de değildir. Avrupa’nın doğru tarafta yer almasını bekleyen küresel bir kitle var.


JONATHAN STEELE
The Guardian
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
9 Temmuz 2006       Mesaj #140
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k asik

Ortak vizyon...

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün ABD ziyareti sonucunda "Ortak Vizyon Belgesi" açıklandı... "Etkin işbirliği","Yapılandırılmış diyalog" gibi fiyakalı sözler içeren belgede acaba bizim işimize yarayacak ne var?
Kıbrıs ile ilgili bölüme bakıyoruz... Aynen şöyle:
"Kıbrıs sorununa BM gözetimi altında adil ve kalıcı, kapsamlı ve karşılıklı olarak kabul edilebilecek bir çözüm sağlanmasının desteklenmesi ve bu bağlamda Kıbrıs Türklerinin üzerindeki izolasyonların kaldırılması."
Bu mu ortak vizyon?
Dikkat buyurun... KKTC'den söz edilmiyor... "Kıbrıs Türklerinin üzerindeki izolasyonların kaldırılması" sözü ise hiçbir şey ifade etmiyor... Çünkü Ankara Rumları tanıyınca, adada Rum egemenliği sağlanınca, zaten Türkler üzerindeki izolasyonlar kalkmayacak mı?
Nitekim Ortak Vizyon Belgesi'nin açıklandığı gün NTV Televizyonuna demeç veren ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Dan Fried, Türkiye'nin eninde sonunda Rumlara limanları açmak mecburiyetinden söz ediyordu...
Türkiye'nin en büyük sıkıntısı PKK... Gül'ün ziyaretinden çok değil bir hafta önce, Türkiye'nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy, Washington Times'a verdiği demeçte, Kürdistan Demokratik Partisi ve Kürdistan Yurtseverler Birliği'ni, PKK'ya silah ve mühimmat sağlamakla suçluyor, bu iki partinin ABD'nin müttefikleri olduğunu belirtiyordu.
Ortak Vizyon Belgesi'nde PKK ile ilgili satırlar şöyle:
"PKK ve buna bağlı örgütlerle mücadele de dahil olmak üzere terörizme karşı konulması..."
PKK'ya karşı ayak sürüyen ABD yeni bir söz vermiyor. Siz ABD'nin terörle mücadelesine omuz veriyorsunuz... Hem de ABD'nin terörle mücadele adı altında terörle ilgisi olmayan petrol ülkelerini yakıp yıkıp işgal ettiğini bile bile...
Kısaca; ABD'de açıklanan yeni bir teslimiyet belgesi olmasın!..

Abdullah Gül, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'a "Condi" diye hitap ediyormuş.
Bakalım bu samimiyetten kim karlı çıkacak...
Haldun Ertem


GS'li dedikodusu!

Polis, yaptığı operasyonda uluslararası bir suç örgütünü çökertmiş...
Örgütün Türk üyeleri suçlarını itiraf etmişler
Fakat sanıklardan biri ısrarla suçu reddediyor:
- Ben bu örgütün mensubu olamam, diyor başka bir şey demiyormuş...
- Neden olamazsın? diye sormuşlar...
- Ben Fenerbahçeliyim, demiş, uluslararası hiçbir şeyin içinde olamam...


Gözü yaşlı icraat
İstiklal Marşı'nı baştan sona ezbere okuyan Suğra Bul adlı 4 yaşındaki yavrumuz bütün kabileyi pardon kabineyi ağlatmış. Gazetelerde bakanların fotoğrafı vardı. Hepsi kameraların gözyaşlarını çekmesine engel olmayacak şekilde ağlıyordu. Toplantıyı izleyen Demet Hanım, bakanların özellikle:
"Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı."
dizelerine gelince kendilerini tutamadığını anlatıyor. Bu durum sorumluluk duygusunun kabile pardon kabinemizde hâlâ ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor...


Gözler Sezer'de
Kimi sivil toplum kuruluşları bir araya geldi, Terörle Mücadele Yasası'nda yapılan değişiklikleri kapsayan yasayı imzalamaması için Cumhurbaşkanı Sezer'e çağrı üzerine çağrı yapıyor. Öngörülen değişikliklerle terörden çok düşünce, ifade, haberleşme ve basın olmak üzere pek çok özgürlüğün ciddi şekilde tehlikeye gireceği... Adil yargılama hakkının kısıtlanacağı... İşkenceye yeşil ışık yakılacağı... DGM'lerin yeniden geri getirileceği... En önemlisi de Apo'nun bile affının söz konusu olabileceği ifade ediliyor.
Olayın daha da ilginç yanı tasarıyı hazırlayan Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in, "Umarım bu yasa uygulanmaz" sözleri...
İtirazcı STK'lara bakıyorsunuz... İnsan Hakları Derneği gibi bugüne dek AKP iktidarını "demokrat" Cumhurbaşkanı'nı "jakoben" diye niteleyenler çoğunlukta. Kader işte...
CHP Milletvekili Orhan Eraslan'la konuşuyoruz:
- Yasa sadece silahlı örgütleri terör kapsamına alıyor. Bu da örneğin Sivas'ta olduğu gibi insan yakarak ya da Hizbullah'ta olduğu gibi diri diri toprağa gömerek veya domuz bağıyla adam öldüren dinci örgütlerin kapsam dışı kalması demektir. Ayrıca basınla ilgili düzenlemeler de son derece sakıncalı. Bir yayın organı bir terör örgütünün yaptığı eylemi aktardığında örgüt propagandası yapmaktan ağır cezalara çarptırılabilecektir.


Kebabî
SSK emeklisi gazeteci arkadaşımız Alaattin Aktaş, yıllardır kolestrol düşürücü ilaç kullanıyor.
Önceki gün elinde heyet raporuyla, bitmek üzere olan ilacını yenilemek üzere Etlik Eğitim Hastanesi'ne gitti. Hekimden aldığı yanıt:
- Size ilacınızı yazabilmem için kolesterolünüzün yüksek olması lazım. Bunun için de kan tahlili yaptırıp sonucu bana getirmeniz gerekiyor. Ama siz ilaç kullanmakta olduğunuz için kolestrolünüz büyük olasılıkla düşük çıkacaktır. O yüzden önce kolestrolünüzü yükseltmelisiniz...
Arkadaşımız sordu:
- Peki kolestrolümü yükseltmek için ne yapacağım?
- Bizim hastanenin karşısında bir kebapçı var. İki porsiyon kebap yiyin, kolestrolünüz yükselir. Hastalara genelde bunu tavsiye ediyoruz.
Maddi imkânı dar olan hastaya da bir paket margarin yağı alıp yemesini...

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap