Arama

Köşe Yazısı ve Makaleler - Sayfa 12

Güncelleme: 5 Ağustos 2013 Gösterim: 206.726 Cevap: 211
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #111
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Altemur KILIÇ
Atatürk'ün gözleri... Geçen akşam, kanal D'deki "Beyaz" programında, birileri -rivayete göre- Atatürk'ün yanında bulunmuş ve O'nunla birlikte "savaşmış". Şimdi 102 yaşında ve Guiness Rekorlar Kitabına, "en yaşlı kişi" olarak geçmeye aday bir hanım, Mustafa Kemal'in bir gözünün kör olduğunu iddia etmiş ve bir "Profesör" de buna inanmış… Programın sunucusu Beyaz bu iddia karşısında ne yapacağını şaşırmış!
Sponsorlu Bağlantılar
Aslında "deli saçması" deyip geçmek lazım! Dilin kemiği yok. İnsanlar meşhur olmak için, zemzem kuyusuna işemişlerdi, şimdi de televizyonlarda sahne almak ve ün yapmak için, ağızlarına, akıllarına geleni söylüyorlar. Fakat bu fazla oluyor!
Bir süredir, Mustafa Kemal Atatürk hakkında bazı internet sitelerinde ve yayınlarda yalanlar, dedikodular dolaştırılır oldu... Mustafa Kemal'in bir oğlu olduğu iddiasını maalesef "ciddi" dergilere de tekrarlamışlardır… Bunun yalan veya yakıştırma olduğunu, Atatürk'ün hiç çocuğu olmadığını,"manevi evlatlarının" da hep bilinen kişilerden ibaret olduğunu, söyleye söyleye dilimizde tüy bitti! Ama maalesef inandıramıyoruz. O'nun ezeli düşmanları, bu gibi uydurma iddialarla, akılları sıra Atatürk'ü ve hatırasını aşağılamak istiyorlar. Atatürk'ün güya bir gözünün "kör" olduğunun iddiası da, fantezi ve iyi niyetli değil! Ben de onlara "gözünüz kör olsun" diyorum.

MUSTAFA KEMAL "VİZYONU"

İsrail Başbakan Yardımcısı Şimon Peres "Atatürk 100 yıl önce Hamas gibi din esası üzerine kurulmuş partilerin ne olduğunu gördü ve laik-demokratik bir devlet kurdu" dedi… Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in İsrail ziyaretinde İsrail devlet ve hükümet adamlarının ve medyası verdiği mesajlarla, bugün Atatürk'ün makamında O'nun vizyonunu sürdüren bir kişinin bulunmasını övdüler. Atatürk "vizyonu" uzak görüşlülüğü dünyaya örnek olacak bir aydınlık! Ama ülkede bu "aydınlığı" görmeyeler var!

KİŞİSEL MESELEM

Bu konu -Mustafa Kemal Atatürk konusu- O'nun hatırasını savunmak benim için, kişisel bir mesele, adeta aile görevi. Ben büyük bir talih eseri, Atatürk'ü çocukluğumda yakından gördüm ve yanında oldum… Amcam -beni büyüten- Muzaffer Kılıç, Yıldırım Orduları'ndan beri, Mustafa Kemal'in yanında olan, Samsun'da O'nunla karaya çıkan, Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar sadık yaveri idi. O'nun Kocatepe'de karda yatan fotoğrafında yanında olan amcamdır. Babam Kılıç Ali de 1919'da O'na, Sivas'ta iltihak ettikten sonra, ölümüne kadar yanından ayrılmamış bir kişi idi… Hiç çocuğu olmadığını onlar bana defalarca söylemişler, "Ah, keşke kendi kızı ve oğlu olsaydı" diye hayıflanmışlardı.
Şimdi de Atatürk'ün bir gözünün kör olduğu iddiası çıktı… Bunun böyle olmadığını çocukluğumuzda yanında olmuş, O'nun tarafından imtihan edilmiş eşim ve ben de biliriz! Babam ve amcam da, Mustafa Kemal'i yakından tanımış olanlar gibi, bir gözünün kör olması bir tarafa, belli çevreler tarafından yayılan, -tövbe tövbe- "şaşı" olduğu yalanlarına karşı çıkarlardı! Aslında, merhum Celal Erikan Paşa'nın "Komutan Atatürk" adlı muhteşem eserinde (İş Bankası Kültür Yayınları -Yeni Baskı-2006) yazdığı gibi, Mustafa Kemal'in gözü kör, hatta şaşı olsa idi Harbiye'ye alınmazdı. Fakat insanın ta içine nüfuz eden o güzel mavi bakışlarının etkisi altında, bizlerin fark bile etmediğimiz, eskilerin "şehla" tabir ettikleri hafif bir göz adalesi olayı vardı.
Kaldı ki Atatürk, ezkaza "şaşı" hatta bir gözü kör olsa idi, ne fark ederdi! O'nun engin vizyonu değişir miydi?



ASIL KORKUM

Melodramatik olacak ama gerçek; "Zamanın acımasız orağı", insan tarlalarının en önlerini veya başka bir deyişle, "hayatın hiç durmayan makineli tüfeği" ön saflarımızı tararken, Mustafa Atatürk döneminde yaşamış, onu görmüş yakından tanımış olanlar, gittikçe çok azalıyor. Birkaç yıl sonra, hiç kalmayacağız!
Bizden sonra, O'nu tanımış, görmüş olanlar ortada kalmayınca, O'nun hakkında daha ne yalanlar uyduracaklar, diye dehşete düşüyorum…
Ölümünden 78 yıl sonra, O'na karşı kinleri dinmedi. Bazı kıytırık yabancılar, O'nun resimlerinin, sadece devlet dairelerinin değil köy odalarının ve vatandaşların evlerinin duvarlarında oluşunun anlamını anlayamıyorlar… İçerdekiler de ellerinden gelse, resimlerini indirirler, heykellerini yıkarlar ve hatta Anıtkabir'i arkeolojik müze yaparlar. Ama yapamayacaklar. Çünkü Mustafa Kemal onlardan ve gazaplarından çok büyük! Onun, aziz hatırasına, hiçbir şekilde en ufak toz kondurmamak gölge ve şüphe düşürmemek görevi, -bizlerden sonra- Türk gençlerine, Türk Ordusuna düşüyor!

LATİFE HANIM VE KILIÇ ALİ

Bu yazıyı yazdıktan sonra yeğenim Nilgün Ketenoğlu, Ayşe Arman'ın HÜRRİYET'in Cumartesi ekindeki köşesinde "Latife Hanım Sohbeti" başlıklı ve okuyuculardan gelen mesajları içeren yazısına dikkatimi çekti. Yılmaz Ş. adında soyadını gizleyen bir kişi ve anlaşılan bilgisi olmadığı halde babama ağır kelimelerle dil uzatmış. Mustafa Kemal, güya, babamın vb.. arkadaşlığını, Latife hanımla aile hayatına tercih etmiş… Bu yalanlara cevap vermeye tenezzül bile etmem. Babamın Atatürk'ün ölümüne kadar en güvenilir arkadaşı olduğu belge ve anılarla sabittir. Ölümünden önce, isim anamı Latife Hanımefendiyi Ayazpaşa'daki evinde ziyaret edip elini öptüm ve Latife Hanımefendi de bana, babama sevgilerini iletmemi söyledi.
Anlaşılan "Latife olayını" kullanmak da Atatürk'e ve anısına dil uzatmanın bir yolu!







Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Haziran 2006       Mesaj #112
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk medyasının bir çıkış yolu bulması gerekiyor; çünkü AB süreciyle yeni bir döneme giriyor. Onca teknolojik üstünlük ve tecrübeye rağmen hâlâ büyük problemlerle boğuştuğu ortada; ancak geciktirilmiş problemlerin yakında beklemeye tahammülü kalmayacak.

Sponsorlu Bağlantılar
Güven bunalımını bir an önce aşması gerekiyor mesela. Aksi halde dünya devi medya markalarının karşısında tutunması çok zor. Manipülasyon gölgesinden tez elden çıkması, ideolojik körlük ve şartlanmışlıktan sıyrılması şart. İşin aslına bakarsanız; meslek içi büyük değişimi gerçekleştirecek beyin gücü ve bu güce emanet edilmiş altyapı da var bu ülkede. Belki iç dinamikleri yeniden gözden geçirmek, Türkiye şartlarını yeniden masaya yatırmak, Türk okurunun profilini bir daha mercek altına almakta yarar var. Bu arada Türk gazeteciliğini uluslararası standartlara çekme gibi bir ideale de ihtiyaç olduğu kesin. Böyle bir ufuk çizgisinin hem aydınımızın zihni altyapısında yeri vardır; hem de daha soğukkanlı hedeflerin oluşmasında. Ortaya konulacak avantajlar söz konusudur. Nasıl ki Avrupa Birliği (AB), önemli bir standart geliştirme projesine dönüşmüştür bu ülkede; aynen öyle de uluslararası bir kısım disiplinler ve ilkelerin meslek standardı gibi kabul edilmesi bizdeki iç kalite direnişini kıracaktır.
“AB üyesi ülkelerin tek bir medya modeli yok ki!” deneceği muhakkak. Zaten biz de bir medya modellemesi yapalım demiyoruz. Birtakım ayrıntıları cımbızlayıp “bak onlarda bu var, bizde niye yok?” şeklindeki basit ve içi boş mukayeselerin işe yaramayacağı da aşikar. Zaten “Batı taklidi” diye eleştirilen kopyacılık da budur. Kastımız, Türkiye’nin dinamiklerinden uzaklaşan, hatta onları bir kenara iten ve dolayısıyla içinde “aşağılık psikolojisi” bulunan bir kopyacılık değil. Tam aksini düşünüyoruz; Türkiye’nin bütün avantajlı durumlarını bir kenara yazalım; sonra bizden önce yola çıkmış, dolayısıyla bize göre çok mesafe almış dünya tecrübesinden istifade edelim.
WAN toplantısına yansıyan gerçekler
Böylece Türk gazeteciliği çabuk mesafe alsın. Daha açık söylemek gerekirse, dünya medyasının bazı hayati tecrübelerini göz ardı ettik, zaman kaybettik; bugün dünya medyası yarınları inceden inceye konuşuyor, planlıyor, bu fütüristik planlamaların -hayali öngörülerini bir kenara bırakarak- dışında kalıp istikbali de yitirmemeliyiz…
Yukarıda arz ettiğim ifadeler, dört gün boyunca Moskova’da takip ettiğim Dünya Gazeteler Birliği (WAN) ve Dünya Editörler Forumu (WEF) toplantıları sonrasında bende hasıl olan bir kısım düşünceler. Moskova’da gerçekleştirilen programın hülasası bile çok uzun yer tutar. O yüzden kısa değinmelerde bulunmakta fayda olduğunu sanıyorum.
Dünya medyası da sıkıntılı aslında. Sürekli tiraj kaybediyor gazeteler. Nüfusun yaşlı bir kitleye dayanması, genel ortalamada çok büyük bir yekun tutmayan ancak bu haliyle bile umut vesilesi sayılan gençlerin elektronik medyaya daha büyük ilgi göstermesi Batı medyasını yeni arayışlara itiyor. Dünya medyası ilk şoku atlatmış gözüküyor ve teknolojiyle klasik medya mecralarının çatıştırılmasından vazgeçiyor. Hatta teknolojinin sunduğu yeni ortamların bir avantaj haline getirilmesi için çalışıyor. Bunu yaparken kendini yeniden tanımlamaya, yeni okur profilleri belirlemeye, okur taleplerini yeni formatlarla karşılamaya gayret ediyor. Türkiye’de durum biraz daha farklı. Nüfusumuz genç ve gençlerin gazeteleri Batı’daki kadar boşlaması -en azından şimdilik- söz konusu değil. Bu avantajın yayın yöneticilerimiz tarafından iyi kullanılması, gençliğin zaafından yararlanmayı gerektirmiyor. Çünkü o tür bir kullanım, kalıcı bir okur kitlesi oluşturmadığı gibi, gazete okuma bilincini de pekiştirmiyor. Sayfalardaki dinamizmin teknolojik imkanlarla bütünleştirilmesi yeni imkanlar da sunacaktır…
AB’ye hangi dünya markamızla hazırız?
Tam bu noktada durup şu soruyu sormak gerekiyor: Dünya medyası ilkeli ve prensipli yayıncılığın oluşturduğu dünya markalarıyla yeni arayışlar içindeyken Türk medyası nerede? İtiraf etmek gerekiyor ki Türkiye’nin henüz dünya markası olmuş bir gazetesi, bir televizyonu, bir radyosu yok. Oysa bugün hangi ülkeden bahis açılsa o ülkeye dair birkaç markayı dünya çapında zikretmek mümkün. Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de durum böyle de, Amerika’da farklı mı? Hayır. Amerika dendiğinde akla, dünyaca tanınan ve referans sayılan The Wall Street Journal gibi, The New York Times gibi, The Washington Post gibi markalar geldiği gibi eyaletler zikredildiğinde bile lokal yapısını aşmış dünya çapında markalar geliyor. Boston Globe, Chicago Tribune, Los Angeles Times gibi gazeteler belli bir eyalette dağıtıldığı halde dünya markası olma özelliği taşıyor. Türkiye’nin bu ölçekte bile dünya markası olmuş gazetesi, televizyonu, radyosu, internet sitesi, haber ajansı, haber dergisi yok. Bizim ajanslarla Associated Press’i, Reuters’i, Agence France Presse’i hâlâ aynı değerde bir yere oturtamıyoruz. The Economist gibi, Der Spiegel gibi, Newsweek gibi, Time gibi dergiler çıkarılamıyor bu ülkede. Çıkarılamaz mı?
Medya için kaçacak yer kalmıyor
Elbette bu seviyede dergi çıkarılabilir. Mesela Aksiyon Dergisi dünya markası olmaya namzet haliyle dergi haberciliğinde umut sürecini tamamlayabilirse dünya çapında bir haber dergisini aratmayacak kadar güzel bir haber dergimiz olabilir. Tabii ki ucuz pazarlama tekniklerine, magazinin her şeyi ezip geçen baskısına, okuma sevdasından uzak insanlarımızın bilgi yüklü dergilere karşı gösterdiği ilgisizliğe direnebilirse…
Ufukta AB’nin silueti belirmiş, AB standartlarının ayak sesleri sağır sultanları bile rahatsız edecek kadar duyulur hale gelmiştir. Times, Independent, The Guardian, Le Monde’dan, Le Figaro gibi gazetelerden alınacak çok dersler var. Bu tip referans gazetelerin dünü, bugünü ve yarına dair umutlarından, daha doğrusu projelerinden çıkarılacak dersler de var. Bu arada Daily Mirror gibi, Bild gibi, New York Post gibi gazeteleri örnek alacak kurumlara da rastlanabilir. Bu tip gazeteleri model olarak alan gazetelerin hem yayın kimliklerini yeniden belirlemeleri gerekiyor hem de hedef okur kitlelerini. Hem Independent gibi olayım, okur beni referans kabul etsin hem Bild gibi olayım bilumum podyum dedikodularından siyasetin en hassas konularına uzanayım derseniz olmaz. Daha doğrusu alaturka bir şey olur ve bununla dünya markası oluşturulamaz.
Yol ayrımının eşiğinde Türk medyası tam bir yol ayrımında. AB süreci her konuda insanımızı belli bir standarda zorlayacak. Medyanın buna gözlerini kapaması mümkün değil; yabancı rakiplerden kaçınmasının mümkün olmadığı gibi. Moskova’da bir araya gelip dört gün boyunca tartışan medya sahipleri ve yayın yöneticilerinin gündemleri ile Türkiye’deki muadillerinin gündemi çok farklı mesela. Bu fark ürkütüyor insanı. Bir tarafta geleceğin medyası üzerine kafa yoran, yatırım yapan ve gücünü güvenilirlikten alan dev markalar; öbür tarafta hâlâ siyaset ve toplum mühendisliğine soyunmuş ve bu yüzden bir türlü lokal marka sürecini bile aşamamış Türk medyası. Türkiye cephesindeki ideolojik şartlanmışlık, gazeteciliğin dünya standartlarına kavuşmasını engelleyen Çin Seddi gibi bir şey. Şu ana kadar “küçük de olsa bizim olsun” deyip kendi ülke sınırlarımız içinde hapsettiğimiz gazetecilik içeriden dışa doğru yeni markalar üretemedi. Bu böyle devam ederse dışarıdan içeriye doğru sarkan markalar fiili bir istintak oluşturacak. En güzeli, dıştan gelecek ve gücünü hayatın pratiğinden alacak baskılardan önce Türk medyasının kendine çekidüzen vermesi adına sansasyondan, manipülasyondan arınması, siyasi şartlanmışlıktan vazgeçmesi, halkla barışması gibi icraatları hayata geçirmesidir. Bu olmazsa AB süreci Türk medyası için ciddi bir tehdittir. Vatandaş, “gazete gibi gazete” diye tanımlanan referans kaynaklarını -ki bu kaynaklar da Irak Savaşı’nda ağır yara almıştır ve bu yaranın tedavisi için çırpınır- gördükçe, Türk medyasından çok daha ötesini isteyecektir.
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
13 Haziran 2006       Mesaj #113
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
AB VE ONURUMUZ
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AB konusunda,"Onurumuzdan en ufak parça koparılamaz, onurumuzdan ödün vermeyeceğiz" buyurmuşlar… Şimdiye kadar, yıllardır AB uğruna milli çıkar ve değerlerimizden ve Kıbrıs konusunda "verilenler" ne idi? Bugün, "tarama sürecinin" bilim ve teknik "dosyası" formalite gereği "açılıp kapanacak" ve AB Bakanlar Konseyi müzakerelerin başlaması için "start" verecekken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Lüksemburg'a gitmek için, kıytırık Rum yönetimi Bakanının keyfinin olmasını beklemesi, "onurlu" bir durum mudur? Aslında, daha 2004'ün Aralık ayında "Müzakereler başlıyor" derken ve 17 Ekim 2005'te de "başladı" diye zafer bayramı ilan ederken, Ek Protokol konusunun, yani liman ve havaalanlarının Rumlara açılmasının bir gün karşımıza getirileceği malûm idi. Hatta bu ve Rumlar hakkındaki koşullar 1999'daki Helsinki Bildirisi'nde de yazılı idi! Ama Hükümet, bir çok konularda yaptığı gibi "günü ve zevahiri kurtarmak" için, bu konunun askıda kalmasına razı olmuştu. İşte şimdi Rumlar bu koşulu, ilişkilerin normalleştirilmesi ve yönetimlerinin Türkiye tarafından tanınmasını dayatıyorlar… Konseydeki "iyi polisler" -İngiltere ve Avusturya- hatta bugün dostluk şarkıları söyleyen Yunanistan, Rumları ikna etseler Hükümet bunu da büyük başarı sayacak.. Ama, bu koşullardan vazgeçilmeyecek ve gene dayatılacak. İş esastan bozuk ve "onur" kırıcı!


ONURUMUZDAN PARÇALAR

Onur kırıcı olan sadece bu da değil. Ünlü Joost Lagandjik cenapları, "AB yolu Diyarbakır'dan geçer" demiş. Güneydoğu- Kürt sorunu çözülmeli diyor… Hatırlatalım; bir zamanların Başbakanı, -aslında AB Komiseri- Mesut Yılmaz da böyle demişti ve ne o, ne de sonraki ve şimdiki hükümetler Avrupalıların Güneydoğu konusundaki söz ve dayatmalarını "onur kırıcı" bulmadılar… Onurumuzdan "parçalar" değil "kayalar" götürüldü ve götürülmekte! Lüksemburg'da bugün yapılacak ve Gül'ün de, belki katılacağı Türkiye-AB Ortaklık toplantısında "Şemdinli vurgusu" yapılacak bu olayın aydınlatılması talep edilecek, Savcı Ferhat Sarıkaya'nın meslekten ihraç edilmesi sorgulanacakmış! Ve tabii, tutum belgesinde de başköşede TSK'nın durumu. "Komutanların Hükümetten icazet ve müsaade almadan konuşmamaları şartı, Ruhban Okulu'nun açılması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun bağımsızlığı" talepleri de var… Kimse, bugün "onurdan" söz eden bu adamlara, Türkiye'nin sömürge olmadığını hatırlatmıyor. Yoksa "onurun" anlamı mı değişti?
Biz, Atatürk döneminde yetişirken ve İsmet Paşa'nın Lozan'da Düyunu Umumiye ve Kapitülasyonlara karşı verdiği başarılı mücadeleyi, Osmanlı döneminde "Büyük Devletlerin" güya ıslahat diye, dayatmak istediklerini okurken, milli "ONURU" başka türlü bellemiştik…

AB'den sorumlu veya "sorunlu" Devlet Bakanı Ali Babacan, müzakereler ve üyelik süreci konusunda, "Bu yolda, sıkıntılar, sorunlar olacaktır ama siz sonuna bakın!" buyurmuşlar. Bu "ucu açık, ince-uzun", taşlar ve engebelerle dolu, Avrupalılar tarafından uzaktan kumandayla patlatılan mayınlar döşeli yolda, tökezleyerek ilerlerken Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Babacan "sonun" -sonucun- hayırlı olacağını garanti edebiliyorlar mı? En sonunda, Türkiye'yi bütün değer ve çıkarlarından arındırdıktan sonra, "yol buraya kadar, siz gerekenleri yapmadınız" veya "bizim sizi hazmetmemize imkân yok, halklarımız sizi istemiyor" derler ve "tam üyelik kalmadı, başka bir şey verelim" diye, Türkiye'yi
kendilerine uydu yapmaya kalkarlarsa -ki muhakkak öyle olacak- Babacan ve AKP ne yapacak? O zaman bu kişiler nerede olacaklar? Tutun kellerin perçeminden!


YANITSIZ KALAN SORULAR

Hiç yanıtını alamadığım sorular var. Türk milletinin geleceğini, var oluşunu on beş yıl boyunca bu "yollarda" bir takım Avrupalılara emanet etmek ne kadar doğru? Hükümetin, Türk milletinin var oluşu ve geleceği üzerinde böyle bir kumar oynamaya hakkı var mı? Refah Partisi sözcüsü iken TBMM'de aynı endişeleri, ateşli hitabetiyle dile getirmiş olan Abdullah Gül, şimdilerde neden ve nasıl bu kadar değişti, AB yoluna girdi? Başbakan nasıl değişti? Hidayete mi erdiler, yoksa amaçları ve bugünkü çıkarları mı bunu gerektiriyor?

Bu yolda, Avrupalıların oynadıkları oyunlara ve bütün onur kırıcı dayatmalarına Türkiye'nin milli çıkarlarına ve "onuruna" ters düştüğü belli olduğu halde, "Avrupa yolunda" ısrar edenler ve AB'ye taraftar olanlar -Türk halkı- bu kadar gafil veya Aziz Nesin'in tabiriyle aptal olamayacaklarına göre "nedirler?" Kendi amaçlarını yabancıların emelleriyle "tevhit" edenlere gafilden de öte ne demek gerekeceğini anlamak için, Mustafa Kemal'in "Gençliğe Hitabesini" okuyunuz…
AB kriterlerinde, Türkiye'nin yararına olacak reformlar var ve bunlar Mustafa Kemal'in işaret ettiği çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak hedefiyle aynı. Ama bu reformları, ancak AB sömürge komiserlerinin sopası altında, AB kapılarında bekleyerek mi yapmamız lazım? Eğer öyle ise, "onurlu" ve bağımsız bir millet ve devlet olmak hakkını kaybetmişiz demektir.

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
14 Haziran 2006       Mesaj #114
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

BU NASIL DEHA!...

Ülkemizde yabancılar cirit atıyor. "Fink" atmak için yani "serbestçe gezip dolaşmak" için gelen turistleri değil, "cirit" atmak için gelenleri kastediyorum. Buradaki cirit de, ata sporu değil tabii ki.
Birçok uzmanın defalarca vurguladığı art niyetli, bölücü düşünceli, karıştırıcı (provokatif) yabancıları kastediyorum.


"ÜLKEMİZDE PEK ÇOK YABANCI PARASI DOLAŞIYOR"

Bu yabancılarla birlikte, pek çok "yabancı parası" da dolaşıyor.
Bunların amacı ne?
Propaganda yapmak!..
Amaçları ne?
"Ulusal hareketi" başarısız kılmak ve "ulusal istekleri" felç etmek!..
Peki, bunu başarırlarsa ardından ne yapacaklar?
Yurdun bazı önemli parçalarını ele geçirecekler!..
Yok canım!.. Türkler ne güne duruyor? Bunlar boş hikâyeler, paranoyalar..
Öyle değil. Çünkü, her çağda, her ülkede ve her zaman çıktığı gibi, Türkiye`de de yüreği ve siniri zayıf, bilinçsiz insanlar kadar, bilinçli ama bu bilinçlerini kişisel varlık ve çıkarını ulusunun zararında arayan alçaklar var!..
İyi ama, bir Doğu sorunu var. Bunu görmezden mi geliyorsunuz?
Doğu sorunu, düşmanlarımız tarafından yönlendiriliyor. Bunlar, zayıf noktalar arayıp bulmada pek ustadırlar.
Bunu nasıl yapabiliyorlar?
Bu işi düpedüz örgüt durumuna getirmişlerdir.

"BÜTÜN ULUS, HER TÜRLÜ ENGELİ SÜPÜRECEKTİR!"

Peki, Türk Ulusu ne yapıyor?
Bütün ulus, kutsal varlıklarını kurtarma ülküsüyle çırpınıyor.
Ulusun başarılı olması mümkün mü?
Elbette. Bütün ulus, her türlü engeli kesinlikle kırıp süpürecektir!..

Bu görüşler bana ait değil. Bugün de söylenmedi.
Okurken, bugünü yaşadığınıza eminim. Oysa, bu sözler, tam 79 yıl önce Atatürk tarafından söylenmişti.
Şimdi, Atatürk`ün Nutuk`taki sözlerini, topluca okuyalım ve dersler çıkaralım. Bakın tam olarak ne söylüyor?
"Şurada acıklı bir gerçek olarak bildireyim ki, ülkemizde pek çok yabancı parası ve bir çok propaganda dolaşıyor. Bunun amacı, pek açıktır ki, ulusal hareketi başarısız kılmak, ulusal istekleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni isteklerini ve yurdun bazı önemli parçalarını ele geçirme amaçlarını kolaylaştırmaktır. Bunun yanında, her çağda, her ülkede ve her zaman çıktığı gibi, bizde de yüreği ve siniri zayıf, bilinçsiz insanlarla vatansız ve aynı zamanda kişisel varlık ve çıkarını yurdun ve ulusunun zararında arayan alçaklar da vardır. Doğu sorununu yönlendirme ve zayıf noktalar arayıp bulmada pek usta olan düşmanlarımız, ülkemizde bu işi düpedüz bir örgüt durumuna getirmişlerdir. Ama kutsal varlıklarını kurtarma ülküsüyle çırpınan bütün ulus, bu dayanç ve savaşım yolunda her türlü engeli kuşkusuz ve kesinlikle kırıp süpürecektir." (Nutuk, ADD yayını, Ankara 2006, s.442.)

Ülkemiz üzerinde o gün mevcut olan sömürgeci emeller, bugün de aynen sürüyor. O günü anlatan Mustafa Kemal Atatürk, bugüne de ders veriyor.
Atatürk, zaten her sözü yıllar sonrasında da geçerli olduğu için dâhi değil mi?.. Bunu bizden daha iyi bilen Avrupa Birliği de o yüzden "Atatürk`ün resimlerinden, fikirlerinden vazgeçin, AB yolunda engeli kaldırın" demiyor mu?..

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Haziran 2006       Mesaj #115
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kaderin cilvesi: Uluslararası çapta bir boykot başlatan bir devlet eş zamanlı olarak, paralel bir kampanyayla, kendine karşı bir boykotla karşılaşıyor.

Kendi gözünde, ilki kendisinin düşman olarak gördüklerine yöneltildiği için milyonlarca kişinin yaşamına ciddi anlamda zarar vermeyi meşru gören bir boykotken, ikincisi kendi akademik fildişi kulesine zarar verme ihtimali bulunan diğer boykot zatına yöneltildiği için nazarında meşruiyetten yoksun. Bu, ahlakî açıdan bir çifte standarttır. İsrail’in gözünde Filistin Otoritesi’ne karşı, hayati ekonomik yardımı engellemeyi, demokratik yollarla ve yasal seçimlerle seçilmiş liderleri de içeren boykot kampanyası neden hoş görülebilir bir önlem olarak görülürken ve üniversitelerine yönelik boykot neden engelleniyor?
İsrail, boykot silahının yasadışı olduğunu iddia edemez. Kendisi bu silahı kapsamlı şekilde defaatle kullanıyor ve Refah’tan Cenin’e kadar tüm kurbanları acı veren koşullar altında mahrumiyetten muzdarip oluyor. Geçmişte, İsrail dünyaya Yaser Arafat’ı boykot etme çağrısında bulundu ve şimdi de Hamas hükümetini boykot etmelerini istiyor ve bu hükümet aracılığıyla bölgedeki tüm Filistinlileri. Ve İsrail buna etik bir problem olarak bakmıyor. Aylardır on binlerce kişi bu boykot nedeniyle maaşlarını alamadı; ancak İsrail üniversitelerine bir boykot çağrısı yapıldığında, bu boykot birdenbire meşruiyet dışı bir silah oluveriyor!
İsrail’e yönelik boykot çağrısında da ahlakî bir çifte standart bulunmaktadır. İngiltere’deki Yüksek Eğitim ve sonrasında Ulusal Öğretmenler Birliği ile Kanada’da Kamu Çalışanları Birliği İsrail’i boykot etme karar aldı; ancak kendi savaş suçlarını ve işgalleri protesto etmede benzer şekilde hareket etmiyorlar (İngiltere ordusunun Irak işgali ve Kanada’nın Afganistan işgali). Yine de, bir avuç da olsa İsrail’de insan haklarını savunan ve işgale karşı çıkanlar bu iki örgüt tarafından atılan adım için teşekkür etmeli. İsrail’de işgale karşı çıkanlar, işgale karşı savaşmak için dış grupların yardımını almamayı yeğ tuttu. Dünyaya kendi ülkenizi boykot etme çağrısı yapmak kolay bir şey değildir. Kendilerini Refah’taki yıkıcı buldozerlerin önüne atan ve bedelini yaşamlarıyla ödeyen cesur vicdanlı Rachel Corrie, James Miller ve Tom Hurndall’a hiç ihtiyaç olmasaydı keşke. Bu genç yabancılar, İsraillilerin yapması gereken tehlikeli ve hayati bir işi yapmıştı.
Aynı şey, İsrail’in üyelerinin sınırları içine sokmasına izin vermediği Uluslararası Dayanışma Hareketi gibi organizasyonlar çerçevesinde işgalin kurbanlarına yardım sağlamak ve işgali protesto etmek için hâlâ bu topraklarda bulunan birkaç barış eylemcisi için de geçerli. Keşke İsrailliler onların yerine savaşmak için seferber olsaydı. Birkaç ılımlı grup dışında, İsrail’de işgale karşı bir protesto ve seferberlik yok. Bu nedenle, geriye sadece dünyanın yardımını umut etmek kalıyor. Dünya, İsrail’in kendi sınırlı yöntemlerinden kurtulmasına yardımcı olabilir. Batılı devletlerin etkin bir biçimde devam etmesini destekledikleri bir işgal durumunda, karşı olduklarını deklare etseler bile, bu misyon sivil örgütlere düşüyor. Örneğin içinde Yahudilerin de bulunduğu Amerikalı bir grup avukat, Refah’ta evleri yıkmada dozerleri kullanılan Caterpillar şirketini boykot etme çağrısı yapmıştı, bunun için onlara teşekkür edilmeli. Aynı şey üniversitelerin boykotunda da geçerli. İngiltere’de bir üniversitenin öğretim görevlileri işgale karşı çıkmak için İsrail’i boykot ettiğinde de bu hareketi takdir etmeliyiz...

GİDEON LEVY
GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
15 Haziran 2006       Mesaj #116
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
k heper

Türk-Yunan konfederasyonu

YUNANİSTAN-Türkiye konfederasyonu.
Az daha kurulacaktı.
Ne zaman?
Aşağı yukarı bundan 50 yıl önce, yani yarım asır oldu.
Devlet hayatında yarım asrın lafı mı olur?
Menderes ile Karamanlis'ten söz ediyorum.
Türkiye'de o yıllarda Adnan Menderes başbakandı.
Komşumuz Yunanistan'da da sözü geçen adam Karamanlis'ti.
İki ülke arasında öyle bir dostluk başlamıştı ki bunu Menderes kelimesinin Yunancadan, Karamanlis'in de Karaman'dan gelme, yani Türkçe olma tesadüfüne bile bağlayanlar vardı.
İşte bu dostluk havası bazılarının aklına Türk-Yunan konfederasyonunu bile getirmişti.
***
Dora Bakoyannis Basın Konseyi'nin düzenlediği "Türk-Yunan Medya Konferansı"nda konuşurken bunları düşünüyordum. Eskiye, yarım asır önceye gittim geldim.
Oysa, kürsüdeki Yunan Dışişleri Bakanı Atatürk'le Venizelos dostluğundan söz ediyordu.
Bense içimden "Daha yakına gel, daha yakına" diyordum.
***
YUNANİSTAN Dışişleri Bakanı Bayan Bakoyannis, benim hayalimdeki yumuşak kadın değil. Konuşmasından, sözlerinin satır aralarından anladığım, fedakârlıkların çoğunu Türkiye'den bekliyor.
Batı Trakya'da demokratikleşme onun gündeminde değil. Oysa oradaki Türklere hâlâ "Müslüman azınlık" diyenler çoğunlukta.
Atina'da Müslümanlar için yeterli ibadethane var mı? Bunlardan bahis yok.
Ama Patrikhane ve Ruhban Okulu konularına Bakoyannis'in konuşmasında yer var.
Bunlar örnek, ama dikkat çekici değil mi?
***
YUNAN politikacıların birçoğuna rağmen Türk ve Yunan halkı birbirini seviyor.
Bu iki halkı tarihte ve bugün zaman zaman bazı politikacılar birbirine düşürdü.
Tesadüfe bakın ki bunu iki ülkede son günlerde yapılan iki anket de gösteriyor.
Atina'nın büyük gazetelerinden birinin yaptığı anket, Yunanlıların çoğunluğunun, "Türkiye ile bir sorun istemediklerini ve Türk halkı için iyi düşündüklerini" ortaya koydu.
Bir Yunanlı kuruluş da İstanbul'da Türkler arasında bir anket yaptı. Bu ankete katılanların yüzde 73'ü de "Biz Yunanlıları çok severiz" cevabını verdi.
Hürriyet'e göre bunu Gül, Bakoyannis'e söyleyince, Yunanlı Bakan şaşırıyor.
Bu iki anket de gösteriyor ki, Türk-Yunan halklarının birbiriyle bir problemi yok.
İki halkın, iki ülkenin konfederasyonu bile acayip karşılanmamalı.
Ah bir de şu arabozucu politikacılar olmasa...

Asena'ya cevap

Başbakan'ın desteklediği "Ailem Türkiye" projesi evliliği teşvik ediyor. Ama bir dansözümüz adeta buna karşı.
Dansöz Asena, "Evlilik gibi çirkin bir şeyi asla yapmam" diyor.
Koca buldu da...

SATILIK MALIMIZ BİTTİ

Hatay'ın binde 5'i (yüzde yarımı) yabancılara satılınca, Tapu Kadastro Müdürlüğü, ikinci bir emre kadar, yabancıya satışları durdurdu.
Oysa bankalarımızın bugün yüzde 47'si yabancı kontrolüne girdi, bu kontrol yakında yüzde 70'e çıkacak.
Bunu kim durduracak? Durduracak mı?

YENİYE BAK
Eskiyi bırak...

Başbakan Erdoğan partisinin Ankara kongresinde konuştu.
Ben de izledim.
Gördüm ki, Başbakan hep eskileri yerin dibine batırıyor. Kendi dönemini onların dönemiyle mukayese ediyor, göklere çıkarıyor.
Onların Türkiye'yi iyi idare ettiklerini kimse söylemiyor ki.
Eskiler ülkeyi iyi idare etseler, ekonomiyi yolunda götürseler zaten gitmezler ve AKP de iktidara gelemezdi.
Demek ki halk onları cezalandırdı. Oy vermedi. Öyleyse Erdoğan kendi döneminden söz etmeli, mukayeseler yapmalı.
Ve o bu mukayeseyi yapmasa da biz vatandaşlar yapıyoruz.
Gördüğümüz o ki, Erdoğan ve hükümeti bu ülkeyi lüzumsuz bir gerilim ortamına sokmuştur. Ve iyi gittiğini zannettiğimiz ekonomi tepetaklak olmuştur. Döviz fiyatı yalnız Türkiye'de 5 yıl önceki seviyeye fırlamıştır. Dünyadaki hareketten bu farklıdır. Merkez Bankası hem faizi yükseltmiş hem de dövize müdahale etmek zorunda kalmıştır.
Şimdi, Erdoğan'ın "bu durumu düzelteceğini" söylemesi, anlatması, izah etmesi yerine eskiyi çekiştirmesine ben anlam veremiyorum.

ÇANAKKALE
Bir resim ve vatan

Bir tapu dairesinde, müdürün odasındaydım.
Bana gazeteciyim diye torpil yapıldığını sanmayın. Her işi olan bu küçük odaya giriyordu.
Müdür 31 yıldır bu müessesede çalışıyormuş. "Emekli olmamasının sebebinin başka bir il üniversitesinde okuyan oğlu olduğunu" söyledi. Ve "Geçen gün oğlumu ziyarete gittim ona bir hediye götürdüm" dedi.
Masasının gözünden, bir gazete büyüklüğünde rulo halindeki fotoğraf kâğıdını açtı ve gösterdi.
Bir gazetemizde çıkmıştı. Çanakkale'de savaşan iki askerimiz. Üst, baş parça parça. Ayakta bir şey yok ama bakışlarından düşmana meydan okudukları anlaşılıyor.
"İşte bu resmi büyütüp oğluma götürdüm. Biz bu ülkeyi sokakta bulmadık" dedi.
Gözlerim yaşardı.
Bu olayı bana, hafta sonu, yani tapu müdürünü tanıdıktan 2 gün sonra Çanakkale'de 1. Ordu Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'un sözleri hatırlattı.
İlker Başbuğ Paşa şunları söylüyor: "Türkiye'yi güçlü kılacak yol, farklılıkları öne çıkarıp yapay ayrımlar yaratarak değil, Çanakkale destanının yaşandığı, şehitlerin kanıyla sulanan bu topraklarda görüldüğü gibi, ortak değerleri öne çıkararak olur."
Ortak değerler o fotoğrafta var...
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
15 Haziran 2006       Mesaj #117
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
HIÇKIRIK!

Şu AB, ne füsunkâr bir dilbermiş ki,bazıları bütün işkence ve istiskallere rağmen, tutkusundan kurtulamıyorlar! Medyada, son Lüksemburg olaylarını haberlerinin veriliş yöntemine hayret ve dehşetle bakıyorum. Yabancı gazetelerde olay gerçekçi bir şekilde verilir ve değerlendirilirken, gazete ve televizyonlarımızın çoğu, bu acı ve omur kırıcı durumu örtbas etmek, hafifletmek için ıvırıyorlar, kıvırıyorlar!. Neredeyse ,, hükümetin başarısı, "Avrupa Yolunda" büyük bir adım olarak gösterecekler! Brüksel, AB muhabirleri, bu olaya ve sonucuna, Reuters muhabirinin yaptığı tanımlamayı koyamadı, açıkça "Damokles kılıcı, Türkiye`nin tepesinde tutulacak" diyemedi! …

AB yolunun Lüksemburg "tökezlemesinin" en ilginç tanımlamasını ve yorumunu RADIKAL gazetesi Genel Yayın Yönetmemi ve köşe yazarı İsmet Berkan yaptı ; "HIÇKIRIK" diyor, "AVRUPA HİÇKIRIKLARI" !.. Ne "hıçkırığı" yahu? Nerdeyse öksürükten tıkanıp, boğulacaktık. Ve görünüş o ki önümüzdeki on, on beş yıllık "ucu açık" süreçte böyle, 69-70 kez, hıçkırta hıçkıra boğulmak tehlikesi geçireceğiz! Bu işkenceye değer mi?

"Hıçkırık" Kerime Nadir`in bir romanın adı idi… Sırada verem öksürüğü, "ince uzun yolda " ince hastalıktan", veremden ölmek var! Madem ki eski roman isimleri aklımıza geliyor, ben de başka bir aşk romanını, Savfet Nezihi`nin, sonunda öksüre öksüre, veremden ölen "Zavallı Necdet"ini hatırlatayım! Şimdi "zavallı" olan kim? AKP iktidarı mı, yoksa Türk milleti mi?

Berkan` "Avrupa yolculuğunda birkaç gündür yaşanan türden çok sıkıntı" yaşanacağını söylüyor ve bu sıkıntıları doğum sancılarına benzetiyor! Doğacak çocuğun bir ucube olması veya "düşük yapılması" ihtimalini göz ardı ederek, "hıçkırıklar" diye küçümsediği bu sancıları, ağrıları, tıpta olduğu gibi kasmanın, sınırlandırmanın çarelerini arıyor…

Asıl kriz
Berkan`a göre ve dün Rum Dışişleri Bakanının uyardığı gibi, asıl "hıçkırık" krizi, 15 Ekim`de Avrupa Komisyonu`nun "İlerleme Raporu" açıklanınca ve bunda da Kıbrıs` ta Rum yöneteni tanımak ve liman ve hava alanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmak şartı hatırlatılınca ! Sonra da, Aralık ayında yapılacak AB zirvesinde en "hıçkırıktan" öte en ağır ve boğulmamızla sonuçlanacak "en ağır kriz", müzakerelerin askıya alınması ve AB üyeliğimizin ret edilmesi! Ama dün yazdığım gibi Türkiye`yi, bir yerlerine çapalamak ve istediklerini böyle yaptırmak istemeler! Hıçkırıklardan öksürüklerden kurtuluş yok!


Yabancı gazetelerin manşetlerinde ifade edildiği gibi: Türkiye uçurumun eşiğinden döndü ama, "şimdilik"!


Bir Alman gazetesinin yorumu: "Müzakerelerin başlaması abes, Türkiye üyeliği hak etmiyor", amaç Türkiye`yi bıktırıp, kendi isteğiyle üyelikten vazgeçirmek… FINANCIAL TIMES; "Müzakereler her an çökebilir"


Durum vaziyeti bu… Brüksel sevdalıları, "Zavallı Necdet" gibi, AB aşkıyla, hıçkıra hıçkıra, öksüre öksüre yollarında devam etsinler, ama bu işkence Türk milletine reva mı? Türk milleti "zavallı" ve çaresiz dedğildir!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Haziran 2006       Mesaj #118
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yarın İstanbul’da muhteşem bir yarışma var. Yarışmadan öte bir şey bu. Dünyanın 84 ülkesinden gelen renkleri, dilleri, dinleri farklı 355 öğrenci 4. Türkçe Olimpiyatı’nda buluştular.

Kızılcahamam Asya Termal Tesisleri’ndeki ön elemeler bitti ve yarın İstanbul Gösteri Merkezi’nde finaller yapılacak. Bu yerin adı daha önce My Showland idi. Sahibi, “Türkçe Olimpiyatı’na ev sahipliği yapıyoruz, adımız yabancı.. bu ne tezat!” deyip örnek bir karar aldı. Bu, organizasyonun ilk bereketi.
Türkçe Olimpiyatı’nın ilki 2003 yılında 17 ülkenin katılımıyla yapılmıştı.
Geçen yıl katılan ülke sayısı 41, bu yıl ise 84. Birkaç gündür televizyon kanallarında yarışma için gelen bazı öğrencilerin konuşmalarını, şiirlerini, şarkılarını dinliyorum. Onlarla konuşan spikerler, program yapımcıları, daha önce yaşamadıkları belli olan bir heyecan sergiliyorlar. Eminim, onları seyreden herkes heyecanlanıyor, seviniyor, yeni ufuklara doğru içlerinde umutlar tazeleniyordur.
Türkçenin bir dünya dili haline gelmesinin dirilttiği bu umutlar, heyecanlar, tam da bizi toplum olarak kamplara, kutuplara ayırmaya çalışanların estirdiği karamsarlık havasında nasıl da değerli.. nasıl da güven verici.
TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç’ı gönülden tebrik etmek gerekiyor. Bu organizasyona baştan beri sahip çıktı. Gittiği her yurtdışı seyahatte o ülkede bulunan Türk okullarını ziyaret etti. Önceki gün de bir müjde verdi.
Önümüzdeki yıldan itibaren Türkçe Olimpiyatı’nda başarılı olan öğrencilere Meclis olarak da ödül vereceklerini açıkladı. Belki görev süresi dolmadan Sayın Cumhurbaşkanı’mız da devletimizin ve milletimizin ortak gurur kaynağı olan bu organizasyonun yöneticilerini kabul edip kutlayacaktır.
Bu Türkçe Olimpiyatı nereden doğdu? Bildiğiniz gibi bugün dünyada yüze yakın ülkede 500 civarında Türk eğitim kurumu bulunuyor. Türk ilköğretim okulları ve liselerinde her yıl on binlerce öğrenci Türkçe öğreniyor. Türkçe hızla bir dünya dili haline geliyor ve 5-6 stratejik dil arasına Türkçe de giriyor.
Düşünebiliyor musunuz, sadece Batı Avrupa’dan Çin’in doğusuna kadar olan coğrafyada değil, Kuzey ve Güney Amerika’da, Avustralya’da, Güney Afrika’da, Filipinler’de, Vietnam’da adını burada sayamayacağımız yüze yakın ülkede bir yeni nesil Türkçe ile anlaşıyor/kaynaşıyor, Türkçe ile dost oluyor, dostluklar kuruyor. Sevginin, saygının şuur altlarına en fazla yer ettiği bir yaşta Türk öğretmenlerini, belletmenlerini seviyorlar. Yarışmalara katılmak için geldikleri ülkemizi geziyor, güzelliklerimize hayran kalıyorlar.
Türk okullarının ilk mezunları pek çok ülkede, üniversiteleri (hem de öğrendikleri İngilizce sayesinde de Avrupa ve ABD’nin gözde üniversitelerini) bitirip ülkelerine dönerek bürokraside, iş hayatında, uluslararası şirketlerde önemli yerlere geliyorlar. Bu insanlar, öğrendikleri Türkçe sayesinde, sevdikleri Türk öğretmenler sayesinde birer Türkiye gönüllüsüdür. Bu tarihî olay belki de yüzyılımızın en büyük aydınlanmasıdır. Zira bu yeni nesil, terör ve kültürel farklılıkların getirdiği çatışma ortamında, aynı sıralarda sevgi soluyarak, hoşgörü soluyarak, sulh adalarında yetişerek barışa ve huzura susayan dünyamızın yeni kahramanları olacaktır. Onları yarın ben de seyredeceğim. Biliyorum herkes gibi ben de gözyaşlarımı tutamayacağım. Yine biliyorum ki mutluluktan en çok ağlayanlar; onları yetiştiren fedakâr öğretmenler, bu okulların açılması için himmetlerini esirgemeyen gönüllüler ve onları muhabbet fedaileri ilan edip, tavsiyeleri ile yüreklendiren o yiğit adam olacaktır

HÜSEYİN GÜLERCE
ZAMAN GAZETESİ KÖŞE YAZARI
KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
17 Haziran 2006       Mesaj #119
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi

ATATÜRK VE AB

AB uğruna "sivilleştirildikten" sonra, "milli güvenlik" konusunda asıl işlevini kaybeden MGK'nın, sivil Genel Sekreteri Yiğit Alpogan, Atatürk'ün Doğumunun 125.Yıldönümü vesilesiyle, değerli akademisyenlerin katıldığı, "Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğinin, Atatürk'ün çağdaşlaşma düşüncesi çerçevesinde değerlendirilmesi" konulu bir panel düzenlemiş.

Gerçekten de şu bağlamda, Atatürk'ün "çağdaş uygarlık düzeyine" ulaşmak hedefi ve reformları ile AB "süreci" ve "kriterlerinin uygulanması" arasındaki benzerlikleri -ve fakat daha fazla olan çelişkileri- ortaya koymak ve bu konudaki maksatlı bir yanıltmaya son vermek gerekiyor… Zira Mustafa Kemal'in hedef ve reformlarıyla, AB sürecinin aynı olmadığı muhakkak!

Bir defa Mustafa Kemal, bilhassa "Avrupa medeniyeti düzeyi" dememiş, "Muasır medeniyet seviyesi" demişti. Arada bir fark olduğunu özellikle göstermek istemişti.
Ancak Atatürk, eğer bugünlerde yaşasaydı, Avrupa camiasında ve örgütünde olmak isterdi. Ama asla bugünkü hali ve koşullarıyla değil. AB yolu bugünkü hali ile Atatürk'ün gösterdiği yol değil!

Mustafa Kemal Avrupalıların ve "Batının" ne olduğunu bizim hakkımızda ne düşündüklerini, "Türk" fobilerini ve bize neler ettiklerini çok iyi bilirdi. Fakat o bağlamda, Kuzeyimizdeki "Rus ayı sarması" tehdidi karşısında, Batı ile Avrupa ile uzlaşmanın en uygun seçenek ve dış politika gereği olduğunu anlamıştı…

O yaşasaydı, "Balkan Birliğini" kurmaktaki aynı vizyonuyla, öncülüğüyle, kişisel prestiji ve Batılılaşma reformlarının motivasyonuyla, bir Avrupa "Birliği"nin de "kurucusu", Türkiye de "kurucu" üye olurdu. Herhalde, Atatürk bu yolda onurumuzdan, milli çıkarlarımızdan ve değerlerimizden ödün vermeyi asla kabul etmezdi! .

Prof. Dr. Duygu Sezer'in panelde söylediği gibi "Atatürk'ün çağdaşlaşma düşünce ve uygulamaları Avrupa Birliği felsefesiyle örtüşür." Ve Prof. Dr. Haluk Günuğur'un dediği gibi de, üyelik başvurusu 1978'de yapılsaydı, üyeliğimiz engele uğramdan, bu dinamiklerle gerçekleşirdi. Ama bu hava, içimizde ve Avrupa'da ortaya çıkan başka durum ve emellerle bozuldu, Avrupalılarda ataerkil "Türk korkusu" güncel sebeplerle, "genç Türklerin gene Viyana kapılarına dayanması korkusu" olarak yeniden ortaya çıktı. Kıbrıs meselesi, Ermeni meselesi, Güneydoğu üzerinde hesaplar ağırlık kazandı. Türkiye'ye karşı, başka hiçbir adaya herhalde Yunanistan'a ve Kıbrıs Rum yönetimine konulmayan engeller kondu. Prof. Dr. Ünsal Yavuz "Lozan'ın sorgulanmasına Sevr'in diriltilmesine çalışılıyor" diyor. Bu şartlarda Avrupalıların "iyi niyetine" inanmak ve "iyimserliğe" kapılmak, kökten yanlış!

Bugün gelinen noktada, boyuna "tren kazaları" veto oyunları ve "Ortak Tutum Belgesi, İlerleme Raporlarıyla" dayatılmak istenen koşullar önümüzdeki on, on beş yıllık sürecin sıkıntılı geçeceğini ve sonra da hüsranla sonuçlanacağını gösteriyor…

AKP Hükümetinin, AB yolunda anlaşılmaz, iyimserlikteki ısrarına karşılık, Avrupa'dan gelen bütün işaretler önce Kıbrıs konusunun Ekim toplantısında dayatılacağını "siz KKTC'nin tecridini kaldırın, biz de limanları, alanları açarız" sözlerinin kös dinlendiğini, asıl maksadın Rum yönetimini tanıtmak ve sonra da KKTC'yi kaldırmak olduğunu ve sonunda yeni çıkarılan "hazım kapasitesi" kriterinin dayatılacağını gösteriyor… Hükümetin anlaşılmaz ısrarının sebebi ne? Çünkü siyasi kaderini AB'ye bağlamış durumda! Atatürk asla TC'nin ve milletinin kaderini yabancıların iradesine bağlamazdı!

AKP Hükümeti "tren kazalarına" rağmen süreçte ısrara, Abdullah Gül bu ısrara TSK'yı da ortak etmek çabasında… Gül, hükümetin "Kıbrıs politikasında ve AB reformlarında TSK'nın payı var" demiş. Ben Genelkurmay Başkanı'nın bir zamanlar AB üyeliğinin Mustafa Kemal'in hedefi olduğu hakkında söylediklerinin bunca olaydan sonra artık geçerli olmayacağını sanıyorum... TSK'nın, stratejik vizyonu ve Atatürk bilgisi bu kadar kıt olamaz… TSK kendi gücünü kısmak isteyen AB'ye taraftar olamaz!

MGK panelinde hocalar sonunda, "kırmızı çizgide", Atatürk yolunda ve sağduyuda birleşmişler. Lozan dengeleri, toprak bütünlüğü, Ermeni soykırımının kabulü ve Kıbrıs konusunda koşullar dayatılırsa -ki dayatılmakta- AB yoluna Türkiye'siz, Türkiye de Atatürk'ün yoluna, Avrupa'sız devam eder! Artık olacağı -olması gereken de- budur!

KafKasKarTaLi - avatarı
KafKasKarTaLi
Ziyaretçi
19 Haziran 2006       Mesaj #120
KafKasKarTaLi - avatarı
Ziyaretçi
Üç Çeçen Cumhurbaşkanı da Ruslar tarafından öldürüldü.

Çeçenistan'ın seçimle gelmiş üçüncü cumhurbaşkanı olan Arslan Mashadov'un da Ruslar tarafından öldürülmesiyle 1996'dan bu yana Çeçenistan'ın üç cumhurbaşkanı da Rusya tarafından katledilmiş oluyor.
Çeçenistan'ın SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlığını ilan eden ve Çeçen bağımsızlığının sembolü haline gelmiş olan Çahar Dudayev, eski başkan Yeltsin'in emriyle düzenlenen çok sayıda suikastten başarıyla kurtulduktan sonra 1996 yılında uydu telefonuyla konuşurken, telefon kodlarını öğrenen Rus gizli servisi tarafından düzenlenen bir operasyonda hava kuvvetlerine ait uçaklar tarafından füzeyle öldürüldü. Çeçenistan'ın bağımsızlık ilanını tanımayan Rusya 1995 yılında ülkeyi işgal etmişti. Başkent Grozni'de uzun süre direnen Dudayev dağlarda Rus ordusuna karşı büyük bir direniş hareketi sürdürüyordu. Dudayev'den sonra yerine Zelimhan Yandarbiyev geçti. Yandarbiyev o zaman Yeltsin'in danışmanı olan General Aleksandr Lebed'in çabaları sonucu Kremlin'de Yeltsin'le barış anlaşması imzaladı. Bu olaydan beş yıl sonra Lebed esrarengiz bir helikopter kazasında ölecekti.
Çecenistan'da yapılan seçimlerde Yandarbiyev'in yerine Dudayev zamanından beri Çeçen ordusunun Genelkurmay Başkanı olan Arslan Mashadov seçildi. Ancak Çecen hareketi içinde El Kaide ve Vahhabiler'le işbirliği yaptığı iddia edilen grupların Dağıstan'daki devlet dairelerine saldırılarını bahane eden Rusya, yeni seçilen Putin'in isteğiyle Çeçenistan'ı ikinci kez işgal etti.
Mashadov ise Grozni'den dağlara çekilerek Ruslar'a karşı gerilla savaşı başlattı. Çeçenler bu direniş sırasında Gürcüstan-Çeçenistan sınırındaki Pankisi vadisinden yardım alıyorlardı. Ancak hem bu yardımın kesilmesi hem de bazı Çeçenler'in terör eylemlerine başlamasıyla Putin özellikle Moskova'daki tiyatro baskınından sonra acımasızca davranmaya başladı. Bu sırada gerçekleşen 11 Eylül saldırısı Bush ile Putin arasında teröre karşı savaş mutabakatı oluşturdu. Mashadov ve savaşan Çeçen güçleri önce ABD desteğinden yoksun kaldılar, daha sonra Avrupa Birliği örgütleri tarafından dışlandılar.
11 Eylül'ün getirdiği terörizmle mücadele havasından yararlanan Kremlin, geçen yıl Katar'da yaşayan ikinci cumhurbaşkanı Zelimhan Yandarbiyev'e suikast düzenledi. Yandarbiyev ve korumaları ölürken, Katar hükümeti suikasti gerçekleştiren Rus büyükelçiliğindeki iki görevliyi tutukladı.
Ancak Rusya'nın baskıları sonucu katiller bir süre sonra serbest kalarak, Rusya'ya döndüler. Böylece sırasıyla Çeçenistan'da yasal seçimlerde halk tarafından seçilen 3 cumhurbaşkanı da Ruslar tarafından öldürüldüler. Mashadov'un özelliği de laik ve İslamcı Vahhabi Çeçen gruplarına karşı olması idi. Ancak Rus işgali için ittifak içinde savaşıyorlardı. Mashadov'un ölümü ile Moskova Çeçen direnişinin son cumhurbaşkanını da ortadan kaldırmakla direniş başsız bırakmış oldu.
Bundan sonraki gelişmeler Kafkaslar'da nasıl bir seyir izleyecek? Dünyadan dış desteği olmayan Çeçen ulusal bağımsızlık mücadelesi, görünen o ki Usame bin Ladin ve El Kaide ile işbirliği yapan grupların tam yönetimine girecek. Bu da Rusya'ya yönelik terörist intihar eylemlerini daha etkili, korkulu hale getirebilir.
Çeçen intihar timlerinin Beslan eyleminden sonra artık hedef gözetmeden saldıracaklarını görmek için kâhin olmak gerekmez. Ancak Rusya, Mashadov'u öldürmekle Gürcüstan üzerindeki baskısını daha da artırmaya başlayacak. Novorosisk petrol boru hattının artık fazla tehdit altında olduğunu düşünmeyecek. Çünkü sonuçta Mashadov seçimle gelmiş, yasal bir cumhurbaşkanı idi.
En azından dünya kamuoyu tarafından tanınıyordu. Yarın barış masasına oturduğunda en azından siyasi ağırlığı olacaktı. Bütün bunlar bir yana bırakıldığında Çeçen-Rus savaşı, yaşadığımız dönemin en korkunç savaşıdır. Nüfusu 1,5 milyon olan Çeçenistan'da iki savaş boyunca ölen Çeçen sayısı 500 bine ulaşmış durumda. Çeçenistan'da erkek ölümleri ile 1 erkeğe 4 kadın düşüyor. Çeçenler açlık, Rus ordusunun cinayetleri ve daha birçok olay karşısında artık ulus olarak ortadan kalkma tehlikesi ile karşı karşıyalar.

Benzer Konular

9 Mayıs 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
12 Nisan 2007 / kompetankedi Edebiyat
2 Aralık 2009 / Misafir Soru-Cevap